Anılarım, anılarım, anılarım… Her biri birbirinden kıymetli hazinelerim… Geçmişim, bu günüm, yarınım… İyisiyle, kötüsüyle, kaybettirdikleriyle, kazandırdıklarıyla beni ben yapan gerçeklerim… Onların her biri farklı uyanışlar, kıymetli farkındalıklar getirdi dünyama. Yaşanmış hiçbir şey yok sayılamaz, unutulamaz, geçmişte kaldıklarından sebep belki hatırımda tüm sıcaklığıyla yer almamaktalar, ne var ki düşündükçe, yüreğimin derinliklerine yolculuk yaptıkça her biri sanki dün yaşanmışçasına gün yüzüne çıkıyor. İşte, yine gün yüzüne çıkmayı bekleyen bir anı demetini bugün sizlere sunuyorum. Alayım elime anahtarımı, açayım hazine sandığını ve yeni bir anı daha güne usulca merhaba desin.
– “Kardeşimin hastaneden çıkıp evimize geri dönmesi hepimizi çok mutlu etmişti, tabii ki en çok da beni. Çünkü, korkularım vardı, hastaneden eve dönemeyen ve maalesef kaybettiğimiz dedem hiç aklımdan çıkmıyordu, kardeşim için de böyle bir durumu yaşama ihtimalimin olması beni içten içe çok üzüyordu. Çok şükür ki korktuğum olmamış kardeşim sağ salim evimize dönmüştü. Gerçi bir süre okula gidemeyecek ve evde dinlenmeye devam edecekti ama varsın böyle olsun bu hiç mühim değildi, o sağlıkla evdeydi ya bu bana yetiyordu. Bu arada kardeşimin hastaneden çıkışıyla birlikte bizde kalan anneannem hemen Malatya’ ya, kendi evine geri dönmek istemişti. Babama bir an evvel otobüs biletini almasını dahi söylemişti. Oysa biz onun gitmesini hiç istemiyorduk. Biz ona ‘gitme’ derken bir taraftan da Malatya’ da teyzem ve dedem anneannemin yolunu gözlüyordu. Gidecek olmasına çok üzüldüğümüz için bizi de avutmaya çalışıyor, ‘yeniden geleceğini’ söylüyordu. Ayrıca yaz tatilinde bizim de onun yanına gidebileceğimizi sözlerine ekliyordu. Anneannem gezmeyi seven, özellikle de komşularını, akrabalarını sık sık ziyaret eden bir kadındı. Şimdi anlıyorum ki evde kalmak, özgürce hareket edememek onu biraz zorlamıştı. Bunun içinde bir an evvel özgürlüğüne kavuşmak istiyordu.
Malum kış mevsimi de gelmişti, havalar soğumuş, yağmurlu günler başlamıştı. Bundan sebep, evde olan kardeşim hava almak için bile dışarı çıkamıyordu, zamanının tamamını evde geçiriyordu. Bolca hikâye kitabı okuyordu, annem onu derslerinden geri kalmaması için özenle çalıştırıyordu. Kardeşim yaramaz, sorun çıkartan, gürültücü bir çocuk değildi. Biz dört kardeş bu hususta birbirimize çok benzerdik neredeyse sesimiz soluğumuz çıkmazdı evin içinde. Bilirsiniz bir apartmana çocuklu bir aile taşındığı zaman komşular çok ses olacak endişesiyle tedirgin olurlar, hele bizim gibi dört çocuklu bir aile için böyle düşünülmesi kaçınılmaz bir durum. Biz evimize taşındığımızda komşularımızda da böyle endişeler başlamış. Karşı dairedeki komşumuzla mutfak pencerelerimiz karşılıklı birbirine bakıyordu ve ortada bölümde de apartman boşluğu bulunuyordu. Annem camdan cama hâl hatır sorma muhabbetleri yapardı komşumuzla. Komşumuz kayın validesiyle yaşıyordu, sonradan bize söylediklerine göre yaşlı teyze dört çocuğu bir arada görünce çok ses olacak, rahatsız olacağım diye çok endişelenmiş. İşte kocaman bir ön yargı! Oysa hiç de endişelendikleri gibi olmadı ve onlarda bu duruma çok şaşırdılar. Bir gün bize oturmaya geldiklerinde anneme, biz çocuklardan yana içlerinin ne kadar rahat olduğunu, korktukları gibi olmadığını, bizden yana hiç rahatsız olmadıklarını anlatmışlar. Biz sakin, sessiz, kontrollü çocuklardık, kimseye rahatsızlık vermemek adına çok dikkatli davranırdık. (Biz böyle büyütüldük.) Bizim evimizde ses ya misafirler geldiğinde ya da ortanca amcam bize geldiğinde yükselirdi. Hatta yan komşumuz bir gün anneme, ‘senin ortanca kayınbiraderinin geldiğini sesinden hemen anlıyoruz’ demişti. Amcam her şeyi kızgınlıkla, bağıra bağıra izah ederdi. Oysa sakince, sevgiyle konuşsaydı her şey daha güzel olmaz mıydı?
Gelelim misafirlerimize ve onların dur demekten anlamayan yaramaz çocuklarına… Bize misafirliğe gelen çocuklar gerek akrabalarımızın gerekse komşularımızın çocukları, her zaman etrafı dağıtırlardı hem evimizin eşyalarına hem de bizim oyuncaklarımıza zarar verirlerdi. Kırarlar, dökerlerdi. Ağlamalar, bağrışmalar… Onları hayretle gözlemlerdim. Beni hayrete düşüren sadece onların yaptıkları değildi, ailelerinin bu onlara suskunluğu ve tabii ki benim anne babamın da her duruma seyirci kalmasıydı. Ayrıca bu çocuklar arasında okula giden yani aklı her şeye eren çocuklarda vardı, okula giden çocuklar büyümüş sayılırlardı ve onlardan bu tarz davranışlar hiç beklenmezdi. En azından ben böyle düşünüyordum. Misafirler gittikten sonra anneme sorduğumu hatırlarım: ‘Neden onlara hiçbir şey söylemedin, neden müdahale etmedin?’ diye. Aldığım cevapsa: ‘Eğer çocuklara bir şey söylersem anneleri kırılır, küser, çok ayıp olur, bize bir daha gelmek istemezler’ şeklindeydi. O zaman anlamıştım ki; ‘isteyen istediğini yapabilir ama biz onlara müdahale edemeyiz, yoksa kırılır, küserler’. Ama garip olan bir şey daha vardı ve bunu annem göremiyordu. Annemin sessizliği, o çocukların aileleri tarafından umursanmıyordu bile, insan normalde bu şekilde bir sessizliğin karşısında mahcubiyet hissetmeliydi. Çünkü etrafa zarar veren, yanlış davranışlarda bulunan kendi çocuklarıydı. Demek ki insanlar kendi hatalarını fark edemiyorlardı, fark etseler bile oralı olmuyorlardı, belki de böyle davranmak işlerine geliyordu. Garip bir muammaydı bu benim için. Çocuk yüreğim bu durumu kabul etmiyordu. Diğer taraftan düşünüyorum da bizde çocuktuk, biz kimsenin evine eşyasına zarar vermezdik, hatta annemiz babamız müsaade etmedikçe yerimizden bile kalkmazdık. Ailemden gelen bu öğreti, yani sessiz kalma davranışı bir şekilde benliğime, bilinçaltıma yerleşmişti. Hal böyle olunca, yıllar geçip, büyüsem de etrafımda gördüğüm yanlışlara, haksızlıklara sırf karşımdaki küser kırılır diye sessiz kaldım. Gün geldi ve kendimi şifalandırabildikten sonra duygularımda değişiklikler oldu. Maddi ve manevi kayıplarımla yüzleştim. Haksızlıklara, yanlışlıklara karşı susmak yerine susmamayı öğrendim. Bana ya da etrafa zarar verenlere karşı susmak yerine onlara sevgiyle yaptıkları yanlışı söylüyorum. Benim sevgiyle yaklaşımıma karşılık o kişi bana halen küsüyorsa, benim de artık yapabilecek bir şey yoktur. Doğruları sırf karşımızdaki kırılacak, üzülecek, bizimle iletişimini kesecek diye söylememek aslında kendimize yapacağımız haksızlıktır. Çünkü o zaman kendi hakkımızı korumamış, savunmamış oluyoruz. Susarsak bize yapılan haksızlıklar nasıl önlenecek? Nihayetinde biz de çocuktuk, bizim de hatalarımız olabiliyordu ama tüm hatalarımıza rağmen annemiz ve babamız bize karşı seslerini yükseltmezlerdi, sevgiyle konuşurlardı bizlerle. Keşke o çocuklara da aileleri benim ailem gibi yaklaşsaydı…
Babamın da suskunluğuna şahit olmuştum çoğu zaman. Amcamlar küsmesinler, kırılmasınlar diye onların her istediğini yapardı. Neden mi böyle davranıyordu? Çünkü onları kaybetmek istemiyordu, tıpkı annemin misafirlerini kaybetmek istememesi gibi. Babam onları kaybetmemek adına kendi kendinin hakkına giriyordu aslında… Susmak yerine sevgiyle anlatabilseydi içindekileri o zaman kimse için haksızlık yaşanmazdı.
Günler geçiyor, bizler büyüyorduk ve okula gitmenin yeni bilgiler öğrenmenin beraberinde getirdiği yeni oyunlar da hayatımıza yerleşmeye başlamıştı. Ablam, kardeşim ve bana isim, şehir, hayvan oyununu ve haritadan şehir, ülke, yeryüzü şekillerini bulma oyununu öğretmişti. Benim en sevdiğim oyun haritada yer bulma oyunuydu. Haritada gördüğüm o şehirlerdeki, ülkelerdeki yaşantıları, tarihlerini, coğrafi özelliklerini hep merak ederdim, çok ilgimi çekerdi. Öğretici oyunlar beni hep cezbederdi. Bu oyunlarımıza zaman zaman ağabeyimde katılırdı. Harita başında geçen saatlerimizin tadına doyum olmazdı.
Okul yolumuzun üzerinde içinde çok güzel hikâye kitapları olan bir kırtasiye vardı. Annemle haftanın bir günü mutlaka o kırtasiyeye uğrardık. Yeni çıkan hikâye kitaplar ve boyama kitapları alırdık, hiç unutur muydum tabii ki türlü renkteki pastel boyalarından da alırdım. Kardeşim boyama kitaplarına bayılırdı. Bense boyama kitaplarından öte pastel boyalara bayılırdım. O boyalar içinde en çok da sarı ve mavinin beni içine çeken güzelliğini hiçbir şey değişmezdim. Sanki diğer renkler yokmuşçasına sarı ve maviyi her yerde kullanmak isterdim, bana huzur verirdi bu renkler. Halen bu iki rengi çok severim en çok da maviyi. Kitapların yeri de bende hep özeldi. Evimizin tüm çocuklarının kıymetli arkadaşlarıydı kitaplar. Çocuklukta edinilmiş bu arkadaşlık bağı yetişkinliğimizde de devam etmektedir. Babamda kitap okuyucusuydu, bunun yanı sıra şiiri de çok severdi. Hatta şiir yazardı babam, kendi şiirlerinin ve sözlerinin olduğu özel bir defteri de vardı. Bakın işte, yine geldik ailenin çocuğa kazandırdıklarına. Ailemdeki kitap dostluğu biz çocuklara sirayet etti. İyi ki de böyle olmuş, kitaplar sayesinde önüme yeni yollar açıldı, yeni hazineler keşfettim, ufkum genişledi.”
Eksikliklerle yetiştirilen, özenli davranışlarla ve gerçek sevgiyle büyütülmeyen çocuklar, kendi evlerinde anne babalarından çekindikleri için yaşayamadıkları özgürlüklerini başkalarının evinde etrafa zarar verecek şekilde yaşamaya çalışırlar. Zannedeler ki asıl özgürlük, rahat davranmak, böyle hareketler yapabilmektir. Gittikleri yerdeki (evdeki) oyuncakları ya da eşyaları kırıp dökmek sanki normal bir şeymiş gelir o çocuklara. İşin garip tarafı da anne ve babalarının onlara hiç müdahale etmeyip olan bitine seyirci kalmalarıdır. Böyle davranan çocuklara karşı çoğu ebeveynin ağzından çıkan kelimeler de neredeyse birbirinin aynısıdır. ‘İşte, bizim çocuk böyle!’ Hayır sizin çocuk böyle değil! Sen o çocuğu bu hale getirdin, onu yanlış yetiştirdin, sevgiyi ona yaşatmadın. Gerçek ve doğru sevgiyle büyütülmeyen, mutsuz çocuklar böyle davranır. Zarar verir, kıymet bilmez en çok da sevgiyi bilmez.
Bu yazıyı tümü olmak şartıyla, değiştirilmeden, bedava olarak ve bu telif hakkı uyarısı ve internet bağlantısı (https://sevginin-isigi-sifa.com/) ile birlikte kopyalamaya ve dağıtmaya izin verilmiştir.
Ne güzel anlatmışsınız Nurgül hanımcığım..Bende hep kimse kırılmasın diye susanlardanım..Ve bir kez sakince konuşmayı denedim ama dinleyenim olmadı malesef
Sağolun Birnur Hanımcığım,
Unutmayın tek çıkar yol sevgi onun için siz sevgide kaldığınız süreçte kendinizde ve karşınızdaki de kırılmaz
Sevgiler❤
Nurgülcüm ; cocuklugumuz ve aile yapımız o kadar benzeşiyor ki.aynı ruh ailesinden oldugumuz o kadar belli. Benim de özellikle babam aman insanlar alınmasınlar aman küsmesinler diye susardı biz de öyle büyüdük tabi.Annen daha dobracıydı ama sanırım cocukluk dönemlerimizde annem de babamdan etkileniyordu.Hem onlardan dediğin gibi bir dolu güzel örnek davranış ve insaniyeti ögrendik ama diğer taraftan da hakkımızı korumayı ögrenemedik.Daha dogrusu onların dogrularını dogru kabul ettik.Ama olgunlaşıp karekter kazandıkça yanlış oldugumuzu anladık bu seferde korku ve öfkeler başladı.Sanırım korku ve öfke kaynagı yerinde konusmamak ve hakkını savunmamak olusuturuyor.Kendini düzgün ifade edemeyince veya hakkını koruyamadıgın için haksızlığa ugradıgında kızgınlık duymaya başlıyosun öfke yükseliyor.Sonra da ya hep susuyosun yada bazı insanlar gibi gerekli gereksiz konusuyo oluyolar.Birde içine atmak ve stres sanırım hastalıklara da sebep oluyor anne ve babamın kanser olmasını da buna baglıyorum.Bizler hepimiz iyi insanlarız sadece bazı alanlarda gelişime dönüşüme ihtiyac var. Ama artık farkındayız kendimizi düzeltmeye ve en iyi versiyona getirmeye calısıyoruz.Kendi adıma bunu gercekten başarmak istiyorum ve çabalıyorum.i Sevgiler.
İlknurcuğum şifa olsun.
Sevgiler ❤