MANEVİYAT ENERJİSİ RUHU ÖZGÜRLEŞTİRİR

Sevgili okuyucularım, 14 Haziran 2022 tarihli “İlahi Adalete İnancı Olanlar Yapmaları Gerekeni Bilirler” başlıklı yazımda zamanı geldiğinde maneviyat enerjisinden bahsedeceğimi söylemiştim. Aradan iki buçuk yıl geçti ve artık bu konudan söz etmenin zamanı geldi.

“Tıpkı bir mumun ateş olmadan ışık veremeyeceği gibi, bir insanın da maneviyat taşımadan aydınlanabilmesi mümkün değildir.” (Buddha)

Maneviyat enerjisini herkes bakış açısına göre farklı tanımlar ve yaşamında uygular. Bu yazımda kendi düşüncelerimi belirteceğim.

Bana göre maneviyat enerjisi tam olarak insanın iç huzuru ve mutluğunu yakalamış olmasının bir sonucudur.

Bu iç huzuru ve mutluğunun kaynağı ise ruhunun dinginliğe kavuşmasıdır. Tabii buna ulaşmak için insanın önce kendi ile ilgili sorunlarını çözmüş, kendisi ile barışmış olması gerekiyor.

Maneviyat enerjisine sahip olan insanlar birçok zorluğun üstesinden gelir çünkü devreye inanç girer. Gerçek anlamda inancı olan insanın içindeki sevgi güce dönüşür ve her türlü zorluğun aşılmasını sağlar. Manevi enerjinin iki temel taşı sevgi ve gerçek anlamda, tamamen inançlı olmaktır.

Kabul edelim ki hayat her zaman güzellikler sunmuyor, kendimizi değiştirmemize neden olan sınavlar da getiriyor. Eğer tamamen inanmışsak içimizde büyüttüğümüz sevgi, sınavları geçmemizin anahtarı olur. Gerçek anlamda inançlı olmaktan kastım tam teslimiyettir.

Tabii herkesin inancı kendine göredir. Elden hiçbir şeyin gelmediği, çaresiz kalınan zor durumlar karşısında kimi Allah’a dua eder kimi meditasyon yapar kimi namaz kılar. Önemli olan ne yaptığından çok nasıl yaptığıdır. Tamamen inanarak ve tamamen teslimiyetle yapılan her şey sevgiyi ve maneviyat enerjisini çoğaltır. Yoksa ihtiyaç duyduğunda inanıp sonra inanmamakla olmaz.

Bir başka nokta da şu: Birçok insan “Maneviyat enerjisi var bende,” diyor ve dua ettiğinden, namaz kıldığından ya da meditasyon yaptığından söz ediyor ama olumsuzluklar yaşadığı zaman o korkular, endişeler, kaygılar öfkeler yeniden devreye giriyor. Daha doğrusu yine zihni başlıyor çalışmaya ve o ruhunun dinginliği kayboluyor çünkü kontrolü kendisi tekrar eline alıp o olumsuzluktan çıkmaya çalışıyor. Bu durumda sevgiden, inanç ve teslimiyetten, sonunda da maneviyat enerjisinden uzaklaşmış oluyor.

Diğer taraftan bazı insanların hayatında maddiyat önceliklidir. Sevgiye,  mutluluğa ve huzura maddiyat ile kavuşacağını, sorunların çözüleceğini sanır. Aslında insanın gerçek anlamda iç mutluluğunu bulması için o öz sevgiyi yakalaması gerekiyor.

Bir başka önemli nokta ise insanların şu büyük ön yargısıyla ilgili: “Bir kimse dua ediyor, namaz kılıyor, oruç tutuyor ise maneviyat enerjisi yüksektir, o kimseye zarar vermez.” Hâlbuki maneviyat enerjisi sadece bunları yapmak demek değil ya da bunları yapan kişi gerçek anlamda ahlaklı bir davranış gösterecek demek değil.

Maneviyat enerjisine sahip olmak gerçek anlamda (evrensel) sevgi enerjisine sahip olmaktır. Evrensel sevgi, Allah’ın yarattığı bütün canlılara konuşmadan, görüşmeden de o sevgiyi akıtmaktır.

Seyahatlerimde, özellikle de Güney Asya ülkeleri Laos ve Sri Lanka’da bu maneviyat enerjisini çok hissettim. İnsanlar öyle doğal ki tanışıp konuşmadan, yolda yürürken bile o sevgi enerjisini hissediyorsunuz. Yüzlerine baktığımda iç mutluluğu bulduklarını rahatlıkla gördüm. Maddeden uzak bir anlayıştalar, hayatlarında birinci sıraya maneviyatı koymuşlar. Kaldığım otellerde odalara ücretsiz yiyecek ve içecek bırakıyorlar.

Şimdi o insanların durumuna bakıp hiçbir sorunlarının olmadığını, hiç parasızlık yaşamadıklarını söyleyebilir miyiz? O insanlar sadece sevgiyi hayatlarına geçirmiş. Çoğu insan sevgi ya da maneviyat enerjisini dilinden düşürmeyip yaşantılarında başka türlü davranırken bu insanlar sizi olduğunuz gibi kabul ediyor.

Maneviyat enerjisine sahip olan insan etrafına güzellik verir. Herhangi bir cimrilik yapmaz. Gelecek ile ilgili korkusu olmaz. O sadece ruhunun aydınlanmasını sağlamak, güzel bir ruh olmak ister. O ruh ile önce kendine sonra etrafına faydalı olur.

Maneviyat enerjisine sahip olanlar insanları kategorilere ayırmaz; mevkisine, ününe, malına mülküne bakmaz; sadece insanlığına bakar. Herhangi bir menfaat için yanaşmaz. Dürüstçe söyler. Beddua etmez, kötü sözler söylemez. Kötü düşüncelere kapılmaz çünkü maneviyat enerjisi ile kendi içsel yolculuğu esnasında karşılaştığı bütün zorlukların üstesinden geleceğini bilir.

Bundan iki sene önce bir arkadaşım telefonla arayarak bir zorluk yaşayan çok yakın arkadaşının şifalanması konusunda benden yardım istedi. Ben de kabul ettim. O konuşmamızda arkadaşının maneviyat enerjisinin çok yüksek olduğunu da söyledi. Bir yorum yapmadım ama o anda içime gelen hisle arkadaşımın söylediğine inanmadım çünkü ona göre öyledir.

Sonra söz ettiği o arkadaşıyla yaptığımız telefon görüşmesinde bir baktım ki maneviyat enerjisinden eser yok. Konuşmamız boyunca sevgi enerjisini hissetmedim. Sürekli dünyevi şeyleri almaktan söz etti. Elinde iki tane ev varsa üçüncüsünü almak istiyor, çok kazanmak istiyor, mutluluğu dışarıdaki imkânlarla bulmak istiyor. Maddi istekleri neredeyse sonsuz…

Onu bana yönlendiren arkadaşımla bir sonraki görüşmemizde “Maneviyatı yüksek dediğin arkadaşın sürekli mal mülk yapmak istiyor. Bu nasıl maneviyat enerjisi? Elindekine hiç şükretmek yok, hep istemek peşinde,” dedim. Arkadaşım hayal kırıklığı içinde “Konuşurken öyle değildi,” dedi. İşte insanların en büyük yanılgıya düştüğü ya da ön yargılı davrandığı nokta da bu! Maneviyat enerjisine sahip olduğunu söyleyen ya da ağzına Allah kelimesini alan herkes tam olarak inançlı veya maneviyat enerjisi sahip demek değil.

Maneviyat enerjisinde sevgi olduğu için ona sahip olanlar elindekilere şükreder, aç gözlülük yapmaz, kimsenin hakkına girmez. Kendisine zarar veren kişilere herhangi bir olumsuzluk düşünmeden, kimsenin kötülüğünü istemeden hayatını tam olarak sevgi içinde, iç huzuru ve iç mutluluğunu bulmuş olarak yaşar.

Güney Asya ülkelerinde yaşayanlar için Lotus çiçeği çok önemli. Bataklıkta yetişen Lotus çiçeği saf kalabilmeyi temsil ediyor. İnsanların da her türlü kötülüğe rağmen bir Lotus çiçeği gibi özünde saf kalabilmesi için ruhun aydınlanması gerektiğine inanılıyor.

Peki, maneviyat enerjisinin varlığı nasıl anlaşılır? Maneviyat, belirli bir iç huzuruna eriştiğinde kişinin içinde uyanır. İnsan, bedeni, zihni ve ruhu ile bir olur. Hiçbir şey onu korkutmaz. Her zaman huzuru kendinde aradığı için mutlu olur. Açık bir kalp ve zihin ile tüm zorlukların üstesinden gelir. Madde olan hiçbir şeyi sevmez. Hayatını sadeleştirmiştir, sade ve doğal yaşar. Her türlü gösterişten uzaktır. Manevi enerjiye sahip olan insan için sadece ruhen özgür olmak önemlidir.

Maneviyat enerjisine sahip insan Allah’a tamamen teslim olur, teslimiyetinin derecesi koşullara göre değişmez. Korkulardan vazgeçip (yalnızlık, reddedilme, terk edilme, başarısızlık, parasızlık vb.) mutlu taraflarını yakalamaya odaklanan insanın maneviyat duygusu çok güçlü olur. Manevi enerjiye sahip insan sürekli para konuşmaz, dedikodu yapmaz, olumsuz duygular ve düşünceler barındırmaz.

Dünyayı daha iyi hâle getirmek için olumlu düşünceler, duygular besler. Sözlerinde nezaket vardır. Her zaman yardım eli uzatmanın yollarını arar.

İbadetlerini yerine getirdikten sonra olumsuzluk yapan insanın maneviyat enerjisinden söz edilemez çünkü ibadet ile sadece görevlerini yerine getirmiştir. Oysa maneviyat enerjisinde dürüst olup hiç kimsenin maddi ve manevi hakkını yememek, dünyanın malından mülkünden uzak olup ruhu zenginleştirmek vardır.

Ruhu zenginleştirmek için o ruhu aydınlatmak çok önemlidir. Birçok insan manevi enerjiye sahip olduğunu düşünür ama ruhunun özgürleşmediği görülür. Ben manevi enerjiyi ruhun özgürleşmesi ve aydınlanması olarak, Allah’a teslimiyet olarak görürüm. İbadet edenin manevi enerjisi vardır ama yüzeyseldir, derinlik yoktur. Maneviyat enerjisine sahip olan karma almaz.

Yaşadığım bir örneği anlatayım. Akraba, tanıdık, arkadaş; etrafımdakilere bakıyorum oruç tutup dua ediyorlar ve namaz kılıyorlar ama sonra dedikodu yapıyorlar, bizzat şahit oldum. Sizin de etrafınızda vardır. Bir arkadaşa  “Önce kalbini temiz tut,” deyince “Kalbim temiz değil mi?” diye sormuştu. Ben de “Yüzüme söyleyemediğin şeyi arkamdan konuşup sonra yüzüme gülüyorsun. İşinin görülmesi için yaptığın gülücükler ve sevgiler sahte,” demiştim. Bu insan da oruç tutup namaz kılıyordu. Hep söylediğim gibi, insan önce ruhunu arındırmalı. Ben burada kimsenin ibadetini yargılamıyorum, eleştirmiyorum. Sadece manevi enerjiye ben böyle bakıyorum.

Egolar, korkular ve dünyanın malına tapmakla maneviyat enerjisi olmaz.

Manevi enerji ne kadar yüksek ise ruh o kadar aydınlanıyor.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve Işıkla!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

 

DIŞA BAKAN RÜYA GÖRÜR, İÇE BAKAN UYANIR

Sevgili okuyucularım, bu ayki kitap paylaşımım ismi “Dışa Bakan Rüya Görür, İçe Bakan Uyanır”

Bu kitabın yazarı olan; Carl Gustav Jung, 20. Yüzyılın en önemli filozof-psikiyatrlarındandır. O bir ruh çözümlemecisidir. Freud’dan ayrıldıktan sonra kurduğu analitik psikoloji ekolüyle bir devrim yaratan Jung, günümüz psikolojisinde de halen kullanılan psikoloji tipler, kolektif bilinçdışı, kompleksler ve çağrışım testi gibi kavramların sahibidir. Jung hepimize bir bireyleşme süreci vaat eder, bunun rotasını da insanın içine baktığı bir deneyim yolu olarak çizer. Deneyim yolu gereklidir çünkü “kendi içine bakmaya cesareti olmayan herkesin yaşamı bulanıktır”, dahası bu bulanıklık dünyayı da bulandırır.

Şimdi kitaptan bir bölümü sizlerle paylaşıyorum.

“…

İnsan kendine körken, tüm uğraşılarında bilinçsiz bir karanlığı taşırken, yolunu düzgün bir şekilde nasıl görebilir? Bastırılan her şey varlığını başka bir yerde sürdürür, hiçbir yere kaybolmaz ve ayrı bir kişilik sistemi oluşturur.

Bir çocuğu gözlemlediğinizde ondaki tutkuyu, benmerkezciliği, kavgacı tutumu rahatlıkla görürsünüz. Yetişkinlikte ise tüm bu davranışlar geri plana itilir, anne babalar, eğitimciler ve toplum kabul edilemeyen bu davranışların geri plana atılması gerekliliğini salık vererek yetiştirir çünkü bizi. İçten gelen bu eğilimlerin unutulduğunu sanan yetişkinlerse kendini bazı roller kaptırır. Kendisinin muazzam renkte ve güzellikte çiçeklerin olduğu bir bahçede yaşadığını düşünür. Ancak bahçede “göremediği” yabani otlar vardır.

Bu yabani otlardan biri “persona”dır.

İnsanın dış dünyayla uzlaşma çabası üzerine taktığı bir maskedir persona.

Persona kolektif bilinçdışına ait bir parça olmakla birlikte aynı zamanda kişiliğimizin dış dünyaya ait olan bölümüdür. Aslında ne olmadığımızdır. Adının antikçağda aktörlerin oynadığı rolü belirtmek için yüzlerine taktığı maskeden alır.

Bilinçli ya da bilinçsizce taktığımız bu maske ile kendimize bir vitrin oluştururuz ve bu vitrine yapay parçalar ekleriz. Dış dünyadaki ilişkilerimizi bu maskeyle düzenleriz. Toplum da bizden bunu ister, böylece neysek o oluruz. Bir öğretmen öğretmen gibi davranır, bir rahip ise rahip gibi. Herkes vitrinine göre davranır.

Persona insan için iki tehlike barındırır. Gelişimi önemsemediğinde dünyada konumunu belirlemekte sıkıntı yaşayan huzursuz insan ortaya çıkar. Fazla benimsendiğindeyse kişi kendisini rolüne fazla kaptırır ve kendine yabancılaşır. Bir nevi VR gözlüğüyle oynadığı oyunda kaybolmak gibi…

Oysa gerçek kişilik, maskenin altında gizlidir.   

Bahçenin yabani otlarından bir diğeri “gölge”dir. Çocukluğumuzdan itibaren şekillenmeye başlayan personada aile ya da toplum tarafından onaylanmayan, kabul görmeyen şeyleri bastırma, benimsenenleriyse parlatma ihtiyacında oluruz. Bastırılanlar kişisel bilinç dışına itildiğinde ortaya gölgemiz çıkar.

Tıpkı bedenimize vuran gün ışığının yerde gölge yaratmasına benzer şekilde egomuz da bilincimizin ışığında bir gölge oluşturur.

Gölge, içimizde engellenenleri yapmak isteyen, olamadığımız her şeydir.  


Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

AKRABA KISKANÇLIĞI

Sevgili okuyucularım, bir ay aradan sonra yine anılarla birlikteyiz. Artık sandıktan çıkan anılarda ortaokul üçüncü sınıfa geçen öğrencinin ergenlik döneminin getirdiği daha fazla farkındalık var. Şimdi bunlardan birini serbest bırakıyorum.

Bir önceki anımda bahsettiğim gibi aynı semtte yeni ev alıp taşınma telaşı ve yerleşmemiz biraz zaman aldı. Bu zaman içinde apartmanda sadece biz vardık, daha kimse daire almamıştı. Fakat boş dairelere gelip bakanlar oluyordu.

Apartman yeni olduğu için ismi yoktu. Müteahhitler babama sormuş, “Apartman ismi ne oldun?” diye. Babam “Gül” olsun demiş. Kabul etmişler. Bu defa aile içinde bana “Baban seni daha çok seviyor. Bak senin adını apartmana verdi,” demeye başladılar. Çünkü nüfus kayıtlarında adım Nurgül olduğu ve sosyal hayatta böyle hitap edildiği hâlde aile içinde kısaca Gül, diyordu herkes bana.

Aslında annem ve babam hiçbir zaman evlatlarını ayırt etmediler, birimizi diğerimizden üstün tutmadılar. Belki sürekli sarılıp öpmezlerdi ama biz dört kardeşe eşit ve adil bir şekilde sevgilerini hep hissettirirlerdi. Annemin bize sarılması, öpmesi babama göre fazlaydı ama ikisinin de sevgisinden emindik, bunu hissediyorduk.

Tabii apartman yeni olduğu için yeni ihtiyaçları vardı. Bunlardan biri de apartman görevlisi ihtiyacıydı. Apartmanın ismi belli olduktan sonra bu sefer apartman görevlisi arayışı başladı. Müteahhitler yine babama sormuş, “Siz bu semtte eskiden beri oturuyorsunuz, önerebileceğiz biri var mı?” diye çünkü müteahhitler beş kardeşti ve ikisi bizim oturduğumuz apartmanda oturacaktı. Babam, konuyu anneme söyleyince o da oturduğumuz eski apartmanın görevlisini önerdi. Çünkü gerçekten son derece dürüsttü ve işini çok iyi yapıyordu. Üstelik onlar da ailece o apartmandan ayrılmak istiyorlardı, oturdukları daire hiç güneş görmüyordu, penceresi yoktu.

Annemle babamın bu önerisini beş müteahhit kardeşten dördü onaylarken biri onay vermedi. Oysa kardeşlerden, bizimle aynı apartmanda oturacak olan ikisi hemen kabul etmişti. Buna rağmen dört kardeş itiraz eden kardeşin isteğini kabul edince babamın önerdiği kişi gelmedi. Başkasının önerdiği bir görevli geldi. Tabii yeni gelen görevli biraz zor durumda olduğu için tercih edilmişti, o yüzden kimsenin itirazı olmadı.

Burada beni şaşırtan şu olmuştu: Kendi aileme bakarken babamın hep amcalarımın sözünü dinlediğini görür ve bunun yalnızca bizim aileye özgü olduğunu sanırdım. Oysa şimdi başka ailelerde de bunların yaşandığına şahitlik ediyordum. Müteahhitlerin beş kardeş olması, ortak iş yapmaları ve birinin istemediğine diğerlerinin uyması; benzer durumlardı.

Bu olayda beni rahatsız eden, kimin apartman görevlisi olacağına apartmanda oturacak kardeşlerin değil oturmayacak kişinin karar vermesiydi. Üstelik tanımadığı bir insan hakkında olumsuz görüş bildirmişti. O kişiyi bilip de karşı çıksa yine anlarım ama böyle peşin hükümlü davranması beni rahatsız etmişti.

Aile içinde birbirinin alacağı kararlara, özgürlüğe karışılmasına biraz farklı bakıyorum. İnsan tabii ki ailesine danışır, bir mesele varsa etraflı konuşulur, herkes fikrini söyle ama karar vermek bireyin kendisine kalmıştır. “İlle de bunu yapacaksın!” diye ısrar etmemelidir. İnsanın ruhu sıkılıyor ısrarda.

Evi alınca annemin ve babamın akrabalarından duyanların bazıları telefonla arayıp hayırlı olsun, dileğinde bulundular bazıları eve geldiler. Benim dikkatimi çeken, eve hayırlı olsun diye gelen akrabalardan bazılarının çok yakın olmamıza rağmen herhangi bir hediye getirmemeleriydi. Oysa maddi durumları hediye getirecek kadar iyiydi.

Mesela eski apartmandan annemin komşuları hayırlı olsuna geldiklerinde hepsi de birer hediye getirmişti. Bizim akrabaların bazıları “Biz alışmadık,” diyorlardı ama başkalarına götürüyorlardı. Dolayısıyla alışmakla ilgili değildi bu davranışları, sadece dürüst davranmıyorlardı; aslında anneme ve babama değer vermiyorlardı. Nasıl olsa sessizler, bir şey demezler, diye kendilerini bu şekilde savunuyorlardı.

Babam bize çocukluğumuzdan itibaren hediye almayı öğretmişti. Hediye almanın bir görgü kuralı olduğunu söylerdi, annem de öyle. Eğer birisi doğum yapmış, evlenmiş, ev almış veya hasta ise babam da annem de bir şey almadan gitmezdi. Aileden bunu görünce insan kendi hayatında da uyguluyor. Uygulamayanı ise o yaşta bile garip karşılıyordum. Tabii eğer insanın içinden gelmiyorsa zorla hediye alması da beklenemez.

Ben içten ve kalpten gelerek alınan hediye ne olursa olsun her zaman kabul ederim. Hediye almak kadar vermesini de severim. Yakın arkadaşlarıma doğum günü ve yılbaşı hediyesini alırdım. Babam bize, “Hediyenin büyüğü küçüğü olmaz, herkes bütçesine göre hediye almalıdır. Önemli olan niyetlerin iyi olmasıdır,” derdi.

İşte bu yüzden evimize hayırlı olsuna gelenlerin küçük de olsa hediye getirmemesini yadırgıyordum. Aslında bırakın hediyeyi bazılarının ağzından söylediğini kalbiyle söylemediği,  kıskançlık duyduğu maalesef hissediliyordu. Bunu anneme söylediğimde “Boş ver,” diyordu. Kıskanç insanların enerjisinin iyi gelmediğini hep söylüyordum anneme. Onu o yaşta görmüştüm; kimlerin ruhunun kıskanç olduğunu. Babam bir şey aldığı zaman sürekli kıskanç imalarda bulunurlardı, içten ve kalpten konuşmazlardı. Fakat maalesef annem ve babam onları eve kabul ettiği için saygıdan dolayı yanlarına çıkmak zorunda kalıyorduk. Eğer ayrı yaşamış olsaydım o akrabalarla görüşmezdim.

Tabii bu akrabalar eve geldiğinde veya telefon açtığında annemi soru yağmuruna tutuyordu. Evi kaça aldığımız, ne kadar verdiğimiz, başka ev alıp almayacağımız, amcalarımın nereden ev alacağı gibi soruların ardı arkası kesilmiyordu. Annem fazla uzatmak istemezdi. Niyetlerini bilir ama yüzlerine bir şey söylemezdi. Bazı akrabaların ve tanıdıkların arkamızdan yaptığı dedikoduları duyunca onlardan iyice soğuyordum. Yine de annem ve babam onlarla görüşmeyi sürdürdüğü için evimize geldiklerinde ben de aynı evde yaşadığım için mecburen ve saygıdan dolayı konuşmak zorunda kalıyordum.

Babam ve annem, bize çocukken “Bir başkasının evine gittiğinizde hiçbir yeri karıştırmayın, izinsiz buzdolabını açmayın,” diyerek büyütmüşlerdi. Bu yüzden benim o yaşta en çok şaşırdığım şeylerden biri evimize gelen bazı tanıdıkların bizden izinsiz buzdolabımızı açıp bakmasıydı. Hatta içlerinden biri dolapta ne olduğuyla ilgili başka bir akraba ile dedikodu yapmış ve annem bunları başka yerden duymuş yine de bir şey söylememişti.

Ben olsam “Neden dedikodumu yapıyorsunuz?” diye yüzlerine söylerim çünkü çocukluğumdan beri bana hitap etmeyen tek şey, bu akrabalar arasında olsun, komşularda ve diğer sosyal alanda olsun; dedikodu yapılmasıdır. Hem yüzüme gülecek hem de arkandan dedikodu yapacaklar; bunu kabul edemem.

Annem maalesef böyleydi, insanlara sesini çıkarmıyordu. Tabii bazı akrabalar ve tanıdıklar da onu sessiz bulunca “Nasıl olsa hataları söylemez,” diye düşünüyordu. Aslında annem her şeyin farkındaydı ama söylemiyordu, sessiz kalmayı tercih ediyordu. Babam da öyleydi, kimsenin hatasını söylemezdi. Bu sessizliğinden faydalan akrabalar ve tanıdıklar bu durumu çok iyi kullanıyordu.

Mesela babamla küçük amcamın iş ile ilgili tartışma sebeplerinden biri de babamın araba parçası alımlarında ve arabaya yapılan tamirde akrabalardan para almamasıydı. Baba tarafından uzak bir akraba parça aldığı zaman parasını vermediği için küçük amcam sinirlenir arabasını bakıma getirdiğinde yapmak istemezdi. O zamanlar akraba olarak bakıyorduk ve bu davranışı için küçük amcamı eleştiriyorduk fakat ileri yaşlarda onun haklı olduğunu gördüm. Çünkü bazı akrabalar bunu suiistimal ediyordu. “Nasıl olsa akrabayız para alınır mı?” ya da “Akrabadır, tabii ki yapacak!” diyorlardı.

Evet, akrabalar arasında bunu fark etmiştim, kendileri için bir şeyler bekliyor ama onlar bizim için hiçbir şey yapmıyordu. Onun için akraba her zaman yanında olur veya hakkını verir, sana karşı olumsuzluk düşünmez ve yapmaz diye düşünmek yanlıştır. İnsan ruhu akrabaya veya tanıdığa bakmıyor. 

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

EKMEK ÇALAN ÇOCUĞUN HİKAYESİ

Sevgili okuyucularım, bu ayki bilge hikâyemiz ile beraberiz.

Son zamanlarda dilden dile dolaşan ve sosyal medyada en beğenilen hikayeler arasında yer edinen, ekmek çalan çocuğa hakimin verdiği ibretlik karar, okuyanı duygulandıracaktır.

Söz konusu hikaye Amerika’da yaşayan küçük bir çocuğun marketten ekmek çalarken yakalanarak, yargıya teslim edilmesiyle başlamaktadır.

Daha yeni 15 yaşına girmiş olan bir çocuk, marketten ekmek çaldığı esnada dengesini yitirerek bir yere zarar verince market sahibi tarafından yakalanır.

Ekmek çalan çocuğun yargılandığı davayı yürüten hakim, dava sonunda verdiği kararla ekmek çalan çocuğun yerine mahkemede bulunanları cezalandırması tüm ülkede büyük yankı uyandırmıştır. 

Market çalışanlarının polise şikayet etmesi üzerine yakalanan çocuk, ertesi gün hakim karşısına çıkarılır. Hakim, karar vermeden önce çocuğa bakarak “Niçin Çaldın?” diye sormuş.

Çocuk : Açtım, ekmeğe ihtiyacım vardı.

Hakim : O ekmeği çalacağına bir ekmek alamadın mı?

Çocuk : Hayır çünkü bir ekmek satın alacak param yoktu.

Hakim : Ailenden bir ekmek parası isteyebilirdin

Çocuk : Annem ile beraber yaşıyoruz. Annem hem hasta hemde işsiz. Evde yiyecek kalmadığından biraz ekmek ve peynir çalmaya kalkıştım.

Hakim : Peki sen çalışıyor musun?

Çocuk : Yıkamacıda çalışıyordum. Ama annem hastalanınca ona bakacak kimse olmadığından ona hizmet etmek için izin istedim. Bu yüzden işten kovuldum

Hakim : Peki size yardım edecek akrabanız yok mu?

Çocuk : Her sabah evden çıkıp iş arıyorum. Eleman arayan işyerleri ile iletişime geçtim ama iş veren olmadı. En sonunda bende hırsızlık yapmaya karar verdim.

Çocuğun savunmasının ardından salondaki herkes hakimin vereceği kararı bekler. Hakim, meraklı bakışlar arasında orada bulunan herkesi şaşırtan kararını açıklamaya başlar. “Hırsızlık, özelliklede bir ekmek çalmak gerçekten utanç verici bir suçtur. İşte bu salonda bulunan ve bulunmayan herkes bu çocuğun suçundan sorumluyuz. Biz dahil…”

Salonda bulunanlar daha da şaşırmıştı. Hakim sözlerine devam etti. “O zaman mahkeme heyetini 10 Dolar ile cezalandırıyorum. Herkes bu çocuğa 10 dolar verecek.”

Market Sahibine Bakan Hakim. “Çocuğa ihtiyacı kadar ekmek vermeyen markete çocuğa verilmek üzere 1000 dolar para cezası verir.”

Karar sonrası gözyaşları içinde ağlayan çocukla beraber şu sözleri söyleyen hakim gözyaşları içerisinde salonu terk eder: “Bir birey sadece karnını doyurmak için ekmek çalarken yakalanıyorsa, bu durumdan hem toplum hem de devlet utanmalıdır.”

Hakimin, gerekçeli kararda belirttiği, “Çalmak, özellikle de temel ihtiyaç olan ekmeği çalmak çok ama çok utanç verici bir suçtur. Bu suçtan hepimiz sorumluyuz” ifadeleri şimdi bile okuyanları ağlatmaya yetiyor.

Kaynak: Masallar Oku

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

NE OLDUĞUNU ANLAMAK İSTİYORSAN NE OLMADIĞINA BAK.

Sevgili okuyucularım, bu ayki kitap paylaşımım ismi “Ne Olduğunu Anlamak İstiyorsan Ne Olmadığına Bak”

Bu kitabın yazarı olan; Patanjali, yogayı anlatan en eski kitap kabul edilen Yoga Sutralar’ın yazarıdır. Anlattığı sekiz basamaklı yolla, ruhani özgürlüğe ulaşmanın tekniğini sunar. Patanjali’nin felsefesine göre hayatın amacı insanın kendi özünü görmesidir. Özü görmenin yolu, üzerine düşünmek değil, pratik yapmaktır. Onun sunduğu pratikler, kişinin kendini tanıyıp öğrendiği bir kullanım kılavuzudur adeta. Böylece beden ve zihnin kontrolü, arzuların kaynağı, cehaletin sebebi, madde ve maddenin nitelikleri gibi pek çok konunun derinliklerine inilir.

Şimdi kitaptan bir bölümü sizlerle paylaşıyorum.

“…

Bozulmamı, ayırt edici bilgi, bu birliktelikten özgür kalmanın yoludur. Sonsuzun, gerçek özgürlüğün saflaşmamış bir zihin ile algılanması söz konusu değildir. Sonsuz, zihinle ya da duyu organları ile anlaşılan, öğrenilen değil tam tersi; pratiklerin, deneyimlerin sonucunda idrak edilen bir şeydir. Bu noktaya ancak ayırt edici bilgiyi kullandığın, yani sürekli gerçek ne, gerçek olmayan ne ayırt ederek gerçekleştirdiğin deneyimlerin sonucunda gelirsin. Sen gerçeğin peşinde oldukça, gerçek yavaş yavaş kendisini sana göstermeye başlar. Zihnin gittikçe daha saf bir hale gelerek görünenin ötesindekini görmeye başlar.

Patanjali’nin netliğine ve sadeliğine hayran olmamak mümkün değildir. Binlerce yıldır insanların peşinden koştuğu soruların cevaplarını, çoğu zaman tek bir cümlede anlatır. Bir insanın bu kadar komplike konuyu bu kadar yalın anlatabilmesi için aslında o konunun kendisine dönüşmüş olması gerekir. Deriz ya “Avucumun içi gibi bilirim” diye, ama aslında insan kendi avucunu bile Patanjali’nin yaşamı bildiği gibi bilmez. “Elim acıyor!” dersin fakat çoğu zaman elinin neden acıdığını bilmezsin. Patanjalı bize bütün bunları sonsuzun kendisinden aktarır. Onun bu bilgiyi verme şekli bir bilme halinden değil, olma halinden kaynaklanır.

Patanjali’nin ışığını her gördüğünde kararlılıkla, güçle dolarsın. Bu öyle bir güç, öyle bir inançtır ki, yolda duracak gibi olsan da yine seni devam ettirir. Sen aydınlanmanın peşinde değilsindir çünkü o noktada aydınlanmak kavramının ne olduğunu algılayamazsın. Tek bildiğin içinde bir ateş vardır ve özgürleşmek istersin. Her adımda, bıraktığın her modifiğkasyonda sanki yeniden nefes almaya başlarsın. Meğer daha önce nefes almıyormuşsun, onu anlarsın. Bazen acı verse de kendini görmenin sonucunda yavaş yavaş ortaya çıkan özgürlüğü hissedersin. Ve bunun sonucunda da pratik senin elin kolun olur. Dört elle sarılırsın pratiğine. Seni o yolda tutacak en önemli şeylerden biri inançtır. Daha başında inancını kaybedersen, zaten bu kadar adanmışlık gereken bir yolu yürümen mümkün olmaz.


Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

AÇGÖZLÜ ADAM HİKAYESİ

 

Sevgili okuyucularım, bu ayki bilge hikâyemiz ile beraberiz.

Evvel zaman içinde kimi zaman aç, kimi zaman tok olan Halil isminde fakir bir adam yaşarmış.

Bu adam geçimini çöpçülük yaparak sağlar, yeteri kadar kazanamadığından açlık ile tokluk arasında bir hayat sürermiş.

En büyük sıkıntısı ailesinin geçimini sağlayabilecek miktarda para kazanamıyor oluşuydu. Onun için öncelikle çoluk çocuğunun karnını doyururmuş.

Adam şehre sırf daha çok para kazanarak ailesini daha iyi şartlarda geçindirmek için gelmişti. İlk başlarda sadece karınlarını doyuracak kadar para kazanabiliyormuş.

Günler bu şekilde geçip giderken daha çok çalışan fakir adam, en sonunda birkaç kuruş biriktirebilmiş.

Birkaç kuruşu olduğu için mutlu olan adam, büyük şehirde olduğundan hırsızların birikimlerini çalmaları korkusu yüzünden de sürekli tedirginmiş.

Günlerden bir gün onun bu haline üzülen arkadaşlarından bir tanesi dayanamayarak “Halil kardeş sürekli üzgün ve tedirgin bir halin var ne oldu.”

Halil “Ah dostum! Dediğin gibi bir derdim var. Derler ya mal canın yongasıymış. Benimde yıllardır gece gündüz demeden çalışarak biriktirmiş olduğum birkaç kuruşum var. Hırsızlar onları benden çalacak diye geceleri gözüme uyku bile girmemektedir. Bunun tedirginliği içerisinde mutsuzum.”

Arkadaşı” Aslında derdinin bir çözümü var. Benim adını çokça işittiğim tüccar Hasan isminde bir tüccar var. İstersen gidip onla konuşalım senin parayı da kendi kasasında saklaması için ondan ricacı olalım ne dersin.” demiş.

Halil “Aslında çok güzel bir fikir hemen gidelim.” demiş

İkisi beraber tüccar Hasan’ın evine gitmişler. Onun evde olmadığını ama öğleden sonra eve geleceğini öğrenen Halil ve arkadaşı işlerine dönerek öğleni beklemeye başlamışlar.

Halil için artık saatler günler gibi geçmeye başlamıştı. Halil günlerdir çekmiş olduğu sıkıntıdan kurtulma zamanı geldiğini düşündükçe mutlu oluyordu.

Şu iş, bu iş derken birden öğle ezanı okuyunca arkadaşının yanına giderek onunla arka mahalledeki Tüccar Hasan’ın köşküne gitmişler.

Kapıyı çaldıklarında, kapıyı açan tüccar “Oooo hoş geldiniz içeri buyurun.” diyerek onları içeri almış.

Halil ve arkadaşına kahve ikram eden tüccar, bu arada da kendi kendine bu çöpçüler benden ne ister diye düşünüyormuş.

Halil’in arkadaşı: “Tüccar efendi, sizin bir kasanız olduğunu işittik.” sonrada Halil’i işaret ederek “arkadaşın biraz birikmiş parası var rica etsek bizler için onu kasanızda saklar mısınız?” demiş.

Tüccar gülümsedikten sonra “Beni herkes bilir övünmek gibi olmasın çok güvenilir olduğumdan birçok kişi evime gelerek parasını kasama koyar. Senin paranıda saklarım.” demiş.

Ertesi sabah tüm parasını tüccar Hasan’a teslim eden Halil epey bir rahatlamıştı. “Ah Hasan amca bana ne kadar büyük bir iyilik yaptığınızı bir bilsen, yıllardır çalışıp biriktirdiğim üç beş kuruşun çalınma korkusu beni huzursuz ediyordu.” demiş ve tüccardan müsaade isteyerek oradan ayrılmış.

Gel zaman git zaman derken bir gün köyüne gitmek isteyen çöpçü elinde para kalmadığından ne edeyim derken en son tüccar Hasan efendinin kasasına koymuş olduğu parayı alarak köyüne gitmeye karar vermiş.

Şehrin sayılı zenginleri arasında bulunan ve neredeyse malının hesabını bilmeyen tüccar her gün daha çok para kazanırmış. Ancak bu zenginliğini düzenbazlık yaparak elde etmişti. Daima fakir fukarayı kandırarak onların paralarına el koyarmış.

Zavallı çöpçü Halil’inde paralarını da bu şekilde kullanmıştı. Hiçbir şeyden haberi olmayan Halil, pek rahatmış çünkü tüm parasını düzenbaz birine teslim ettiğini bilmiyormuş.

Halil’in karısı sormuş; “Ne zaman köye gideceğiz?”

Halil “Bugün iyi kalpli olan tüccarın kasasında bulunan paramızı alalım yarın yola koyuluruz.” demiş.

Sabah olunca çöpçü Halil tüccarın köşküne giderek kapısını çalmış, lakin kapıyı açan yokmuş, evde olmadığını düşünerek geri dönmek üzereymiş ki içeriden gelen bir ses işitmiş.

Kendi kendine adamı uykudan uyandırdım herhalde diye düşünmüş ve sonrada kapının önünde beklemiş ama kapıyı açan olmamış.

Çöpçü sonra kendi kendine; “Herhalde bana öyle geldi.” diyerek köşkten ayrılmış.

Tüccar kapıyı çalanın kim olduğuna bakıyor ona göre kapıyı açıyormuş. Günde 3 veya 4 defa köşke gelip kapıyı çaldığı halde pembe köşkün kapısını açan olmamış.

Gün geçtikçe çöpçü endişelenmeye başlamış. “Ya tüccar kaçtıysa onu bir daha bulamazsan ben ne yaparım.” diye düşünüyormuş.

O günden sonra köşkün çevrelerinde temizlik yapan Halil, tüccarın eve girdiğini görünce sevinçten elindeki süpürgeyi indirerek arkasından seslenmiş. “Hasan amca, Hasan amca.” diye bağırmış. Ona doğru giderken “Bende ne kadar kötüymüşüm adam hakkında ne kadar kötü düşünmüşüm.” diye söylenmiş.

Ona yakalandığını anlayan düzenbaz tüccar mecburen beklemiş. Yanına varan Halil “Tüccar Efendi! Senin kasana koymuş olduğum paralarımı geri alabilir miyim.” demiş.

Tüccar çöpçüyü önce bir süzmüş sonrada kaba bir sesle “Sen kimsin ne hakla benden para istiyorsun?” Demiş

Halil’in işittikleri onda şok etkisi oluşturmuştu. “Ben yıllardır biriktirmiş olduğum tüm parayı kasanda saklaman için getirip sana veren fakir bir çöpçüyüm tanımadınız mı beni?”

Düzenbaz tüccar: “Hayır, ben seni hiç görmedim ve tanımıyorum.” demiş

Zavallı çöpçü perişan bir vaziyette: “Sen ne kadar aç gözlüsün o kadar mal varlığın var yine de benim gibi fakir birinin üç kuruşuna göz dikiyorsun.” demiş ve Başını öne eğerek dalgın dalgın sokakları süpürmeye devam etmiş.

Aradan birkaç gün geçmişti. Bir sabah yaşlı bir teyze, Halil’in dalgın halini görünce “Evladım kaç gündür seni görüyorum daha geçen güne kadar mutluydun. Canını sıkan bir şey mi oldu?” diye sormuş.

Zavallı adam yaşlı teyzeye olup, biteni gözyaşları içerisinde anlatmış. Üzülen yaşlı kadın “Ben o düzenbazı iyi tanırım. Fakirlerin malını çalarak zengin oldu. Ama sen üzülme evladım. Her şeyin bir çaresi mutlaka vardır.” demiş.

Zavallı adam kısık bir sesle “Nasıl bir çare olabilir ki?”

Yaşlı kadın: “Sen öğle vakti düzenbaz tüccarın evine git ve hiçbir şey olmamış gibi paranı iste. Bende orada olacağım, mücevherlerimi onun kasasına koymak için götüreceğim. Benim mücevherlerimi gördüğü vakit mücevherleri almak için senin paranı geri verir.” demiş.

Halil’in başka bir çaresi yokmuş o gece düşünceler içerisinde yatamamış bile, öğleye doğru tüccarın evinin orasını temizlemeye başlamış.

Yaşlı Kadın hizmetçisiyle neler yapacaklarını kararlaştırdıktan sonra tüccarın evine gitmişler.

Pencereden gizlice bakan tüccar gelenin alacaklı biri olmadığını görünce hemen kapıyı açarak “Bir isteğiniz mi var hanımefendi.” diye sormuş

Yaşlı kadın: “Hasan bey! Eşim başka ülkeye iş için gitti. Bende oraya belli bir süre gitmeye karar verdim. Bu kadar mücevheri yolculukta yanımda taşımam riskli olabilir. İşittim ki sizin bir kasanız varmış. Rica etsem o mücevherlerimi ben dönene kadar kasanızda saklayabilir misiniz?”

Mücevherleri gören tüccar öyle bir mutlu olmuş ki büyük bir neşe ile “Tabii ki efendim.” der demez, çöpçü kapının önüne gelivermiş.

Tüccarın yanına ilk kez geliyormuş gibi davranan Halil “Hasan amca hatırlarsanız kısa bir süre önce size saklamanız için bir miktar para vermiştim. Rica etsem o paramı geri verebilir misiniz?” Demiş

Tüccar birkaç gün önce kapısından kovmuş olduğu Halil’e bu sefere çok farklı davranıyormuş. Kendisinin güvenilir biri olduğu imajını vermek için ikisini de içeri buyur ederek ikramlarda bulunmuş ve çöpçünün bütün parasını kasadan çıkartarak ona uzatmış. “Senin paranın hepsi burada ben bu şehrin en güvenilir tüccarlarından biriyim. Birazdan hanımefendinin de mücevherlerini bu kasada saklayacağım.” demiş.

Parasını geri almanın sevinciyle yerinde duramayan çöpçü “Müsaadeniz olursa eve gitmem gerekiyor.” demiş ve tam kalkacakken köşkün kapısı çalınmış.

Gelen kişi yaşlı kadının hizmetçisiymiş. Kapıyı açan tüccar hizmetçiyi içeri almış. Yaşlı kadının yanına gelen hizmetçi nefes nefese kalmıştı.

Yaşlı kadın: “Ne oldu kızım? Senin bu acelen ne?” diye sormuş,

Hizmetçi: “Hanımefendi, eşiniz seyahatten döndü ve hemen sizi görmek istiyor.” demiş

Bunun üzerine tüm keyfi kaçan tüccara dönen yaşlı kadın “Eşim dönmüşse mücevherlerimi saklamama gerek kalmadı.” dedikten sonra müsaade isteyerek ayağa kalkmış.

Tüccar ise büyük bir şaşkınlık içerisinde olup biteni anlamaya çalışıyordu ama kendine oynanan oyunu anlamamıştı.

Bu durumu çevresindeki herkese anlatan yaşlı kadın ve çöpçü başka insanlarında değerli eşya ve paralarını ona teslim etmemeleri için ellerinden gelen her türlü gayreti göstererek nasıl biri olduğunu tüm insanlara anlatmışlar.

Artık çevrede itibarı kalmayan ve kimse tarafından güvenilmeyen tüccar paralarını alamayanların birleşerek paralarını geri almaları sonucu yavaş yavaş tüm malını kaybetmiş ve beş parasız olarak ortada kalmış.

Kaynak: Masallar Oku

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BASTIRILMIŞ DUYGULARI SEVGİYE DÖNÜŞTÜRMEK

Sevgili okuyucularım 26 Kasım 2024 tarihinde yazdığım “Kişisel Farkındalık” başlıklı yazımda farkındalığı olan insanın kendini şifalandırmaya doğru yol alacağını ve hata yapma olasılığının azalacağını belirtmiştim.

Bugün ise bu farkındalıkla her bir olumsuz duygu ve düşüncenizi hangi nedenle bastırdığınızı belirleyerek bununla ilgili bir çalışma yapabilmeniz için izleyebileceğiniz yolları anlatacağım. Tabii ki her daim söylediğim gibi şifanın ana kaynağı, kendinizle yüzleşip bu olumsuz duyguları ve düşünceleri bırakarak ruhunuza ve bedeninize ağır gelen bu yüklerden kurutulup sevgiye geçmenizdir.

“Peki, bu nasıl olacak?” diyeceksiniz. Emekle, kendiniz üzerinde çalışarak. Çünkü insanın oturduğu yerde “Haydi, artık ben olumsuz duygu duymayacağım” ya da “Artık ben pozitif düşüncedeyim, sevgideyim,” demesiyle olmuyor. O olumsuz duygu bilinçaltınızda varsa veya tam olarak o duyguyu ve düşünceyi teslim etmemiş veya bırakmamış iseniz hayatınızın farklı dönemlerinde tekrar tekrar karşınıza çıkmaya devam edecektir.

Önce kötü duygu ve düşüncelerin bazılarını kısaca yeniden hatırlayalım. Öfke, kibir, nankörlük, bencillik, kıskançlık…

İnsanlar genelde kendilerine yapılan yanlış davranışta, o davranışı yapan kişiye veya kişilere kızar, öfkelenir. İleri aşamada içinde kin biriktirir. Nefret, duyguları intikama dönüştürür. Öfke duygusu kırıcıdır; hata yaptırır üstelik karma yaratmaya neden olur.

Kendi değerini bilmeyen, özgüveni olmayan, kendini küçümseyenler başkalarına karşı kıskançlık geliştirip kibirli davranışlar sergileyerek, onları küçümseyerek kendinde olmayanı yerine koymaya çalışır. Bir başkasından olumsuz davranış gördüğünde bütün insanları aynı kefeye koyarak “Bütün insanlar kötü, nankör, vefasız,” diyerek öfke ve kızgınlık duymaya başlar.

İnsanız, hayatta pek çok olumsuz olayla, durumla karşılaşıyoruz. Bu olumsuzluklar ister istemez olumsuz duygulara, düşüncelere bürünüyor ve bilinçaltına yerleşiyor. Farkındalıkla bunu dönüştürmek için ise emek ve çaba sarf etmek gerekiyor. Karanlık ve gölge tarafları bırakıp ışığa geçmek, aydınlanmak gerekiyor.

Bazı insanlar aşırı vericidir. Yaptığı fedakârlıklar karşısında insanlardan bencillik veya vefasızlık gördüğünde içinde öfke, kızgınlık duygularını besler ve suçlamalar başlar. En başta da kendisine kızmaya başlar. Peki, bu fedakârlığın, aşırı vericiliğin nedeni nedir? Altında yatan hangi duygu ve düşünce ya da hangi korkular var? Unutmayın her olumsuz duygunun ve düşüncenin altında yatan korkulardır. İşe bu soruların yanıtını vererek başlamak gerekiyor.

Diğer taraftan siz verici bir insansanız neden kendi özünüzden vazgeçesiniz; iyilik yapan birisi iseniz neden iyilik yapmaktan vazgeçesiniz? Olumsuz duyguların esiri olmak yerine, o duyguların farkına varıp özünüze dönmeniz sizi şifalandıracaktır.

Kendimden örnek vereyim, bir insana iyilik yapıp onun karşılığında nankörlük, vefasızlık veya değersizlik görüyorsam ya da karşımdaki sürekli almaya alışmış, emeği hiçe sayan biriyse o kişiye kızgınlık ve öfke duymam. Çünkü öfke ve kızgınlık duyarsam o kişiye değil kendime zarar vermiş olurum. Nasıl zarar vermiş olurum?

  • Enerjim negatif olur.
  • Ruhum özgürleşmez. Ruhum özgürleşmediği için bedenime zarar vermiş olurum.
  • Sevgiden çıkmış olurum. Karanlığa girmiş olurum.
  • Evrene negatif enerji vermiş olurum.

Şimdi eğer böyle insanlardan rahatsız oluyorsam zaten farkındalığım varsa rahatsız olduğumu açık olarak söylerim ve o kişiyi yaptığı yanlış davranış ile yüzleştiririm. Farkındalık veririm. Ayrıca zaten yapılan bir şeyin arkasında beklenti olmaz. Ne amaçla yaptığım konusunda, niyetim hakkında bir kere önce kendimle yüzleşme yaparım. Zaten kendimle yüzleştiğim için o olumsuz duygu olmaz. Bir de bu olumsuz duyguya sebep olan korkuma bakarım. Beni kullanan insanlara da takılmam çünkü eğer insanda tam olarak inanç ve teslimiyet varsa zaten herkesin ektiğini biçeceğini bilir. O yüzden neden olumsuz duygu duyup zihnimi meşgul edeyim ki? Vakti geldiğinde bu inanç konusunu ayrıntılı olarak yazacağım. İnsan bir şeyi sevgi ile yapıyorsa karşısındakini fazla sorgulamaz, yaşadığı olumsuzlukların kendisinde olumsuz duygular ve düşünceler oluşturup oluşturmadığına bakar.

Örneğin bir arkadaşınıza hediye almışsınız. Bir teşekkür etmeden veya o hediyeyi açmadan bir kenara atarsa veya hiç önemli değilmiş gibi değersiz göstermeye çalışırsa tabii ki üzülürsünüz. Ama bu durum o kişiye karşı olumsuz duygu, düşünce biriktirmenizi veya onu yargılamanızı gerektirmez. Bir daha hediye vermezsiniz, o kadar. Eğer o kişi size “Eskiden bana hediye getirirdin, hatırımı sorardın,” diye sitem ederse siz açık ve samimi olarak gerekçenizi anlatır, “Bu davranışını gördüm onun için,” dersiniz.

Duygularınızı her zaman sevgi ile dile getirmelisiniz çünkü getirmediğiniz zaman bunlar olumsuza dönüşür. Düşüncelerinizi de aynı şekilde. Korkunuz olmasın. Korkuya neden olan olaylara bakmanız çok önemli. Çünkü dile getiremediğiniz, o anda yüzüne söyleyemediğiniz düşünceleriniz, o kişinin arkasından konuşup dedikodu yapmanıza neden olur, aynı zamanda olumsuz bir duyguya dönüşür.

Olumsuz duygular şifalanmanızın önünü kapatır. Daha doğrusu aydınlığa çıkmayı engeller. Sevgide kalamazsınız.

Şimdi olumsuz duygularınızı şifalandırabilmeniz için yapacağınız çalışmaya geçelim. Önce elinizde bir kâğıt ve kalem olsun.

  • Kendinize sorun, hangi olumsuz duygulara ve olumsuz düşüncelere sahibim; bunları yazarak başlayın.
  • Bu olumsuz duygu ve düşünceler ne zaman başladı?
  • Bu olumsuz duygu ve düşüncelere yaşadığım hangi olaylar neden oldu?
  • Bunlara sebep olan kişileri ve onlarla yaşadığınız olayları yazın.
  • Bunları yaparken hangi korkularım vardı. Bu korkularımdan dolayı öfkeli oldum veya hırslı oldum ya da bağımlı oldum; yazın.
  • İnsanlara karşı ne zaman olumsuz duygu ve düşünce besliyorum?
  • Gün içinde söyledikleriniz; kullandığınız olumsuz kelimeler nelerdir, düşünceleriniz ve duygularınız nasıldır? Bunları da yazın.

Bu sorulara vereceğiniz yanıtlar, kendinize dönüp gerekli yüzleşmeleri yapmanızı sağlayacak. Burada dikkat etmeniz gereken tek şey olayları ve insanları yargılamadan, suçlamadan kendinize odaklanmanızdır. Unutmayın kendinizi şifalandırıyorsunuz. Yanıtlarınız size olumsuz duyguların kaynağını bulmanızda yön gösterecektir. O olumsuz duygu ve davranışlara neden olan duyguyu bulup sevgiye dönüştürmek için de yapmanız gereken o duyguyu bırakmak olacak. Çünkü o anda belki farkındalığınız hiç yoktu onun için yaptınız veya tecrübe kazanmadığınız için yaptınız. Ama artık farkındasınız.

İnsan olumsuzluk yaşadığı her olaya veya kişiye tecrübe gözüyle baktığında ve kendi üzerinde değişim vesilesi olarak gördüğünde zaten olumsuz duygu ve düşünceye kapılmaz. Çünkü aynı hatayı bir daha yapmaz. Ama aynı hatayı yapmamak için de önce olumsuz duyguların şifalandırılıp sevgiye dönüşmesi gerekir. Aksi hâlde insan tam olarak mutlu ve huzurlu yaşayamaz. Dinginliğe ulaşmış sayılmaz.

İnsanlar sizi sevmeyebilir, terk edilebilirsiniz, reddedilebilirsiniz. Bu durumda yapacağınız tek şey sadece samimi olarak, sevgi ve nezaket ile duygularınızı düşüncelerinizi ifade etmenizidir. Söylemediğiniz ve içinize attığınız ne olursa olsun sonra nefret duygusuna kadar gider. Olumsuz duygular yaşamamak için konuşmanız gerekir.

Örneğin bir iş yerinde çalışan hakkının yenildiğini görüp de dile getirmediğinde patrona kızgınlık ve öfke duygusu beslemeye başlıyor. Sonra başka işe giriyor ve “Kurtuldum, öfke ve kızgınlığım yok,” diyor. Hâlbuki o duygu bilinçaltını bir yere atılmış, bastırılmış olarak duruyor; söylenmemiş ve dönüştürülmemiş olarak. Eğer dönüştürülmüş olsa zaten kendisine haksızlık yapıldığını söyleyecek ve kızgınlıkla işten ayrılmayacak veya çıkarıldığı zaman kızgınlık duymayacak.

İlişkiler de öyle. Hem yapılan davranışa öfke ve nefret duygusu besleniyor, değersizlik duygusu besleniyor hem de ilişki devam ediyor. Bu nasıl sevgi oluyor? İşte burada kendinize lütfen şu soruyu sorun: “Neden ilişkiye devam ediyorum?” Böyle duygular olduğu hâlde bunun altında yatan korku nedir; bununla yüzleşmeniz gerekiyor. İşte o zaman sevgiye geçeceksiniz ve o duyguyu bırakmış olacaksınız.

Benzer şekilde başarılı olan insanı niçin kıskanıyorsunuz, bu duygunun oluşmasına neden olan nedir? Yahut kurban rolüne girmek… Buna neden olan kişiler ve olaylar neler? Neden kendinizi acındırıyorsunuz ve o kişiler size yardım etmediği zaman insanlar kötü, diye genelleme yapıyorsunuz, altında hangi olumsuz duygu yatıyor?

Her yüzleşmeyi önce kendinize karşı dürüst olarak yapmalısınız. Olumsuz duygular ve düşünceler sizi ileriye taşımaz. Bunu bilin lütfen. Onları sevgiyle özgür bırakın ve yüklerinizden kurtulun.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

YENİ EV

Sevgili okuyucularım, iki hafta aradan sonra yine anılarla birlikteyiz. Artık ortaokul üçüncü sınıfa geçmiş olan genç kız, sandıktan bir anıyı daha serbest bırakıyor.

Bir eğitim öğretim yılı daha bitiyordu. Okulun son günü vedalarla geçti. Okuldan ayrılacak öğretmenlerimizle ve arkadaşlarımızla vedalaşmak beni çok etkiledi; onları çok özleyecektim. Bu hüzünlü günün sonunda karnelerimizi alıp tatile çıktık. Benim karnem iyiydi. Karne deyince ailemden ortanca amcam o kadar merak ediyordu ki notlarımızı, anlatmam bunu sizlere.

O yıl birçok açıdan çok farklı ve telaşlı bir yaz geçireceğimiz belliydi, babamın yeni bir ev almasıyla değişim başlamıştı bile. Erkek kardeşim ilkokulu bitirmişti, ortaöğretim için yeni bir okul tercih edecekti. Ağabeyim, lise son sınıfa geçmişti, üniversite hazırlığı için dershaneye yazılacaktı ama hangi dershane olacağına karar verilecekti. Ablam, üniversiteden mezun olmuştu, iş aramaya başlayacaktı. Annem ise yeni eve taşınmanın heyecanı ve hazırlığı içindeydi. Ailede bir telaş vardı ve yaz tatili programıyla ilgili hiçbir şey konuşulmuyordu. Annem, “En kötü ihtimal adaya gidip denize gireriz,” diyordu ama bu kadar telaş içinde nasıl olacak belli değildi. Benim için deniz olsun da neresi olursan olsun fark etmezdi. Erkek kardeşim ve ağabeyim zaten yaz boyunca babamla birlikte işe gidiyorlardı. 

Tabii öncelikli konu yeni evdi. Bir gün babam, beğendiği daireleri göstermek için amcalarıma haber verdi. Hep birlikte gittik. Ortanca amcam, babamın bizim için beğendiği daireyi beğendiğini söyledi ve “Burası benim olsun,” dedi. O gün babamın ilk defa kardeşine hayır, dediğine şahit olduk. “Hayır, burada ben oturacağım. Sen bir üst kat, bir alt kat veya karşımızdaki daireyi ya da başak dairelerden birini al,” dedi.

Annemin en büyük korkusu ise babamın ortanca amcama “Tamam, oturduğum yeri sana vereceğiz, ben başka daire alırım,” demesiydi. Babamın kardeşlerine karşı hayır kelimesini hiçbir zaman kullanmadığını biliyordu, bu yüzden böyle bir korkusunun ve endişesinin olması normaldi. Üstelik babamın beğendiği daireyi annem de beğenmişti.

Küçük amcama gelince o zaten olayın en başından beri aynı apartmanda oturmaya taraftar değildi. Çünkü ortanca amcamla aynı apartmanda ve aynı katta oturuyordu senelerdir ve artık tek başına oturmak istiyordu. Ayrıca da onun kendine göre planları varmış; babamın sonradan haberi oldu. Selamiçeşme semtinde değil Fenerbahçe ve Kalamış tarafında oturmak istediğini babam “Al,” diye baskı yapınca söyledi. Zaten annem de babama “Neden baskı yapıyorsun, oturmak istemiyor,” diyordu. Aslında babamın baskı yapmaktaki amacı bir olumsuz olay olursa birbirimize destek olmaktı. Daha doğrusu aile bir arada olsun istediğindendi. Babam paylaşmayı seviyordu, ailede ne olsa hemen gidip anlatıyordu kardeşlerine fakat küçük amcam öyle değildi; ketumdu. Bizim hep sonradan haberimiz olurdu küçük amcamın ailesinde yaşananlardan. Neyse ki eşi öyle değildi; yengem anlatırdı, zaten biz de bu sayede öğrenirdik.

Hep birlikte evi görmeye gittiğimiz o gün, küçük amcam babamın baskısı karşısında ne istediğini açık olarak söyledi. Babamın itirazı olmadı.  Ortanca amcam “Bu beğendiğim daireyi vermezsen ben de bu apartmandan daire almayacağım,” dedi. Babam, kendi beğendiği daireyi veremeyeceğini söyleyince o da almaktan vazgeçti.

Tabii babam müteahhitlerle üç daire üzerinden anlaşmış ve indirim sözü almıştı. Bu durumda tek daire alınacağı için indirim de olmadı. Müteahhitler de kendileri açısından haklıydı. Üç daire satacaklar ve peşin para alacaklardı. Herkes kendini düşündüğü için karşı tarafa baskı yapıyordu. Bir de tabii para söz konusu olunca kimse zarara uğramak istemiyordu. Müteahhitlerin babamı sürekli aramasından anlamıştık bunu.

Sonunda annemin istediği gibi oldu, hem beğendiğimiz daireyi aldık hem de amcalarımla aynı apartmanda oturmak zorunda kalmadık. İlk defa hep birlikte çok şaşkındık çünkü babam kardeşlerine karşı ilk kez hayır, kelimesini kullanıp kendisinin ve annemin istediğini yapmıştı.

Amcalarımın durumu netleşip de kendi evimizi alınca bu kez bir heyecan sardı hepimizi. Yeni bitmiş bir eve taşınacaktık, üstelik bu ev hem kendi evimiz olacaktı hem de aynı semtte yaşamaya devam edecektik, bunun için çok seviniyorduk. Ayrıca da dairemizde deniz görülmesi ve adalara giden vapurları görmüş olacağız. Yalnız annemin ev ile ilgili bazı istekleri oldu. Mutfakta ek dolaba ihtiyacı vardı, ayrıca diğer odalara ve antreye de dolap yaptırmak istedi. Babam buna onay verdiği hâlde ortanca amcam “Ne gerek var, sonra yapılır, masraf etmeye gerek yok,” demeye başladı. Kendilerine gelince her şeyin alınmasına ve yapılmasına onay verirken bize gelince böyle davranmaları annemin hoşuna gitmiyordu. Ses çıkarmıyordu fakat ister istemez üzülüyordu. Babam ise ortamın yumuşak kalmasını istediği için “Boş ver, üzülme, zamanı geldiğinde yaptırırız,” diye teselli ediyordu annemi. 

Babam, iş konusunda her şeyi düzgün yapmaya çalışan, olaylara serinkanlılıkla yaklaşan, kolay panik olmayan insandı. Buna rağmen yeni evimize taşınacağımız gün yaklaştıkça “Nasıl taşıyacağız?” demeye başladı. Neyse ki annem, “Neden panik yapıyorsun, kolaylıkla taşınırız. Zaten yakın, üç dakikalık mesafede. Elimizde götüreceklerimizi birlikte götürürüz,” diyerek yatıştırdı.

Hızla hazırlıklar başladı. İlk iş evin temizliğiydi, annem bir kadın bulup birlikte temizliğe girişti. Yeni inşaat olduğu için çok iş vardı, evin içi boya kokuyordu. Her şeyin yepyeni olması farklı gelmişti bana. Ablamla aynı odayı paylaşacaktık. Odamızı nasıl düzenleyeceğimize karar verdik heyecanla.

Salon, diğer eve göre küçüktü, iki koltuk takımını sığması imkânsızdı, bu yüzden annem bir takımı diğer odaya koymaya karar verdi. Mutfak ise kocamandı; bir oda kadardı. Annem en çok buna seviniyordu çünkü çok fazla misafirimiz oluyordu bizim, geniş mutfakta hareket alanı da genişlemişti. Ayrıca mutfağa masa bile koyabilecektik böylece kahvaltı ve yemek burada yenebilecekti. Eski evdeki gibi salondaki masada sofra kurmak zorunda kalmayacaktık. Babam mutfakta yemek fikrine önce itiraz etti, onun salonda televizyon karşısında yemek yeme alışkanlığı vardı. Bazı alışkanlıklardan vazgeçmenin zor olduğunu ileride kavradım. Neyse ki sonunda ikna oldu ve mutfakta yemek yemeye başladık.

Bu arada pencerelere göre perde ihtiyacı doğdu. Annem, babam ve ortanca yengem birlikte gidip birkaç yere baktılar perdeler için. Annem hep tutumluydu, gereksiz masraf yapılmasından yana olmadı hiçbir zaman. Sadece ihtiyacı neyse onu alırdı. Fakat bu yeni evde işte perdeler gibi yeni ihtiyaçlar doğmuştu. Annem evin neye ihtiyacı olduğunu iyi biliyordu. Bir de yıllarca kiracı oturduğu için isteklerini ertelemişti, kendi evimiz olunca gönlünce döşemek istiyordu. Ama yine olanaklar ölçüsünde. Fakat babam bu konuda da farklı düşünüyordu. Eşya alma konusunda cimrilik yapıyordu. Tabii bize gelince böyleydi bu. Amcamlara karşı öyle değildi.

O zamanlarda fark etmiştim. Babam yalnız çalışmış olsa kazandığı parayı kimseye hesap vermeden kullanır, istediğini alırdı. Ortak çalıştıkları için amcalarım istediklerini alırken babam “Hayır, ben bunları alacağım,” demiyordu. Aslında yine hesap vermek zorunda değildi, çünkü çok çalışıyordu, işin büyük kısmını sırtlanmıştı. Ama sorun çıkmasın diye sürekli fedakârlık yapıyordu. Tabii bütün bu fedakârlıklar ve her şeyi içine atması, belli etmemesi babamın ileride hastalanmasına neden olacaktı. Yavaş yavaş o belirtiler kendini göstermeye başlamıştı bile.

İnsan ileri yaşlarda hayır kelimesinin önemini çok iyi anlıyor, bazı yerlerde gerçekten hayır, demek gerekiyor. Çünkü insanlar çoğunlukla önce kendilerini düşünüyor, karşı tarafın üzülüp üzülmeyeceğini umursamıyor. Her insanın bir güçsüz tarafı, bir zaafı vardır. Babamın zaafı da kardeşleriydi. Onlar da babamın bu yönünü çok iyi bildikleri için nasıl olsa hayır, diyemez diye kolaylıkla her şeyi yaptırıyorlardı.

Korkular insanı derinden etkiliyor. Altta yatan korkular varsa insanı başka türlü karar almaya zorluyor ve hayatın akışının başka yöne çevrilmesine neden oluyor. İnsanda cesaret çok önemlidir. O zamanlar babamı bu konuda cesaretsiz görüyordum.

Bazı ailelerde de eşler birbirlerini sevmedikleri hâlde maddiyat veya başka korkularla mutsuz bir evlilik ve mutsuz bir hayat sürdürürler. Aslında ona evlilik demek bile güçtür; eşlerin her biri için o artık mutsuz şekilde her gün yük taşımaktır.

Cesaretsizlik insanı güvensizliğe götürür. Cesaret benim için gerçekten çok önemli unsurlardan bir tanesidir.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

KİŞİSEL FARKINDALIK

İnsanın farkındalığı daha çocukluktan başlıyor. Özellikle çocuk dünyaya yaşlı (bilge) ruh olarak gözlerini açmışsa. İnsan doğuştan getirdiği ruhsal özelliklere sahiptir ve yaşlı ruh da böyle bir özelliktir. Ruhun genç veya yaşlı oluşu çocukken yaptığı konuşmalardan, davranışlardan anlaşılır. Bazı çocuklar için dersiniz ya, “Bu çocuk ne kadar bilmiş; büyük insan gibi konuşuyor” ya da “Büyümüş de küçülmüş,” diye. İşte aslında çocuk size o anda bir mesaj verir farkına varmanız için ama siz hiç oralı olmazsınız, çocuk, deyip geçersiniz. Oysa farkındalığı olanlar o çocuğun ruhu yaşlı (bilge) olarak doğduğunu anlar. Çocuğun bilgeliği yüksek kişisel farkındalığındandır ve olgun davranışlar sergilemesine neden olur.

Bazı insanlar ise genç ruh ile doğar. Kişisel farkındalığı daha azdır. Kendi üzerinde yapması gereken çalışmaları es geçer, kendini tanımak için öz eleştiri yapıp eksiklerini gidermek yerine olumsuzluk yaşadığı olayları ve kişileri suçlayarak hayatını sürdürür.

Kişisel farkındalığı olan insan ise suçlamak yerine “Ben neden bu olumsuz olayı yaşadım veya yaşıyorum?” diye kendine sorar ve bunu çözmek için bilinçaltında yatan olumsuz duygu, düşüncelere ve korkulara dikkatini yöneltir. Ailesi ve çevresi tarafından hangi davranış kalıplarıyla yetiştirildiğine, bunun da hangi alışkanlıklara yol açtığına bakar ve dönüştürmek, değiştirmek için çaba sarf eder. Kişisel farkındalık ne kadar yüksek ise insanın hayatta yapacağı hataları o ölçüde azaltır. Kendi farkındalığı olmayan insanlar, hayatlarında daha çok hata yaparak hem kendine hem de başkalarına zarar verir.

Şimdi örneklerle kişisel farkındalık konusunu daha açık anlatmak isterim.

Eğer bir çocuğun farkındalığı yüksek ise anne ve babasının yalan söylediğini (beyaz yalan dâhil) anladığında bu davranışlarının yanlış olduğunu açıkça ifade eder ve kendisi de aynı yanlış yapmaz. Ailesinde dedikodu, başkalarına karşı olumsuz duygular ve düşünceler beslendiğini görerek büyüse de kendisi o alışkanlığı edinmez.

Anne ve baba kitap okumuyor veya spor yapmıyorsa çocuk, “Onlar da yapmıyor,” diye düşünmez, bunların faydasını bildiği için kendi farkındalığı ile okuma ve spor alışkanlığı geliştirir.

Bir örnek de astroloji konusundan vereyim. Çoğu insan astrolojiye ilgi duyar ama kendi doğum haritasını çıkarmak yerine kulaktan dolma bilgilere itibar edip hayatına yön verir. Etrafta konuşulan, sosyal medyada, televizyonda, gazetede yer alan örneğin “Şu burçtakilere bu yıl bolluk bereket gelecek” veya “Bu ay şu burç için şans kapıları açılacak,” yorumlarına inanıp hayatında bunlar gerçekleşmediğinde kendisini şansız addeder. Aslında kişisel farkındalığı olsa kendi doğum haritasını çıkarttırıp doğduğu anda hangi gezegenin hangi açıda, hangi yıldızın nerede yer aldığını öğrenir ve yaşam amacını ona göre belirleyerek yol alır, popüler genellemelerden etkilenmez.

Doğum haritası demişken bununla ilgili bir başka bir konuya daha değineyim. Bir iki spiritüel eğitim alan herkes şifacılığa soyunup biyoenerji çalıştığını, regresyon (bilinçaltı temizleme) yaptığını, rehberlik verdiğini hatta daha ileri gidip dünyaya şaman olarak geldiğini vb. söyleyerek insanlara birebir veya sosyal medya üzerinden şifa dağıtmaya çalışıyor. Oysa kişisel farkındalığı olan insan bunları yapmadan önce kendi doğum haritasını çıkarttırıp gerçekten şifacı mı spiritüel ile ilgili yetenekleri var mı doğuştan gelen medyumluk gibi psişik özelliklere sahip mi emin olmaya çalışır. Çünkü bunları harita zaten gösteriyor. Etrafımda böyle düşünerek spiritüel eğitimlere gelen kişilere şunu söylüyorum:

“Ne olur ilk önce doğum haritanızı çıkarıp eğer bu özellikler sizde varsa başkalarına şifa vermeye çalışın yoksa aldatma enerjisine girersiniz.”

Çünkü bazı şeyleri yapmak sadece eğitim almakla olmuyor, Allah tarafından doğuştan verilen yetenekler var. İşte bunları da kişi ancak kendi doğum haritasını çıkarttırıp görebilir. Bu yeteneğe sahip olduğunu gördükten sonra bunu iyi veya kötü yönde kullanmak ise insanın kendi farkındalığına kalıyor.

Dikkat ederseniz hangi davranışı seçeceğinin farkındalığa bağlı olduğunu belirttim. İşte bu noktada kişisel farkındalığın insan hayatına etki eden önemli bir yanı daha ortaya çıkıyor: Karar vermek. Kişisel farkındalık yüksek ise insan özgürce ve kendinden emin olarak kararlar alır. Çünkü değişimden ve dönüşümden korkmaz; korkularına ve egosuna yenik düşmez. Kendisine ve etrafına zarar vererek kendisini aşağı çeken, karma yaratan, sıkça dile getirdiğim öfke, kıskançlık, bağımlılık, suçluluk, hırs, ego gibi olumsuz duygulardan; dedikodu, yalan, suçlamak gibi olumsuz davranışlardan; negatif bakış açısı gibi olumsuz düşüncelerden arınmak için çaba sarf eder. Böylece kararsızlık veya yanlış karar vermek gibi bir ikilemden ve çevresel baskılardan uzaklaşıp içsel özgürlüğe kavuşacağından başkasına yanlış gelen ama kendisi ve bütünün iyiliği için en doğru kararı kolaylıkla alır.

Kişisel farkındalığı yüksek olan insan ruhsal açıdan olduğu kadar fiziksel açıdan da sağlıklı olması gerektiğini bilir ve kendine iyi bakar. Sağlıklı beslenir, çok yeme alışkanlığı varsa buna sebep olan ruhsal travmalarını bulup çözer, “Ben böyleyim” ya da “Çocukken ailem alıştırdı,” bahanelerinin arkasına sığınmaz, başkasını suçlamaz.

Kişisel farkındalık, aynı zamanda içsel denge, ruh dinginliği ve mutluluk demektir. Farkındalığı olan insan mutluluğunu dış etkenlerde aramaz çünkü içsel mutluluk ve huzurunu neyin engellediğini bilir.

Yaptığı işte dürüst ve adil olmazsa günün birinde kendisine veya ailesine zarar vereceğini bilir onun için hangi işi yapıyorsa dürüstlükle ve adaletle yapar.

Kişisel farkındalığı olan insan gerek özel gerek sosyal ilişkilerinde mesafeyi daima korur, etrafında fazla insan yerine az ve öz insan ister. Çok konuşmak yerine dolu konuşmayı tercih eder. Az konuşur. Hangi insandan zarar geleceğini bilir kendini korumaya alır ve başkalarının kendisini üzmesine izin vermez. Egoyu konuşturmak yerine kendi üzerinde çalışmalar yapıp eksiklerini giderir. Yüzleşmekten hiç kaçınmaz çünkü değişim ister. Kişisel farkındalıkla hata yapma oranı azaldığı gibi etrafındakilere de bu farkındalığı vererek hata yapmamalarını sağlar, suçlamak veya akıl vermek yerine sevgiyle yol gösterir.

Kişisel farkındalık yükseldikçe bilinç seviyesi yükselir. Kişisel farkındalık geliştirmiş insan geçmişinde yaşadığı olumsuz olayları şifalandırmadan geleceğe emin adımlarla yürüyemeyeceğini bilir. Dünün gittiğini, yarının henüz gelmediğini ve elinde sadece bugünün olduğunu bilir. Geçmişte yaşamak insana pişmanlık, suçluluk, şikâyet, kızgınlık ve üzüntüden başka bir şey getirmez. Gelecek ise henüz yaşanmadığı için boş yere kaygı, korku, stres ve karamsarlık yüklemek anlamlı değildir. Esas olan bugündür ve kişisel farkındalığı olan bir insan, anda (akışta) kalmanın, her saniyeyi hissederek yaşamanın sevgi, neşe, özgürlük, iyimserlik, huzur ve teslimiyet verdiğinin bilincine varmıştır.

Kişisel farkındalık hayat yolunu kolaylaştırır. Ruhsal denge, içsel huzur ve özgürlük getirdiği için insanın mutlu yaşamasını, kendi hayatını yaşamasını sağlar.

Her şey gönlünüzce olsun !
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BENDE OLAN NE VARSA SİZİN ELİNİZDE DE GİZLİ

Sevgili okuyucularım, bu ayki kitap paylaşımım ismi “Bende Olan Ne Varsa Sizin Elinizde de Gizli”

Bu kitabın yazarı olan; Zerdüşt, Hakikat yolunun yalnız arayıcısı Zerdüşt, aklını varlığıyla bütünleştirmiş, özgürlüğün ruhuna nüfuz etmesine izin vermiş bir bilgedir. Mozart’tan Nietzcher’ye, Stanley Kubrick’ten Jung’a kadar pek çok sanatçıya ve filozofa ilham olmuştur. Kendisi “Ben Zerdüşt, doğruluğun yandaşı, sevgi ve erdemin sözcüsü, kötülerin ve yalancıların düşmanı, iyilerin yaveri…” Zerdüşt, iyi insan olmak olgularının tükenmeye başladığı bir dönemde hayatı sorgulayarak iyilik ve doğruluk felsefesine sarılmış; bu uğurda her türlü tepkiyi göze alıp özgürce başkaldırarak dönemin düşünce adamı olarak ortaya çıkmıştır. Her şeyden önce Zerdüşt’ün dünya görüşü karamsar ve kötümser değil, ümit, aşk ve muhabbetle doludur. Zerdüşt’ün öğretilerinde temelde ahlak ilkesi bulunur; insan düşünce, söz ve amelde (eylemde) düzenli ve amaçlı bir hayat sürdürmelidir. Tanrı’ya yapılacak ibadet; dürüst düşünce, dürüst söz ve dürüst dualar sergilemektir. Hakikate göre yaşamak, insanın bilgelik, adalet, doğruluk, vefa, cesaret gibi insani erdemleri elde etmek için çabalamasıyla ancak gerçekleşebilir. Zerdüşt öğretilerinin ana temelleri şu kurallar üzerine oluşturulmuştur. Birincisi, değerli olmak insana karşı mert olmak. İkincisi, davranışlarda hakikatli ve bilgili olmak. Üçüncüsü, herkese karşı açık kalpli ve doğru olup sahteliği kendinden uzak tutmak. İlk defa dünya düşünce ve felsefesine, iyilik-kötülük, aydınlık-karanlık düalizmini bir sistem olarak sokan Zerdüşt’tür.

Şimdi kitaptan bir bölümü sizlerle paylaşıyorum.

“…

Her aydınlık günün sonunda karanlığa gebedir… Her varlıkta, her nesnede aydınlık ve karanlık yan yana ve iç içedir; birbirinin ikizidir onlar. Aydınlıktan yana olanlar ışığı büyütür, karanlıktan yana olanlar dipsiz bir kuyuya hapsolur.

Aydınlık ve Karanlık: Ölüm ve Hayat gibidir onlar; aynı bedende ve yan yanadır.

Zerdüşt aydınlığı seçer ve ışık saçan bir dünya için kötülerle mücadele eder. Yaşama anlam katmak, insanları aydınlatmak, onların gönül dünyasına ışık saçmak, gecelerine fener olmak ister. Onları nimetleriyle besleyen toprağı kötülüklerden arındırmak, daha çok ve sağlıklı mahsul almak için çabalar. Yaşam ve ölüm aynı bedende iç içedir; yaşamı seçmek demek aydınlık bir gelecek için çalışıp üretmek, toprağı bereketli kılmak, yaşamsal değerlere önem vermektir.

Zerdüşt, dünyanın aydınlık ve huzurlu olması için çok çalışır. Işık için çalışanın kendisi görür aydınlığı. İnsan bireysel ve toplumsal başarı ve mutluluk için yaratılmıştır. Hayat, iyilik ile kötülük arasındaki ezeli çekişme ve mücadeledir. Biz, her daim doğruluk ve dürüstlüğün muhafızı, iyilik yolunun yolcusu olmalı ve kötülükle, bozgunculukla ve çirkinlikle mücadele etmeliyiz. Zerdüşt, “Herkes ektiğini-ne fazla ne eksik – biçecektir…” der. Dünyada tek bir yol vardır, o da doğruluktur. Yalan söyleyeni ışığı söner.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com