Hayat akıp giderken yüreğimizde, aklımızda tortular, izler bırakıyor, biriktiriyor ve hepsi iyi ya da kötü, birer anıya dönüşüyor. Yaşanmışlıklar arttıkça geriye dönüp bakmalarımız da daha sıklaşıyor. Bir koku, bir ses, bir isim, bir şarkı, bir eşya hatta bazen bir dokunuş yıllar öncesine götürüyor bizi. İçimizden duygular taşıyor ve biz kimi zaman onu kendimize saklamayı tercih ediyoruz kimi zaman da eşimizle dostumuzla paylaşmak istiyoruz.
Ben de çocukluğumdan bugüne yaşadığım iyi ve kötü anıları web sayfamda yazmaya karar verdim. Geçen yıldan beri de bu kararıma sadık kalmaya çalışıyorum. Çünkü bazen söylemek istediklerimizi söyleyemeyiz, bunun için ya şartlar elverişli olmaz ya da fırsat bulamayız. En güzeli insanın bütün duygularını ve düşüncelerini yazıya dökmesidir. Nasıl yazarım, diye de düşünmemek gerek. İnsan, kalemi eline bir kez aldı mı yazacak o kadar çok şey buluyor ki bu defa da hangisini yazsam, diyor.
İlkokul üçüncü sınıftaki anılarımı anlatmaya kaldığım yerden devam edeyim. O, dokuz yaşındaki çocuk, çoktan sandığın başına geçti bile. Elinde sıkıca tutuğu anahtarla sandığın kapağını bir an önce açmak için sabırsızlanıyor. Bakalım bugün neler çıkaracak içinden?
…
Mevsim yavaş yavaş kıştan ilkbahara doğru yol alıyordu fakat kar yerden kalkmamıştı. O karlı havalarda en büyük keyfimiz bahçemize koşup kardan adam yapmaktı. Kardeşim, ağabeyim ve ben, mahalledeki ve apartmandaki arkadaşlarımızla, bahçede karların üzerinde yuvarlanır hatta birbirimizi karın içine gömer, kartopu oynardık. O kadar mutlu olurduk ki soğuğu, zamanın nasıl geçtiğini fark etmezdik. Ta ki annem pencereden seslenip, “Haydi, akşam oldu, çok soğuk, hasta olacaksınız, yeter,” diye eve çağırıncaya kadar. Yine de şartları zorlar, oynamaya devam ederdik. Ancak babam işten döndüğünde yukarı çıkardık. Bu bizim için beraber sofraya oturup yemek yeme zamanı demekti. Çünkü babamın birinci prensibi yemek yerken bütün ailenin sofrada olması gerektiğiydi. O sofraya birlikte oturulup birlikte kalkılacaktır. İyi ki de öyleymiş… Aynı masa etrafında ailece yenilen yemeklerin lezzeti hiçbir şeyde yoktur.
Biz yine oyunlara dönelim. Bazen çok yağmur yağdığında ve çok soğuk olduğunda dışarıya çıkıp oynayamazdık. O zaman da evin içinde oynardık. Ben dokuz, kardeşim sekiz yaşında olmamıza rağmen bizi oyunlardan kimse vazgeçiremiyordu. Ağabeyim de bize top ile ya da bilgi oyunlarında katılıyordu. En çok da neyi seviyordum biliyor musunuz? Tabii ki spor. Hele de top ile yapılan bütün sporları. Daha üç dört yaşımdayken ağabeyimin arkadaşları ile yaptığı futbol maçında kalede durduğumu anımsarım, ayrıca kardeşimle sürekli maç yapardık ve bunlar dokuz yaşımda da aynen devam ediyordu. O zamanlar bir banka top şeklinde kumbara veriyordu. Okul dönüşü bankadan o kumbaraları alıp eve getirmiştik. Soğuktan dışarı çıkamadığımızda o kumbarayla maç yapardık ağabeyim ve kardeşimle.
Annem evde maç yapmamızdan hiç hoşlanmazdı çünkü yanımızdaki ve alt kattaki komşuları rahatsız ettiğimizi düşünürdü. Bu yüzden evde olmadığı zamanlarda gürültü yapmayalım diye topları saklardı. Bir defasında gürültü yapmadan oynayacağımıza söz vererek topumuzu istedim annemden. Annem, hayır cevabını verdi. Daha o yaşlarda bile, bir kez hayır cevabı aldım mı bir daha üstelemezdim ama çözüm bulmaktan da hiç vazgeçmezdim. Annem yokken nasıl top oynayacağımız konusunda da bir çözüm ürettim. Ağabeyime ve kardeşime, “Merak etmeyin bize gene top ile oynayacağız,” dedim. İnanamadılar ve “Nasıl olacakmış o?” dediler. Ben de “Annemin kullanmadığı temizlik bezleri ve dikişte kullandığı kumaşlardan artan parçalarla top yapacağım. Üstünü iple bağlayacağım ve oynayacağız. Ses de çıkarmaz. Sadece biraz ev tozlu olursa annem o zaman anlayabilir,” dedim. Topu saklayacağımız yeri de gösterdim. Kabul ettiler. Çünkü paramızla dışarıdan top alıp saklasak bile annem gene anlayacak. Ben aynen söylediğim gibi kumaşlarla ve temizlik bezleriyle top yaptım. Annem gezmeye gidince bezden topumuzu çıkarıp salonda maç yapıyorduk. Salonumuz çok büyüktü, maç yapmak için çok uygundu. Annem gelmeden yerin tozunu da alıyordum. Bir de pazar günleri sabah yatakta birbirimize top atıyorduk. Ablamın odası ayrı olduğu için bizim böyle bir oyun oynadığımızdan onun da haberi yoktu. Tabii bazen hem güldüğümüz hem de topu birbirimize atıp yakalayamadığımızda gürültü de oluyordu. Annem veya babam odamıza gelince hemen yatağın altına koyuyordum topu ve gürültünün nedenini sorduklarında da “Aramızda şakalar yapıyoruz,” diyorduk. Bir de televizyonda çok komik skeçler ve diziler oluyordu, ağabeyimin onları anlattığını söylüyorduk anneme ve babama.
Bu tabii ki böyle devam edince bir gün annem anladı. O gün annem gezmeye gitmişti, ablam da üniversiteye gittiği için o saatlerde evde olmuyordu. Yine maç yaptık. Annem döndüğünde odayı tozlu hâlde gördü. Çünkü oyuna öyle dalmıştık ki odayı temizlemeye vakit kalmamıştı, üstelik kardeşim de ter içindeydi. Annem kardeşime, “Siz top mu oynuyorsunuz?” diye sordu. Babam bize çocukluğumuzdan beri “Ne olursa olsun hep dürüst olacaksınız, hiç yalan söylemeyeceksiniz,” diye nasihat ederdi. O yüzden kardeşim gerçekleri olduğu gibi anlattı ve topları sakladığım yeri gösterdi. Annem topları aldı ve “Bundan sonra top oynayacaksanız dışarıya gideceksiniz. Hava soğuk da olsa kimseyi rahatsız etmeyeceksiniz” dedi. Biz tabii ki kabul ettik.
Hayatım boyunca istediğim bir şey olmadığında tekrar nasıl isterim, demek yerine ben bunu nasıl elde ederim, diye kendi yaratıcılığımla sonuca ulaşmaya çalıştım. Bir kere hayır yanıtı aldığımda ikinci kez kendim için bir şey istemedim, çözüme odaklandım. Hedefim top ile oynamak ve mutlu olmaktı, bu yüzden annemin yasaklaması beni mutsuz etmemişti, elimdekilerle yetinmeyi tercih etmiş, kendimce bulduğum çözümle karamsarlık yerine mutluluğu seçmiştim. Daha o yaşımda küsmek yerine kendimi bir şekilde mutlu etmeye çalışıyordum. Ağabeyim ve kardeşime kalsa “Tamam,” diyeceklerdi, “Topumuz yok oynamayalım ya da hava güzel olunca dışarıda oynarız.” Onlar kabullenmeyi seçiyordu bense çözüm üretmeyi.
Okul dönüşünde kırtasiye dükkânına gittiğimizde annem istediğim bebekleri almazdı ama ben gene sesimi çıkarmaz, mutsuz olmazdım. Evde topu yaptığım gibi annemin bize kıyafet diktiği kumaşlardan veya kazak, hırka ve yelek ördüğü iplerden artanlarla bezden bebekler yapar, onlarla oynayıp mutlu olurdum. Babamın ve annemin bana alacak bebek parası tabii ki vardı ama onlar bir tane bebeği yeterli görüyor, fazlasına ne gerek var, diyorlardı. Fakat bu beni mutsuz etmiyordu ben elimdekilerle yaratıcılığımı kullanıp bebekler yapıyordum. Bebeklerimi apartmandaki arkadaşlarım geldiğinde onlarla paylaşıyordum, birlikte oynuyorduk. Hâlâ da bebekleri çok severim. İnsan hangi yaşında olursa olsun sevdiği bazı şeylerden vazgeçemez. Benim de çocukluğumdan beri vazgeçemediğim bir bebek sevgim vardır.
Çocukluk zamanında her çocuğun kendini içinde mutlak bir yaratıcılığı vardır. Bu yaratıcılığı kullanabilmesi için aileler çocuklarını iyi tanımalı ve yaratıcılığını öne çıkarmalıdır. Aileler çocuklarına istediklerini her zaman vermenin mümkün olamayacağını ama kendilerini başka şekilde mutlu etmeleri gerektiğini de öğretmelidir. Sürekli sorun yaratan, negatif duygular taşıyan, kendine ve etrafına huzursuzluk veren çocuklar büyüdüklerinde kendileri gibi etraflarındaki insanları da mutsuz ederler. Negatif enerjiye sahip bir insan mutlu olmayı hiçbir zaman bilmez. Çocuk önce ne istediğini bilmelidir. Aile de çocuğu istediği hedeften uzaklaştırmamalıdır. Aileler kendileri hoşlanmıyor diye çocukların yapmak istediklerine engel olmamalıdır. Anne babalar, çocuğun istediği oyuncağı gereksiz bulabilirler ama hemen hayır demek yerine neden alamayacaklarını gerekçesiyle açıklamalıdırlar.
Her çocuk kendi içinde o mutluluğu bulamayabilir ya da başka şekilde mutlu olmanın yolunu bilmiyor olabilir. Çözüme gitmeyip kendisi için yapılmayan şeyler nedeniyle huzursuzluk çıkarıp aileye karşı aksi, hırçın olabilir. Bu durumda yapılacak en doğru şey ceza vermek ya da kızmak yerine sevgi ile konuşmaktır. Bir büyük ile nasıl konuşuluyorsa çocuklarla iletişim de her zaman o şekilde kurulmalıdır ve bu iletişimin de devamlılığı sağlanmalıdır.
Çocuk küçüklüğünde mutlu ise büyüdüğü zaman da mutlu olarak hayatını sürdürür. İnsanın iç mutluluğu çocukluğuna dayanır.
Bu yazıyı tümü olmak şartıyla, değiştirilmeden, bedava olarak ve bu telif hakkı uyarısı ve internet bağlantısı (https://sevginin-isigi-sifa.com/) ile birlikte kopyalamaya ve dağıtmaya izin verilmiştir.
“Insanın iç mutluluğu çocukluğuna dayanır ” Ne kadar doğru bir tesbit..Paylaşımın beni çok mutlu etti Sevgili Nurgül. Memleketimizde şeker pancarı çok yetişir . Pancarları oyup arabalar yapardık .Ya da mısır püsküllerinden saç örgüleri….
Güzel bir çocukluk yaşamışım.
Özlemle yad ediyorum o günleri.
Sağlık ve Sevgi ile kalın.
Solmaz Selçuk.
Sağolun Solmaz Hanımcığım
Sizde sevgi ve sağlıkla kalın ❤
Her zamanki gibi zevkle okudum yazını. Güzel anlatımın beni de çocukluktaki kar topu oyunlarına ve evdeki yemek masasını açıp büyüterek kardeşimle ping-pong oynadığımız anlara götürdü. Eline sağlık.
Sağol Hülyacığım,
Ne güzel seni anılarına götürmek
Sevgiler ❤
Nurgülcüğüm okudukça çocukluk anılarıma gittim.Bizler farklı yetiştirildik mutlu disiplinli saygılı çocuklardık.Şeker çuvalından pantolon yaptığım günleri hatırladım.
Sende çok yaratıcı mutlu bir çocukmuşsun.
Tüm çocukların böyle olması dieğiyle….
Kalemine sağlık
Sağol Nurhayatcığım, kesinlikle çocuklukta geçirdiğimiz dönemler insanın büyüklüğünde etkiliyor.
Amin, sevgiler ❤