BARIŞ BENİM İLE BAŞLAR – 14

Sevgili okuyucularım, bu ay ki “ho’oponopono” adı verilen bir arınma çalışmasını paylaşıyorum. Bu ay da farklı konular için aynı şekilde yapmanız gereken bu arınma çalışmasını dört madde hâlinde paylaşıyorum. Düzenli olarak yaptığınızda gerçekten kendinizde inanılmaz bir olumlu değişiklik göreceksiniz. Özellikle zihniniz, ne kadar berraklaşırsa o kadar huzurlu olur. En önemlisi berrak bir zihin her zaman doğru karar almanızı sağlar. Çünkü zihin olumsuzluklarla dolu olduğu zaman doğru karar bile alamıyorsunuz. Disiplin ve azimle yapılan çalışmalardan her zaman olumlu karşılık alınır. Çalışmaya geçmeden önce bununla ilgili kısa bir bilgi vermek istiyorum. Geçen ay bu bilgiyi paylaşmıştım fakat belki ilk defa okuyacak olanlar vardır. Onlar için yinelemekte fayda görüyorum.

Ho’oponopono yöntemi; karşımızdaki insanın yaşadığı bir sorunu duyduğumuz, öğrendiğimiz anda bizim sorunumuz olarak algılayıp kendi içimizde bundan arınarak karşımızdakini de arındırma yolunu öğretiyor. Sadece insanları değil her şeyi arındırıp temizlemenin yoludur bu. Olumsuz durumlardan kurtulmanın bir yöntemidir.

Ho’oponopono, Havai halkının kullandığı bir kendini arındırma yöntemidir. Bu yöntemi Joe Vitale’in kitabı “Zero Limit” aracılığı ile batı dünyasına tanıtan ve meşhur eden kişi Dr. Ihaleakala Hew Len oldu. Doktorasını Iowa Üniversitesi’nde yapmış olan Dr. Ihaleakala Hew Len, uzun yıllar Havai Devlet Hastanesi’nin suç işleyen akıl hastaları ile ilgilenen adli biriminde uzman psikolog olarak çalışmış. Hastalarıyla elde ettiği mucizevi sonuçlar çok ilgi çekmiş. Kullandığı yöntemler öyle etkiliymiş ki zamanla yatan hastaların tümü taburcu edilmiş, sonunda dört yıl içinde birim kapatılmış. Dr. Len’in kullandığı bu yöntem, 1982 Kasım’ından beri güncelleştirilmiş Ho’oponopono uygulaması yapan Hawaiili şaman Morrnah Nalamaku Simeona sayesinde ortaya çıkmış. Tüm dünyada bu yönteme ün kazandıran, öğrencisi Dr. Ihaleakala Hew Len ve Joe Vitale oldu.

Şimdi çalışmaya geçelim:

1) İçtenlikle, açık ve net bir şekilde iletişim kurmamı engelleyen içimde, bana, aileme, atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda bütün boyutlarda bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono

Seni Seviyorum

Özür Dilerim

Lütfen Beni Affet

Teşekkür Ederim.

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

2) Hızlı, kolay ve etkin bir şekilde öğrenmemi, hafızamın güçlü olmasını engelleyen içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda bütün boyutlarda bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono

Seni Seviyorum

Özür Dilerim

Lütfen Beni Affet

Teşekkür Ederim.

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

3) Bana zarar veren alışkanlıklarımdan özgürleşmemi engelleyen içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda bütün boyutlarda bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono

Seni Seviyorum

Özür Dilerim

Lütfen Beni Affet

Teşekkür Ederim.

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

4) Kendimi sabote ederek işlerimi yarım bırakmama yol açan içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda bütün boyutlarda bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono

Seni Seviyorum

Özür Dilerim

Lütfen Beni Affet

Teşekkür Ederim.

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

Kaynak: Dr.Ihaleakala Hew Len ve Berna Özcan
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

YÜZLEŞMEK İLİŞKİLERİN TEMELİNİ SAĞLAMLAŞTIRIR

Sevgili okuyucularım, günümüzün önemli sorunlarından biri insanlar arasındaki iletişim. Bunu yaşadığımız her yerde görebiliyoruz. Bazen ailemizde bazen komşumuzda, iş yerimizde, arkadaşlarımızda. İlişkilerimizde iletişimin düzgün yürüyebilmesi için olması gereken en önemli unsur ise sevgi. Zaten sevgi olmadan ne dürüstlük ne saygı olur ne de güven oluşur. Her zamanki gibi temel taş sevgidir.

İlişkiler tek taraflı yürümez. Düşünün, siz sürekli bir arkadaşınızı arıyorsunuz, soruyorsunuz ama o, özel günler dâhil bir kere bile sizi aramıyor. Böyle bir durumda ne yaparsınız? Tabii ki bir daha aramazsınız. Neden aramadığını sorduğunuzda ise “Ben böyleyim” ya da “Hiç vaktim olmuyor,” der. O zaman da siz, kendinizi tanıyorsanız ve nasıl bir ilişki yaşamak istiyorsanız ona göre bir tercihte bulunursunuz. Yalnız burada ince bir çizgi var. Beklenti ile aramak başka beklentisiz aramak başkadır. Siz paylaşmayı seviyorsanız, beklentisiz arar paylaşırsınız ve karşıdakinin de aynı samimiyette olduğuna inanırsınız. Fakat sizin bu beklentisiz tutumunuza karşı o kişi sizi sadece kendi ihtiyacı için arıyorsa o ilişkiyi yeniden gözden geçirirsiniz.

Bazı insanlar da karşı tarafa ayıp olmasın, diye veya açık olarak söyleyemediği için siz aradıkça sizi dinler ama kendisi aramaz ya da mesajlarınıza yanıt vermez. Belki bu davranışı sizinle iletişim kurmak istemediğindendir. Bunu anlamak için karşı tarafa nedenini sorarsınız, dürüstçe cevap verir ve makul bir gerekçe gösterirse ilişki sağlam bir şekilde sürer.

Sıkça kullandığımız bir cümle vardır, “Her şey insanın kendisinde başlar, kendisinde biter.” Benim de “Kendini Keşfet”, “Kendini Tanı” diye ve buna benzer birçok yazım oldu. 14 Mart 2023 tarihinde “Yüzleşerek Zoru Başarmak” başlıklı bir yazı yazmıştım. O yazıda insanın kendisi ile yüzleşmesinin çok önemli olduğunu, gerçek değişimin en başta kendisinden başladığını belirtmiştim.

İletişimde bulunduğumuz kişilerde yanlış bir davranış gördüğümüzde ne yaparız? Ya bu davranışı neden yaptığını sorarız ya da sessimizi çıkarmaz, uzaklaşırız. Şimdi, yanlış davranışta bulunan biri ile o anda yüzleşmezseniz, boş verip görmezden gelirseniz ya da “Nasıl olsa görüşmüyorum,” diyerek üstünü örterseniz yalnızca bilinçaltına atmış olursunuz ve içinizde olumsuz bir duygu oluşur. Üstelik o kişi aynı yanlışı birden fazla kez tekrarladığında içinizde birikenleri dökmeye başlarsınız. Hâlbuki bu yüzleşmeyi onun ilk yanlış davranışında yapsanız içinizdekileri şifalandırmış olursunuz ve olumsuz duygu oluşmaz.

Asıl olan insanın içinde beslediği duygu ve düşüncenin ne olduğuna, kendisine bakmasıdır. Birçok insan kendisindeki olumsuzluklarla yüzleşmek istemez. Siz yüzleştirmeye kalktığınızda ise sizi suçlar. Örneğin “Öfkelisin” der, “Kızgınsın” der, “Kinci” der, “İçinde nefret birikmiş” der. Sizi bu şekilde suçlamasının nedeni, kendi gerçeklerini görmek istememesidir. Önemli olan sizin kendi duygularınızı ve düşüncelerinizi bilmenizdir.

İş yerinde size bir davranış yapıldığında ayıp olmasın, diye veya korktuğunuz için hemen o anda söylemezseniz size her gün yapılan o davranış işten soğumanıza ve etrafınızdaki bu kişilerle gülüp konuşsanız da onlara karşı içinizde kızgınlık biriktirmenize neden olur. Yapılan yanlışa göz yummanız daha sonra başka bir olayda patlama yaşamanıza neden olur. Üstelik kızgınlık ve öfkenin olduğu yerde sevgi olmadığı için işinizi severek yapmamaya başlarsınız. Mecburiyet duyarak çalıştığınızda da kazandığınız paranın bereketini göremezsiniz.

Aynı şekilde arkadaşınızın size yaptığı yanlış davranışı, o kırılmasın, diye veya sabırla beklediğiniz için söylemediğiniz hâlde o farkında olmadan aynı hataya devam ediyorsa bir noktadan sonra onunla yüzleşmeye başlarsınız. “Bu davranışın bende şu şu sebeple güvensizlik oluşturdu” ya da “Bana dürüst davranmadın” veya “Sende gerçek sevgiyi görmediğim için” diye yüzleşmelere başlarsınız. Tabii ki önemli olan bunu yaparken hiçbir insana hakaret etmemek, saygılı bir üslup kullanmaktır.

Bu yüzleşmeleri yaparken karşınızdaki kişi hiç hak etmediğiniz hâlde sizi öfkeli olmakla suçlarsa bir anda düşünürsünüz. “Ben öfkeli miyim yoksa şu ana kadar o kişinin yaptıklarına arkadaşlığımız bozulmasın diye mi göz yumdum veya merhametimden dolayı mı sustum, içimde biriktirdim. Artık ruhumun sıkıldığını görünce söylemek zorunda kaldım?” Bu sorulara vereceğiniz yanıt sizin farkındalığınız ile ilgilidir; kendinizi ne kadar tanıdığınız ve neyi niye yaptığınızı iyi bilmenizle ilgilidir.

Kendi yaşadıklarımdan örnekler vereyim. Bir arkadaşım, ablasıyla sorun yaşıyordu. Onunla tam olarak yüzleşmediği için de öfke duygusu vardı. Kendisine sorulduğunda bu duyguyu kabullenmiyordu fakat bir gün ben, ablasının annesine benzediğini söylediğimde hemen öfkelendiğini gördüm. Görüşmediği hâlde içinde öfke olduğu belliydi. Eğer öfkesi bitmiş olsaydı ben onun annesine benzediğini söylediğimde hiç tepki vermez ya da şunu söylerdi: “Tabii ki onun da annesi, bir şekilde andıracak.”

Duygularınızın bitip bitmediğini nasıl anlarsınız? Buradaki ince çizgiyi belirleyen insanlarla görüşmediğiniz dönemde ya da görüştüğünüzde içinizdeki duygulara ve düşüncelere bakıp kendi sorumluğunuzu alıp yüzleşmenizdir. Bu duyguları içinizde bitirmişseniz karşı taraf ile yüzleşme yaptığınızda onun size öfkeli, kinci veya buna benzer sözler söylemesi sizi etkilemez. Sizin için artık önemli değildir.

Aynı şekilde birisinden zarar görmüş olabilirsiniz. Ama siz o kişinin ismi geçtiğinde ya da onun iyi olduğunu duyduğunuzda veya o kişi hakkında hiçbir şey duymadığınız hâlde içinizden o olumsuz duygular geçiyorsa ya da onun kötü şeyler yaşadığını öğrendiğinizde içinizden sevinirseniz kendinizde şifalandırma yapmamışsınız demektir. O kişinin adı geçtiğinde sizi etkilenmiyor, olumsuzluk yaşamamış gibi olumlu duygular ve düşünceler taşıyorsanız artık şifalanmışsınız demektir. Önemli olan sizin kendinizi bilmenizdir.

Diyelim ki birlikte bir iş yaptığınız ortağınız size maddi ve manevi olarak zarar verdi. Doğal olarak üzülürsünüz. Bu üzüntü sonrası size zarar verdiği, ekmeğinizle oynadığı için öfke, kin, nefret duymak ve o kişinin de kötü duruma düşmesini istemek kendinizle ve onunla yüzleşmediğinizi gösterir. Bu yaşadıklarınızla ilgili olarak kendinizle ve eğer imkânınız varsa o kişi ile yüzleşmelisiniz. Aksi hâlde bu olayın içinizde yarattığı olumsuz duygularla hayat boyu yaşamak zorunda kalırsınız.

Geçmişte bana karşı yanlış davranışta bulunan arkadaşıma hiçbir şey söylemeyip sabretmeyi tercih ettim. Fakat sonra aynı hatayı devam ettirdiğini ve bana karşı samimi, dürüst olmadığını görünce yüzleştirmeye başladım. Bu sefer o kişi bana “Öfkelisin,” dedi. Bu söylediğinden etkilenmedim çünkü kendi içimi biliyordum. Amacım davranışının yanlış olduğunun farkına varıp hatasını kabul etmesini sağlamaktı. Ama o bunu yapmak istemedi. İddia ettiği gibi öfkeli miydim? Hayır. Kendimle baş başa kaldığımda içimden onun yaptıklarını düşünüp üzüldüğümde öfke duysam, kin beslesem, onun iyi olmasını istemesem haklı olabilirdi fakat bunların hiçbirini hissetmiyordum.

Size değersizlik yaşatan birisini hatasıyla yüzleştirdiğinizde yine sizi suçlar. Alınganlık gösterdiğinizden, kendinizle yüzleşmeniz gerektiğinden söz eder ama kendi sorumluğunu alıp hatasını görmez. Kendi farkındalığı ile kendini iyi tanıyan insan içindeki duygu ve düşünceleri iyi bilir.

Zaten ilişkilerde hem kendinizle hem karşınızdaki kişiyle yüzleşme yapmak yolunuza devam edebilmeniz için gereklidir. Ancak o zaman geçmiş defterler kapanır. Ama yüzleşme yapmazsanız geçmiş defterler hep açık olur, zaman zaman içinizden fışkırır. Sürekli size yapılan yanlış davranışı aklınıza ve kalbinize getirirsiniz. Üzülür ve size bunu yapan kişilere ne kadar inkâr ederseniz edin, olumsuz duygu ve düşünce duyarsınız. Unutmayın, en küçük bir kızgınlık bile olumsuz duygudur.

Kendinizde o dinginliği hissediyorsanız bu çok önemli!

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

 

HAYATIN DEĞERİ UZUN YAŞANMASINDA DEĞİL, İYİ YAŞANMASINDADIR

Sevgili okuyucularım, bu ayki kitap paylaşımım ismi “Hayatın Değeri Uzun Yaşanmasında Değil, İyi Yaşanmasındadır”

Bu kitabın yazarı olan; Michel De Montaigne, 16.yüzyılın Fransa’sında dünyaya gelen ünlü deneme yazarı Montaigne, yüzyıllar sonrasını dahi berraklıkla görebilen güçlü bir vizyona ve öngörüye sahip ender düşünürlerden biri…”Hayat nasıl yaşanmalı” fikri üzerinde duran Montaigne, sosyal yaşamın zihinsel, duygusal ve tepkisel olarak nasıl yaşanması gerektiği yolunda önemli bir düşünüş biçimi koymuştur ortaya… “Bir şeyin  ne kadar büyük ya da küçük olduğu değil, hayat üstünde ne kadar etkili olduğu önemlidir…” diye düşünen ünlü yazar, hayat üzerinde etkili olan her şeyin daima öncelikli olduğunun da altını çiziyor.

Şimdi kitaptan bir bölümü sizlerle paylaşıyorum.

“…Çağımız onaylanma çağı olduğuna göre, her şeyi açıkça söyleyen bir arkadaşın tercihte öncelik olduğu pek söylenemez. Kimse eksik yanıyla yüzleşmek istemez, hele ki bu eksik yanının birisi tarafından bilinmesi. Bir arkadaş ne kadar çok onaylarsa onun sevgisi de o denli yüce oluyor. Tabii bu onaylanma karşılığında biriken sevgi pek ağır olmadığı için, ilk olumsuz eleştiride o sevgi de uçup gidiyor.

Onaylanma hastalığına tutulmuş inşaların yaşadığı bir çağdayız. İnsanların onay ihtiyacı elbette her çağda vardı ama içinde bulunduğumuz çağ kadar vahim olduğu söylenemez. Durumun vahameti hangi çağda daha ciddi olursa olsun, her çağda ortak olan şey, bu konuya eleştirel bir şekilde yaklaşan insanların her daim olmasıdır.

Montaigne bu konuda çok netti; kollarını açmış bir şekilde bekliyordu hatalarını ona söyleyen dostlarını. Hem de bunu öylesine söylemiyordu. Çünkü hatasını ona söyleyen dostlarını bu şekilde daha iyi tanıma imkanına kavuşuyordu. Kim olduğunu başkaları seni incitemeyecek kadar biliyorsan, insanların seni olduğu gibi anlatmalarından onların kim olduklarını ortaya çıkarırsın. Bazen nefretlerini kusarlar; ama bu siz öyle olduğunuz için değil, o kişi size duyduğu gerçek hislerini dışa vurduğu içindir.

Montaigne düşünce çatışmalarını pek severdi. Ve bu çatışmalar onu ne kırar ne de yıldırırdı; aksine, dürter ve kafasının çalıştığını söylerdi. İnsanların çoğunluğu eleştirilmekten kaçar. Oysaki bir insan bunu kendiliğinden istemeli, gelin beni eleştirin diyebilmeli. Özellikle, bir ders değil de karşılıklı bir konuşma gibi olan eleştiri. Birisi sizi düzeltmek istiyorsa ona açılmış kollarınızı gösterin, sıkılı yumruğunuzu değil. Sözleri ve düşünceleri bir olmalı dostların. Samimiyetten yoksun bir tavır ve insanları kırma korkusu bir dostluğa rahat nefes aldırmaz, aksine o dostluğun sonu olur.”

Beni teslim alacak tek şey doğruluktur der Montaigne. İnsanlık tarihine dönüp baktığımızda herkesin aradığı ve en fazla istismar edilen şeylerden biri de doğruluktur. Çağımızda da durum aşağı yukarı aynıdır; herkes doğrunun peşinde, kimse doğru olmanın peşinde değil. Çünkü doğru birini bulmak, doğru biri olmaktan daha zahmetsiz olarak görülüyor.

Montaigne’in insan davranışları hakkında üzerinde en çok durduğu konulardan biri de doğru olmak ve doğru dostlardı. En iyi dostundan tutun uşağına kadar, hemen herkesin onunla dosdoğru konuşmasını isterdi. Lafı eğip bükmeden, acaba kırılır mı ya da kızar mı diye düşünmeden, gördüklerini olduğu gibi söyleyenleri etrafında isterdi.”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın..!
Nurgül AYABAKAN

AİLE SEVGİSİ

Ortaokul birinci sınıfa giden ve günden güne yetişkinliğe doğru ilerleyen çocuk, yine sandıktan bir anısını özgür bırakıyor.

Okulların kapanmasına sayılı günler kalırken dersleri biraz daha sıkı tutmaya başladım. Çünkü getireceğim karne özellikle velim olan amcam için önemliydi. Bu arada önceki anı yazımda anlattığım gibi anneannemlerin İstanbul’a taşınmasıyla birlikte iki aile arasında kıyaslamalara devam ediyordum. En çok annem ve babamın çocukluktaki hayatlarını ve bize sundukları hayatı karşılaştırıyordum. Bunda biraz da arkadaşım Gizem’in hayatına dair bildiklerim etkili oluyordu. Gizem, annesi olmadığı ve babasını da ara sıra gördüğü için sürekli babaannesinden bahsedip onun davranışlarını anlatıyordu. Böylece ben de anneannem ile karşılaştırmaya başladım.

Aslında anneannem Malatya’da yaşarken az gördüğüm için bu kadar detaylı düşünmüyordum. Bize davranışları her zaman güzeldi ve onu seviyordum. İstanbul’a taşındıktan sonra ise gidip gelmeler sıklaştığı için davranışlarını ve konuşmalarını daha yakından gördükçe ayrıntıları fark etmeye başladım. Anneannem konuşmalarında hiç emir kipi kullanmıyordu. Söze “Canım,” diyerek başlıyordu, çok kibar konuşuyordu ve kullandığı kelimelerde nezaket vardı. Ayrıca en çok dikkatimi çeken kendi çocuklarına da bunu vermiş olmasıydı. Annem ve teyzemden herhangi bir küfür ve argo kelime duymamıştım, hiçbir zaman da duymadım. Ben hep güzel konuşmaları sevdiğim, ses yükselterek, azarlayarak yapılan konuşmalardan rahatsız olduğum için annemin ailesini seviyordum. Kendi aileme; anneme ve babama baktığımda, bize karşı öyle dövme, küfürlü konuşma, argo kelimeler yoktu. Babam bize kızsa bile en fazla yapmamamız gerekenleri söylerdi, o kadar. Anneme karşı da bir gün olsun, hakaret içeren, küçük düşürücü kelimeler kullanmadı. Birbirleriyle konuşurken ikisi de nazik bir üslup kullanırdı. Bunu anneannemde de görüyordum.

Buna karşın babam ve amcalarım aynı anne, babadan yetiştiği hâlde amcalarım daha farklıydı. Ortanca amcam üsluba dikkat etmez daha doğrusu karşısındakinin hatasını söylerken kırılır, üzülür mü diye düşünmezdi. Trafikte araba kullanırken bile yanlış bir durumla karşılaşınca kullandığı kelimeler üslup olarak güzel değildi. Küçük amcam da kibri nedeniyle alaycı konuşurdu. Dayım ve teyzem öyle değillerdi. Babam annemin ailesinde huzursuzluk olmadığını gördükçe mutlu oluyordu. Biz ise babam, amcalarım gibi olmadığı için kendimizi şanslı olarak görüyorduk.

Çocukken aileniz sürekli sarılıp öpmese bile size verdikleri sevgiyi hissediyorsunuz. Babam ve annem sürekli bize sarılıp öpmezlerdi. Babam, en çok başımızı okşar, ara sıra öperdi ama bizi çok sevdiğini bilirdik çünkü sözleriyle ve davranışlarıyla bunu hissettirirdi. Ebeveynin sürekli öpüp sarıldığı çocuğuna karşı kötü üslupla konuşması sevgi değildir. Babam bize saygı çerçevesinde konuşmayı öğretti. Babam ve annem sadece çocuklarla değil dışarıdaki insanlarla da amcamlarla da hep aynı şekilde konuşurlardı. Çocukken bu üslubu görünce hayatınız boyunca çevreden bunu istiyorsunuz, böyle olmayan insanları hayatınıza almak istemiyorsunuz çünkü rahatsızlık veriyor.

Evde güzel üslupla, nezaketle konuşmalar olunca sevgiyi ve huzuru hissediyorsunuz. Okulda, sınıftaki arkadaşlarınızdan da bunu bekliyorsunuz. Sınıfta bazı arkadaşlarım, hocalara veya arkadaşlara karşı argo kelimeler kullandıklarında rahatsız oluyordum. Bu durumdan pek hoşlanmadığım için de onlarla diyaloğa girmiyordum. “Aptalsın”, “Manyak mısın?”, “O geri zekâlı” gibi sözler bana çok ters geliyordu. Ailemde görmediğim için bu tür kelimeleri kullanmazdım ve böyle konuşanlarla da arkadaşlık yapmak, bunların konuşulduğu ortamlarda bulunmak istemezdim. Bunu da açıkça söylerdim.

Anneanneme sık gitmemin bir sebebi orada huzur bulmamdı. Amcamlarda o huzuru bulamıyordum. Sürekli bir eleştiri vardı. Şimdi bu yaşımda, sürekli eleştiri yapanlarla, ruhuma öğretmenlik yapmaya kalkanlarla bir türlü aynı bakış açısında olamıyorum. İnsan söyler ama sürekli eleştiri yapmaz ya da suçlamaz. İşte anneannemlerde eleştiri ve suçlama yoktu ama amcamda vardı.

Ben ister okul ister aile olsun pozitif ortamları seçiyordum. Hâlâ öyleyimdir. İnsan anne ve babasından sevgi ve saygı görmüşse ileri yaşlarda çevresi de öyle davransın istiyor ve zaten çevresine de öyle davranıyor.

Bu kıyaslamalar ve gözlemler arasında günler hızla ilerliyordu. Tabii ilkbahar olduğu için okul yolundaki bahçeli evlerin duvarlarından rengârenk çiçekler, güller sarkmaya başlamıştı. Her okul dönüşünde bir tane gül kopartıp anneme getiriyordum. Anneme o çiçeği verdiğimde çok mutlu olduğunu görmek beni de mutlu ediyordu. Gülü hemen vazoya koyardı, zaten çiçekleri çok severdi. Hâlâ çiçekleri çok sever. Annemi çok sevdiğim için gülü kopartırken dikenleri elime batsa bile vazgeçmiyordum. Çünkü annemin mutlu olmasını istiyordum.

Annem her şeyden mutlu olan bir insandır. Çok beklentileri olmaz, elindekiyle yetinir. Onun için en önemlisi ailesidir. Bu yüzden annemi mutlu etmek kolaydır. Öyle otoriterliği yoktu. Kimseye karışmaz ayrıca da huzursuzluk yapmazdı. Babam istediğini almadı ya da seyahate götürmedi, diye hiçbir zaman mutsuz olduğunu, huzursuzluk çıkardığını görmedim. Herkese hep güler yüzlü davranırdı. Ortanca yengem ise amcamdan çok şey isterdi ve o alınıncaya kadar kapris yapardı. Annem, öyle çok mecbur kalmadığı ve ihtiyacı olmadığı sürece istemezdi. Sadece ara sıra babama kardeşlerinin yaptığı haksızlık karşısında hakkına sahip çıkmasını söylerdi. Bir de babam yemek konusunda çok titiz olduğu için annem biraz zorluk çekiyordu.

Ruhuma iyi gelenleri tercih ettiğimin daha o yıllarda farkına varmıştım ama o dönemde söylemek daha kolaydı. Yaşım ilerledikçe ruhuma iyi gelmeyenleri ayıp olmasın, kırılmasınlar, diye söylemediğimi, sessiz kaldığımı gördüm. Bu sefer de üzülen ben oluyordum. İşte bunu fark ettikten sonra “Neden bu insanlara karşı koyamıyorum?” diye bunun altında ne olduğunu bulup şifalandırdım. Artık ruhuma iyi gelmeyenlerin neden iyi gelmediğini güzel üslup ile söylüyorum.

Çocuk 7 yaşına kadar aileden aldığı sevgi, saygı ve ahlak ile yetişiyor sonra çevre ve okul ile. Ama eğer çocuğun farkındalığı varsa neyin iyi neyin kötü olduğunu kıyaslama ile görüyor.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

ASLA YALAN SÖYLEME

Sevgili okuyucularım, bu ayki muhteşem bilge hikâyemiz ile beraberiz.

Bundan uzun yıllar önce, eski zamanların insanları ilim öğrenebilmek için çok çalışırlar ve karşılarına çıkan her türlü güçlüklere katlanırlar, tahammül ederlerdi. Çok küçük yaşlarda köylerinden, yuvalarından ve ailelerinden ayrılırlardı ve bunu sırf ilim öğrenebilmek için yaparlardı. Yıllarca ailelerinden ve sevdiklerinden uzaklarda zor şartlar altında yaşarlardı.

Seyyid Abdulkadir’in de küçük yaşta içine öğrenme arzusu düşmüş, bunun çarelerini aramaya başlamıştı. Sonunda dayanamadı, annesine gelerek;

– Anneciğim, ilim öğrenmek için Bağdat’a gitmek istiyorum… dedi. Annesi ise;

– Senden ayrılmaya gönlüm razı olmuyor. Ancak seni de Allah yolundan alıkoymak istemem.

Annesi Abdulkadir için yol hazırlıkları yaptı. En sonunda da oğluna lazım olur diyerek, 40 altını kaybetmemesi için bir kese içinde yeleğinin koltuk altına dikti. Sonra oğlunun gözlerinin içine bakarak şöyle dedi;

– Sana son olarak nasihatim şudur ki, eğer beni ve Allah’ı memnun etmek istiyorsan asla yalan söyleme, doğruluktan ayrılma. Allah her zaman ve her yerde doğruların yardımcısıdır.

Seyyid Abdulkadir annesine söz verdi ve ağlayarak elini öptü. Bağdat’a giden bir kervana katılarak yola çıktı.

Hemedan yakınlarında dar bir geçide girdiklerinde kervanda bir bağrışma koptu. Eşkıyalar kervana saldırmışlardı. Bir anda bütün sandıklar yere yıkıldı, eşyalar yağma edilmeye başlandı. Haydutlar kervandakilerin neyi var neyi yoksa hepsini alıyorlardı. Eşkıyalardan biri de Abdulkadir’in yanına geldi. Onun fakir haline bakarak şaka olsun diye;

– Söyle bakalım senin neyin var fakir çocuk? Abdulkadir;

– Yalnız 40 altınım var, diye cevap verdi. Haydut önce şaşırdı sonra gülmeye başladı. İnanamadı ve tekrar sordu;

– Doğru mu söylüyorsun? Abdulkadir:

– Evet, doğru söylüyorum, 40 altınım var. Eşkıya meraklandı. Abdulkadir’i elinden tutup reislerine götürdü. Durumu reislerine anlattı. Haydutların başı;

– Senin 40 altının varmış, doğru mu bu? Abdulkadir;

– Evet doğru. Reis;

– Söyle bakalım. Onu nereye sakladın? Abdulkadir;

– Hırkamın içinde koltuğumun altında saklı. Bunun üzerine haydutlar hırkasının içinde, koltuğunun altında saklı bulunan 40 altını bularak reislerine verdiler. Herkes çok şaşırmıştı. Reis hayretle sordu;

– Peki evladım, sen niçin üzerinde altın olduğunu söyledin? Eğer bize söylemeseydin onları bulamazdık. Abdulkadir;

– Ben annemden ayrılırken, asla yalan söylemeyeceğime dair söz vermiştim. Arkadaşınız senin bir şeyin var mı diye sorunca, altınlarım olduğunu söyledim. 40 altın için verdiğim sözden döneceğimi mi zannediyorsunuz?

Bu sözleri duyan haydutların reisi çok şaşırdı ve derin bir düşünceye daldı. Sonra etrafındakilere dönerek;

– Yazıklar olsun bizlere. Bu çocuk kadar olamadık. Bu çocuk annesine verdiği sözünden dönmemek için her şeyini veriyor. Bizler ise Allah’a söz verdiğimiz halde, hiçbir zaman verdiğimiz sözlerde durmadık. O’nun yapma dediklerini yaptık yarın Allah’ın huzuruna çıktığımızda halimiz nice olacak?

Sonra şöyle devam etti:

– Sizler şahit olun. Şuanda bu çocuk benim kötü yoldan dönmeme sebep oldu. Şimdiye kadar yaptığım bütün günahlarım için pişman olup tövbe ediyorum. Bundan sonra iyi bir insan olup, Rabbim’in sevmediği işleri yapmayacağım.

Reislerine çok bağlı olan haydutlar hep bir ağızdan;

– Reisimiz, biz senden ayrılmayız. Sen hangi yolda yürürsen biz de o yolda yürürüz diyerek hepsi birden pişman olup tövbe ettiler.

Kervandaki insanlardan ne aldılarsa hepsini geri verdiler ve bir daha haydutluk yapmayacaklarına söz verdiler.

Seyyid Abdulkadir ise yoluna devam ederek Bağdat’a ulaştı. Orada ilim tahsiliyle meşgul oldu. Kısa bir zaman içinde çok ünlü bir alim oldu. Binlerce insanın kötülüklerden vazgeçip iyi birer insan olmalarına vesile oldu.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

ÖZGÜRLEŞMEDİKÇE ANDA KALMAN MÜMKÜN DEĞİL

Sevgili okuyucularım, siz de son zamanlarda sıkça duyuyor, sosyal medyada, televizyon programlarında rastlıyorsunuzdur. “Hayat kısa. Anı yaşayın,” diye tavsiyeler veriliyor. Bu söz size ne düşündürüyor? Size göre “anı yaşamak” nedir? Önce bunu kendinize sorun lütfen ve anı gerçek anlamda nasıl yaşıyorsunuz veya yaşıyor musunuz gözden geçirin. Pek çok insan hep “Andayım” diyor. Hâlbuki bu, o kadar da kolay değildir.

Anı yaşamak, bir nefesin bile şükrünü yaşamaktır. Elinde olanların kıymetini bilip o anın huzurunu almaktır.

Farkındalığı olan insan zaten anı nasıl yaşayacağını bilir. Anı yaşamak için geçmişteki bütün hesapları kapatıp, daha doğrusu geçmiş ile barışıp tamamen şifalandırmak gerekir. Geçmişte maddi ve manevi olarak uğradığınız zararları, yaşadığınız travmaları, korkuları şifalandırırsanız ve aynı zamanda zihninizi geleceğe dair endişe, kaygı ve korkulardan arındırırsanız anı yaşayabilirsiniz. Diyelim ki bir tatile gidiyorsunuz; eğer tatil dönüşü iş yerinde yapacağınız işleri düşünüyorsanız veya zihniniz korkularınızdan herhangi biriyle meşgulse ya da geçmişe ait bir konuyu hâlâ bırakmamışsanız, kendinizi veya başkalarını affetmemişseniz, olumsuz düşüncelere sahipseniz ve duygularınız içinizde kalmışsa o zaman anda olmanız mümkün değil. Sadece o anda kendinizi kandırmış olursunuz. Çünkü anda olmak, nerede olursanız olun zihnin susup, zamanı ve mekânı duyularla kavrayan ruhun, içinde bulunduğu bedenle bütünleşmesi ve huzuru yakalamasıdır. Evinizde kitap okurken, televizyon seyrederken, tek başınıza otururken zihniniz gerçek anlamda huzurlu ve dingin ise okuduğunuzun, izlediğinizin farkındaysanız andasınız ve işte o anın keyfini çıkarıyorsunuz demektir.

Bir arkadaşınızla sohbet ederken geçmişte yaşadığınız üzüntüleri anlattığınız sırada, size o üzüntüleri yaşatanlara karşı içinizde hâlâ öfke, kızgınlık ve hatta nefret duyguları varsa anda değilsinizdir. Arkadaşınızla sohbetten keyif almak yerine yaşadığınız travmayı tetikliyorsunuzdur. Ancak yaşadığınız o üzücü olayı anlatırken içinizde herhangi bir olumsuzluk hissetmiyorsanız, anlattıklarınız artık sizi etkilemiyorsa anda kaldığınızı söyleyebiliriz. Çünkü geçmişi şifalandırmış, artık içinizde temizlemişsinizdir.

Anda yaşayamamak bedensel sağlığı da etkiliyor. İnsanlar akşam yatarken ertesi gün endişesi, kaygısı ve korkusunu yaşadıkları için sağlıklı uyku uyumaları bile zorlaşmaya başlıyor. Zihin o kadar olumsuz düşünceyle dolu iken nasıl sağlıklı bir uyku uyuyabilir? Ertesi gün bedenin sağlıklı bir şekilde güne başlaması için önce zihnin rahat olması gerekiyor. Aynı şekilde yemek yerken bile acele ile ya da bir şeye yetişme telaşı ile tadını tam olarak almadan, zihin sürekli meşgulken yenilen yemeğin sağlıklı beslenmeye ne kadar katkısı olabilir. Son dönemlerde kimi beslenme uzmanlarının “Ne yediğiniz değil hangi ruh hâliyle yediğiniz önemli,” türünden açıklamalarına siz de rastlamışsınızdır.

Bir de aşırı kontrolcülük anı yaşamayı engelliyor. Öyle ki bir eşya alırken bile gelecek için plan yapıp o anın tadına varmaktan uzaklaşanlar var. Hayatı kontrol altında tutarak kendini güvende hissetmek alışkanlığının altında, aslında korku yatıyor. Zihnin içinde bu korkular olduğu sürece nerede olursa olsun insanın anı yaşaması mümkün değil.

İşin en acı yanı, anda kalamamanın güzel hatıraları da engellemesidir. Gittiğiniz bir yeri ve orada neler olduğunu ya da okuduğunuz kitabın içeriğini seneler sonra bile hatırlayabilmeniz o anda zihninizin orada olmasına bağlıdır. Arkadaşınızla yaptığınız sohbeti ya da patronunuzun anlattığı bir projeyi tüm ayrıntılarıyla hatırlıyorsanız zihnin anda kaldığını söyleyebiliriz. Sevdiğimiz insanlara dair ayrıntıları da anda kalamadığımız için unuturuz.

İçinde bulunulan anı kavramak, insana mutluluk verir, hayattan keyif almayı sağlar. Örneğin evde yemek yapmak bir iştir ve çoğu insana çeşitli nedenlerle angarya gibi gelir. Oysa yalnızca yemeği pişirmeye odaklandığınızda; zihniniz o anda olduğunda, yaptıklarınızdan zevk alırsınız.

Bir de anda yaşadığı iddiasında olanlar var. Bir bakıyorsunuz “Andayım,” diyor ama içinde mutsuzluk ve huzursuzluk var ya da elindekilerle yetinmeyip hep daha çok istiyor. Kalbini sevgiye açmamış ama “Anda yaşıyorum,” diyor. Gerçekte ise sadece günü kurtarıyor.

Son zamanlarda moda olan bir başka konu da anı yaşamakla bencilliğin karıştırılması. En ufak olayda insanlar birbirine “Hayat kısa, hayatını yaşa,” diye tavsiyede bulunuyor. “Anı yaşıyorum, hayatın tadını çıkarıyorum, hiç kimse ve hiçbir şey umurumda değil,” diyenler var. Fakat anı yaşamak demek, ne kendine ne başkalarına zarar vermek demek değildir. Anı yaşayacağım diye başkalarının hakkına girilmemelidir.

Hayat, dünyada yaşayan bütün canlılar için kısadır. Tabii ki her canlı iyi yaşamak ister. Ama hayat kısa, diye bir başkasının kalbini kırmak ya da vurdumduymaz ve bencilce yaşamak kabul edilemez. Bir arkadaşım birine bir şey olduğu zaman “Hayat kısa,” diyordu ve geçiştiriyordu. Derken bir gün oğlu işten çıktı, artık çalışmak istemiyor, evde oturuyordu. Bu duruma çok üzülen arkadaşıma “Hayat kısa ise sen de üzülme oğlun için,” dedim. 

Andan olmak için bir kere mutlu olmak gerekir. Anda olmak için geçmişe ve geleceğe sıkışıp kalmamalıdır. Kendini özgür hissetmelidir.

İnsan doğar, yaşar ve ölür. Ama ister kısa ister uzun olsun, önemli olan insanca ve insancıllıkla yaşamaktır. “Bir karıncayı bile incitmeden,” derler ya, işte o şekilde yaşamaktır. İnsanların birçoğu hayat kısa, diye önce kendini düşünüp bencilleşmeye doğru gidiyor. Buna da “Anı yaşamak” diyor. İyi yaşamak istiyor ama o anda kimin hakkını yediğine bakmıyor. Günü kurtarmak için ya da sırf işi görülsün diye zarar verdiği insana gidip “Boş ver, hayat kısa, konuşalım,” diyor. Bu sefer zarar verdiği insan tabii ki konuşuyor ama yaptığı davranışın yanlışlığını da görsün, farkına varsın, yanlışını tekrarlamasın istiyor ve araya mesafe koyuyor. Örneğin nezaket dışı davranan, hakaret içeren sözler söyleyen arkadaşınıza sınırınızı çiziyorsunuz. Bir başka arkadaşınız gelip size “Boş ver, hayat kısa üzülmeye değmez, o kişi ile konuş,” diyor. O zaman herkes birbirine hakaret dolu sözler söylesin, değer vermesin, sevgi göstermesin veya borç para aldığınızda karşı tarafa “Hayat kısa,” deyip borcunuzu ödemeyin. İşte kimi insanlar bu, anı yaşama konusuna yanlış açıdan bakıyor.

“Hayat kısa” derken kastedilen, hiç dert edilmeyecek şeyleri boşuna dert etmemek veya üzülmemektir. Her şeyi dert eden ve takıntı hâline getiren, sürekli her şeyden şikâyetçi olan insanlara, hayatın bunlarla vakit kaybetmeye değmeyecek kadar değerli olduğunu anlatmak içindir. Örneğin evinizde bir tabak kırıldı o anda onu o kadar büyütmeye ya da o kadar üzülmeye değmez. Sizin arkanızdan konuşuyorlar, dedikodunuz yapıyorlar. Duyduğunuzda üzülürsünüz ama sonra takıntı yapmazsınız ya da gitmek istediğiniz bir tatil olsun, almak istediğiniz bir eşya olsun; alamadığınızda, gidemediğinizde o kadar üzülmezsiniz.

Geçmişin pişmanlıkları, geleceğin kaygıları ve korkularıyla bir yere varılmaz. Olumsuzluklardan ve yüklerden kurtulmadıkça insanın anda kalması mümkün değildir.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

HER KARANLIK ŞAFAĞIN TOHUMLARINI İÇİNDE TAŞIR

Sevgili okuyucularım, bu ayki kitap paylaşımım ismi “Her Karanlık, Şafağın Tohumlarını İçinde Taşır”

Bu kitabın yazarı olan; Dante Alighieri, İtalyalı olup, dünya edebiyatının en büyük eserlerinden biri ola İlahi Komedya’yı kaleme alarak adı Batı edebiyatının üç büyük ustasından biri olarak tarihe kazınan usta bir yazdır.

Şimdi kitaptan bir bölümü sizlerle paylaşıyorum.

“…

Hayatın her alanında, evde, işte, okulda, ilişkilerde hayatın bir düzen içinde akabilmesi için kurallara ihtiyaç vardır. Aileyi bir ve bütün kılabilmek için, okulda başarılı olabilmek için, işyerinde sevilen personel olabilmek için, çok para kazanabilmek için, toplumda saygın bir yer edinebilmek için ve çok daha fazlası için izlenmesi gereken bir doğru yol vardır, bir de doğru yolu uzun bulan sabırsızlar için kısa yol. Kimi güzel yaşayabilmek için bu kurallara uyar, kimileri de yolu kısaltmak adına hile yapar. Kısa olan arzu edilen şeye ulaşabilmek adına doğru yolu tercih etmeyen insan bir kandırmaca tuzağının, aldatmaca günahının içine düşer, hile yaparak hedefine ulaşma çabasına girer.

Hile çerçevesinde bir çıkar uğruna birilerini aldatmak, sömürmek, dalkavukluk etmek, yalan söylemek, ikiyüzlülük, hırsızlık, arabozuculuk, bölücülük gibi kötü yönelimleri saymak mümkün. Her biri de erdemden uzak davranışlar. Mutlu ve erdemli bir yaşamın özlemini çeken, bu yolda bir arayışa çıkan insan için elbette uzak durulması gereken eylemler.

François de La Rochefoucauld’nun bir sözü vardır:

“Farkına varmadan başkalarını aldatmak ne kadar güçse, farkına varmadan kendini aldatmak o kadar kolaydır”

Hilekarlık bir kendini kandırma düzeneğidir. Başta muhatabını yanıltarak kazanmaya çalıştığı şeyi daha oyunun başında kaybettiğinin farkına varmayan kişi kendi kurduğu tuzağa günün sonunda yine kendisi düşer. Çünkü hilekarlık, karşıdakinin yanıltma, aldatma her dinde cezayla karşılık bulmuş erdem dışı bir davranıştır.

Bir işi yapmak ya da yapmamak karşılığında menfaat temin etmek, para almak haksız kazanç sağlamaktır ve ahlaka aykırıdır, ayrıca yasal olarak suçtur.

Söz konusu para olduğunda yapmayacağı şeylere tamam diyenler, üç kuruş için türlü türlü dolaplar çevirenler, çalıp çırpanlar, gaspçılar çağımızın hiç de yabancısı olmadığı suçlulardan. Kimi zaten görevi olan bir şeyi yerine getirmek üzere rüşvet alıyor, kimisi servetinin katlamak için yanlış kazanç yollarına sapıyor. Kimi yolsuzluk yapıyor, kimi çeşitli oyunlarla elde ettiği haksız kazancı doğru buluyor.  Kimi çalmayı alışkanlık haline getirmiş, kimim çalana göz yumuyor. Oysan insan vicdanının sesini dinleyebilse bahanelerini bir kenara bırakıp yanlıştan, günahtan uzak durmayı başaracak. Erdem kişinin aklı yoluyla ölçülü eylemlerde bulunması, erdemsizlik ise aşırıya kaçan davranışları seçmesi ise yukarıda bahsi geçen seçimlerin hiçbiri insana mutlu yaşam sağlayamaz….”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

MUTLU İKEN MUTSUZ OLMAK

Sevgili okuyucularım, üç hafta sonra ortaokul birinci sınıfa giden çocukla birlikte yeniden sandığın başına geçiyoruz. Sevdiği şeyleri sandıktan çıkarmaya devam ediyor ve şimdi elinde yarısını daha önce bizimle paylaştığı sevinci var.

Anneannemler ve dayımlar Malatya’dan İstanbul’a, yeni evlerine taşınmışlardı artık. Bu arada bahar mevsimi de gelmiş, bahar yağmurları başlamıştı. Öyle çok, öyle kuvvetli yağıyordu ki okula giderken giydiğim yağmurluğun içine bile geçiyordu. Genellikle şemsiye kullanmayı sevmezdim. Evden her çıkışımda annem şemsiye verirdi ama ben almazdım. Annem, “Bak, ablan bu havalarda hep yanında taşır,” diyerek ablamı örnek gösterirdi. “Fakat ben ablam değilim,” derdim. Çok mecbur olmadıkça yanımda fazla bir şey taşımayı sevmiyordum O yüzden şemsiyeyi de fazlalık olarak görüyordum, üstelik açıp elimde tutmak yük gibi geliyordu. Onun yerine yağmurluğun şapkasını takmak ya da ıslanmak daha çok hoşuma gidiyordu.

Annemin asıl korkusu, ıslanıp hasta olmamız ve sonra derslerden geri kalmamızdı. Ağabeyimin sağlık sorunu annemi ve babamı bu konularda iyice hassaslaştırmıştı. Bu yüzden özellikle ağabeyimin yapmaması gerekenleri sık sık hatırlatırlardı. Mesela ağabeyim yorulunca hastalanıyordu. Babam kaç defa beni ve kardeşimi uyarmıştır,  “Ağabeyinizle top oynarken dikkatli olun,” diye. Aslında o anda onun rahatlıkla oynadığını görünce çocuk aklınızla düşünemiyorsunuz fakat sonrasında hastalandığında tabii ki üzülüyorsunuz. Bu sefer kendinizi suçlamaya başlıyorsunuz. Neden? Çünkü hastalanmasına sebep olan davranışta bulunduğunuz için. İşte benim kendimi suçlamalarım da bir tanesinde ağabeyimin spor yaparken yorulup hastalanmasıdır. İlk kendimi suçlama 4 yaşında bahçede koşup düştüğümde çok kötü yüzüm yaralamıştır. Amcam neden dikkatli olmuyorsun diye sert konuşmaları ile suçlama başlamıştır. Aslında o anda farkında olmadan bilinçaltında kalan suçluluk duygusu, belli bir yaşa gelince bir başka olayda yeniden kendini gösterdiği zaman geçmişe dönüyorsunuz ve bazı davranışları bilerek yapmadığınızı fark ediyorsunuz. Daha doğrusu çocuk olduğunuzu ve bazı şeylerin sizin hatanız olmadığını kavrıyorsunuz. Ayrıca da başka herhangi bir olayda yapmadığınız bir şey konusunda kendinizi suçladığınızda, bunu çocukluk döneminizde ilk ne zaman yaptığınızı düşünüyorsunuz. İşte bu, haksız yere kendinizi suçlamanıza neden olan ve bilinçaltına yerleşen travmayı şifalandırdığınızda artık farkındalık ile olayları net görüyorsunuz. Kendimi suçladığımı ilerleyen yıllarda fark ettim ve ruhumu şifalandırarak suçluluk duygusundan arındım. Zamanı gelince bunun nasıl olduğunu anlatacağım.

Okul yolunun iki, en fazla dört katlı, bahçeli evlerle çevrili ve yeşillikler içinde olması daha çok yağmur almasına sebep oluyordu. Yağmura okul dönüşü yakalanmışsam ıslanmak çok hoşuma gidiyordu, ‘nasıl olsa eve dönüyorum,’ diye düşünüyordum. Bazen şapka takmaya bile gerek duymuyordum çünkü saçlarımın ıslak olması hoşuma gidiyordu. Yine yağmurlu bir gün trenden indikten sonra arkadaşlarımdan ayrılıp yürümeye başladım. Evimizin sokağına girmiştim ki bir teyze, “Kızım, gel benim şemsiyem var, gir altına,” diye bana seslendi. “Hayır, çünkü ıslanmak istiyorum,” diye cevap verdim. Onun söylediğini hiç unutmam, “Sen iyi misin?” dedi. Tabii ben onun ne demek istediğini anlamadan “Evet, iyiyim hasta değilim,” deyince gülmeye başladı. Eve gelince olanları anneme anlattım ve o da güldü. Meğer teyzenin söylemek istediği farklıymış. “Bu yağmurlu havada normal bir insan başını bile kapatırken neden şemsiyenin altına girmek istemiyorsun, hasta olacaksın” demekmiş. Aslında iyiliğim için, annem gibi söylemiş. Ama o anda bana karışmak gibi gelmişti. Zaten ıslandığımı biliyorum, kapatacaksam kapatırım; bir çocuk gibi davranılmasından hoşlanmıyordum. İçimden nasıl geliyorsa öyle olmasını istiyordum. Mutlu olduğum bir şey yaparken gelip o andaki mutluluğumu bozan insanlardan hemen uzaklaşıyordum. Ama bunu yapanlar bir sözü veya davranışıyla mutsuz olmamı isteyen kişilerse uzaklaşıyordum. İyiliğimi isteyenlerin niyetlerini biliyordum onlar tabii ki başkaydı ama gerçekten mutsuz olmamı isteyenler farklı insanlardı.

Dayımlar geldiğinde annem, ben ve kardeşim eşya yerleştirmeye yardıma gittik. Neşe içinde her işe yardım ettik. O gün dedemle bol bol sohbet ettik, bize yaşadıklarını anlattı. Çok mutlu oldum çünkü o güne kadar dedemle bu denli yakın olmamıştım. Uzakta oldukları için az görüşüyorduk, onlar gelemiyordu, biz de gitmiyorduk. Dedemi yalnızca annemin anlattıkları ile tanıyordum. O günün nasıl geçtiğini anlamadan akşam olunca babam işten dönmeden trenle eve gittik. Ertesi gün okul olmadığı için sabah erkenden kardeşimle beraber yine dayımlara gittik. Sevdiğim insanların artık yakınımızda olması beni çok mutlu ediyordu. Ayrıca anneannemin yemekleri çok güzel oluyordu. Tabii annem de o yöresel yemekleri çok iyi yapıyordu ama anneannemin yemekleri daha başkaydı. Bir de masa daha kalabalık olmuştu. Kalabalık aileye alışıp ileride o kalabalık kalmayınca işte o sofralara özlem duyulmaya başlanıyor. Çünkü sevdiklerini özlüyor insan. Sevgi olduğunda içinde mutluluk ve huzur da oluyor. O mutluluğu ve huzuru gördükten sonra da istediğin tek şey o oluyor.

Tabii böyle dayımlara gitmemiz, veli olan amcamın hoşuna gitmemişti. Bize geldiğinde anneme, “Bu çocukları gönderiyorsun, orada kalmaları derslerini aksatmalarına yol açacak,” demiş. Annemin, “Onlar çalışıyorlar derslerini, ben de biliyorum,” diye cevap vermesi amcamın hoşuna gitmemişti. Çünkü annem babam gibi değildi. Amcama, yapılması gerekeni söylerdi biraz. Babam, yapılmasını gerekeni bildiği hâlde ‘küser gider,’ diye amcama sesini çıkarmazdı.

Amcam, tabii ki bizim iyiliğimizi istiyordu fakat bu iyilik konusunu aşmıştı. Bu artık bilinçli ya da bilinçsiz olarak sürekli bir kontrol etme olayıydı. Bu da beni sıkıyordu. Okulda alacağım notları sanki kendim için değil de amcam için aldığım düşüncesine kapılmıştım. Hâlbuki ben kendim için ders çalışmak ve iyi notları almak istiyordum çünkü sevdiğim dersleri çalışırken daha başarılı oluyordum. Amcamın, iyiliğimiz için bütün derslerde başarılı olmak zorundaymışız gibi davranması ister istermez bilinçaltına başarılı olma duygusunu yerleştirmişti. İşte başarı kelimesinin bir süre sonra insanı yorduğunun farkına vardım. Bu yükten de nasıl kurtulduğumu zamanı gelince anlatacağım.

İnsan yaşı ilerledikçe çocukken bilinçaltına yerleşen ama farkında olmadığı yükleri görüyor aslında. Önemli olan bunları fark edip şifalandırmaktır. İster insan kendisi yapsın ister yardım alsın ama mutlaka şifalandırmalıdır.

Ruhu özgürleştirmek ancak ruha yerleşen yüklerden kurtulmakla mümkün oluyor.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

KENDİMİZDEN VE DİĞER İNSANLARDAN BEKLENTİLERİMİZ-2

Sevgili okuyucularım, 11 Haziran 2024 tarihinde birinci bölümünü okuduğunuz yazımı bitirirken yaşadığınız üzücü olaylarda sizi arayıp sormayan insanların yarattığı hayal kırıklığından söz etmiş bununla ilgili kendi hayatımdan bir örneği bugün sizinle paylaşacağımı belirtmiştim. Kaldığımız yerden devam edelim.

İnsanın bir şeyleri paylaştıklarından beklenti içinde olması normaldir. İyi ve güzel günlerde paylaşımda bulunduğunuz kişinin üzücü zamanda hiçbir şey olmamış gibi davranması hayal kırıklığı yaratıyor. Aslında üzücü zamanlarda ve olaylarda insanların kendiliğinden duyarlı davranması gerekir.

Ailem Malatyalıdır. Akrabalarım ve kuzenlerim orada yaşıyor. Geçen yıl 6 Şubat’taki büyük depremde oradaydılar. Depremden iki ay önce birlikte tatile gittiğim kişiler veya birçok şeyi paylaştığım kişiler olsun, akrabalarımın orada olduğunu bildikleri hâlde arayıp sormayınca paylaşımlarının menfaate dayalı olduğunu gördüm. Sonra bu kişilere bu konuda yüzleştirme yaptığımda bunu “alınganlık”  diye değerlendirdiler. Bunu söyleyen kişi kendisi de aynı durumu yaşayıp o tepki verdiği zaman kendisinin ki “alınganlık” olmuyor ve haklı görüyor. Hâlbuki burada konu benim beklentilerim değil onların ne kadar duyarlı olduğuydu. Kaldı ki paylaşımlarınızın olduğu insanların, iyi ve neşeli günler kadar acınıza ve üzüntünüze de ortak olduğunu görmek istemeniz yersiz olmaz. 

Aynı şekilde emek verdiğiniz bir konuda başarı görmek istersiniz. Bu doğru bir beklentidir. Ama bunun için de hiçbir şekilde kimsenin maddi ve manevi olarak hakkını yemeden emek vermiş olmanız gerekir.

Diyelim ki bir sevgiliniz var, ilişkiniz gayet güzel gidiyor. Gerçek anlamda hiçbir menfaat beklemeden onu sevip, anlaştığınızı görüp onunla bir aile kurmak istemeniz doğal olarak doğru bir beklentidir. Aynı şekilde bir çocuk sahibi olmak istemeniz veya evliğinizi kurtarmak için mücadele edip kurtulur, diye düşünmeniz de doğru bir beklenti.

İşin bir de niyet boyutu var. Bir arkadaşınız, komşunuz veya akrabanızın; oğlunuzun veya kızınızın düğün veya nikâh merasimine katılmasını istemeniz doğal bir beklentidir. Ama burada neden istediğiniz, beklentinize hangi niyetin yön verdiği önemlidir. Sevincinizi paylaşmak mı maddi olarak bir şey beklemek mi ya da yine maddi olarak bir şey göstermek mi?

Örneğin düğün, sünnet gibi törenlerde iş yerlerinde özellikle patronlara davetiye verirler. Burada da niyet önemlidir. Gerçekte o mutluluğu paylaşmak mı yoksa bir yardım beklentisi midir gerçek niyet?

Yaşanmış bir örnek vereyim. Bir arkadaşımın torunu olmuş, bunu da sosyal medyadan duyurmuş. Bana, “Şu arkadaşım tebrik etti, şu arkadaşım tebrik etmedi,” diye mesaj yazıyor. “Peki,” dedim, “sen tebrik etmeleri için mi paylaştın? Kimler tebrik ediyor, kimler etmiyor görmek için mi? Ayrıca sen, beklediğin o kişileri, mutlu bir paylaşımlarında tebrik ettin mi?” Çünkü insan, önce kendi almak ister; vermekten çok almak ister. Bu yüzleştirmeyi yaptığımda kendisinin de onları tebrik etmediği ortaya çıktı. Bu sefer, “Sosyal medyada önüme düşmedi,” dedi. “İşte o zaman o kişilerin de önüne düşmemiş olabilir,” diyerek bir farkındalığa varmasını istedim. Hiçbir zaman ön yargılı davranmamak gerekir.

Sosyal medyada bu tür örnekler çok oluyor. İnsanlar genellikle kendi başarılarını paylaşıyor. Tebrik ve takdir alma beklentisiyle mi yoksa mutlukları paylaşmak amacıyla mı bunu yapıyorlar? Buradaki niyet önemlidir.

Aynı şekilde bir bilgiyi paylaşmak da önemli. Birileri faydalansın diye mi yapıyorsunuz bunu yoksa kendinizi göstermek niyetiyle mi?

Sosyal medya olmadığı zamanlarda insanların kendi yaptıkları kendileri içindi, bir başkasının bilmesine gerek yoktu. Kendimden örnek vereyim. Tenis oynadığım yıllarda henüz sosyal medya yoktu. Ben tenis oynarken bir beklentim vardı: Turnuvalarda iyi sonuçlar almak, kazanmak; daha doğrusu başarı elde etmek. Bu da kendim içindi. Bir kere, tenisi çok seviyordum. Aynı zamanda yaptığım işin hakkını vermek, iyi bir şekilde oynamak istiyordum. Turnuva sonuçlandığında seyredenler veya sonucu duyanlardan beni tebrik edenler oluyordu. Ama benim öyle bir beklentim yoktu. ‘Tebrik eden ediyor etmeyen etmesin’ diye düşünür, umursamazdım. Ama o kişiler başarımı kutlamıyor diye onlar kazanınca kutlamamazlık da etmezdim.

Şimdi de web sayfamda ve sosyal medyada yazdığım yazıları paylaşırken beni beğenmeleri ya da “Çok iyisin, çok başarılısın,” demeleri beklentisinde değilim. Çünkü benim amacım yazmak ve bu bilgileri paylaşmak; faydalanmak isteyenler faydalansın, diye. Aynı şekilde seyahatlerimle ilgili paylaşım yaparken o mekânları görmek isteyen görsün ve o bilgileri paylaşsın amacındayım. Yoksa niyetim gittiğimi göstermek veya beğeni almak değil. Aynı şekilde canlılara yaptığım dokunuşlarla (şifa, enerji, rehberlik) bunların gelen sonuçlarına göre bazen bazılarını paylaşırken amacım hem kendi mutluluğumu hem de insanların mutluluğunu paylaşmak. Aynı zamanda Allah’ın vermiş olduğu bu yeteneği eğitimlerle geliştirip çok emek vererek sonucunu başarılı şekilde alabiliyorsam bu beni tabii ki mutlu eder. Aslında buradaki tek beklentim verdiğim emeğin karşılığını almak.

Son olarak yanlış beklentilerin daha doğrusu bizi özgürleştirmeyen beklentilerin; canı gönülden yapılmayan, bir beklenti hâli ile yapılan iyilik ve yardımların neler olduğuna değinmek istiyorum.

Bir insana hediye almanız, bir yemek ısmarlamanız, bir seyahate götürmeniz, hatırını sormanız, evini taşınmasına yardım etmeniz, hasta iken ona bakmanız, onun yanınızda olmanız, maddi ve manevi olarak yardım etmeniz… Bunları geri dönüşü olacağı beklentisiyle yapmanız yanlış olur. Bir arkadaşınız seyahate gitmiş, ondan bir hediye beklemek yanlış bir beklentidir. Benzer biçimde gittiğiniz seyahatten bir arkadaşınıza hediye getirdiniz diye ondan da öyle davranmasını ummanız da yanlış bir beklentidir.

Örneğin bazı insanlar ibadeti bile cennete gitmek için yaparlar. İşte bu bir beklentidir. Oysa ibadet beklentisiz olmalıdır.

Aynı şekilde birisine yardım ederken kendi hanesine iyilik yazılır, kendisi de bir gün o durumda olursa birisi yardım eder diye bir beklenti içinde olanların beklentisi de yanlıştır. Eğer bir insanın gerçekten mutluluğunu istiyorsanız zaten yaptığınız şeylerden bir karşılık beklemezsiniz. Ama kendinizi düşünerek yaptığınız iyilikler beklenti olur.

Beklentileriniz ne kadar az olursa kendinizi o kadar çok özgürleşmiş hissedersiniz.

Ayrıca şunu unutmamak gerekiyor: Yapılan her şeyin altında yatan niyet çok çok önemlidir. Niyetiniz güzel olsun.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

KENDİMİZDEN VE DİĞER İNSANLARDAN BEKLENTİLERİMİZ-1

Sevgili okuyucularım, 6 Aralık 2022 tarihinde iki bölüm hâlinde beklenti ile nezaket arasındaki farkı yazmıştım. O yazımda beklentiler hakkında ayrıca detaylı bir yazı yazacağıma değinmiştim. Şimdi o yazımı yazma vakti geldi.

Hayatımız boyunca maddi veya manevi, birilerinden mutlaka bir şey beklemişizdir. Çünkü insanoğlu her zaman önce kendini düşünür ve empati yapmadan bir beklenti içinde olur. Peki, kendimize hiç sorduk mu? Kimlerden ne bekliyoruz veya kimlerin bizden neler beklentisi var? Bu konuda herhangi bir yüzleşme yaptık mı?

Beklenti deyince ne anlıyoruz? Beklentilerimiz doğru mu (haklılık payı var mı) yanlış mı? Bunu ayırt etmek için önce aradaki çok ince çizgiyi fark etmemiz gerekiyor. Çünkü beklentiyi niyet şekillendiriyor. İnsan, farkındalığı artıkça ve kendini tanıdıkça zaten beklentilerinin ne olduğunu ve bunun kendisine ve etrafa ne kadar olumuz etki bıraktığını görüyor. Beklentilerden ne kadar kurtulursanız o kadar özgürleşmiş olursunuz. Şu küçük ayrıntıyı da unutmamakta yarar var: Yardım istemek başka, beklenti içinde olmak başka bir şey.

Siz de ailenizden, arkadaşınızdan, akrabanızdan, komşunuzdan, iş yerinizde vb. mutlaka bir beklenti içinde olmuşsunuzdur. Özellikle özel günlerde ya da üzüntülü ve sevinçli gününüzde mutlaka beklemişsinizdir. O kişiler bunları yapmadığında ister istemez hayal kırıklığı ve bir alınganlık oluyor. Bunun sonucunda da o kişi veya kişilere verdiğiniz değer ve hayatınızdaki öncelik sıraları değişiyor.

Siz sevgili okuyucularımın bazılarından “Konuyu örnekleriyle yazmanız daha iyi anlamımıza, farkındalığımızın oluşmasına vesile oluyor,” diye mesajlar alıyorum. O nedenle her zamanki gibi yine yaşadığım örneklerle konuyu detaylandırmaya devam edeceğim. Tabii ki yazarken kendi düşüncelerimi ve duygularımı dile getiriyorum. Herkesin bakış açısı ve düşüncesi farklıdır ve kimse benim yazdıklarımı onaylamak zorunda değil. Doğru olanı da budur. 

Şimdi konumuza geri dönüp hayat boyunca nelerle ilgili beklenti içinde olup bunların hayal kırıklığını yaşayabileceğimize örneklerle bakalım.

Bu, iş yerinde terfi olabilir, mutlu bir evlilik yapmak isteği olabilir, çocuk yapmak, aile kurmak, özel günlerde hatırlanmak, verilen sözlerin tutulmasını beklemek olabilir. Bunlar doğal beklentilerdir ve karşılanmaması hayal kırıklığı yaratır.

Tabii burada dikkat etmeniz gereken karşı tarafta sizin ne verdiğinizdir. Başkasından haklı bir beklenti içinde olabilmek için önce kendi verdiklerinize bakmalısınız.

Örneğin birisinin zor durumunda yanında olmamışsanız zor zamanınızda o kişinin yanınızda olmasını bekleyemezsiniz. Aynı şekilde sevinçli döneminde, özel günlerinde, bir başarısında kutlamamışsanız o kişiden beklenti içinde olmamanız gerekiyor.

İnsan tabii ki üzüntülü, sevinçli olduğu zaman ya da bir başarı ettiği zaman bir başkasından; en yakınlarından, arkadaşlarından bir teselli, bir tebrik, bir iyi dilek hatta bazen sadece yanında olmasını bekliyor. Ama işte bunun için içimize dönüp bakmalıyız; ben hangi koşulda kimin yanında olabildim, diye.

Diyelim ki iş yerinde bir emek verip işinizi gayet düzgün şekilde yapıyorsunuz. Ne beklersiniz? Maaşınızın hak ettiğiniz ölçüde artmasını ve terfi almayı. Bu yanlış bir beklenti mi? Hayır çünkü en doğal hakkınız yaptığınızın karşılığını almaktır. Bunu göremeyince bu sefer hayal kırıklığı oluşuyor. Sizi terfi ettirmeyip hak etmediği hâlde başkasına terfi ve sizden fazla maaş veriliyorsa o zaman hem o kişiye hem de müdürünüze başka gözle bakıyorsunuz çünkü beklentinizin karşılığını alamıyorsunuz.  Bu sefer kendi kararınızı kendiniz vermek zorunda kalıyorsunuz. Bu doğru beklentidir.

İnsan ilişkilerinde örneğin, nerede, hangi koşullarda ve kim olursa olsun; ister sık görüşün ister seyrek görüşün, tanıyın ya da tanımayın; ahlaklı ve erdemli davranılmasını beklersiniz. Aynı şekilde sizden de ahlaklı ve erdemli davranmanız beklenir. İşte bu doğru bir beklentidir.

Sağlığınız ile ilgili bir sonuç bekliyorsunuz. Tedavi sürecinde heyecanla doktordan iyi bir haber almayı umuyorsunuz. Bu doğru bir beklentidir çünkü sağlığınıza kavuşmak istiyorsunuz.

Çocuğunuza iyi bir gelecek için iyi eğitim vermek, başarısını, mutluğunu, yuva kurduğunu görmeyi istemek de doğru beklentidir çünkü onun iyi ve mutlu bir hayat sürmesi için hem maddi hem de manevi olarak fedakârlık yapıyorsunuz.

Bir iş kuruyorsunuz; iyi sonuç almak ve işinizi ilerletmek istiyorsunuz. İşte bu, doğru bir beklentidir.

Bir tatile çıkıyorsunuz. Tur şirketinden, otellerden, gittiğiniz restoranlardan iyi hizmet almak konusunda bir beklentiye giriyorsunuz. Tabii ki bu da doğru bir beklenti fakat burada verdiğiniz ücret kadar iyi hizmet alacağınızı da göz ardı etmemelisiniz. Çünkü bütçenize uygun bir tatil seçeneğini belirleyip sonra da çok fazla beklenti içinde olursanız hayal kırıklığı yaşarsınız. Ama bu demek değil ki yüksek ücret ödediğinizde mutlaka iyi bir tatil yaparsınız. Bazen ödediğiniz ücret karşılığında iyi bir hizmet almamış da olabilirsiniz ki bu da hayal kırıklığı yaratır çünkü beklentilerinizin karşılığını vermemiştir.

Bazen de üzücü şeyler yaşarsınız ve etrafınızda üzüntünüzü paylaşan, duyarlı insanlar olmasını istersiniz. Bu çok doğal ve doğru bir beklentidir çünkü paylaşmak sevinçleri çoğalttığı gibi acıları hafifletir, dayanma ve yaşama tutunma gücü verir. Üzücü bir olay yaşamışsınızdır ama bir şeyleri paylaştığınız kişi bu üzücü olayla ilgili sizi aramış sormamıştır. O zaman tabii ki ona farklı bakarsınız, hayatınızdaki yerini sorgularsınız. Bununla ilgili olarak yaşadığım bir örneği ve hayatın diğer yanlarına dair örnekleri ise bir sonraki yazımda paylaşacağım.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN