MÜCEVHER

 

Sevgili okuyucularım, bu ayki bilge hikâyemiz ile beraberiz.

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, ülkelerden birinin küçük bir köyünde, Bilge Hoca derler, bir filozof yaşarmış. Filozofun bilgeliği bütün ülkede bilinir, dara düşen herkes danışmak için ona gelirmiş. Günün birinde filozofun kapısı çalınmış. Filozof kapıyı açtığı zaman karşısında bir delikanlının durduğunu görmüş. Tanrı misafiridir diyerek genci içeriye davet etmiş. Hal hatır sorduktan sonra, genç derdini anlatmaya başlamış:

“Ben, babamla hiç geçinemiyorum. Ne yapsam ona beğendiremiyorum. Hoş bana kızmakta da haksız değil. Ben beceriksizin biriyim. Bu yaşa geldim, hala bir baltaya sap olamadım gitti. Elimden hiçbir iş gelmiyor. Neye elimi atsam, elimde kalıyor. Bende bu şans varken, zem zem kuyusuna gitsem, onu bile kuruturum. En son geçen hafta, babamın tek ineğini otlatmaya götürmüştüm. İnek otlarken ben de bir ağaca yaslanıp oturdum. Orada uyuya kalmışım, inek de kaçmış gitmiş. İneği bir daha bulamadık. Babam da bana çok kızdı. ‘Senden ne köy olur ne de kasaba. Defol git, gözüm görmesin seni diyerek beni kovdu.’ ‘Ama babacığım ! Ben şimdi ne yaparım, nereye giderim ?’ diye sorunca da bana ‘Bilge Hoca’ya git, seni adam etsin. Adam olmadan da geri dönme !’ dedi. Ben de bunun üzerine tasımı tarağımı topladım, yollara düştüm ve kapınıza dayandım. Ocağınıza düştüm. Hocam, Allah rızası için bana bir yol gösterin!

Çocuğu dikkatle dinleyen filozof, başını sallayarak gülümsemiş: “ Bir dakika bekle beni” diyerek içerdeki odaya geçmiş ve bir süre sonra elinde pırıl pırıl parlayan bir şeyle odadan çıkmış: “Şimdi seni bir denemeden geçireceğim. Bu gördüğün elmas, ülkenin en değerli mücevheridir. Bütün ülkede ondan daha değerli bir pırlanta yoktur. Değeri en az bir para eder. Senden bu mücevheri şehire götürerek satmanı istiyorum. Ama zinhar, sakın ola ki değerinden düşük bir fiyata satmayasın. Bu görevi başarıp başaramayacağına bakarak senin değerli bir insan olup olmadığını hepimiz göreceğiz.”

Çocuk o gece filozofun evinde yatıya kalmış. Ertesi gün erkenden kalkmışlar. Kahvaltı ettikten sonra çocuk veda edip yola koyulmuş. Şehre vardığındakarşısına çıkan ilk kuyumcu dükkanına girmiş: “Merhaba!” Kuyumcu uykulu gözlerle çocuğa bakmış: “Merhaba!” “Bu mücevheri satmak istiyorum, kaça alırsınız?” Kuyumcu mücevhere küçümseyen bir tavırla baktıktan sonra sormuş: “Nereden buldun bunu?”

Çocuk gerçeği söylemek istemediği için aklına gelen ilk şeyi söylemiş: “Yolda yürürken yerde buldum.” Kuyumcu alaycı bir tavırla: “İki paralık bir cam parçası bu, ufaklık!” demiş. “Ama istersen bunun için sana dört para veririm.” Çocuk mücevheri kapmış, öfkeyle dükkandan dışarı çıkarken: “ Canın cehenneme! Şehirdeki tek kuyumcu sen değilsin ya” demiş kendi kendine.

Biraz yürüdükten sonra başka bir kuyumcu dükkanı bulmuş: “Merhaba! Bu taşı satmak istiyorum. Sizce ne kadar eder?” Kuyumcu taşı elinde birkaç kez evirip çevirdikten sonra, kaşlarını çatmış ve kuşkulu gözlerle çocuğa ters ters bakmış : “Nereden buldun bunu, yoksa çaldın mı ?” “Babamdan miras kaldı da!” “Baban bunun değerini sana söylemiş miydi?” “Hayır.” “Aslında beş para etmez ama hadi ben sana on para vereyim.” Çocuk üzüntü içinde dükkandan çıkarken “Ters tarafından kalkmış galiba” diye söylenmiş.

Sonra üçüncü bir kuyumcuya girmiş: “Merhaba! Bu elması satmak istiyorum da. Ne verirsiniz bunun için?” Kuyumcu elması dikkatle incelemiş: “Nereden buldun bunu?” Çalışarak kazandım. Ustam maaş olarak verdi: “Maaşın ne kadar?” “Ayda yüz para. Bu ay ustam paraya sıkıştığı için maaş yerine bunu verdi.” Kuyumcu bıyık altından gülmüş: “Tamam, sana iki yüz para veririm. Böylece maaşını aldığın gibi yüz para da ikramiye almış olursun.” diyerek bir de göz kırpmış. Çocuk oradan da ayrılmış.

Akşama kadar şehir kazan o kepçe dolaşmış durmuş. O kuyumcu senin bu kuyumcu benim diyerek şehrin altını üstüne getirmiş. Girip çıkmadığı kuyumcu dükkanı bırakmamış ama hiçbir kuyumcu elmasa gerçek değerini verememiş. Akşam olup da güneş batmaya başlayınca çocuk çaresizlik içinde köyün yolunu tutmuş. Yolda kendi kendine: “ Babam ne kadar haklıymış !” diyormuş. “Benden ne köy olur ne de kasaba. İşte bu işi de beceremedim ve ne kadar değersiz bir insan olduğumu gösterdim.”

Köye varınca doğru filozofun evine varmış. Olan biteni aynen anlatmış ve utanç içinde kafasını önüne eğmiş.

Filozof çocuğun başını şefkatle okşadıktan sonra şunları söylemiş: “Evladım, bu olaydan çıkarman gereken ders şudur, ruhunda taşımakta olduğun mücevhere asla ve asla, şunun, bunun, ötekinin, berikinin lafıyla değer biçme. Onun gerçek değerini, baban da dahil olmak üzere, hiçbir kimse bilemez. Onu ancak ve ancak sen takdir edebilirsin!”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

BARIŞ BENİM İLE BAŞLAR – 16

Sevgili okuyucularım, bu ay ki “ho’oponopono” adı verilen bir arınma çalışmasını paylaşıyorum. Bu ay da farklı konular için aynı şekilde yapmanız gereken bu arınma çalışmasını dört madde hâlinde paylaşıyorum. Düzenli olarak yaptığınızda gerçekten kendinizde inanılmaz bir olumlu değişiklik göreceksiniz. Özellikle zihniniz, ne kadar berraklaşırsa o kadar huzurlu olur. En önemlisi berrak bir zihin her zaman doğru karar almanızı sağlar. Çünkü zihin olumsuzluklarla dolu olduğu zaman doğru karar bile alamıyorsunuz. Disiplin ve azimle yapılan çalışmalardan her zaman olumlu karşılık alınır. Çalışmaya geçmeden önce bununla ilgili kısa bir bilgi vermek istiyorum. Geçen ay bu bilgiyi paylaşmıştım fakat belki ilk defa okuyacak olanlar vardır. Onlar için yinelemekte fayda görüyorum.

Ho’oponopono yöntemi; karşımızdaki insanın yaşadığı bir sorunu duyduğumuz, öğrendiğimiz anda bizim sorunumuz olarak algılayıp kendi içimizde bundan arınarak karşımızdakini de arındırma yolunu öğretiyor. Sadece insanları değil her şeyi arındırıp temizlemenin yoludur bu. Olumsuz durumlardan kurtulmanın bir yöntemidir.

Ho’oponopono, Havai halkının kullandığı bir kendini arındırma yöntemidir. Bu yöntemi Joe Vitale’in kitabı “Zero Limit” aracılığı ile batı dünyasına tanıtan ve meşhur eden kişi Dr. Ihaleakala Hew Len oldu. Doktorasını Iowa Üniversitesi’nde yapmış olan Dr. Ihaleakala Hew Len, uzun yıllar Havai Devlet Hastanesi’nin suç işleyen akıl hastaları ile ilgilenen adli biriminde uzman psikolog olarak çalışmış. Hastalarıyla elde ettiği mucizevi sonuçlar çok ilgi çekmiş. Kullandığı yöntemler öyle etkiliymiş ki zamanla yatan hastaların tümü taburcu edilmiş, sonunda dört yıl içinde birim kapatılmış. Dr. Len’in kullandığı bu yöntem, 1982 Kasım’ından beri güncelleştirilmiş Ho’oponopono uygulaması yapan Hawaiili şaman Morrnah Nalamaku Simeona sayesinde ortaya çıkmış. Tüm dünyada bu yönteme ün kazandıran, öğrencisi Dr. Ihaleakala Hew Len ve Joe Vitale oldu.

Şimdi çalışmaya geçelim:

1)Kavgalar ve gerginlikler yaşamama yol açabilecek içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono”

Seni Seviyorum

Özür Dilerim

Lütfen Beni Affet

Teşekkür Ederim

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

2)Her konuda özgürleşmemi engelleyen içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono”

Seni Seviyorum

Özür Dilerim

Lütfen Beni Affet

Teşekkür Ederim

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

3)İnsanları suçlama ve şikâyet ihtiyacımı yaratan olaylar içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono “

Seni Seviyorum

Özür Dilerim

Lütfen Beni Affet

Teşekkür Ederim

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

4)Kendimi geliştirmemeye yol açan aynı zamanda gücümü sevgi ve ışıktan almamı engelleyen içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono “

Seni Seviyorum

Özür Dilerim

Lütfen Beni Affet

Teşekkür Ederim

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

Kaynak: Dr.Ihaleakala Hew Len ve Berna Özcan

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

İNSANIN RUHU ACI İSE TATLILIK VEREMEZ

Hayat yolculuğumuzda karşılaştığımız insanların arasında bize acı verenler de vardır tatlılık sunanlar da. Bize acı verenlerin ruhları acıdır, bu yüzden onlarla iletişimimizde hep olumsuz şeylerden konuşur üzülürüz. Tatlı ruhlar ise etrafına da tat verir, onlarla iletişimimiz pozitiftir. İnsanların bu kadar farklı olması doğaldır çünkü nasıl ki fiziken hiçbir insan birbirine benzemiyorsa ruhen de benzemez. Aynı anne babadan doğmuş kardeşler bile birbirinden bambaşka ruhlara sahiptir.

Tatlı bir ruh herkesin yüzünü güldürürken acı ruh birtakım olumsuzluklara sahip olduğu için önce kendisine sonra bütün canlılara zarar verir. Dikkat edilmesi gereken esas nokta yarattığı zarardan çok acılığın kaynağıdır. Bunun için de acı ruha neden olan travmaları bilmek gerekiyor. Hayat hiç kimse için kolay değildir, herkesin kendine göre yaşadığı zorluklar vardır. Bazıları daha çocukken annesiz babasız kalmıştır hatta belki anne ve babasını hiç tanımamıştır. Bazılarının çocukluğu ekonomik zorluklar içinde geçmiştir. Bazıları hiçbir şekilde sevgi görmemiş bazıları sevgi verdiğini sanıp her isteğini yerine getiren ebeveynleri yüzünden şımarık büyümüştür. Bunun gibi birçok travma nedeni sıralayabilirim. Bazı insanlar da vardır ki doğuştan acı ruha sahiptir, doğası öyledir. Temelinde ne olursa olsun önemli olan kişinin kendi yetişkin döneminde ruhunun acı mı yoksa tatlı mı olduğunun farkına varması ve gerekeni yapmasıdır.

Nasıl bir yiyecek veya içeceği damak zevkimize göre değerlendiriyorsak veya pişirdiğimiz bir yemeğin tuzu veya biberi fazla gelmişse bir dahaki sefere aynı hatayı yapmıyorsak acı ruha sahip insanlar da bir kez bunun farkına varabilirse ruhunu eğiterek bundan kurtulabilir. Yeter ki farkındalık oluşturabilsin, kendini tanıyabilsin.

Bir acı ruhta, sevgi olmayan her şey vardır: Bencillik, öfke, kıskançlık, kibir, cimrilik, intikam, kin, nefret, psikolojik ve fiziksel şiddet dürtüsü, yalan, hırs, nankörlük, vefasızlık, maddi ve manevi hak yemek, inat, vb.

Bu acı ruha sahip olan insanlar etrafa sevginin ışığını veremez. İnsan kendinde olmayanı başkasına nasıl versin? Bir de üstelik ışığı olanların ışığını söndürmeye çalışır.

Ruhunda kıskançlık olan belki farkından olmadan belki farkında olarak sizin ışığınızı ve yeteneklerinizi hiçe sayar ve değersizleştirmek için uğraşır. Fakat sizin farkındalığınız yüksek ise o kişinin ruhunu, size karşı ne yapmak istediğini görürsünüz. Çünkü böyle ruhlar açık olarak göstermez, bir yandan sizi seviyor, yeteneklerinizi, ışığınızı takdir ediyor gibi görünür diğer taraftan sizi değersizleştirir. O ışığın kendilerinde olmadığını gördükleri hâlde varmış gibi hissettirip o sırada sizin de ışığınızı söndürmeye çalışırlar. Siz, o kişilere farkındalık verseniz bile kabul etmez o acı ruhla yaşarlar. Kendi yetersizliklerini, yeteneksizliklerini, özgüvensizliklerini bu şekilde kapatmaya çalıştıkları için de hayatta başarısız olmaya mahkûmdurlar.

İnsanın ruhunda bencillik varsa veya aileden şımarık büyütüldüğü, her isteği karşılandığı için bencilleşmişse önce kendini düşünür; karşı tarafın zarara uğrayıp uğramayacağına aldırmadan kendi isteklerinin yerine gelmesini ister. Aslında kendisi zarar vermediğini sanır ama zarar verir. Çünkü bencil insan sevgide cimri olur. Hep almaya alışıktır. Sizinle iletişimini belirleyen de kendi ihtiyaçlarıdır. İhtiyacı varsa iletişim kurar yoksa hatırlamaz bile. Bencillikten kurtulmanın yolu, bunun ruhunu acılaştırdığını, menfaati için bütün canlılara zarar verdiğini insanın yine kendisinin fark etmesi ve görmesidir.

Acı veren ruhların altında aslında bir travma yattığını ve o travmanın da olumsuz duyguları tetiklediğini yukarıda belirttim. İşte o duygulardan biri de öfke. Hayatı boyunca zorluklar görüp üstesinden gelememenin, aileden sevgi yerine sürekli değersizlik görmenin, suçlamanın, suçlanmanın, ezilmiş hissetmenin, kendi ile barışmamış olmanın, yapılan haksızlıklara karşı duramamanın duygusudur öfke. Kısacası hayata karşı duyulandır ve ruhu acılaştırır ve o ruh, etrafına da acı verir. İnsan, öfkenin doğurduğu acılığın kendine ne kadar zarar verdiğini bildiğinde, fark ettiğinde kendi özgür iradesi ile değişime başlar. Fakat bu duygusunu kabullenmez reddederse acı ruhu ile yaşamak zorunda kalır.

Aynı şey diğer duygular için de geçerlidir. Yalan söyleyen birinin kendine güveni, saygısı ve sevgisi yoktur. Menfaat için insanlara yalan söyleyebilir. İşte bu ruh da acı verir. Bir yalana şahit olduğunuzda artık bu acı ruha karşı kendinizi korumaya alırsınız. O kişiye farkındalık verip bu acı ruhtan kurtulmasını da söyleyebilirsiniz. Fakat özgür iradesi ile kabul edip acı ruhtan kurtulmak veya kurtulmamak kendi elindedir.

Gördüğünüz gibi acı ruhta korkular ön planda. Korku yüzünden yalana başvurmak, korku yüzünden başkasının hakkını yemek, korku yüzünden vicdanlı ve merhametli davranışta bulunmamak, korkular yüzünden açık ve samimi olmamak, korkular yüzünden cimri davranmak ve karşı tarafın emeğini hiçe sayıp hakkını vermemek ya da sürekli karşı taraftan çekmeye çalışmak.

Acı ruhlar yalnız insana değil hiçbir canlıya saygı göstermez. İstediği gibi davranışta bulunur ve karşıdakine saygısızlık mı olmuş, bakmaz bile.

İki ay önce parkta yürüyüş yaparken karşılaştığım bir olaydan örnek vermek isterim. Dış görünüşe baktığınızda gayret düzgün ve tanımış markalı kıyafeti ile yürüyüş yapan biri, önünde duran bir kediye ayağı ile vurdu. Etrafından dolaşıp geçmek varken bu insan, ayağı ile kediye vurdu. Tabii ki kedi kaçtı. Şimdi, dış görünüşü ile değerlendirme yaptığımızda böyle bir insanın herhangi bir canlıya asla zarar vermeyeceğini düşünürüz. Ama işte acı ruhu zarar verdiğini gösterdi. Kim bilir zamanında neler yaşamış ki bu acı ruha sahip olmuş. Maalesef bu insan acı ruha sahip olduğunun ve bundan kurtulması gerektiğinin farkına varmadığı sürece hem kendine hem de diğer canlılara zarar vermeye devam edecek. 

Böyle bir insan olmak istemiyorsak bugüne kadar ruhumuzda olan acılar nelerdir, bunları kimlere yaşattık veya kimlerden gördük düşünmeliyiz. Düşünmeliyiz ki farkındalıkla dönüştürebilelim. Kendimizi ne kadar çok tanırsak eksiklerimizi o kadar gidermiş oluruz.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

AİLEDE SAĞLIK VE HUZUR

Sevgili okuyucularım, bir hafta aradan sonra yine anılarla birlikteyiz. Genç kız olma yolunda ilerleyen ortaokul ikinci sınıf öğrencisi, sandıktan bir anıyı daha serbest bırakıyor.

Öğretim yılının yarısını tamamlamış, karnemizi almıştık. Karnem normaldi, takdir veya teşekkür belgesi yoktu. Onun için 15 günlük sömestir tatilinin, eksiklerimi tamamlamak için bir fırsat olacağını düşünüyordum.

Bu arada her tatilde olduğu gibi bu tatilde de en çok sevdiğim konular olan spor ve siyaset ile ilgili gelişmeleri dinlemek ve okumak için vaktim olacaktı.

Amcalarımın siyaset ile ilgili konuşmalarını kulaklarımı açıp dinlemeyi seviyordum, geçmişte ülkede yaşanan olumsuz olayları ve yönetenleri merak edip ailemden öğrenmeye çalışıyordum. Fakat bu duruma babam hiç sıcak bakmıyordu. Çünkü babam çocuklarının siyasete karışmasını istemiyordu, ona göre siyaset tam olarak layığı ile işlemediği için yorum yapmazdı. Fakat ben o tatil dönemlerinde siyasetçilerin konuşmalarını kaçırmazdım. Özellikle meclis toplantılarında alınan kararları, milletvekillerinin konuşmalarını, dünyada nasıl yönetimler olduğunu öğrenmek konusunda merak içindeydim.

Amcalarım konuşurken ben de kendi düşüncelerimi ve fikrimi söylüyordum. Bunu sınıfta bazı arkadaşlarımla da konuşuyordum. Siyaset konusunda ben, bir partiyi desteklemek yerine kim, ne yapıyor, diye bakıyordum. Geçmişte yaşanan olaylarla ilgili özellikle anneme sorular sorup anlatmasını istiyordum. Siyaseti bu kadar sevmemin ve ilgilenmemin sebeplerinden biri tarihi sevmemdi.

Ablam üniversitede okuduğu için hiçbir zaman siyasetle ilgili konulara hiç karışmazdı. Okulda siyasi olaylar olduğunda korkup eve gelirdi. Çünkü sınıfındaki bazı arkadaşları bazı görüşlere sahipti ve babam bu konuda ablamı uyarmıştı. Ayrıca ablam benim gibi değildi. Bu konulara biraz daha farklı bakar fazla da ilgilenmezdi. Ağabeyim ve erkek kardeşim de siyasetle ilgilenmezler sadece gazete ve televizyondan takip ederlerdi. Onlar daha çok spor ile ilgilenirlerdi.

Benim sınıfımda ise siyasetten çok spor konuşulurdu. Özellikle pazartesi günleri hafta sonu oynanan futbol maçları sohbetlerin ana konusu olurdu, tuttuğu takım galip gelenler diğerlerini kızdırırdı. Sınıfta Fenerbahçe’yi tutan sayısı biraz da olsa fazlaydı. Benim tutuğum takım Beşiktaş’ı tutanların sayısı azdı. Futbolu yakından takip ettiğim için oynanan maçlar hakkında objektif değerlendirme yapıyordum. Bazı arkadaşlarımın farklı takım tutsa da benim gibi düşünmesi, objektif değerlendirme yapması, daha kolay konuşma fırsatı yaratıyordu.

İster sporda ister siyasette olsun fanatik olanlarla konuşmak istemezdim. Hâlâ da öyleyimdir, spor ve siyasette fanatizmden rahatsızlık duyarım. Çünkü objektif bakamayan böyle insanlar savundukları siyasi görüşü temsil eden partileri ve futbol takımlarının hatalarını görmezler. Hatta takım tutar gibi parti tutarlar. Bir de sizin konuşmalarınızı eleştirir ve yargılarlar.

Şimdi babama o kadar hak veriyorum ki. “Arkadaşlarınla hiçbir zaman siyaset konusunda tartışma çünkü bu küslüğe gider. Sen adaletli olduğun hâlde fanatikler senin düşünceni benimsemiyorlarsa saygı gösterip sessiz kal,” derdi. Doğru çünkü aksi durumda hakarete varan veya kalbinizi kıracak kelimeler duyabiliyorsunuz ve huzurunuz kaçıyor.

Babam da siyaseti takip ederdi aslında fakat fazla yorum yapmaz, eve gelen misafirlerle akrabalarla oy verdiği parti hakkında fanatik konuşmalar yapmaz, savunmazdı. Amcalarım ise her işin doğrusunu ve güzelini sadece tutukları partinin yaptığı görüşündeydiler.

Bu arada hafta sonları babama işinde yardım ederdim. Özellikle pazar günleri araba parça sayımında hesap işlerini beraber yapardık, hesabı birkaç kere kontrol ederdim. Çünkü bu para işiydi ve yanlışlık götürmezdi. Babam işinde çok titizdi, özellikle amcalarımın çalıştığı ve araba tamirinin yapıldığı diğer dükkândaki girdi ve çıktıları kontrol ederdi, açık olduğunu görünce bunu sorardı. Fakat bu sorular küçük amcam ile çoğu kez tartışmaya yol açıyordu. Küçük amcamın babama verdiği hesaplar bazen tutmazdı.

Annemin en çok istediği babamın amcalarımla olan ortaklıktan ayrılmasıydı. Çünkü maddi yönden ve iş konusunda sürekli ters düşmeleri sonucu babam üzülüyor ve sağlığı zarar görüyordu. Babam böyle bir ayrılığı hiç istemiyor onların yalnız başına yapamayacaklarını düşünüyordu. “Birlikten kuvvet doğar,” diyor ve birlikte çalışmak istiyordu fakat tek taraflı fedakârlık da olmuyordu. Annem durumdan rahatsız oluyordu. Harcamalar adaletli değildi. Annem ve babam tutumlu davranıyorlardı, babam yatırım yapmak için tasarruftan yanaydı. Amcalarımsa hiçbir zaman bir fedakârlık yapmıyor ağabeylerine güveniyordu. Olan biteni akrabalarımız da görüyordu ve babama “Bu konuda yumuşak olma, konuş,” diyorlardı.

Babamın kardeşlerine gösterdiği sevgi, anlayış, hoşgörüyü amcalarımın suistimal ettiğini, içlerinde sevgi olmadığını gördüm. Sevgi olsa babamı üzmez adaletli davranırlardı. Bencil olmazlardı.

Çocukken ailemde bunları görerek büyüdüğüm için ortaklı iş yapmayı hiçbir zaman istemedim, istemem. Çünkü ortaklıkta insan kendi başına karar alamıyor ve özgür hissetmiyor. Özellikle babamın kardeşleriyle olduğu gibi, birçok konuda tek başına karar veremediğiniz, üstelik adaletli olmayan ortaklıklar hiç yürümez. Böyle sorunlar yaşayınca insanın huzuru olmuyor.

Babam bazen amcalarımla toplantı yapıp iş dönüşünde gergin ve stresli görünüyordu. Bu hem bizi hem de kendisini üzüyordu. Bu yüzden bazı sağlık sorunları yaşamaya başlamıştı. Diyabet tanısı konulmuştu. Annem perhiz yemekleri yapmaya başladı. Babam boğazına düşkün değildi aslında, sonuç olarak hastalığının yemek nedeniyle değil stres kaynaklı olduğunu gördük. Çünkü babam perhiz yaptığı günlerde de yine sağlık sorunları yaşıyordu. Tabii spor da yapmadığı için ancak hafta sonu dışarı çıkarak o stresi atmaya çalışıyordu.

İnsan, kendi sağlığını etkileyecek kişilere hiçbir zaman müsaade etmemeli. Çünkü hayatta en önemli ve kaybedilirse yerine gelmeyecek tek şey sağlıktır. Babamın stres yaşayıp hasta olması bütün ev halkını etkileyip üzdüğü gibi huzurumuzu da kaçırıyordu. Sağlıktan sonra insana en çok gerekli olan huzurdur. Huzur olmadığı zaman istediğiniz kadar maddiyat sahibi olun, gerçekten boş. Çünkü o anda gözünüz hiçbir şey görmüyor.

Ergenlik döneminde bunların farkına varınca ileri yaşlarda sağlık, mutluluk, huzur ve aileniz sizin için her şeyden daha önce geliyor, her şeyden daha kıymetli oluyor. Başkalarına bu huzuru bozacak fırsatı vermiyorsunuz ve ailenize kimse tarafından haksız söz söyletmiyorsunuz.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

KİMSE ERDEM OLMADAN MUTLU OLAMAZ

Sevgili okuyucularım, bu ayki kitap paylaşımım ismi “Kimse Erdem Olmadan Mutlu Olamaz”

Bu kitabın yazarı olan; Cicero, Romalı ideal bir politikacı, hukukçu ve mükemmel bir hatipti. Stoa felsefesinin benimseyen Cicero, iyi bir devletin nasıl olacağı hakkında, dostluk, erdem, yaşlılık ve mutluluk gibi, toplumsal yaşamın hemen her alanında düşünce üretti. Bugün dahi düşünceleri güncel çalışmalara ilham olmaktadır. Roma’nın en çalkantılı siyasi döneminde yaşayan Cicero, dürüstlüğü, adaleti, özgürlük tutkusu ve büyüleyici konuşma tarzıyla dönemimde bir yıldız gibi parladı. Ona göre zalimlik her çağda baş belasıydı.

Şimdi kitaptan bir bölümü sizlerle paylaşıyorum.

“…

Erdemlerin kraliçesi minnettarlıktır. Minnettarlık kelimesi Latince “gratia” kelimesiyle karşılık bulur. Hayatın hızla aktığı modern toplumda ona hak ettiği yeri veremsek de, minnettarlık güçlü bir duygudur.

Minnettarlık bugün psikoloji biliminin de çalışma konularından birisi. Nedir minnettarlık? Bakışlarımızı yaşamın mucizelerine çevirmek ve bizden büyük ve güven veren bir şeyle bağlantı kurmaktır. Minnettarlık hayatla bu şekilde bir bağ kurmamızı sağlarken, acı veren duyguları engeller, huzur, neşe ve empati gibi duyguları ortaya çıkarır. Odak noktamızı “ben”den alır hayatın bütününe kaydırır. Hayatın eksikliklerine değil de, sunduğu fırsatlara doğru bir kapı açar.

Psikoloji araştırmaları minnettarlığın yaşam memnuniyetini ve mutluluğu artırdığını, sağlığımızı geliştirdiğini, stresi azalttığını gösteriyor. Dahası ilişkileri geliştiriyor.

Günümüzden iki bin yıl önce Cicero, bu çalışmalar uyumlu şekilde minnettarlığa vurgu yapmıştır. Ona göre minnettarlık en büyük erdemdir, erdemlerin kraliçesidir.

“Minnettar bir kalp sadece erdemlerin en büyüğü değil, diğer hepsinin ebeveynidir.

Cicero’nun bu sözünü haklı çıkaran araştırmalar var. Minnettarlık oranı arttıkça toplum yanlısı davranışlar ve yardımseverlik artıyor, aynı şekilde kişiler ne kadar minnettarsa aldatma ve hile yapma olasılıkları azalıyor. Özetle minnettarlık iyi bir ahlaki karakterle bağlantılı.

Minnettarlık ayrıca kalpleri ahenkli hale getirerek toplumsal huzuru ve dayanışmayı destekler. Cicero’yu dinleyerek minnettarlığa hayatımıza daha çok yer verebiliriz.

Toplum yaşamının ayakta kalması bile dostluğa bağlıdır.

“Doğadan sevgi ve yakınlık bağı kaldırılsa, hiçbir ev, hiçbir kent ayakta duramaz. Tarım bile yapılamaz”

Peki, dostluğu neden ararız? Güçsüzlük ya da gereksinim için mi? Beklediğimiz şey karşılıklı yardım mıdır? Hayır. Dostluğun daha derin, daha soylu bir nedeni var.

Dostluğa adını veren sevgi, insanların yakınlık duygularıyla birbirine bağlanmasında başlıca nedendir… Dostluğun doğuşunda ondan ne çıkarlar elde edileceği düşüncesinden çok, ruhların sevgiyle bağlanması var.

Bu sevgi iyilikle, ilgiyle ve alışkanlıkla güçlenir, sonunda ruhun ilk kımıldanışı ve yakınlaşması bunlarla birleşir, insanda büyük ve hayran olunacak bir sevgi alevlenir. Yani dostluk çıkar kaygısından doğmaz. Ödül almak kaygısıyla da aranmaz. Gerçek dostluk destek bulmak, yardım görmek kaygısıyla değil, yakınlık ve sevencenlik görmekle ilgilidir. Önce iyi insan olmak, sonra kendine benzeyeni aramak doğru olur.  Kötü günde yanınızda bulunan insan sayısı azdır.”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

NANKÖR İNSAN YAPTIKLARINIZIN DEĞERİNİ BİLMEZ

Sevgili okuyucularım, 16 Mayıs 2022 tarihinde yazdığım “Çürük Meyveler” başlıklı yazımda zamanı geldiğinde nankörlük konusu hakkında yazacağımı dile getirmiştim. İşte bugün o zaman geldi.

Hemen hemen hepimiz hayatımızda nankörlük ile karşılaşmış, bunu yaşamışızdır. Nedir nankörlük? Yapılan iyiliklerin kadrini, kıymetini bilmemektir. Bu bağlamda nankör insan, yapılan iyiliklerden anlamayan insandır. Bu tür insanların hem kendisine hem de çevresine pek yararı dokunmamaktadır.

Her zaman olduğu gibi bu konuda da önce kendimiz ile yüzleşip bugüne kadar bize yapılan iyiliklerin değerini bildik mi bilmedik mi ve bu iyilikleri anladık mı anlamadık mı net olarak ortaya koymamız lazım. Sonra, kimler bize nankörlük etti, gözden geçirmemiz lazım. Sonra da bunlarla ilgili bir farkındalık oluşturup, ruhumuzu arındırmamız, şifalandırmamız gerek.

İnsan ilişkilerinde nankörlükle maalesef sıkça karşılaşılır; ailede, akraba ilişkilerinde, iş yerinde, komşulukta, arkadaşlıkta ve siyasette. İnsan yakınında olan, güvendiği, zaman ve emek harcadığı, değer verdiği birisinden nankörlük görürse daha çok üzülür.

Nankörlüğün içinde vefasızlık da vardır. “Bir kahvenin kırk yıl hatırı vardır,” sözüyle anlatılmak istenen vefa, nankör insanlarda ne yazık ki yoktur.

Nankör insan hiçbir zaman sizin yaptığınız iyiliğin değerini bilmez. Kendine yapılan iyiliği hak olarak görür ve sonunda size “Şunu söyle yapmasaydın,” ya da “Yapılan iyilik konuşulmaz,” der. Yalnız burada ince bir çizgi var. Tabii ki iyilik konuşulmaz fakat yapılan iyilik de unutulmaz. İnsanın her zaman zor durumları olur. Bu zor durumlarda size destek çıkmış birinin iyiliğini unutup, ona değer göstermeyip kıymet bilmiyorsanız o zaman zaten evren size başka şekilde iyilik gelmesini engeller.

Nankör insanlar iyilik yapılmasını iyiliği yapanın görevi olarak görür. Kendi değerbilmezliğinin farkında olmaz da iyiliği yapanın mecbur olduğunu söyler. Akraba da olsa insan iyilik yapmaya mecbur tutulamaz. Bir kere iyilik insanın içinden gelmiyorsa zorla yapılmaz. Zaten kıymet bilmeyene de içinizden iyilik yapmak gelmez, başka yere yaparsınız. Ayrıca böyle insanlar, yaptığınız iyiliği de küçümser “Ne var ki? Herkes yapar bunu,” derler.

Nankör insan iyilikleri gördükten sonra sizinle bir daha irtibat kurmaz, bir hatır bile sormaz, özel günlerinizde sizi kutlamaz. İhtiyacı olduğu zaman ortaya çıkar tekrar sizden yardım ister. Bir gün olsun “Şu kişiler çok zor zamanımda yanımda oldu,” diye aramaz. Hele bir de o zor zamanı atlatıp rahata çıkmış ise siz yaptıklarınızı hiçe sayar.

Ailesine ve kendisine 10 sene boyunca zor zamanlarında şifa ve rehberlik çalışması yaptığım bir arkadaşımı kendi davranışıyla yüzleştirdiğimde bana olumsuz davranışta bulundu. Ben de “Peki, 10 senedir benden rehberlik alıyordun şimdi yüzleştiğin için mi böyle davranıyorsun? Benim şifalandırma yöntemim yüzleştirmektir,” dedim. İşte burada yapılan nankörlük çünkü verilen emeğin hiçe sayılması, yapılan işin değerini bilmeden olumsuz bir davranış sergilenmesi söz konusu. Yıllarca yaptığınız iyiliği bir gün yapmadığınız zaman o kişi size nankörlük mü gösterecek? Karşılığı bu mu olmalı?

İş yerinde iş arkadaşınıza yardım edersiniz ama bunun değerini bilmez, emeğinizi hiçe sayarsa bir gün tekrar yardım istediğinde artık yardım etmek istemezsiniz. Yine kendimden örnek vereyim. Çalıştığım şirkette bir arkadaşımın yetiştirmesi gereken işine yardım etmiştim. Müdürler o işi değerlendirirken o arkadaşım hakkında tabii ki pozitif görüş bildirdi ve arkadaşım müdürlere bu işin yetişmesi için yardım aldığını söylemedi. Çünkü kendisi takdir almak ve kendini göstermek istedi. Bu, aslında bir emek hırsızlığı oluyor. Böyle bir durumla karşılaşınca artık yardım etmek de istemiyorsunuz.

Aynı şekilde iş yerinde bir arkadaşım bazı özel sebeplerden dolayı belli bir süre çalışmayacaktı. Maddi ihtiyaçtan dolayı işinden olmaması için yerine eleman alınmasını istemedim. “Ben onun da işlerini yaparım,” dedim müdürüne. Bu arkadaşım bunu bildiği hâlde ben işte çıkarıldığım zaman bir gün arayıp sormadı. İşte bu yapılan, iyiliği unutmaktır.

Ama tabii iyilik gibi nankörlük de insanın kendi yerini belirler. Değer veren ile değer vermeyene aynı gözle bakılmaz. Çünkü aynı gözle bakıldığı zaman değer verenin hakkı yenmiş olur.

Nankör insan, iyiliğinize rağmen size kötülük yapar. Sizi sömürür. Baktı ki siz vicdanlı ve merhametlisiniz her türlü şekilde sömürür, siz verdikçe o alır ama yaptığınızın kıymetini bilmez.

Birisi bana “Sizin kıymetinizi biliyorum,” dedi. Ben de ona şunu söyledim:

“Hep ihtiyacın olduğu zaman bana geliyorsun. Bir gün benim hatırımı sordun mu? Bir gün özel günümü kutlamak için telefon açtın mı mesaj yazdın mı? İçinden gelip bir hediye alıp verdin mi? Kıymeti davranışlar gösterir. Öyle söylemekle ya da işin düştüğü zaman gelmekle olmaz,” dedim.

Yine yaşadığım bir olaydan bahsedeyim. 2016 yılıydı, bir arkadaşımın kızı, İtalya’ya okumak için gidecek fakat babası izin vermiyor. Sonunda benden bununla ilgili şifa çalışması talep etti, ben de elimden geleni yaptım. Sonra kızı İtalya’ya okumaya gitti. Bir gün görüştüğümüzde yanımızdaki ortak arkadaşımız dedi ki “Ne kadar akıllı kızın var. Hedeflerini gerçekleştirdi, babasını da ikna etti.” Arkadaşım sesini çıkarmadı, orada benim yaptığım çalışmayı söylemedi, “Burada bu çalışmada yapıldı, bu emek de var,” demedi. Bu, sizin emeğinizi hiçe saymak ve vefa göstermemektir.

Ben bunu şifa yaparken bazı insanlarda gördüm. Yok, “Sen yapmadın başkası yaptı,” yok “Senden önce başkası rehberlik verdi, o da söyledi.” Daha neler neler… İşte bunlar, kıymet bilmeyip nankörlük yapan insanlar. Bunları görünce sonra zaten böyle insanlara bir şey yapmak istemiyor insan, çoğu zaman da ruhlarını görüp baştan “Hayır,” diyor.

Oscar Wilde, “Nankör insan, her şeyin fiyatını bilen fakat hiçbir şeyin değerini bilmeyen kimsedir,” der.

Nankörlüğü sadece insan ilişkileriyle de sınırlamamak gerek. Bir eşyanın hatta yaşanan şehrin, ülkenin değerini bilmemek de nankörlüktür. Her şeyi para ile satın alınacağını ve hiçbir şeyin sonsuz olmadığını düşünmek ne büyük yanılgıdır. Kullandığınız eşyaların kıymetini bilmediğinizde o eşyalara nankörlük yapmış oluyorsunuz. Sizin için hazırlanmış bir yiyeceğe, verilen hediyeye hak ettiği kıymeti göstermediğinizde aslında hem nankörlük etmiş hem de kendinize karşı olumsuz davranmış olursunuz.

Yaşadığı ülkeye zarar veren insanların yaptığı nankörlüktür.

Kamu malına, doğaya ve doğal kaynaklara zarar verip hor kullananların yaptığı nankörlüktür.

Vefalı insan tek bir zararınızı görse de yaptığınız iyilikleri unutmaz, bir çırpıda sizi silmez. Nankör insana ne yaparsanız yapın yine nankörlüğü devam eder, ta ki siz yapmaktan vazgeçinceye kadar.

Tabii siz yine de birkaç nankörlük gördünüz diye iyilikten asla vazgeçmeyin. Çünkü evren her zaman negatif ve pozitif olarak dönüş yapar.

İnsan olmanın bir tanesinde hiçbir zaman nankör olmayacaksın.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

TEBESSÜM

Sevgili okuyucularım, bu ayki bilge hikâyemiz ile beraberiz.

Bazen kendi kendimize yolda gördüğümüz insana tebessüm etmiş olsam ne olacak diye düşünürüz. Ya da bir tebessümden o insanın o anda üzüntüsü mü gidecek diye düşünürüz. Aslında bir tebessüm bir ilaç gibi şifa olacağını bilemeyiz. İnsanları iyi hissetmesine neden olan bir davranıştır tebessüm.

Bilgelik hikayemiz sizlerle…

Küçük kız, hüzünlü bir yabancıya gülümsedi. Bu gülümseme adamın kendisini daha iyi hissetmesine sebep oldu. Bu hava içinde yakın geçmişte kendisine yardım eden bir dosta teşekkür etmediğini hatırladı. Hemen bir not yazdı, yolladı. Arkadaşı bu teşekkürden o kadar keyiflendi ki, her öğlen yemek yediği lokantada garsona yüklü bir bahşiş bıraktı. Garson, ilk defa böyle bir bahşiş alıyordu. Akşam eve giderken, kazandığı paranın bir parçasını her zaman köşe başında oturan fakir adamın şapkasına bıraktı. Adam öyle ama öyle minnettar oldu ki… İki gündür boğazından aşağı lokma geçmemişti. Karnını iki günden beri ilk defa doyurduktan sonra, bir apartman bodrumundaki odasının yolunu ıslık çalarak tuttu. Öyle neşeliydi ki, bir saçak altında titreyen köpek yavrusunu görünce, kucağına alıverdi.

Küçük köpek gecenin soğuğundan kurtulduğu için mutluydu. Sıcak odada sabaha kadar koşuşturdu. Gece yarısından sonra apartmanı dumanlar sardı. Bir yangın başlıyordu. Dumanı koklayan köpek öyle havlamaya başladı ki, önce fakir adam uyandı, sonra bütün apartman kalktı. Anneler, babalar dumandan boğulmak üzere olan yavrularını kucaklayıp, ölümden kurtardılar. Bütün bunların hepsi, bir TEBESSÜM’ün sonucuydu…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

ÇOCUK DA HAKKINI SAVUNABİLMELİ

Sevgili okuyucularım, bir hafta aradan sonra yine anılarla birlikteyiz. Genç kız olma yolunda ilerleyen ve artık ortaokul ikinci sınıfa giden öğrenci sandıktan bir anıyı daha serbest bırakıyor.

Kış mevsimi gelmiş, İstanbul beyaza bürünmüştü. O kış en çok babamın yüzü gülüyordu çünkü yoğun kar yağışı nedeniyle kar lastiği ve zincir satışları artmıştı. Ben de mutluydum, karların içine gömüle gömüle okula gitmeyi çok seviyordum. Arkadaşlarımla yol boyunca neşe içinde kartopu oynuyorduk. Bazen kendimizi öyle kaptırıyorduk ki zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorduk. Bu sefer okula geç kalma korkusuna kapılıyorduk. Aslında okula trenle gidiyorduk ama kış şartlarında seferler sıkça aksadığı için yürümeyi tercih ediyorduk. Böyle havalarda derslere geç kalmamak için yürüme önerisi benden geliyordu, “İstasyona gitmeden direkt evden çıkıp yürüyelim,” diyordum. Arkadaşlarım da kabul ediyordu.

Ablamı, amcam arabayla üniversiteye bırakıyordu. Ağabeyimin okulu eve 15 dakika yürüme mesafesindeydi, erkek kardeşim de okula servisle gittiği için böyle havalarda onlara sorun olmuyordu. Ben öğlenci olduğum için tabii ki sabah babam bırakmıyordu. Bu durumdan şikâyet etmiyordum aksine daha mutlu oluyordum çünkü vasıtaya binmeyi pek istemiyordum. Yürümeyi tercih ediyordum.

Bu arada ablam ile öğretmenler hakkında konuşuyordum. Ablam aynı okulu bitirdiği ve bazı derslerime gelen öğretmenler ablamın da öğretmeni olduğu için onların hakkında bir fikri vardı. Fakat bu öğretmenler hakkındaki değerlendirmelerimiz genellikle birbirinden farklı oluyordu. Ablam, öğretmenleri daha çok verdikleri notlar ve dış görünüşleri; giyim kuşamları ile değerlendiriyordu. Ben ise daha çok sınıftaki davranışlara göre değerlendirme yapıyordum. Öğretmenin öğrencilere nasıl davrandığı, ders anlatma biçimi benim için daha önemliydi. Öğretmenin dış görünüşüne önem vermezdim. Sert bir üslup ile ders anlatan bir öğretmen en şık kıyafetleri giyse bile bende iz bırakan giysileri değil sert tavrı olurdu. Tabii ki bir öğretmenin bakımlı olması iyi bir şey ama önemli olan dersleri güzel üslupla ve çok ayrıntılı anlatmasıdır.

Kimi öğretmen not verirken de sertti. Derler ya, “Bir notu kırmak için bir virgüle bile bakar,” diye, işte bazı öğretmenler öyleydi. Bazı öğretmenler de birkaç öğrenciden hoşlanmaz, onları daha yakın takibe alır ve not verirken o öğrencilerin ders durumuna değil davranışlarına göre değerlendirme yapardı. Bazı öğretmenler öğrencilere konuşması için söz hakkı bile vermez, kendi davranışlarının doğru olduğunu göstermek isterdi.

Aslında o zaman öğrenci konumunda bulunmak ve yaşın da küçük olmasının etkisiyle öğretmenlerin hep doğruyu bildiğini düşünüyor insan ve onları haklı görüyor. Bir de aileden “Sakın öğretmenlerine cevap verme, sessiz kal,” diyerek büyüklere cevap vermenin saygısızlık olduğu öğretilmişse haklı da olsanız hiçbir şekilde kendinizi ifade edemiyorsunuz. Oysa haklıyken konuşamamak o kadar zor bir şey ki. O anda öyle bir duygu oluyor ki sanki kendi düşünceniz, davranışınız yanlış ve yalan söylüyormuşsunuz gibi hissediyorsunuz. Çocukken bunu yaşadığınızda ileri yaşlarda kendinizi ifade ederken büyüklere karşı sürekli bir savunma mekanizması oluşturuyorsunuz. En ufak bir hatanızda bile “Bunu nasıl yaparsın?” diyecekleri endişesiyle suçluluk duygusu yerleşiyor ve haklı iken bir anda haksız duruma düşüyorsunuz.

O yıllarda özellikle aldığım nota itiraz etmek istesem bile “öğretmen haklıdır” düşüncesi gereği “Kâğıdımı görmek istiyorum,” diyemezdim. Ayrıca bazı öğretmenlerin öğrencilerle alaycı üslupla konuşmasına şahit olduğum hâlde “Neden böyle konuşuyorsunuz?” deme hakkına sahip olmadığımı düşünürdüm, sessiz kalmak zorunda kalırdım çünkü büyüklere karşı hakkını savunmanın saygısızlık olduğu öğretilmişti bize.

O yaşlarda zihninize kazınan bu öğreti ileri yaşlarda haklı iken de kendinizi haksız görmenize ve savunmayıp sessiz kalmanıza neden oluyor. Ancak nerede sessiz kalmanız nerede hakkınızı savunmanız gerektiğini öğrendiğinizde ve bilinçaltındaki bu olumsuz olayı şifalandırdığınızda bu sefer hayatınızda almanız gereken hakkınızı almaya başlıyorsunuz. Haklı olduğunuz bir konuda ister en sevdiğiniz arkadaşınız olsun ister kardeşiniz ister akrabanız; onlara karşı kendiniz savunuyorsunuz. Hakkınızı istiyorsunuz.

Aslında ailem büyüklere ve genel olarak insanlara karşı saygılı olmak konusunda güzel bir şey öğretmişti. Elbette büyüklerle konuşurken kötü üslup kullanmak veya ukalalık yapmak saygısızlık olur. Fakat en doğrusunu büyükler bilir düşüncesi de doğru değildir. Ayrıca kendi hakkını korumak için veya şüphe ettiği bir konuda soru sormaktan çekiniyorsa o çocuk kendine olan güvenini nasıl geliştirecek? Yazılı kâğıdımı görmek istiyorsam bu benim çok doğal hakkımdır. Nereden not kırılmış onu gözlerimle görmek ve bir daha aynı hatayı yapmamak için bu hakkımı kullanabilmeliyim. O zamanlar tabii ki egoyu bilmediğim için bazı öğretmenlerin egolu davranışta bulunduklarını sonradan fark ettim. Hatta öğrenciler arasında ayrım yaptıklarını, kimilerine sert davranırken kimilerine tolerans gösterdiklerini de.

İnsan çocukken haklı olduğu durumlarda bile sessiz kalırsa suçluluk duygusu bilinçaltına yerleşir. İleri yaşlarda bu travmayı çözmediği sürece de her olayda kendini haksız görür ve suçlu hisseder.

Sessiz kalmak insanın içinde birikime yol açıyor. Her şey zamanında söylenmelidir. Tabii ki hakkını savunmak kimseye hakaret etmeden, güzel üslupla ve nezaket çerçevesinde olmalıdır.
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

BARIŞ BENİM İLE BAŞLAR – 15

Sevgili okuyucularım, bu ay ki “ho’oponopono” adı verilen bir arınma çalışmasını paylaşıyorum. Bu ay da farklı konular için aynı şekilde yapmanız gereken bu arınma çalışmasını dört madde hâlinde paylaşıyorum. Düzenli olarak yaptığınızda gerçekten kendinizde inanılmaz bir olumlu değişiklik göreceksiniz. Özellikle zihniniz, ne kadar berraklaşırsa o kadar huzurlu olur. En önemlisi berrak bir zihin her zaman doğru karar almanızı sağlar. Çünkü zihin olumsuzluklarla dolu olduğu zaman doğru karar bile alamıyorsunuz. Disiplin ve azimle yapılan çalışmalardan her zaman olumlu karşılık alınır. Çalışmaya geçmeden önce bununla ilgili kısa bir bilgi vermek istiyorum. Geçen ay bu bilgiyi paylaşmıştım fakat belki ilk defa okuyacak olanlar vardır. Onlar için yinelemekte fayda görüyorum.

Ho’oponopono yöntemi; karşımızdaki insanın yaşadığı bir sorunu duyduğumuz, öğrendiğimiz anda bizim sorunumuz olarak algılayıp kendi içimizde bundan arınarak karşımızdakini de arındırma yolunu öğretiyor. Sadece insanları değil her şeyi arındırıp temizlemenin yoludur bu. Olumsuz durumlardan kurtulmanın bir yöntemidir.

Ho’oponopono, Havai halkının kullandığı bir kendini arındırma yöntemidir. Bu yöntemi Joe Vitale’in kitabı “Zero Limit” aracılığı ile batı dünyasına tanıtan ve meşhur eden kişi Dr. Ihaleakala Hew Len oldu. Doktorasını Iowa Üniversitesi’nde yapmış olan Dr. Ihaleakala Hew Len, uzun yıllar Havai Devlet Hastanesi’nin suç işleyen akıl hastaları ile ilgilenen adli biriminde uzman psikolog olarak çalışmış. Hastalarıyla elde ettiği mucizevi sonuçlar çok ilgi çekmiş. Kullandığı yöntemler öyle etkiliymiş ki zamanla yatan hastaların tümü taburcu edilmiş, sonunda dört yıl içinde birim kapatılmış. Dr. Len’in kullandığı bu yöntem, 1982 Kasım’ından beri güncelleştirilmiş Ho’oponopono uygulaması yapan Hawaiili şaman Morrnah Nalamaku Simeona sayesinde ortaya çıkmış. Tüm dünyada bu yönteme ün kazandıran, öğrencisi Dr. Ihaleakala Hew Len ve Joe Vitale oldu.

Şimdi çalışmaya geçelim:

1)Hayatımda tehlikeli ve zorlayıcı durumlar yaratabilecek içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono“

Seni seviyorum

Özür dilerim

Lütfen beni affet

Teşekkür ederim.

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

2) Fiziksel, duygusal, zihinsel ve ruhsal olarak özgürleşmemi engelleyen içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono”

Seni Seviyorum

Özür Dilerim

Lütfen Beni Affet

Teşekkür Ederim

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

3) Yaşamımdaki olasılıkları kolaylıkla görmemi ve en doğru olanı hızla seçmemi engelleyen içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono”

Seni Seviyorum

Özür Dilerim

Lütfen Beni Affet

Teşekkür Ederim

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

4) Hayatımda dramalar yaratma, dramaları sürdürme isteğimi ve ihtiyacımı yaratan içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono “

Seni seviyorum

Özür dilerim

Lütfen beni affet

Teşekkür ederim.

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

Kaynak: Dr.Ihaleakala Hew Len ve Berna Özcan

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

YARGILAMA YERİNE FARKINDALIK VERMEK

Sevgili okuyucularım, bu hafta yargılama konusuna değineceğim. Bugüne kadar hayatımızda kimleri yargıladık, kimler tarafından yargılandık? Bu yüzden neler hissettik, neler hissettirdik? Bu sorulara verdiğimiz yanıtla hem üzdüğümüzü hem de üzüldüğümüzü görürüz. Üzmek ve üzülmek istemiyorsak insanları yargılamak yerine onlara farkındalık vermeliyiz.

Önce “yargılama” kelimesinden ne anladığımıza bakalım. Çoğu insan yargılamayı eleştirmekle karıştırıyor ve insanın hatasını veya yanlışını söylemek olarak yorumluyor. Oysa eleştiride hata ve yanlışın nedeni bilinirken, yargılamada kınayan kişinin diğeri hakkında hiçbir fikri yoktur. Bu yüzden bir insanı yargılamadan önce yaşadıklarına, şartlarına bakmak gerekir. İşte o şartları bilmeden bazen insanlar başkalarını yargılarken “İyi olmasını istediğim için, hata yapmasını istemediğim için” gibi kılıflar uydururlar. Aslına bakarsanız, birinin iyi olmasını, hata yapmamasını istiyorsanız ona farkındalık vermelisiniz ki o hatayı bir daha tekrarlamasın. Bu da ancak yeni yollar göstererek, yeni ufuklar açarak olabilir.

Başkalarını yargılamanın temelinde kibir yatar. Yargıladığınızda sizde nasıl bir düşünce ve nasıl bir his uyandırdığına bakarsanız ne demek istediğimi anlayacaksınız. Şimdi, elinize kâğıt kalem almanızı rica ediyorum. Kâğıda geçmişte kimleri, ne için ve nasıl yargıladığınızı, kimleri hâlâ yargılamaya devam ettiğinizi, hayatınızda bu kelimenin ne kadar yer kapladığını listeleyerek “Bunu neden yapıyorum?” sorusunu sorun kendinize. Bu arada amacımız bu konuda kendimiz ile yüzleşip altında yatan o duyguyu ve düşünceyi şifalandırmaktır. Bu çalışmayı yaptığınız zaman hayatınızda bu olumsuz davranış biçimine boş yere ne kadar çok yer verdiğinizi göreceksiniz. Aynı zamanda yargılama ile ilgili önce kendinizde bir farkındalık oluşturup hayatınıza geçirdiğinizde hayatın nasıl kolaylaştığını da göreceksiniz.

Nasıl bir farkındalık geliştireceğinizi ve başkalarına da nasıl farkındalık vereceğinizi paylaşmadan önce yargılama ile ilgili sizlerin de belki bildiğiniz birkaç söz paylaşmak istiyorum.

“Kimseyi geçmişi ile yargılama, unutma elmas da işlemeden önce bir parça kömür idi.” (Hz. Mevlânâ)

“Bir kitabı asla kapağına göre yargılama.” (Ray Bradbury)

“Eğer beni yakından tanımıyorsan uzaktan yargılama hakkına sahip değilsin!” (Bob Marley)

“Önemli olan yargılamak değil; anlamaktır.” (Baruch Spinoza)

“İnsanları yargılarsan onları sevmeye zamanın kalmaz.” (Rahibe Teresa)

“Hiç kimseyi kolay kolay yargılamayın. İnsanların içindeki yangınları, savaşları, acıları, ölümleri bilemezsiniz. Anlamaya çalışın, yardım edin, dinleyin ama asla yargılamayın. O insanın geçtiği yolları bilmeden onun yolunu kınamayın.” (La Edri)

Sevgili okuyucularım, yukarıda yargılamanın kibirden kaynakladığını belirttim. Daha önceki yazılarımdan hatırlayacaksınız; kibir negatif bir duygudur ve içinde sevgi barındırmaz. Bu yüzden yargılamak da sevgisizliğe gider. Dikkat ederseniz, başkalarını sürekli yargılayanların, mutsuz insanlar olduklarını göreceksiniz. Sürekli başkalarını kınayan insan, kendisi mükemmel olduğu için mi kendi hatasını ötmek için mi bunu yapıyor? Çevrenizde böyle insanlar varsa onlara bir de bu açıdan bakmanızı öneririm.

İnsanların en büyük yanılgısı tanımadan veya öğrenmeden kendi pencerelerinden gördükleriyle başkalarının hayatları ve davranış nedenleri hakkında hüküm vermesidir. Şimdi, nasıl peşin hükümler verilebildiğine ve bu yanlış tutumun nasıl dönüştürülebileceğine örneklerle bakalım.

Bir arkadaşınız eğitimini yarım bırakmış, bu yüzden de iyi bir işi yok. Siz hemen onun tembel olduğu için okulu bitiremediğini söylerseniz onu yargılamış olursunuz. Yapmanız gereken neden eğitimini tamamlayamadığını öğrenmektir. Arkadaşınız olduğu için bunu öğrenme şansınız vardır. Kendisine uygun biçimde sorup alacağınız yanıta göre farkındalık verebilirsiniz. Hiçbir şey için geç olmadığını, isterse eğitimini bugün de tamamlayarak daha iyi iş imkânları ve daha iyi para kazanma şansı elde edebileceğini, bu eğitimi tamamlayacak potansiyeli olduğunu söyleyebilirsiniz.

Hiç yemek yapmamış bir kişi hakkında “Hiç mutfağa girmemiş, yapsa bile kim bilir nasıl olur?” demek yerine “İlk olarak bu yemeği yaparak bu işe başlayabilirsin, şartların uygunsa yemek kursuna gidip güzel şeyler öğrenebilirsin veya yemek kitabı alarak okuyup yemek yapabilirsin,” diye farkındalık verebilir, cesaretlendirebilirsiniz.

Korkuları olan insanları hemen yargılamak yerine o kişiye farkındalık verip o korkularının şifalanmasını sağlayabilirsiniz veya öfkesi olan bir insanı bu yüzden yargılamak yerine öfkenin her şeyden önce kendisine sonra da etrafa zarar vereceğini hatırlatarak farkındalık kazanmasını sağlayabilirsiniz. Başarısız bir insanın başarısızlığı ile alay etmek yerine neden bu duruma düştüğüne farkındalık getirerek bakmak gerekiyor.

Hiç seyahat etmemiş bir insanı “dünyadan bihaber” diye yargılamadan önce neden seyahat etmediğini öğrenmek gerekir. Öğrenme şansınız yoksa hiç yargılamayın çünkü neden seyahat etmediğini bilemezsiniz. Belki maddi açıdan gücü yoktur belki korkuları vardır; bir yerde kalamıyordur belki de ailesinde yalnız bırakıp gidemediği biri vardır. Eğer nedeni biliyorsanız o nedenler konusunda nasıl çözümler üretebileceğine dair farkındalık ile yol gösterebilirsiniz.

Bir insanı yargıladığınızda Allah’ı yargılamış oluyorsunuz. Örneğin çocuğu olmayan insanlar hakkında “Çocuğun duygularını anlamaz, çocuk sevgisini bilmez, çocuğa nasıl davranacağı bilmez,” demek bir yargılamadır. Hâlbuki önce düşünülmelidir; bu insan neden çocuk sahibi değil. Üstelik sadece çocuk sahibi olan insanlar mı çocukların duygularından anlıyor. Belki o insan kimsesiz çocuklar için bir dernekte bir vakıfta çalışıyordur. Belki çocuk ruhunu herkesten iyi anlıyordur. Allah’a inancı olan, evladı verenin de alanın da Allah olduğunu bilerek davranmalı, “Benim evladım,” diyerek sahiplenmemeli. Çünkü evladın da sahibi Allah’tır. Hiç kimse hiçbir şeyin sahibi değildir. İnsan kibrini konuşturursa yarın öbür gün kendi evladına ne olacağını bilemez. Çünkü burada Allah’ı yargılamış, Allah’a karşı kibrini konuşturmuş olur.

Bazen iflas etmiş insanlar hakkında hemen “Nasıl bu hatayı yapar? Hiç aklını çalıştırmadı, önlemini almış olsaydı,” diye konuşmalar başlar. Aslında iflas ettiğinde ne şartlarda olduğuna kimse bakmaz. Oysa yapılması gereken bundan sonrası için o insanın ne yapabileceği konusunda farkındalık verip sorunu çözmesine yardım etmektir.

Bir insanın kiloları hakkında konuşmak, alay etmek yerine, o insan da isterse sebeplerini bulmak için farkındalık getirip sorununu çözmesine yardımcı olunabilir.

Kendisinden yaşça büyük veya küçük biri ile evlenmek isteyen insanları yargılamak yerine nedenini öğrenip eğer kendisi de talep ediyorsa fikir verilebilir. Nedeni öğrenilemiyorsa bırakın yargılamayı, fikir bile beyan edilmemelidir.

Bir arkadaşınızın evleneceği kişiyi veya sevgilisini tanımadan yargılamak, onun anlattıklarıyla yorumlayıp kötülemek yanlıştır. Çünkü farkındalık vermekle kötülemek aynı şey değildir. Bunu daha güzel yolu vardır. “Bu insanı niçin tercih ettin? Sen kendi kendini tanıyor musun yoksa korkuların yüzünden mi hayatında birisinin olmasını istiyorsun veya aile, çevre için mi tercih ediyorsun?” gibi sorularla gerçeği öğrenerek arkadaşınıza farkındalık verebilir, onun göremediği açıdan meseleye bakmasını sağlayabilirsiniz.

İletişim bozukluğu olan ya da konuşması anlaşılmayan birini yargılamak yerine ona kitap okuma veya çeşitli kurslara gitme önerisinde bulunarak farkındalık verirsiniz. Yolda giderken gördüğünüz insanların yüzlerine, yürüyüşlerine, dış görünüşlerine, giyimlerine bakarak yargılıyor musunuz? Hiç tanımadığınız sadece yolda geçerken görüp yargıladığınız kaç kişi var?

Bir arkadaşım ihtiyacı olan birine vicdanının sesini dinleyip yüksek miktarda borç para veriyor fakat o kişi borcunu ödemiyor. Başka bir arkadaşı borç vereni “İnsan o kadar parayı verir mi?” diye yargılıyor ama sonra bir gün kendisi daha yüksek bir meblağı başkasına borç verip geri alamıyor. Kınayan kınadığını yaşıyor.

Bazı insanlar çocukken yaşadıkları şeylerle ilgili olarak ailelerini yargılarlar. “Böyle eğitim alsaydım ya da bana böyle davranmış olsaydı böyle olmazdım,” derler sürekli. Empati yapıp neden o imkânların verilemediğini düşünmezler. Burada ailelere de önemli görev düşüyor. Ebeveynler kendi ailelerinde gördüklerini çocuklarına vermeye çalışırken nedenlerini de anlatmaları gerekir. Çocuğun bunu bilmesi, idrak etmesi gerekir ki aileyi yargılamasın.

Bir insan yanlış yolda gidiyorsa kınamak yerine farkındalık verip o yanlış yoldan çıkarabilirsiniz. Bir insanın yanlışını söylerken alay etmek, küçümsemek, onun yeteri kadar idrak etmediğini veya farkındalığı olmadığını gösteren işaretler yapmak da yargılamaktır. Arkadaşınızı hem sevip hem de yargılayamazsınız. Bu nedenle onun yanlışı söylerken amacınız farkındalık edinmesini sağlamak olmalıdır.

Şükretmeyen bir insanı yargılamak yerine şükrettiği zaman kendini daha mutlu hissedeceğini, daha kötü şeyler yaşamadığı için kendisini şanslı sayması gerektiğini söyleyerek elindeki olanaklara dair farkındalık vermek daha doğru bir yaklaşım olacaktır.

Yargılama çözüme gitmez, farkındalık vermek çözüme gider. Yargılama negatiftir, farkındalık vermek pozitiftir.

Bir insanın nasıl bir hayat yaşadığını, hangi şartlardan geçtiğini maddi ve manevi imkânlarını bilmeden onu yargılamanız size bir şey kazandırmaz.

Aksine yargılama ile karma alınır.

Başkasında kınadığınız şeyler gün olur sizin de başınıza gelir.

Farkındalığı olan insan ise hep yol çizer.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN