RUH SAĞLIĞININ İYİ OLMASINI İSTİYORSAN!

Çağımızın hastalıklarından bir tanesi de kıskançlık ne yazık ki. Kıskançlık hem kendine hem de başkalarına zarar verecek kadar büyürse ruh sağlığını gerçekten bozar. Kıskançlık insanın kendisinde olmadığı, yapamadığı veya onlara sahip olmadığı zaman ortaya çıkan bir duygudur. Bu duygu şifalanmazsa hırsa ve kendine zarar verecek rekabete kadar gider.

Bazı insanlar bu duygunun zararlı olmadığını zanneder bazıları ise zararlı olduğunu bildiği hâlde ya devam ettirir ya da bu duygudan nasıl kurtulup ruhunu özgürleştireceğini ve şifalanacağını bilmez.

Bu yazı, insanların kıskançlık duygularını kime, nasıl, neden ve niçin yönelttikleri gibi sorulara cevap bulabilmeleri içindir.

Çoğu insan kıskanç olmadığını söyler. Aslında kendimizle tam olarak yüzleştiğimizde son derece dürüst olursak yaşam boyunca çok veya az hatta bir anlık da olsa kıskançlık duygusu yaşamış olabileceğimizi görürüz. Fakat hemen söylemeliyim ki kıskançlık ile imrenmek çok ayrı kavramlar; aralarında ince bir çizgi var. Kıskançlık zarar veren bir duygudur.

Çocuklukta kardeşler arasında karşılaşılan kıskançlık ebeveynler tarafından “Çocuktur, geçer” diyerek görmezden gelinirse büyüdüklerinde de sürebilir. İşte bu duygu ruh sağlığını bu kadar etkileyen bir duygudur.

Kıskançlık duygusu çocukluktan beri devam eden insanlar olduğu gibi kimilerinde ise sonradan; bazı travmalar ya da korkular yüzünden oluşmuştur. Sahip olduğu veya olmak istediği şey her ne ise bir tek kendinde olsun başkalarında olmasın isteyen insanlar vardır. Onların egoları o kadar büyüktür ki yalnızca kendilerini layık gördükleri şeyleri asla başkalarında görmek istemezler. Kıskançlık hem karşı cinse hem de kendi cinsine duyulabilir. Karşı cinse (eşine, sevgilisine) duyulan kıskançlığın özünde sahiplenmek ve korku vardır. Başkasına ait olmasını istemez.

Kıskançlığın altında yatan temel neden, kendini yetersiz görmek, “ondan var da bende neden yok” türünden rekabetçi yaklaşım, özgüven eksikliği, değersiz hissetmek, onaylanmamak, dışlanmak, reddedilme korkusu gibi duygulardır.

Kıskançlık deyince aklınıza sadece belli konular ya da maddiyat gelmesin. “Kıskanılacak neyim var ki?” diye düşünmeyin. Aklınıza veya kalbinize gelmeyecek şeyleri kıskanan insanlar var! 

Bir insanın enerjisi, ışığı, sağlığı, ailesi, başarısı, gülmesi, iç mutluluğu, iç huzuru, sosyal oluşu, insanlarla iyi iletişim kurması, iyi bir insan olması, seyahat etmesi, tatile gitmesi, cömertliği, eğitimi, başkalarına verdiği ilgi, becerikli oluşu, kendisiyle barışık olması, cesareti, sevgisi, sevilmesi, ilişkileri, evliliği, iş yerindeki terfisi, aldığı maaş, başkaları tarafından takdir edilmesi, güzel sözler söylemesi, yetenekleri, sezgileri, fizik yapısı, giyim tarzı, sakinliği, ruhunun güzelliği, zekâsı, aklı, gücü, ayaklarının üzerinde durması, kendi maddi imkânlarını kazanması, kendi kendine yetmesi, özgürlüğü, evindeki eşyaları, evinin huzuru, mutluluğu, bereketi… Bu liste böyle uzar gider. Yazılacak o kadar çok şey var ki. Sizin hayatınızın bir parçası olduğu için üzerinde durmadığınız şeyler başkaları için kıskanılacak mesele sayılabilir. En çok da iç huzurunu ve iç mutluluğunu yakalamış insanlar kıskanılır. Çünkü hayatta sahip olunması en zor şey budur.

Bazı insanlardan şu sözü duyarsınız: “Hayat sana güzel.” Aslında söylemek istediği kendi yapamadıklarını sizin yaptığınız ve onlara kendisinin sahip olmadığıdır. Kıskanmamış olsa “Hayatın daha güzel olsun.” diyerek iyi dileklerde bulunur.

Kıskanç insan bir başkasının iyi olmasını istemez. Bazı insanlar da ister gibi görünür ama içten değildir, içinden istemez. Zaten belli bir süre sonra da bir şekilde açık verir. İnsanın beden dili, bir kelimesi, bir sözü, bir bakışı bile belli eder.

Sizde olmadığı hâlde başkasında oluyorsa; o yapabiliyorsa, onu içten takdir edip daha çoğuna sahip olmasını istiyorsanız sizde kıskançlık duygusu kalmamıştır. Çünkü pozitif enerjiye geçmişsinizdir. Kıskançlık negatif bir duygudur, içinde sevgi barınmaz. Hem sevginin varlığından söz edip hem de kıskanmak olmaz.

Buna daha çok iş yerlerinde şahit oluruz. Aynı bölümde çalışan iki kişiden biri diğerine göre daha fazla maaş alıyorsa, ona prim verilmişse, patron onu koruyor, daha çok değer veriyor, iltimas geçiyorsa diğeri hem arkadaşına karşı ister istemez bir kıskançlık enerjisine girer hem de patrona kızar. Kendisine de aynı imkânlar sunulduğunda ise kıskançlık enerjisinden çıktığını düşünür. Fakat sadece o anda çıkmıştır. Kıskançlık duygusu bilinçaltında mevcuttur, bir yerde saklanmıştır ve o duygu varsa günün birinde mutlaka yeniden ortaya çıkar. Ne kadar halının altına süpürseniz de o duyguya yönelik şifalandırma yapıp kökten çözüme ulaştırmadığınız sürece size zarar vermeye devam eder.

Bu arada haksızlığa uğradığınızda veya hakkınızı savunduğunuzda, haklarınızı almak istediğinizde ortaya koyacağınız tepki kıskançlık değil bir hak arama mücadelesidir. Bunun da ayrımını iyi yapmak gerekiyor.

Arkadaşlık ilişkilerinde de sıkça karşılaşılır. Bir arkadaşınızı daha çok sevdiğiniz, ilgi gösterdiğiniz, onunla daha çok vakit geçirdiğiniz, birlikte tatile gittiğiniz için kıskanan arkadaşınız olur bazen. Çünkü kendini değersiz hissetmiştir, ilgi görmediğini, sevilmediğini, tercih edilmediğini düşünmüştür.

Bir insanın kıskanç olup olmadığını sözlerine bakarak anlarsınız. Negatif kelimelerle dolu, sizi aşağıya çekecek sözlerdir bunlar. Kimileri de yüzünüze gülüp içinden geçeni belli etmemeye çalışır ama siz bir davranışından bile bunu yakalarsınız. Sizin başarınızı istemez. Ama en önemlisi sezgilerinizle ve kalbinizle hissedersiniz.

Önemli olan kıskançlık duygusundan kurtulmaktır. Bunu ilk olarak nerede, kime veya neye karşı, ne zaman ve neden yaşadığınızı bulup yüzleşmeniz, altında hangi duyguların ve korkuların yattığını ortaya çıkarmanız gerekir. Ancak o zaman şifalanmış olur. Yoksa “Ben kıskançlığı bırakıyorum” ya da “Artık kıskanmıyorum” demekle olmuyor maalesef.

Geçenlerde birisi açık olarak bana “Sizin şu özelliğinizi kıskandım.” dedi. Ben de o kişiye, “Beni kıskanman kendin ruhuna zarar verir, bana değil. Çünkü ben senin ruhunun kıskançlığını gördüğüm andan itibaren mesafe koyarım, uzaklaşmış olurum. Ama bu seni hayat boyu zehirleyecek bir duygu olur.” dedim. Bunun üzerine “Artık kıskançlığı bırakıyorum, artık kıskanç değilim.” diye cevap verdi telaşla. Bunu demesi tabii ki güzel ama yeterli değil. Ona şunu söyledim:

“Bunun tam kökünü temizlemeden söylemekle olmuyor. Düşün, çürümüş bir dişin kökündeki çürüğü şifalandırmadan üstüne kaplama yapılsa ne olur? Bir süre sonra o diş tekrar ağrımaya başlar.”

Sonra bu konu hakkında konuştuk biraz ve insanların bir iki özelliğini kıskandığını söyledi. Dürüsttü, samimiydi duygusunu anlatırken ve en azından bu arkadaşım kendi kendine ne kadar zarar verdiğinin farkında oldu. Bir de farkında olup inkâr edenler ya da farkında olup hiçbir çaba göstermeyenler var. Zaten emek vermeden ve çaba göstermeden hiçbir negatif duygu pozitife dönüşmez.

Kıskançlık duygusunun davranışlara yansıması oldukça geniş bir konu. Zamanı gelince bu konuyu tekrar ele alıp ilişkilerde yaşanan kıskançlık, menfaat yüzünden kıskançlık, bencillikten, kibirden kaynaklanan kıskançlık nasıl hırsa veya rekabete yol açıyor, örneklerle anlatacağım.

Ruh sağlığını korumak isteyenler kıskançlık duygusunu mutlaka şifalandırmalıdır. 

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

OLAYLARI TAM GÖRMEK

Sevgili okuyucularım, yine herkesin kendisi için dersler alacağı bilgelik hikâyemize geldi sıra. Bu ayki hikâyenin adı “Olayları Tam Görmek”. Belki birçoğunuz daha önce okumuştur.

“Vaktin birinde padişahın biri rüya da denizin dibinde geziniyormuş. Uzakta dev bir karaltı fark etmiş. Karaltı ona seslenerek; “Yaklaş ve beni gör. Benim mahiyetimi kavrarsan saadetin en büyüğüne ulaşacaksın.” Padişah tam yaklaşmaya karar vermiş ki o anda uyanmış. Uyanınca meraka kapılmış. Acaba gerçekten denizin dibinde böyle bir şey var mıydı? Bu nasıl bir rüyaydı ve niçin ona yaklaşamamıştı? Sonunda dalgıçları toplamaya ve bu işin mahiyetini öğrenmeye karar vermiş. “Kim bana deniz dibinde gördüğüm şeyin resmini çizebilirse ona yeryüzünün en büyük ödülünü sunacağım” diye ferman çıkarmış ve bunu tellallar aracılığıyla tüm memlekete duyurmuş. Dünyanın dört bir yanından dalgıçlar gelmiş. Her gelen dalgıç, verileceği bildirilen ödüllere bir an önce kavuşmak arzusuyla suya dalarak deniz dibindeki karaltının neye benzediğini anlamaya çalışmış. Sayısız dalgıç denize dalıp çıkmış.

Kimisi, o bir hortumdur demiş; kimisi, o bir sütundur demiş;
kimisi, o bir kamçıya benziyor demiş; kimisi, yayvan bir et parçasıdır demiş; kimisi de, yan yana iki hançerdir demiş. Her dalgıç, kendi gördüğünün doğru olduğuna yemin ediyormuş. Padişah ise söylenenlerden bir türlü tatmin olamıyormuş. Çünkü onun gördüğü karaltı dalgıçların söylediği bütün şekillerinden çok farklıymış. Sabırla, onun tamamını kavrayacak ve onu olduğu gibi tarif edecek bir dalgıcın çıkmasını bekliyormuş. Sayısız dalgıç denizin dibine dalmış, çıkmış. Hiçbirinin söylediği tam olarak diğeri ile örtüşmemiş. Sonunda danışmanlarından biri bu parçaları birleştirmeyi akıl etmiş. Bütün parçalar yerli yerine oturtulunca gövdesi, başı, kuyruğu, hortumu, sütun gibi ayakları ile ortaya bir fil çıkmış. Danışmanı çizilen resmi padişahın önüne koyunca, padişah büyük bir heyecanla “Evet işte benim gördüğüm buydu!’ demiş.

Çocuklar: “Peki, padişah kime ödül vermiş?” diye sorunca Yaşlı bilge, onların gözlerinin içine bakarak, şu cevabı verir:

“Bakın çocuklar, siz de o acemi dalgıçlar gibi tek unsurda kalıyorsunuz. Bunu aşın. Eşyayı önce bir harf olarak algılayın, sonra bütüne ulaşın. Eğer ‘A’ ya ‘A’ derseniz, o kendisinden başka bir şey ifade etmez. Ama onu bir harf olarak görürseniz o hem alfabeyi hem kâtibi hem kendisini göstermiş olur.”

Çocuklar bu yanıt üzerine: “Yani herkese ödül mü verilmiş?” diye sorunca Yaşlı bilge; “Bundan size ne?” diyerek sözlerine devam etmiş:

“Siz eğer ödüllere takılıp kalırsanız bu hikâye size hiçbir şey anlatmaz. Şimdi ben size sorayım: ‘Fili sütuna benzeten’ yalan mı söylemiş oldu? Yahut ‘Fil bir hortumdur’ diyen padişahı aldattı mı? Ya onu hançere benzeten? Hayır, herkes kendi algılama kapasitesince onu kavrayabildi ve öyle anlattı. Kimse yanlış bir şey söylemedi. Ama hepsi eksik söyledi. Çoğu doğrular da böyledir. O yüzden size göre olan, ötekine göre değişir. Eğer doğruları üst üste koyabilir ve onlardan bütün meydana getirebilirseniz gerçeğe ulaşmış olursunuz. Ama gerçeği asla tam olarak bilemezsiniz. Mutlak ve sonsuzu ne kadar kavrayabilirsiniz ki?

Tabi böyle olunca sizin doğrularınız size, ötekilerin doğrusu onlara ait kalır ve herkes kendi doğrusunu daha sevimli bulur. Herkes kendi doğrusunda ısrar edince de çatışma başlar. İşin özü budur.” der…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

YENİ ARKADAŞLIKLARIN BAŞLANGICI

İki hafta aradan sonra anılarımı yazmaya kaldığım yerden devam ediyorum. Her geçen gün çocukluktan çıkıp ergenlik dönemine yaklaşan çocuk bakalım şimdi sandıktan hangi anıyı çıkaracak?

Günler geçtikçe okula ve öğretmenlerime hızla alışıyordum. Yeni arkadaşlar edinmek benim için farklı bir heyecandı. Fakat ilkokuldaki gibi herkesle arkadaşlık yapmamaya başladım. Kalbimin sesini dinleyerek bana yakın gelen arkadaşlar seçiyordum.

Okula gidip gelirken üç yol arkadaşım olmuştu artık. Derya ile ikimize yeni sınıf arkadaşım Almila dâhil oldu önce. Sonra da istasyonda tren beklerken yine aynı okuldan fakat farklı sınıftan Gizem diye bir arkadaşımız eklendi. Hepimizin evleri birbirine çok yakındı. Dördümüz Feneryolu Tren İstasyonunda banliyö trenine binip Göztepe’de iniyor ve 15-20 dakikalık yolu birlikte yürüyerek, konuşarak gidip geliyorduk. O yıllarda cep telefonu olmadığı için çıkışta birbirimizi beklerdik. Trenle gidip gelmek için aylık paso çıkarmıştım, böylece her gün bilet almaya gerek kalmıyordu.

Almila’nın annesi bizim okulda kimya öğretmeniydi. Bizimle aynı saatte okuldan çıktığı günlerde bizi araba ile götürüyordu. Ben pek binmek istemiyor, çekingen davranıyordum. Tren ile gidebileceğimi söylüyordum. Almila’nın annesi “Neden?” diye sorduğunda “Benim için yolunuzu değiştirmeyin.” diyordum. Çünkü Gizem’in evi Almila’nın evinin birkaç apartman ötesindeydi ama Derya ile benimki farklı yerlerdeydi. Annesi benim istediğimi kabul etmiyordu, “Zaten sizin yoldan gideceğiz.” diyordu. O zaman içim daha rahat oluyordu. Yine de sanki yollarını değiştirip rahatsız edecekmişim gibi geliyordu. Onlar “Gel.” demeden arabaya binmezdim. “Sizinle gelmek istiyorum.” demezdim. Kendi şartlarıma göre okula gidip gelmeyi tercih ederdim.

Çocukluğumdan beri öyleydim; mecbur olmadıkça kimseden hiçbir şekilde bir şey talep etmez kimseye de rahatsızlık vermek istemezdim. Hayat boyu bu alışkanlığım devam etti.

Bir de ailem bize kimseyi rahatsız etmemeyi öğütlerdi her zaman. Mesela babam misafirliğe gittiği zaman sadece birkaç saat oturuyordu. Akraba bile olsa kalmayı sevmiyordu. Kimseye rahatsızlık vermek istemiyordu. Bu annem için de geçerliydi. Çok ısrar ederlerse yemeğe kalıyorlardı. Tabii insan aileden bunları görerek büyümüşse bir de kendi içinde varsa kimseden bir şey istemiyor ve kendi imkânlarıyla yapabileceklerini yapıyor.

Bu yüzden arkadaşımın annesi arabası ile götürdüğü zaman ben aslında pek de mutlu olmuyordum. Her ne kadar araba ile gitmenin eve erken ulaşmak ve yağışlı havada korunmak gibi iyi yanları olsa da beni mutlu etmiyordu. Çünkü kendi istediğimi yapamamış oluyordum. Benim isteğim eve trenle gitmekti. Trene binmek, tren beklerken ve yolda yürürken arkadaşlarımla konuşmak beni mutlu ediyordu. Paylaşım vardı.

Arabayla giderken ise sadece Almila annesine okulda yaptıklarını anlatıyor, kendi aralarında konuşuyorlardı. Biz sohbete katılmadan gidiyorduk. Almila başkalarının konuşmasına fırsat vermeden konuşmayı severdi. Derya zaten ilkokuldan beri hep sessizdi, az konuşurdu. Yeni tanıştığım Gizem de öyle; sessizdi. Ben sürekli kendini anlatan, konuşan insanlardan hoşlanmaz kendimi çekerdim. Çünkü benim küçük amcam da öyleydi, bir araya toplandığımızda hep kendini ve yaptıklarını anlatırdı.

Okula giderken evden birkaç dakika erken çıkıp istasyonun yanındaki Yelken Pastanesine uğruyordum. Aynı pastanenin bir şubesi de okuduğum ilkokulun oradaydı. Yaptıkları her pasta çok güzeldi ama ben en çok ay çöreği ve elmalı ponçik yemeyi seviyor bunlardan birini alıyordum. Pastalar hemen yandaki dükkânda pişirildiği için kokusu dışarıya kadar gelirdi ve bu koku çok hoşuma giderdi. Pastane sahibinin çocuğu erkek kardeşimin sınıf arkadaşıydı, eşi de annemle görüşüyordu. Bu yüzden kasada eşi oturduğu zaman benden para almıyor, ısrar edince de “Ben senin bir teyzenim.” diyordu. Onun bu samimi sözlerine rağmen para almamasından çok rahatsızlık duyuyordum. Bunun iki nedeni vardı.

Birincisi, aileden öğrendiğimiz şuydu: Eğer paran varsa alırsın, paran yoksa almazsın, istemezsin. İkincisi babamın veresiye iş yapmasına amcamın gösterdiği tepkiydi. Araba parçası alan bazı müşteriler veya arabalarını tamire getiren bazı tanıdıklar o anda para vermez sonra da getirmezdi. Babam da pek istemezdi. Küçük amcam bu konuda hep babama kızardı. Babam sesini çıkarmazdı ama üzüldüğünü yüzünden anlardım.

Onun için ben de bir şey verip para alınmadığında rahatsız oluyordum. “Ona da eşi kızar.” diye düşünüyordum. Pastaneye girmeden önce camdan bakıyor eğer kasada teyze oturuyorsa almaktan vazgeçiyordum. Çalışan ya da kocası oturuyorsa içeri giriyordum. Bu arada her pazar bu pastaneden baton pasta alırdık; özellikle muzlu olanlarından. Ağabeyim çok severdi baton pastayı. Aslında genellikle annem evde pasta yaptığı için onun yaptıklarını dışarıdan almazdık. Ama annemin evde yapamayacaklarını pastaneden alırdık.

Ben o yaşlarda babamın ve annemin karşı taraf üzülmesin, ayıp olmasın diye hep sustuklarına ve üzülenin hep kendileri olduğuna çok şahit oldum.

İnsan çocukluğunda kendini tanımaya başlarsa kendisi için ne mutluluk veriyor ne vermiyor, onu bilir. Karşı tarafa ayıp olacak diye söylememek insanı mutsuz ediyor. Kendisi mutsuz olan ise başkalarına mutluluk veremiyor.

Çocuğun diğer insanlara davranışlarını aileden aldığı terbiye şekillendiriyor. Tabii ki ailesi olmayıp kendini çok güzel yetiştiren veya ailesinde yanlışlıkları görüp o farkındalıkla kendisini geliştiren çok insan var. Onlar istisna.

İnsan kendisine ve etrafına zarar veren bazı alışkanlıklarını farkındalıkla değiştirebilir.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

FİLOZOFLAR -I

Sevgili okuyucularım, zaman zaman sayfamda Hatice Banu Atay’ın “Hep İnsan-II” kitabında bahsettiğin filozofların düşünüş tarzlarını, öğretilerini ve bazı sözlerini paylaşacam.

LAO TZU 6.YY

Çinli, filozof, Taoizm’in kurucusudur, Akış (Su) felsefesinde; yol yoktur, yolculuk vardır. Tao bitmeyen bir yoldur.

Tao felsefesi, akışına bırakma felsefesidir. Yüzmen değil, nehirle birlikte akman, nehrin seni gittiği yere götürmesine izin vermen gerekir., çünkü her nehir nihayetinde okyanusa ulaşır. Gergin ya da endişeli olman gerekmez; okyanusa ulaşırsın. Tao tıpkı su gibi akar ve hiçbir kitabı, haritası, kuralı, disiplinin yoktur. Tuhaf bir şekilde; her zaman, her yerde en alçak pozisyonu arayarak mütevazı bir şekilde akar.

Bazı Sözleri:

-Başkalarında uzmanlaşmak kuvvet, kendinde uzmanlaşmak ise gerçek güçtür.

-Ne olduğumdan vazgeçtiğimde gerçekte olabileceğim kişi oluyorum.

-Egonuz size asla gerçek mutluluğu sağlamaz.

-İyilik her zaman kazanır.

-Sözlerdeki nezaket güven, düşüncedeki nezaket derinlik yaratır. Paylaşmakta ki nezaket ise sevgiyi yaratır.

-Birisi tarafından gerçekten sevilmek güç, birisini gerçekten sevmek ise cesaret verir.

-Kendin ol. Yaptığın şeyler için başkalarının onayını beklersen, onların tutsağı olursun.

-Mütevazı ol. Bilge insan, aslında bir şey bilmediğini bile insandır.

-Tüm dereler denize akar, çünkü deniz onlardan hep daha aşağıda durur. Tevazu gücünü kendisinden alır.

-Değişimden uzak duramazsın. Aslında her şeyin değiştiğini fark edersen, hiçbir şeyi elinde tutmak için çaba sarf etmezsin.

-Kendini göstermeye çalışan yükselemez.

-Göz önünde olmaya çalışan parlayamaz.

-Kendini öven başarılı olamaz.

-Kibirlilik eden kalıcı olamaz.

-Bilge kişi bilgiçlik taslamaz, bilgiçlik taslayandan bilge olmaz.

-Göğün yolu, zarar vermeden fayda getirmektir.

-Çamurlu su doğada kat ettiği yol sayesinde arınır. İnsan yaşamının önüne çıkardıkları sayesinde kemale erer. Sürekli eylem sayesinde en hareketsiz hale kendiliğinden erişilir.

-Başkalarını bilmek sadece bilgidir, kendinizi bilmek ise bilgelik.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BARIŞ BENİM İLE BAŞLAR- 9

Sevgili okuyucularım, geçen ay bilinçli ve bilinçdışı anıların, olumsuzlukların temizlenmesi için yapılan ve “ho’oponopono” adı verilen bir arınma çalışmasını paylaşmıştım. Bu ay da farklı konular için aynı şekilde yapmanız gereken bu arınma çalışmasını dört madde hâlinde paylaşıyorum. Düzenli olarak yaptığınızda gerçekten kendinizde inanılmaz bir olumlu değişiklik göreceksiniz. Özellikle zihniniz, ne kadar berraklaşırsa o kadar huzurlu olur. En önemlisi berrak bir zihin her zaman doğru karar almanızı sağlar. Çünkü zihin olumsuzluklarla dolu olduğu zaman doğru karar bile alamıyorsunuz. Disiplin ve azimle yapılan çalışmalardan her zaman olumlu karşılık alınır. Çalışmaya geçmeden önce bununla ilgili kısa bir bilgi vermek istiyorum. Geçen ay bu bilgiyi paylaşmıştım fakat belki ilk defa okuyacak olanlar vardır. Onlar için yinelemekte fayda görüyorum.

Ho’oponopono yöntemi; karşımızdaki insanın yaşadığı bir sorunu duyduğumuz, öğrendiğimiz anda bizim sorunumuz olarak algılayıp kendi içimizde bundan arınarak karşımızdakini de arındırma yolunu öğretiyor. Sadece insanları değil her şeyi arındırıp temizlemenin yoludur bu. Olumsuz durumlardan kurtulmanın bir yöntemidir.

Ho’oponopono, Havai halkının kullandığı bir kendini arındırma yöntemidir. Bu yöntemi Joe Vitale’in kitabı “Zero Limit” aracılığı ile batı dünyasına tanıtan ve meşhur eden kişi Dr. Ihaleakala Hew Len oldu. Doktorasını Iowa Üniversitesi’nde yapmış olan Dr. Ihaleakala Hew Len, uzun yıllar Havai Devlet Hastanesi’nin suç işleyen akıl hastaları ile ilgilenen adli biriminde uzman psikolog olarak çalışmış. Hastalarıyla elde ettiği mucizevi sonuçlar çok ilgi çekmiş. Kullandığı yöntemler öyle etkiliymiş ki zamanla yatan hastaların tümü taburcu edilmiş, sonunda dört yıl içinde birim kapatılmış. Dr. Len’in kullandığı bu yöntem, 1982 Kasım’ından beri güncelleştirilmiş Ho’oponopono uygulaması yapan Hawaiili şaman Morrnah Nalamaku Simeona sayesinde ortaya çıkmış. Tüm dünyada bu yönteme ün kazandıran, öğrencisi Dr. Ihaleakala Hew Len ve Joe Vitale oldu.

Şimdi çalışmaya geçelim:

1) Boğaz chakramda biriken tüm korkular, tüm eleştiriler, değersizlik duyguları, suçluluk duyguları, baskılanma duyguları, hata yapma korkusu ve tüm olumsuz enerjiler her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono dedikten sonra

Seni seviyorum

Özür dilerim

Lütfen beni affet

Teşekkür ederim.

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

2)Yaşam enerjimi düşüren, canlılığımı ve yaşam coşkumu engelleyen içimde her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono dedikten sonra

Seni seviyorum

Özür dilerim

Lütfen beni affet

Teşekkür ederim.

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

3)Bana katkı verecek, beni geliştirecek, beni zenginleştirecek ve yaşamda keyifle yol almamı sağlayacak kolaylıkla yapmamı engelleyen içimde her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanana kadar andan ana ho’oponopono dedikten sonra

Seni seviyorum

Özür Dilerim

Lütfen Beni Affet

Teşekkür Ederim.

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

4) İnsanları, durumları ve olayları idealize ederek, gereğinden fazla anlam yükleyerek hayal kırıklıklarına uğramama yol açan içimdeki bana aileme atalarıma ait içimde her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono

Seni seviyorum

Özür dilerim

Lütfen beni affet

Teşekkür ederim.

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

Kaynak: Dr.Ihaleakala Hew Len ve Berna Özcan

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

YAŞAM TARZINA UYGUN İLİŞKİLER YAŞAMAK

“Kendini tanımak” konusunda birkaç yazım olmuştu. Son olarak 25 Temmuz 2023’te “Kendini Keşfet” başlıklı bir yazı yazmıştım. Orada biraz da olsa ilişkiler konusundan bahsetmiştim.

İnsanların en büyük sorunu hangi tür olursa olsun diğer insanlarla ilişkilerinde yaşadıkları sorunlardır. İlişkilerde sorun ortaya çıktığında ilk yapılan şey hemen karşı tarafı yargılamak ve suçlamak oluyor. Aslında insan kendi ile yolculuk yapsa yargılama ve suçlama yoluna girmeyecek. Kendine olumsuz gelen bir şeyi karşı tarafa hakaret etmeden saygı çerçevesinde söyleyecek. Ama içe dönük bir yolculuk olmadığı için daha kolay olanı; suçlamayı tercih ediyor.

Herkesin kendine has bir yaşam tarzı var. Bu, çocukluktan itibaren alınan bir tarzdır ve aile, öğretim görülen okullar, sosyal çevre ile sınırları belirlenen kalıplar, şekiller yaratır. En nihayetinde bu kalıplar ve şekiller insanın kişiliğine ve karakterine yön verir. Nasıl ki insanın kendine ait giyim tarzı, yemek, seyahat, müzik tarzı varsa bir de yaşam tarzı vardır ve ilişkilerini önemli ölçüde etkiler.

Bunları biraz daha detaylandırarak ele almak isterim.

En çok sorun yaşanan ilişki türü olan kadın-erkek ilişkileri ile başlayalım. İnsanın kendini tanımadan başladığı her ilişki sorun yaşamaya açıktır. Çünkü beklentiler yüksektir. Çoğu zamanda başlangıçta rahatsız eden, göze batan noktalar “Nasıl olsa ben bunu zamanla değiştiririm.” şeklindeki yanlış bir düşünceyle görmezden gelinir, üstü örtülür. İlişki ilerledikçe o görmezden gelinenler kocaman bir sorun yumağına döner ve bu kez karşılıklı suçlamalar, “Sen değiştin”ler havada uçuşur. Oysa kimse değişmemiştir. İki taraf da kendi yaşam tarzına göre ilişkiyi sürdürmeye çalışmıştır. Aslında bu iki kişi daha başlangıçta kendi iç dünyasına baksa kendi yaşam tarzını, hayata bakışını, düşüncelerini, duygularını ve korkularını iyi anlasa o ilişkiye başlamayacak. Başlasa bile ilişkide sorun yaşandığında birbirlerini kırmadan, üzmeden, farklı olduklarını kabullenerek bir karara varacaklar.

Duygusal bir ilişki yaşadığınız erkek veya kadının flörtöz bir kişiliği varsa ve birlikte olduğunuz zaman başkalarına karşı flörtöz davranışlar sergilemesi sizi rahatsız etmiyorsa sorun yoktur. Çünkü kabul etmişsiniz, yaşam tarzını onaylıyorsunuz, aynı bakış açısına sahipsiniz demektir. Bu durumda şikâyet etmezsiniz. Kendiniz de üzülmezsiniz. Hatta siz de flörtöz iseniz eşinizin sesi çıkmaz çünkü aynı yaşam tarzını benimsemişsinizdir.

Bu, size uygun bir yaşam biçimi değilse kabul etmezsiniz, size rahatsızlık verir. Fakat o ilişkiyi bitirmek de istemezsiniz. Onun değişmesini istersiniz. Bir gün düzeleceğini ümit ederek beklersiniz. Aslında değişmesini ümit ederek onu kabul ediyorsunuz ama diğer yandan kendi ruhunuzu incitiyorsunuz. Yaralı bir ruh olarak, mutsuz ve huzursuz olarak birlikteliğe devam ediyorsunuz. Sürekli de şikâyet edip kendinizi üzüyorsunuz.

Burada görmeniz gereken şey sizin o kişiden tamamen farklı bakış açısına sahip olduğunuz, yaşam tarzınızın çok farklı olduğudur. O zaman kendi farkındalığınız ile “Neden bu ilişkiyi sürdürüyorum?” diye sorabilirsiniz. Bunların sebebi nedir? Bağımlılık mı? Korkularınız mı? Maddi kaygılar mı? Daha iyisini bulamayacağız için mi? Yalnız kalmak istemediğiniz için mi? Çevre için mi? Bu sorulara vereceğiniz dürüst yanıtlarla kendinizi tanımaya başladığınızda bu ilişkiye neden devam ettiğinizi ve neden bırakamadığınızı görürsünüz.

Diğer yandan sizin yaşam tarzınızda sadakat önemlidir fakat eşiniz, sevgiliniz veya arkadaşınız için önemli olmayabilir. Siz hiçbir ihtiyaç olmadan o ilişkide sadece sevgiye odaklanırsınız ama karşı taraf sadece ihtiyaç hâlinde sizi sevdiğini söyler. Siz ahlaklı ve erdemli yaşamak istersiniz. O kişi için bunlar önemli değildir, maddi ve manevi olarak insanların haklarını yer. İşte bu davranışlar size bir süre sonra ters gelmeye başlar. İki seçenek vardır. Ya ilişkiyi sürdürüp ruhunuzu yorarsınız ya da noktalarsınız. İkinci durumda o insanın hayatına yeni birilerinin girmesine de şaşırmamalısınız. Çünkü onu o şekilde tercih edecek birileri mutlaka olacaktır, aynı bakış açısına sahip birileri ile yaşam tarzı mutlaka uyuşacaktır.

Diyelim ki siz paylaşmayı seviyorsunuz fakat karşı cins olsun aynı cins olsun fark etmez, o kişiler paylaşmayı sevmiyorsa hem görüşüp hem de şikâyet ediyorsanız yine kendinize dönüp “Neden bunu yapıyorum?” diye soracaksınız. Karşı tarafı suçlamayacaksınız veya yargılamayacaksınız. Aynı şekilde cimri olan veya karamsar olan, öfkeli olan, kıskanç olan ya da kendi ihtiyacına göre iyi davranan, kendi ailesini ön planda tutup size değersizlik yaşatan ilişkilerde hem birlikte olup hem şikâyet etmek yerine neden birlikte olduğunuza bakmanız gerek.

Bu iş için de geçerlidir. Patron işini düzgün yapmayan çalışanı hem başkasına şikâyet eder hem de işe devam etmesi için çabalar. Oysa ya işine son vermeli ya da şikâyet etmemeli. Çalışan için de öyle. Eğer işyerindeki ortam huzursuzluk veriyorsa ve işten ayrılmak yerine bundan sürekli şikâyet ediyorsa hem ruhunu incitmiş oluyor hem de kendine işkence ediyor. Bunun altında ne yatıyor? Yeni bir iş bulamamak, daha iyi para kazanamamak korkusu mu? Aslında mutsuz ve huzursuz olduğunuz yerde elde edeceğiniz kazancın hiçbir zaman bereketini göremezsiniz.

İnsanlar kendilerine karşı son derece dürüst olursa ilişkiler konusunda dürüstlük kendiliğinden gelir. Çünkü neden ve ne amaçla o ilişkinin içinde olduklarını bilirler. İnsan kendini tanıdığında kalp mi konuşuyor ego mu bilir. Çünkü zihin konuşur ama kalple yol alınır.

İlişkilerde üzülmek istemiyorsanız önce kendiniz ile olan içsel çalışmaları yapın. O zaman zaten sizin yaşam tarzına ve bakış açınıza, düşüncelerinize uygun olmayan insanlar hayatınızda olmazlar. Çünkü artık sizin enerjiniz değişmiş, farklı olmuştur. 

Herkes kendi tarzına göre insanlarla ilişkilerine devam eder.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

“ZOR ZAMANLAR İÇİN İNSAN KALMA REHBERİ”

Sevgili okuyucularım, bu ayki kitap paylaşımımı İspanyol bir Cizvit ve Barok nesir yazarı ve filozof olan Baltasar Gracian’in bir eseri ile yapmak istedim. Bugün, Gracian’in “Zor Zamanlar İçin İnsan Kalma Rehberi” adlı kitabından bir bölümü sizinle paylaşacağım. Yazar kitabında bu yönde bilge ve sağduyulu olmayı anlatmıştır.

İnsan olmanın ne demek olduğunu hepimiz aşağı yukarı kendi bilgeliğimiz ile biliriz. Fakat bunun “İnsanım.” demek ile olmayacağını da biliriz. Çünkü insan olmak için çok emek vermek gerekiyor. Aynı şekilde “Bilgeyim.” demekle de bilge olunmuyor. Önemli olan yaptığımız davranıştır. Bilgeliğe giden yol en başta insanın iç huzuru ve iç mutluluğu ile başlar. Bir insan tam anlamı ile iç huzuru ve iç mutluluğu, herhangi bir şarta bağlı olmadan bulmuş ise zaten bilge olma yoluna girmiştir. Bilgelik hiç ihtiyacı olmadan bütün canlılara ve cansızlara sevgi vermektir. Bilgelik egolarından tamamen arınmaktır.

Bazen hayatımıza ruhumuzu ve kalbimizi incitecek insanlar girer. Siz çiçek verirsiniz birine, bir bakarsınız o size taş atmış, kafanız yarılmış. Bu davranış karşısında sizin tutumunuz ne olacak? İşte burada önemli olan gerçekten insan olarak kalabilmektir. O kişi ile aynı terazide olmamaktır. Hiçbir şekilde o kişiye karşı içinizden olumsuz düşünce ve duygu geçirmemektir. Çünkü iyi olana insan olmak kolaydır. Fakat zor zamanlarda insan kalabilmek önemlidir.

Şimdi sevgili okuyucularım, Baltasar Gracian’in kitabından bir bölümünü sizinle paylaşıyorum.

“Adaletin Anka kuşu olun

Doğruluk peşindeki insan dürüstlüğe sıkı sıkıya tutunur. Dürüstlük sadece başka dudaklardan döküldüğünde övgüyle söz edilecek bir şeydir. Ancak iş uygulamaya geldiğinde kimse o kor ateşin içine uzanacak maşa olmak istemez. Bir şey konuşulurken kendisine çok sayıda taraftar toplar ancak iş uygulamaya gelince oyunun kuralı değişir.

Dürüstlük arkadaşlığa, yönetime hatta insanın kendi mücadele etmesidir. Bunun bedeli de çoğu zaman yalnızlıktır.

Yüce gönüllü düşünmek tüm yiğitçe davranışları etkiler. Böylece tüm karakteriniz nezaketin esintisinden nasibini alır. Bugün tüm insanlığın bilgisi, nasıl bilgece seçim yapacağını bilmesiyle eşdeğerdir.

Ruhun da kendine has atılganlığı vardır, bedenin sahip olduğu atılganlıktan farklıdır bu. Debdebeli bir ruhun nazik eylemleri kalbin daha zarif görünmesini sağlar. Ruhun gözleri iç güzelliğe, bedenin ki ise dış güzelliğe ilgi duyar. İç güzelliğin bilgelikten aldığı alkış, dış güzelliğin iyi zevkten aldığı alkıştan daha fazladır.

Ben nadir bir hediyeyim. Sadece yüksek ruhlu insanlarda bana yer vardır. Kaba bir kişi kendini ve kalbini yenilese de hiçbirinin kalbi beni ağırlamaya yetmez.

Benim eylem alanım cömertliktir, bu da büyük kalplerin zirvesidir. Hatalarınızı ilk itiraf eden siz olun böylece son sözü de siz söylemiş olursunuz. Bu kendini aşağılama değildir kahramanca bir cesarettir.

En büyükler ne nazik olmuştur, nazikler de hep kahraman…

Ah, keşke bakıp saçımıza başımıza çekidüzen verebildiğimiz gibi anlayışımız için de aynalar olsaydı… Anlayışımızı düzeltebileceğimiz aynalar vardır elbet, ya başka bir insanın anlayışında parlatmak gerekir onu ya da kendi anlayışımızın duru sularında yıkamak…

Ancak zordur bu, çarpıtılmaya, kırılmaya, karartılmaya teşnedir her an. İnsan insanın aynasıdır derler. Oysa yeterince temiz bir aynadan yansıyanı açıklıkla kabul edecek bir yürek de Anka kuşuna benzer. İsmi var kendi yoktur. İnsanın karanlığı da kendi gölgesidir. Jung böyle tarif ediyor. Ona göre gölge egonun ilkel yoldaşı, bilinçdışının kapı eşiğinin bekçisi… Gölgeyi fark etmek zordur, onun gözlerine bakabilmek için fazladan ahlaki bir çaba sarf etmeniz gerekir.

Nezaket insanın özünü ortaya seren bir kaza gibidir, yetenekten doğar ve en sıradan şeyde bile kendini gösterir. Düşüncede özgür olun, konuşurken is sağduyulu. Cesaret, cömertlik ve sadakat dünyadan silinse bile, insanoğlunun bu erdemleri sizin kalbinizde tekrar bulabilecek olmasıyla övünebilmelisiniz.

Kendi çıkarınız için başkasının batmasına izin vermeyin.”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

ORTAÖĞRETİME İLK ADIM

Sevgili okuyucularım, iki ay aradan sonra anılarıma kaldığım yerde devam ediyorum. Büyüyüp ergenlik dönemine giren çocuğun bakış açısı değişmeye, genişlemeye başlıyor. Hâliyle sandıktaki anılara da artık farkındalıkla bakıyor. Bugün sandıkta bekleyen ortaokula başlama telaşı anısını serbest bırakıyor.

Okul hazırlıkları tamamlanmış ortaokula başlama zamanı gelmişti. Okula trenle gidecektim. İstasyon evimize 5-6 dakikalık yürüme mesafesindeydi. Trenle bir durak gittikten sonra inip 15-20 dakika kadar yürümek gerekiyordu. Aslında evden okula yürüme mesafesi bir saati bulurdu fakat oraya gidecek yol o yıllarda daha açılmamıştı. İşin sevindirici yanı okula giderken yalnız olmayacağımdı. İlkokuldan arkadaşım Derya ile birlikte gidip gelecektik, çok mutluydum. Derya çok sevdiğim bir arkadaşımdı, aynı zamanda sessiz ve uyumluydu. İkimiz de öğlenci olmuştuk.

Tren saatlerini biliyorduk. İlk gün neşeyle istasyona gittik fakat banliyö trenleri bir türlü gelmiyordu. Hiç yoktan bir yük treni geçip bizim bineceğimiz banliyö treninin zamanında gelmesini engelliyordu. Tabii biz bunu önceden bilemediğimiz için telaşlandık. Sonunda tren geldi ve hemen bindik. Göztepe İstasyonunda indikten sonra yürümemiz gereken daha 15 -20 dakikalık yol vardı. Okula yetişmek için koşmaya başladık. Derya biraz toplu olduğu için koşmakta zorluk çekiyordu. Yüzü kıpkırmızı olmuştu. Ona sürekli “Yavaş yavaş koş.” diyordum. Ben hızlı koştuğum için arkada kalıyordu ve yetişmesi için durup bekliyordum. Çünkü onu bırakmak istemiyordum. Derya benim arkadaşımdı ve okula beraber gitmek için çıkmıştık yola. Sınıflarımızın ayrı olmasına rağmen “Eğer geç kalacaksak beraber kalalım.” diye düşünüyordum.

Çocukluk dönemimizde babam ve annem bize dürüstlük ve paylaşımcı olmak konusunda her zaman yol gösterici oldular. Babam “İhtiyacı olan kişilere, arkadaşlarınıza yardım edin, onları asla yarı yolda bırakmayın.” derdi hep. Çünkü babam, kardeşlerinden olumsuzluk görmesine rağmen onları hiç bırakmadı. İhtiyaçları olduğu zaman hemen yardım ediyordu. Aslında insanın güvenebileceği bir arkadaşının olması çok önemli. Babam, dürüst olursak insanlara her zaman güven vereceğimizi öğütlerdi. Tabii ki çocuklukta güven konusu pek anlaşılır gelmese de ileri yaşlarda güvenin insanın hayatında ne kadar önemli olduğunu görüyorsunuz. Babam, “Eğer yerine getiremeyecekseniz arkadaşlarınıza söz vermeyin.” diyordu. O yüzden daha o yıllardan başlayarak tüm hayatım boyunca kimseye tutamayacağım sözler vermedim ve bunu hep dürüstçe söyledim. İşte, arkadaşım Derya’ya da “Beraber okula gideceğiz.” diye söz vermiştim. Bu yüzden okulun o ilk günü arkadaşım bana ne kadar “Sen git, derse geç kalma.” dese de ben onu bekledim. Sonucu ne olursa olsun, verdiğim sözden dönemezdim.

Evet, okulun ilk günü böyle heyecanlı başladı. Son anda yetişip okulun bahçe kapısından girdik. Bahçe çok büyüktü. İki bina vardı. Eski binada lise, nispeten yeni olan binada ise ortaokul öğrencileri okuyordu. Ablam bu okuldan mezun olduğu için önceden nasıl olduğunu aşağı yukarı biliyordum, kayıt döneminde de okulu gezmiş, en çok bu kocaman bahçeden etkilenmiştim. Hızlı adımlarla bahçeyi geçtik. Ana binanın kapısında birkaç öğretmen kıyafet kontrolü yapıyordu. Önce anlam veremedim buna. Zaten okulun istediği forma ve ayakkabıyı almış ve giymiştik, neyi kontrol ediyorlardı? Sonra öğrendim ki sadece formlara değil saçlara da bakıyorlar. Örülmemiş veya toplanmamış saçları olan öğrencileri daha kapıdan çeviriyorlardı. Biz sorunsuz öğrenciler olarak kapıdaki bu ilk sınavı başarıyla tamamladık. Derya ile çıkışta buluşmak üzere sözleştikten sonra ikimiz de sınıfımıza yöneldik.

Henüz kimseyi tanımıyordum ve sınıfın oturma düzeni ile ilgili bir bilgi verilmemişti. Bu yüzden orta sıralara oturdum. Yanıma oturan arkadaşla tanıştık önce. Bana sıcak geldi. Annesinin bizim okulda kimya öğretmeni olduğunu, bizim eve 10 dakika mesafede istasyona çok yakın bir yerde oturduklarını öğrendim. Birlikte okula gidip geleceğim bir arkadaş daha bulduğum için sevindim.

Her dersin hocasının farklı olacağını ablamdan biliyordum. İlk olarak tarih hocası geldi. Ben tarihi ve coğrafyayı seviyordum. Sonra sırasıyla edebiyat hocası, İngilizce hocası geldi. Dersler 45 dakikaydı. Gelen hocaları dikkatli dinliyordum. Hangi kitapların alınmasın gerektiğini not ettim. Çünkü benden önce ablam ve ağabeyimin kullandığı ortaöğretim kitapları vardı. Onlarla aynı kitap ise yenisini almayacaktık. Müfredat çok hızlı değişmediği için biz dört kardeş birbirimizin kitaplarını kullanabiliyorduk. Bu yüzden hiçbir kitabı atmıyorduk. Annem onları saklıyor, kime gerekiyorsa o kullanıyordu.

İlk günün heyecanını eve dönünce ailemle ve ikiz gibi büyüdüğüm erkek kardeşimle paylaştım. Erkek kardeşim ilkokul dördüncü sınıfa başlamıştı o yıl ama onun aynı sınıf, aynı öğretmen ve aynı arkadaşları olduğu için pek anlatacak bir şeyi yoktu. Servis ile gidip geliyordu ve servis de aynıydı. Benimse anlatacak çok şeyim vardı. Eve gelir gelmez ablam not ettiğim kitapların listesine baktı, annemin sakladığı uygun kitapları verdi. İngilizce dersi için ayrıca hikâye kitapları verdi. Ağabeyim de İngilizce kursuna gitmiş bu dili daha iyi öğrenebilmek için eğitim kasetleri de almıştı. Bana onları getirip “İngilizce konusunda bunlardan faydalanabilirsin.” dedi. Bütün bunlar beni daha çok heyecanlandırdı. Her şey ilkokuldan farklıydı, daha çok ders çalışmam gerektiğinin bilincindeydim. Fakat çok da mutluydum çünkü yeni bir okul, yeni arkadaşlar, yeni öğretmenler vardı. İlkokulda pek hoşlanmadığım öğretmenimden ayrılmıştım ama yakın olduğum arkadaşlarımla tabii ki görüşüyordum.

Yeni bir okul olmasına rağmen herhangi bir endişe ve korkum olmadı. Çünkü ortama uyum sağlamak konusunda hiçbir zaman sorun çıkarmazdım. Yalnız bir insanı ilk gördüğümde ister öğretmen olsun ister sınıftaki arkadaş; kalbimde eğer olumsuzluk hissediyorsam biraz uzak dururdum. Bunun dışında öğretmenden hoşlanmasam bile dinlemezlik etmez, dersi derste öğrenmeyi tercih eder ödevleri zamanında yapardım. 

Bu arada okulun hem basketbol hem de voleybol takımı vardı. Ben basketbol takımına yazılmak istiyordum. Basketbol oynamayı çok seviyordum. Evde bunu anlatınca ortanca amcam her zamanki gibi “İyi ama derslerini aksatmayacaksın.” dedi. Amcam için derslerde başarılı olmak her şeyden önde geliyordu. Tabii o da bizim iyi bir okul bitirip başarılı işlerde çalışmamızı istiyordu, bunu ileri yaşlarda anladık.

Bazen insanlar “Ailem bana şu maddi mirası bıraktı.” derler. Aslında ailenin en önemli mirası manevi olarak ahlaklı, erdemli ve dünyaya faydalı işler yapacak bir çocuk yetiştirmektir. 

Çocukluktan alınan ahlak değerleri ileri yaşlarda da bozulmadan sürer.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

YANKI

Sevgili okuyucularım, bu ayki bilge hikâyemiz ile beraberiz.

Dağlık bir bölgede adam küçük oğluyla yürürken, oğlan ayağını taşa çarpar ve can acısıyla, “ahhhh” diye bağırır.
         Dağdan, “ahhhh” diye bir ses gelir ve bu sesi duyan çocuk hayret eder. Merakla, “Sen kimsin?” diye bağırır; ama aldığı tek yanıt, “Sen kimsin?” olur.
         Çocuk bu yanıta kızar ve, “Sen bir korkaksın!” diye bağırır. Dağdan aldığı yanıt, “Sen bir korkaksın!” dır.
         Babasına bakar ve “Baba ne oluyor?” diye sorar.
         “Oğlum dikkat et” diyen baba, vadiye doğru, “Sana hayranım!” diye bağırır.
         Ses, “Sana hayranım!” diye yanıtlar.
         Baba, “Sen harikasın!” diye yine bağırdığında, bu kez dağdan, “Sen harikasın!” yanıtı gelir.
         Çocuk şaşırmıştır, ama hala ne olduğunu anlayamamıştır.

Baba oğluna durumu açıklar; “Oğlum. insanlar buna yankı derler; ama gerçekte yaşamın ta kendisidir. Yaşama ne verirsen sana onu yansıtır.
         Yaşam senin davranışlarının aynasıdır.

-Eğer yaşamında daha çok sevgi istiyorsan, insanları daha çok sev.
        -Eğer sana saygılı davranılmasını istiyorsan, insanlara saygılı davran.
        -Eğer başkaları tarafından anlaşılmak istiyorsan, önce başkalarını anlamaya gayret göster.
        -Eğer insanların sana hoşgörülü ve sabırlı davranmasını istiyorsan, önce sen insanlara hoşgörülü ve sabırlı olmalısın.

Oğlum yaşamda ne ekersen onu biçersin. Bu doğa yasası, yaşamın her yönü için geçerlidir.”

İnsanların yaşamı tesadüfler sonucu oluşmaz; İnsanların yaşamı onların davranışlarının yansımasından başka bir şey değildir.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla klaın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

KALP GÖZÜNÜZ AÇIK OLSUN

Sevgili okuyucularım, bugün ki paylaşım Sevgili Ufuk DEMİRYOL’un yazdığı yazıyı paylaşmak istedim.

Sevgi, genelde “Yaşama kalp gözüyle bakmak” diye ifade edilir. Yaşama kalp gözüyle bakmakla dünya gözüyle bakmak insanları çok farklı yerlere götürür. Yaşama dünya gözüyle baktığınız zaman dünyanız darlaşır. Dünyasal değerler önem kazanır, bakış açınızı daraltır. Mala, mülke, paraya, pula, şana, şöhrete odaklanırsınız; nefsinizi ve egonuzu ön plana alırsınız. “Nasıl gelirse gelsin, ama benim olsun” fikri insanı haktan, hukuktan, adaletten uzaklaştırır. Sahip olma arzusu açgözlü ve doyumsuz yapar. Vermek, sevmek, paylaşmak önemini kaybeder, biriktirmek amaç haline gelir. Biriktirmeye odaklanan insan her verdiği şeyi kayıp olarak görür. Biriktirme arzusu insanı hasisleştirir, her akşam paralarını sayan Molier’in Cimrisi gibi yapar. Sahip olmak bu denli önem kazanınca insanın önemi kalmaz. Ünlü filozof, görüş adamı Rahmetli Cemil Meriç: “İnsanlar sevilmek için yaratıldılar, eşyalar ise kullanılmak için. Dünyadaki kaosun nedeni eşyaların sevilmeleri, insanların kullanılmasıdır” der.

Yaşama kalp gözüyle baktığınız zaman ufkunuz açılır, dünyanız genişler. Dünyasal değerler gözünüzde önemini yitirmez ama her şey gerçek yönüyle görünür.

Kalp gözü açık olan insanın içi sevgi doludur. Şefkati, merhameti boldur. Zihni, ruhu, yolu aydınlıktır. Kavgası, gürültüsü, çekişmesi yoktur. Cömertlik doğal yaşam tarzıdır. Kin, kıskançlık, küslük ona göre değildir. Bağışlamak, barışmak, yakınlaşmak, dost olmak, sevmek, saymak onun ana kurallarıdır. Canlı, cansız tüm varlıklar için iyi şeyler düşünür, korur, gelişmeleri, daha iyi olmaları için çalışır. Muhtaçların dostudur, ihtiyaçlarını kalp gözüyle görür, acılarını kalpten gelen hizmetlerle dindirir, dertlerine deva bulur, yaralarına merhem olur. İşi hayırdır, hizmettir, ilgidir, sevgidir. Kalp gözünüz açık olsun.

Kaynak Ufuk DEMİRYOL

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com