ÖFKENİN NEDENLERİ NELERDİR?

Sevgili okuyucularım bu haftanın yazısı, Param Pujva Dadashri öfke ile düşüncelerini dile getiren yazısını paylaşıyorum.

Hindistan’ın Gujarat eyaletindeki Tarsali köyünde manevi açıdan yüksek bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelen Param Pujya Dadashri, doğumundan itibaren şiddetsizlik, empati, cömertlik ve manevi çilenin faydaları konusunda derin bir anlayışla yetiştirildi.

Param Pujya Dadashri, küçük yaşlardan itibaren kendine özgü manevi özellikler sergiledi ve büyüdükçe manevi amaca adanmış bir öncelik sürdürdü. O, ebedi hakikati ve Kendini Gerçekleştirmeyi arayışına tek bir noktada odaklanmıştı.

 Kişi genellikle işler istediği gibi gitmediğinde, karşı taraf onu anlamadığında veya farklı bir bakış açısı olduğunda öfkelenir. Çoğu zaman, haklı olduğumuza inandığımız halde haksız olmakla suçlandığımızda öfkeleniriz. Algılarımız yüzünden haklı olduğumuzu düşünürüz ve karşı taraf da haklı olduğunu düşünür. Çoğu zaman, ne yapacağımızı bilmediğimizde, öngörü veya sezgiye sahip olmadığımızda öfkeleniriz. Bizi en çok seven insanlarla olan ilişkimize zarar veririz. Çocuklarımıza tüm desteği, rahatlığı ve güvenliği vermek isteriz, ancak öfkemiz çocuklarımızı kendi evlerinde korkutur. Öfkeli insanlarla nasıl başa çıkılır? Bir makine çok ısındığında, onu bir süre yalnız bırakmalısınız ve kısa sürede soğuyacaktır. Ancak onunla uğraşmaya devam ederseniz, yanarsınız.

Öfke, kendi evinizde bir kibrit yakıp önce kendinizi yakmanız, sonra da başkalarını yakmanız anlamına gelir. Bir tarlada büyük kuru ot yığınları toplanıp, içine sadece tek bir kibrit atıldığında ne olur? Şiddetli bir yangında tüm otlar yanmaya başlar ve etrafındakiler de yanar. Benzer şekilde, evinizde otlarla dolu bir kibrit yakmaya öfke denir. Önce siz yakarsınız, sonra komşunuzu yakarsınız. Öfkenin ne olduğuna dair en açık cevap budur!

Öfke, anlayış eksikliği demektir. Param Pujya Dada Bhagwan, bir kişinin durumla nasıl yüzleşeceğini bilmediğinde öfkelendiğini söyler. İnsanlar “Ne yapacağımı anlamadım, bu yüzden öfkelendim!” demezler mi? Kişi, karşısındaki kişiyle nasıl başa çıkacağını anlayamadığında ve işini bitirmeye çalıştığında öfkelenir.

Öfkenin en yaygın nedenlerinden biri görememektir. Diyelim ki karanlıkta yürüyoruz ve önümüze bir duvar çıkıyor; göremeyince ona çarpıyoruz. Benzer şekilde, bir iç görümüz olmadığında, belirli bir durumda yolu bulamadığımızda, yani göremediğimizde öfkeleniyoruz.

Çoğu zaman düşüncelerimiz hızlı, karşımızdakinin düşünceleri ise yavaştır. Bu yüzden, karşımızdaki kişi söylediklerimizi anlamadığında veya anlamadığında sinirleniriz. Diyelim ki bizim düşünce devrimimiz 5.000, karşımızdakininki ise sadece 500. Böyle bir durumda, onun seviyesine inip nasıl açıklayacağımızı bilemez ve sabrımız tükenir. Sonuç olarak öfkeleniriz.

Bu, öfkenin en yaygın nedenlerinden biridir. Dikkatlice incelersek, çoğunlukla isteğimiz yerine getirilmediğinde öfkeleniriz. Örneğin, evde çocuklarımız bizi dinlemediğinde öfkeleniriz. Eşimiz beklentilerimizi karşılamadığında öfkeleniriz. Çocukken, ebeveynlerimiz isteğimizi yerine getirmediğinde öfkeleniriz. İş yerinde bile, alt kademedekiler istediğimizi yapmadığında öfkeleniriz. İsteğimiz yerine getirilmediğinde, karşımızdaki kişiyi korkutarak bir işi yaptırmak için öfkelenir ve sonunda onlarla kavga ederiz.

Bu, öfkenin yaygın bir nedenlerinden biridir. Bazı insanlar bize kötü davransalar bile onlara kızmayız. Oysa bazı insanlar bize iyi davransalar bile onlara kızarız. Peki bu neden olur? Bunun nedeni, daha önce onlarla yaşadığımız deneyimler nedeniyle onlar hakkında bir fikir veya önyargı geliştirmiş olmamızdır.

Mesela evde iki oğuldan biri çok yaramazlık yaparsa; anne baba onun hakkında “hep yaramazlık yapar” diye bir kanaat oluşturur. Diğer oğul akıllıysa, onun hakkında “bu oğul çok iyidir” diye bir kanaat oluşur. Daha sonra iyi çocuk eve büyük bir yaramazlık yapsa bile anne baba ona bu kadar kızmaz. Yaramaz çocuk ise en ufak bir yaramazlık yapsa bile anne baba ona çok kızar.

Bu, en sık sorulan “Neden bu kadar kolay sinirleniyorum?” sorusuna verilen en yaygın cevaplardan biridir. Öfke, gurur tutkusunun bir bekçisidir (koruyucusudur). “Çok zekiyim, her şeyi anlıyorum” diye düşünüyor olabiliriz; sonra biri bize hakaret ettiğinde, başkalarının önünde saygısızlık ettiğinde, çalışmalarımızda kusur bulduğunda, bize gereken saygıyı göstermediğinde gururumuz incinir. İşte o zaman öfke, karşımızdaki kişiye yönelir.

Param Pujya Dada Bhagwan şöyle diyor: “ Bir kimse gururuna bir engel bulduğunda, gururu incindiğinde, işte o zaman öfkelenir.”

Öfke, kendi bakış açımızı koruyarak karşımızdaki kişinin kusurlarını gördüğümüzde ortaya çıkar. Herkes kendi inançları doğrultusunda, karşısındaki kişiyi kendi bakış açısıyla görür ve buna dayanarak karşımızdaki kişiyi haklı ya da haksız olarak değerlendiririz. Karşımızdaki kişi inancımıza aykırı bir şey yaparsa öfkeleniriz. Karşımızdaki kişinin bakış açısı görüldüğünde ise öfkemiz azalır.

Öfkelenmemizin yaygın bir nedeni de budur. Bazen haklı olduğumuz halde “yanılıyorsun” diye suçlandığımızda öfkeleniriz. Örneğin, hiçbir şey çalmamış olsak bile, “bunu sen çaldın” diye suçlanırız; bu başkasının suçudur ve bize “Bu senin suçun!” dendiğinde öfkeleniriz. Çünkü görünüşe göre orada adaletsizlik yapıldığını hissediyoruz.

Yolda yürüyoruz ve aniden tepeden aşağı bir taş düşüp kafamıza çarpıyor, kanıyoruz, sinirleniyor muyuz? Hayır, çünkü kimin hatası olduğunu göremiyoruz. Ama çocuklar kriket oynarken top kafamıza çarptığında sinirleniyoruz. Çünkü çocuğun topa vurduğunu orada görebiliyoruz.

Param Pujya Dada Bhagwan şöyle der: ” İnsana, ‘Bunu gerçekten yapan kişi bu’ gibi gelir. Hiç kimse bir başkasına bilerek vuramaz. Dolayısıyla, ister bir tepeden yuvarlanan bir taş olsun, ister biri size taş atsın, ikisi de aslında aynıdır. Ancak, yanılsama nedeniyle, ‘Bunu yapan kişi bu’ gibi görünür. Bu dünyada hiç kimse [istediği zaman] tuvalete gitme yeteneğine sahip değildir… “

Birçok kişi “Öfkeleniyorum. Asabiyim” der. Ama öfke, asabi yapınızdan kaynaklanıyorsa, herkese eşit şekilde yansır. Evde çocuklarımıza, eşimize, komşularımıza veya alt kademedeki çalışanlarımıza hemen öfkeleniriz. Ama ofisteki patrona öfkelenmeyiz. Polis bizi ehliyetsiz yakaladığında ona öfkelenmeyiz. Yani, üstlerimizin önünde sessiz kalırız. Dolayısıyla öfke, asabi yapımızdan kaynaklanmaz.

Evde damadın elinde bir çay bardağı kırıldığında, “Sorun değil. Umarım yanmamışsındır?” deriz. Ama hizmetçinin elinde bardak kırıldığında, öfkeyle onu azarlarız. Bu, kendimizden aşağı gördüğümüz kişilere çabuk öfkelenmemiz anlamına gelir.

Kaynak: Param Pujya Dada Bhagwan 

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

TEKAMÜLÜN 7 BOYUTU..

Sevgili okuyucumlarım bugün ki yazım edindiğim kaynaktaki bilgiyi sizlerle paylaşıyorum. Tekamül, kelime anlamı olarak ‘olgunlaşma, gelişme, evrim’ gibi anlamlara gelmektedir. Tekamülün, ruhsal literatürde anlamı ise; Ruhun insani kâmil seviyesine ulaşması için geçirdiği aşamalar ve olgunlaşma sürecidir.

    1. BOYUT
         Bu aşamada birey ben bilinçlidir ve farkındalığı fiziksel düzeydedir. Birey kendisinin ruhsal yapısına ve spiritüel realitelere dair geçerli bilgilere sahip değildir. Birey kendini beden ve zihin ile güçlü bir şekilde özdeşleştirmiştir ve fiziksel ihtiyaçlarını tatmin etmek için çabalamaktadır.Geleneksel inançlara, kalıplara, kavramlara ve eylemlere bağlıdır. Kişi iyi ve dürüst bir insan olsa da zihinsel tutumu genellikle dar ve sınırlıdır. Ruhsal konularla ilgilendiğinde gelenekçi, dinsel ve sabit inançlara yönelir. Eğer böyle bir insan doğru biçimde meditasyon yaparsa spiritüel yönde tekamül etmeye başlar.

    2. BOYUT
         Bu aşamada değişken ruh halleri, zararlı alışkanlıklar, kaprisler ve dünyevi arzular davranışları etkiler ve düşünme tarzı yanılgılar yüzünden karmakarışıktır. Mantık yetersiz, düşünceler hatalıdır. Birey sürekli gerçekçi olmayan hayaller kurar ve bir fantezi dünyasında yaşar. Aşırı duygusallık, kendini kandırma, bağımlılık yaratan ilişkiler ve kendini geçersiz kılan davranışlar yaşamı karmaşık hale sokar. Ruhsal konularla ilgilendiğinde birey egzotik, farklı, yabancı ve pratik olmayan uygulamalarla ilgilenir. Bu aşamada olan kişi doğru biçimde meditasyon yaparsa, ayaklarının yere basmasını sağlayacak eylemlere yönelecek, ilişkilerde ve eylemlerde pratik bir rotada ilerleyen bir hayat tarzı geliştirecektir.

   3. BOYUT
        Bu aşamada birey, hür iradeye ve benlik konusunda net bir algıya sahiptir. Birey ayırt etme kapasitesine sahip, başarılı, temel ihtiyaçları sağlayabilen ve hedeflerine ulaşabilen bir insandır. Genellikle ben merkezcil eğilimler yüzünden birey kaderinin kontrolünün tamamen kendi elinde olduğuna inanır. Kişi güç, kontrol ve statü elde etmek için çabalar. Ruhsal konularla ilgilendiğinde birey “Yaşamın amacı nedir?” yerine “Bu amaca ulaşmanın bana ne yararı var?” tarzında soru sorar. Bu aşamada birey varoluşun metafiziksel ilkelerini anlayabilir fakat bu bilgileri eylemlere dökmek için fazla motive olmaz. Bilgi ve bilgelik arasında önemli bir fark vardır; Bilgi doğru enformasyondur; bilgelik ise onun belirli hayat koşullarında nasıl kullanıldığını bilmektir. Bu aşamada meditasyon yaşamı zenginleştiren yararları için uygulanabilir. Düzenli uygulama sayesinde birey kendisinin, başkalarının ve dünyanın yararları için yeteneklerini kullanmaya başlar.

    4. BOYUT
         Bu aşamada farkındalık fiziksel ve zihinsel sınırları aşar ve ruhsal benliği bedensel benlikten ayırt etmeye başlar. Bireyin ruhsal uyanışı ve spiritüel tekamülü hızlanır. Zihinsel süreçler, hayal ve illüzyonlar aşılmaya başlandığı için zekaya ait güçler uyanmaya başlar. Sezgisel yetenekler çok daha belirgin olur. Bu aşamada insan gerçek bir Üstadların değerini anlamaya başlar. Üstadın rehberliği altında geriye kalan bedensel ego hissinin çözülüp dağılmasını sağlar ve bilincin daha genişlemiş hallerini deneyimler. Bu aşamada birey ideal bir öğrenci olup hızla öğrenir ve öğrenileni etkili biçimde uygular.

    5. BOYUT
         Bu aşamada meditatif eylemler sayesinde beden ve zihin o kadar arınıp saflaşır ki bilincin genişlemiş halleri artık normal olur. Ruhsal özün varlığı gerçeğinin algılanması birlik farkındalığını sağlar. Spiritüel tekamülün ilk aşamalarında birey bir tür bilinç hali deneyimler, yani genel yaşam içinde aşkın realitelerin de algılanması ve bu realitelerin bilgisi ortaya çıkar. İnsan kozmik bilinçte sabitleştiğinde bu bilincin her yerde olduğu, her şeye gücünün yettiği ve her şeyi bildiği farkındalığı kalıcı olur. Meditasyon hali artık kendiliğinden oluşur ve odaklanma aşkın düzeylere doğru serbestçe akar. Hayat, doğa olgularının tam desteği ile bencilliğin ötesine geçerek yaşanır. Arzular çaba harcamadan gerçekleşir, istekler doyuma ulaşır ve ihtiyaçlar kolaylıkla karşılanır. Ölüm, boşluk ve yok oluş gibi sınırlayıcı kavramlar kaybolur. Sınırsız yaşam gücü ve koşulsuz sevgi ortaya çıkar.

    6. BOYUT
         Bu aşamada tanrı olarak bilinen Öz Kaynak’ın realitesi algılanır. Öz Kaynak kendisinden evrenlerin ve ruhi varlıkların yayıldığı tek tezahür ettirici Güç, Varlık, Temel, Varoluştur. Bu aşamada ruhsal uyanış daha da hızlanır. İçgörüler ortaya çıkar ve zeka gücü deneyimlerin de geçerli kıldığı evrensel bilgileri sağlar. Bu aşama öğrenmekle ilgili en arınmış zekasal yeteneğin de ötesindedir; bu aşamada bilinmeyen algılanmaya başlanır. Yani genellikle öğrenme sürecinde bilgi önce sezgisel olarak idrak edilir ve sonra doğrudan tecrübe edilir ve gerçekleştirilir. Bu aşamada bireyin farkındalığı açık olur ve kişi kendiliğinden en sağlıklı yaşam tarzına uyum sağlar. Spiritüel tekamülün ilk aşamalarında birey dünyevi hayalleri ve yanılsamaları zihinden silmek için meditatif teknikler her gün uygulamalıdır. Bu aşamada ise düzenli uygulama kendiliğinden gerçekleşmektedir.

    7. BOYUT
         Bu aşamada saf varoluş yani mutlak, değişmeyen gerçeklik hali meydana gelir. Maddi, astral, nedensel düzeylerden Öz Kaynak düzeyine kadar bilinç birliği kusursuzca gerçekleşir ve tam spiritüel bilgeliğe ulaşılır. Bu aşama temellenince deneyimlenecek hiçbir şey bulunamaz ve bilinecek başka hiçbir şey kalmaz. Bu evrende tamamen aydınlanmış ruhi varlıklar dünyada sadece spiritüel tekamül ile ilgili görevlerini icra etmek ve diğer ruhi varlıkların spiritüel tekamülüne yardımcı olmak için yaşarlar.

Kaynak: Mehmet Tansel YILDIZ

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

RUHSAL UYANIŞ & AYDINLANMA – II

Sevgili okuyucularım, ruhsal uyanış & aydınlanmanın ikinci bölümünü paylaşıyorum.

Ruhsal uyanış nasıl hissettirir?

Ruhsal uyanış deneyimi çoğu zaman bunaltıcı olabilir ve kişinin kendisini izole edilmiş ve kafası karışmış hissetmesine neden olabilir.

Ruhsal uyanışla ilişkili en yaygın hislerden bazıları, artan empati, sezgi ve etraflarındaki dünyayla bağlantı kurma duygusudur.

Diğer yaygın hisler arasında kişinin eski kimliğinden veya öz imajından kopma hissi, duygusal durumda ani değişimler, kişinin kendi düşünceleri ve duyguları hakkında artan bir farkındalık ve derin bir iç huzur sayılabilir.

Bazı kişiler yorgunluk, baş ağrısı veya vücut ağrıları gibi fiziksel semptomlar da yaşayabilir. Her bireyin uyanış sürecinin kendisine ve içinde bulunduğu duruma özgü olacağını unutmamak önemlidir.

Ruhsal uyanış, hem zorlu hem de ödüllendirici olabilen bir kendini keşfetme ve büyüme sürecidir. Bu aşamada, bir kopukluk, kafa karışıklığı ve depresyon hissi yaşayabilirsiniz. Bu süre zarfında aynı zamanda sezgilerinizde artış, empati ve derinleşen bir öz dürüstlük ve kişisel sorumluluk duygusu da yaşayabilirsiniz.

Kendinizi kendinizle, başkalarıyla ve etrafınızdaki dünyayla daha bağlantılı hissedebilirsiniz. Ruhsal uyanışın diğer belirtileri arasında bulanık görme veya insanların etrafında auralar ve ışıltılı parçacıklar görme yer alır.

Boşanma, ayrılıklar, ölümler, doğumlar veya evlilik gibi travmatik olaylar tarafından da tetiklenebilirler.

Süreç zor ve rahatsız edici olsada, diğer tarafta aydınlanma için umut vardır.

24 Ruhsal Uyanış Belirtileri ve Semptomları

Ruhsal uyanış yaşayan birçok kişi çeşitli belirti ve semptomlar yaşar. En yaygın belirtiler arasında sezgilerin artması, empati ve duyarlılığın artması, yaratıcılığın gelişmesi, rüyaların ve vizyonların artması, evrenle derin bir bağ hissetmek, kendine karşı dürüst olmak için yoğun bir istek duymak, küçük konuşmalar yapmakta zorlanmak ve negatif enerjiye tahammül edememek sayılabilir.

Bilinçte bir değişim

Bilinçte küçük veya büyük bir değişim yaygın bir deneyimdir.

Bireyin sınırlı, ego temelli bir bakış açısından daha geniş, daha aydınlanmış bir gerçeklik görüşüne geçtiği içsel bir yolculuk başlatılır.

Bu süreç boyunca birey daha büyük bir içsel bilgelik ve bilgi kaynağına erişim kazanır. Bu bilgeliğe erişildikçe, birey her şeyin birbirine bağlı olduğunu anlamaya başlayabilir ve kendisine ve başkalarına karşı daha fazla şefkat, empati ve sevgi geliştirebilir.

Ruhani alemin kabulü

Ruhani alemin farkındalığı ve kabulü, ruhani uyanışın önemli bir ilk aşamasıdır.

Bu aşama meditasyon, yoga veya dua gibi ruhani yolların keşfedilmesini içerebilir. Ayrıca dini deneyimler, mistik deneyimler ve hatta beden dışı deneyimler gibi fiziksel deneyimler gibi doğrudan ruhani deneyimleri de içerebilir.

Tüm bu deneyimler derin ve zenginleştirici olabilir ve ruhani dünyaya yepyeni bir anlayış ve bağlantı düzeyi açabilir.

Kaynak:

10 Signs of Spiritual Enlightenment & Awakening, Tamara Lechner

Spiritual Awakening: Definition, Signs and Symptoms, TIMOTHY BURGIN, 2023

21 Signs You’re Going Through A Spiritual Awakening + How To Embrace It, Sarah Regan

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

SEN DÜNYASIN

Sevgili okuyucularım, bu ayki kitap paylaşımım ismi “Sen Dünyasın”

Bu kitabın yazarı olan; Jiddu Krishnamurti (12 Mayıs 1895 – 17 Şubat 1986), Hindistan doğumlu bir filozof, konuşmacı ve yazardır. Krishnamurti’nin eğitim felsefesi, bireyin korkudan arınması ve önyargılardan sıyrılması için eğitimin önemini vurgular. Eğitimin, bireyin kendi içsel özgürlüğünü ve farkındalığını keşfetmesine yardımcı olması gerektiğini savunur. 

Şimdi kitaptan bir bölümü sizlerle paylaşıyorum.

“…

Kendini anlamak dünyayı anlamanın ilk adımıysa bu yolculuğun başlangıç noktası tam burada. Dünya ne ise sen osun; sen ne isen dünya da o. Jiddu Krishnamurti bu yalın ama etkili ilkeyle insan ve dünya arasındaki ayrılmaz bağı gözler önüne seriyor. Bireyi düşünce, korku ve şidder döngüsündeki rolünü anlamaya, bu yolla uyanmaya ve köklü bir dönüşümü başlatmaya çağırıyor. Dünya neyse biz de oyuz çünkü toplumun karmaşası, dünyanın kaosu bireyin iç çatışmasından doğar. Krishnamurti burada okura bir ayna tutarak iç dünyasını olduğu gibi gözlemleme olanağı sunuyor.

Dünyadaki kaosu düzensizliği (hem içsel hem de dışsal) düşünen, bunca acıyı, açlığı, savaşı, nefreti, vahşeti gören çoğu insan ne yapmalıyım diye soruyor olsa gerek. Bu kargaşayla karşılaşan bir insan olarak ne yapabilirim ne yapabilirsiniz? Soruyu bu biçimde sorduğumuzda, bir tür siyasal ya da sosyolojik eyleme veya bir tür dinsel arayışa ve keşfe kendimizi adamamız gerektiğini düşünüyoruz. Kişi kendini bir şeye adaması gerektiğini düşünüyor. Öyle ki dünyanın her yerinde bu adanma isteği çok önemli bir hale geldi. İnsanlar ya eylemci oluyor ya da toplumsal kaostan elini eteğini çekip kendi yolunda ilerliyor. Bence bir şeye kendini adamak yerine yaşamın yapısına ve doğasına tümüyle katılmak çok daha önemli. Kendinizi adadığınızda, bir parçaya adarsınız. Bu yüzden de o parça önem kazanır ve bu da ayrım yaratır. Oysa bütün yaşam uğraşına tamamen, bütünüyle katıldığınızda eylem tamamen değişir. O zaman eylem yalnızca içsel değil, aynı zamanda dışsal olur. Eyleminiz bütün yaşam sorunuyla ilişki içinde olur. Katılmak, her sorunla, insan zihninin ürettiği her düşünce ve duyguyla tam bir ilişki kurmayı ima eder. İnsan yaşamın belli bir kısmına ya da parçasına kendini adamak yerine yaşamın bütününe katıldığında, işte o zaman bir insan olarak gerçekten ne yapabileceğini görür.

Çoğumuz için eylem ideolojiden kaynaklanır. Önce ne yapmamız gerektiğine ilişkin bir düşünceye, ideoloji, kavram ya da kural olarak bir düşünceye sahip oluyoruz. Ne yapmamız gerektiğini tasarladıktan sonra o ideolojiye göre hareket ediyoruz. Dolayısıyla eylem ile eylemin nasıl olması gerektiğine ilişkin tasarı arasında her zaman bir bölünme, dolayısıyla da çatışma vardır. İnsanın yaşamının çoğu yalnızca bir dizi çatışmadan, çekişmeden oluşunca, insan kaçınılmaz olarak, yalıtılmış bir manastırda değil de bu dünyada yaşama her yönüyle katılarak yaşayıp yaşayamayacağını kendine soruyor.

Bu da kaçınılmaz olarak başka bir soruyu doğuruyor: İlişki nedir? Çünkü ilişki içinde-başka insanlarla ilişkiye giren bir insan olarak-yaşama bütünüyle katılıyoruz. Eğer hiç ilişki olmasaydı, eğer insan kendini dış dünyadan tamamen soyutlayarak yaşasaydı o zaman yaşam sona ererdi. Yaşam ilişki içindeki bir devinimdir. Bütün sorunumuz bu ilişkiyi anlayıp bu ilişki içindeki çatışmaya son vermektir. İnsanın yalnızca kendi içinde değil, toplum içinde de barış ve huzur içerisinde yaşayıp yaşamayacağını öğrenmektir bizim sorunumuz.  


Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

OLGUNLUK

Sevgili okuyucularım olgunlukla ile ilgili 2013 yılında okuduğum yazıyı sizlerle paylaşıyorum.

Olgunluk insan için çok güzel bir niteliktir. Fakat bu niteliği taşımak kolay değildir, ağır sorumluluklar yükler. Olgun denilen bir kişi, yalnızca aklıyla ve kendi hesaplarıyla yaşayamaz. Aklıyla kalbini birleştirmeli, her ilişkisine sevgi, şefkat, merhamet yol göstermelidir. Olgun kişi sahip olduklarıyla gurur duymaz, kendini kibre kaptırmaz, ölçüsüz söz söylemez, ölçüsüz davranışlarda bulunmaz… Eline, beline, diline hakim olur.

Olgun insanlar ilk bakışta hemen anlaşılırlar. Yüzlerinde nur, bakışlarında şefkat vardır. Duruşları dimdik, fakat tevazuları yüksektir. Sözleri olumlu, kararları adildir. Yüreklerinden etrafa yayılan olumlu enerjiyi adeta görür, hisseder, yarattığı olumlu ortamı fark ederek yaşarsınız. Sevgilerini ulu orta ifade etmez, yüreklerinde saklarlar ama sevgileri bakışlarından bile dışa yansır bulundukları her yer onların sevgisiyle şenlenir. Onlar için insan ayırımı yoktur. Çünkü onlar sorun yaratmak için değil, sorunsuz yaşamak için çalışırlar. Olgunluğa ulaşmamış insanlardan farklı bir yol izlerler; vererek, severek, cömertlik içinde ama karşılığında hiçbir bir şey beklemeden yaşarlar.

Olgun insanların kısmeti açık, bereketi boldur. Onlar almayı değil vermeyi düşündükleri için Allah da onları düşünür ve düşünmedikleri kadar verir. Onlar her durumda bilinçli bir tatmin duygusu içindedirler. Tok gözlü davranırlar, hayatlarına yokluk değil bolluk ve şükür duygusu egemendir.

Olgun insanların en büyük zevki bilgiye, gelişime, bütünlüğe doğru yürürler. Ne bilgileriyle, ne servetleriyle, ne güzellikleriyle övünmezler. Sevgiyi, şefkati, merhameti, hayır ve hizmet yapmayı insanlıklarının bir gereği olarak görürler. Ruhsal zenginlik ve cömertlik içinde yaptıklarına karşı hiçbir beklenti içinde olmazlar. Hele gurura ve kibre hiç kapılmazlar. Bilirler ki gurur ve kibir yüksek egodan kaynaklanır. Oysaki onların çabası egonun yaşamlarına olan etkisini en aza indirmektir.

Olgunluğa erişmemiş kişiler çok şey bildiklerini ve her bildiklerinin de önemli olduğunu zannederler. Bildiklerini her yerde ortaya dökerler. Bildiklerinin doğruluğunu iddia eder, farklı bir şey söyleyenle sert tartışmalara girerler. Oysaki olgun kişiler az konuşur ve tartışmaya ise hiç girmezler. Tartışanlar bildiklerinden endişe duyanlardır. Hem her şeyi bildiklerini iddia ederler, hem de bildikleri yanlış çıkacak diye korkarlar. Tek sermayeleri bildiklerini zannettikleri şeyler olduğu için, gözü kara tartışmaya girer ve cansiperane korumaya çalışırlar. Olgun kişiler bilmek kadar, her şeyi bilmemenin de doğallığına ulaştıkları için tartışmaya gerek duymazlar.

Kaynak İnal AYDINOĞLU

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

İÇSEL IŞIĞI BULMUŞ İNSAN ARTIK YÖNÜNÜ ÇİZMİŞTİR

Sevgili okuyucularım, 5 Ağustos 2025 tarihinde yazdığım “İçsel Barış İçin Ruhsal Gelişim Şartbaşlıklı yazımda insanın ışığına değinmiştim. Bu yazımda da aynı konuya devam ediyorum.

Her insanın bir içsel ışığı vardır. Önemli olan bu içsel ışığın farkına varmak ve ortaya çıkarıp parlatmaktır. Bireyin kendi özünü derinlemesine anlayarak içsel huzur aydınlanma sürecini ifade eder. İçsel ışığımız aslında doğduğumuz andan itibaren var fakat yaş aldıkça daha doğrusu çocukluktan itibaren hayatın içine daldıkça; okul yılları, iş hayatı, çevremizle olan iletişimler derken aile ve toplumların dayattığı kalıplar, korkular, davranışlar yüzünden ışığımız söner, âdeta ışığımızın üstü toprakla kapatılmış gibi yaşarız. Zaman içinde de toprağı açmayı; o ışığı ortaya çıkarmayı düşünmeyiz ya da içsel ışığımı kendime ve etrafıma nasıl veriyorum, verebiliyor muyum diye kendimize sormayız. Kendimizi ışıklı olarak görürüz ya da dışarıdan o ışığı almaya çalışırız. Yani kendi içsel yolculuğumuza başlamayız.

Puslu günlerin ardından doğan güneş etrafı aydınlatıp içimizi ısıttığında nasıl seviniyorsak kendi içimizdeki ışığı çıkarıp neden sevinmeyelim? Neden kendi rotamızın pusulası olmayalım? Niçin kendi ışığımızın yaşadığımız gezegeni de aydınlatmasına izin vermeyelim?

Çoğu insan kendi içsel ışığı yerine güneşin doğması ve ısıtması gibi dışarıdan gelen ışığı tercih eder. Her bireyin kendi içsel ışığının kolektif olarak dünyaya şifa dalgası yayacağını bilmez.

Hepimiz kelimelerin ötesinde bir dille sürekli yayın yaparız. Bu yayın bizim içsel durumumuzu, ruhsal sağlığımızı, kendimizle olan ilişkimizin kalitesini yansıtır. Kendiyle barışık, korkularıyla yüzlemiş ve içsel bütünlüğe doğru yol alan bir insanın yaydığı o sessiz frekans son derece güçlüdür ve ışığı, doğası gereği yüksektir. İçsel ışığı bulan insanlarla konuşmasına gerek yoktur, o frekans zaten kendisini aydınlatıyordur.

Kendi içimizdeki o canavarlarla yüzleşmeden aydınlanma yoluna girmemiz, içsel ışığımızı çıkarmamız mümkün değildir.

Carl Jung, “Sadece kendi iç cehenneminden geçenlerin ruhu cennetini bulabilir,demiş.

“Bu yaşıma kadar ailemin, toplumun ve çevremin bana dayattığı korkular, kalıplar nelerdir? Hangi konuda baskı yapıyorlar? Onlar için mi yaşıyorum?” İşte bu soruları kendinize sorabildiğinizde ve yanıtlar verebildiğinizde kendi içsel ışığınızı çıkarmak için adım atıyorsunuz demektir.

Her gün 10 dakika yalnız kalıp hiçbir iletişim aracına bakmadan tek başınıza zihninizden geçen düşüncelere ve duygulara bakın. Şu anda ne geçiyor zihninizden; geçmişe mi takılmış yoksa gelecek kaygısı mı var?

İçsel ışığı olan bir insan inanılmaz bir iyileştirme ve yükseltme potansiyeli de taşır.

Enerjinin en temel yasalarından biri yüksek frekansı olanın düşük frekansı olanı etkileyip yükseltmesidir.

İçsel ışığı olan bir insan çevresini yeniden düzenler. Artık kendisine hizmet etmeyen o frekanslarda kalmak istemez. Ayrıca enerjiyi bir kas gibi düşünür. Nasıl ki kasımızı güçlendirmek için çalışırız, enerjimizin temiz ve saf olması için olumsuzluklarımızdan ve düşüncelerimizden de arınmalıyız.

İçsel ışığı olan insan zihnine sadece faydalı bilgiler koyar; insanların dedikodularıyla, başkalarını ilgilendiren olaylarla doldurmaz. Olumsuz duyguların, düşüncelerin ve dedikodunun enerjisini, neşesini çaldığını çok iyi bilir.

İçsel ışığı olan, pozitif enerjide kalarak kolektif bilince katkı sağladığı için daha çok ödül alır.

İnsanların o drama ve şikâyet torbalarında kalmaz. Çünkü orada kalırsa enerjisinin düşeceğini, o ışığın söneceğini ve diğer canlılara yardım edemeyeceğini bilir.

İçsel ışığı olan insan yalnız kalmaktan hiç korkmaz çünkü o bilir ki dünyanın gürültüsünden çekilip kendi içine dönmesi gerekir. Bu, duyarsız olduğu anlamına gelmez. Bu sadece ışığını yansıtmasıdır. Dünya üzerinde oluşan olumsuzlukları pozitif enerjisi ve ışığı ile dönüştüreceğini bilir. O, kaos ortamında insanların oluşturduğu negatifte kalmaz. Sürekli bir çözüm üretir.

İçsel ışığı olan insan hayatı bir çırak gibi yaşar. Her daim bilgiler öğrenmek ve kendini geliştirmek için ruhsal yolculuğunu yapmak ister. Ayrıca dışarıya bağımlılığını kestiği zaman ışığının parlayacağını bilir. Mutlu olmak için sürekli dışarıya veya birine ihtiyaç duymaz. O, gemisini nasıl yöneteceğini, fırtınanın içinde zihinsel ve duygusal alanı nasıl koruyacağını bilir.  

İçsel ışığı olan insan, kendi zihnine doğru soruları sormaya başlar. Bu neden başıma geldi?” diye sormak yerine “Bu olay bana ne öğretmeye çalışıyor?” diye sorar. O, sınavını verip okuldan mezun olmaya bakar.

Kendi sezgileri ile gider. Sezgi artık onun ruhunun pusulası olmuştur. İnsanlardan sevgi dilenmez ve onu sevmeleri için bir şey yapmaz; o ışığı zaten görülür. Hayatında neyi bırakacağını bilir çünkü artık o konfor alanından çıkmıştır, cesaret ile adım atar. Kimseden onay beklemez çünkü zaten kendi içsel ışığının farkındadır. Aydınlatan bir spot ışığı gibidir, diğer insanlar o ışığı fark eder ve ona doğru çekilir.

Ruhun huzurunun ne olduğunu çok iyi anladığı için artık karamsar ve negatif insanların söylediklerini dinlemez. Bir bahçeyi güzelleştiren şeyin, bahçıvanın her bir çiçeğe su vermesi olduğunu bildiği gibi kendisinin de birlik bilincine ulaşarak iyileşeceğini bilir. Hiçbir şeye direnmeden tam teslimiyetle hayatını olduğu gibi kabul eder.

İçsel ışığı olanlar artık kimseye kızmaz çünkü karşındaki insanların bilinç seviyelerini ve hangi boyutta olduklarını gördüğü için ona göre davranır. Çünkü bazı insanlar içsel ışığı olan insanlardan hoşlanmaz. Bunun nedeni ışığı olanın o içsel ışıkla birçok insanın karanlığına ve gölgesine aynalık yapmasıdır. Onların yüzleşmekten kaçtığı korkularına, konfor alanından çıkmamak için sıkı sıkıya bağlandığı karanlıklarına ve gölgelerine bir fener gibi ışık tutmasından rahatsız oldukları için hiç beklenmedik anda saldırılara maruz kalır ışığı olan insan. Bu saldırının nedeni aslında kendileri ile ilgili sorunlarıdır. İçsel ışığı olanın yaydığı aydınlık bu insanların gölge yanlarını aniden tetikler. Işığı olanın varlığında kendi yaşayamadığı hayatın, kendi olamadığı insanın yansımasını görür. Bu tabii ki dayanılmaz acı verir. Bu yüzden hedef ışık saçan olur.

Örneğin kendi içsel ışığı olmadığı için en küçük olayda, olay konusunu, kişiyi, durumu suçlar. Kendi içindeki kıskançlığı, iş yerinde veya dışarıda yaptığı kıskançlığı, bencilliği görmeden yaşanan olumsuz olaylarla ilgili hemen sosyal medyada paylaşım yapan insanlar önce “Acaba benim ışığım nasıl?” diye sormaz. Çünkü o kendini ışıklı biliyor. Tabii ki paylaşım yapılır ama etrafında ve sosyal medyada gördüğü olumsuzluklara tepki gösterirken örneğin iş yerinde yaptığı kıskançlıklar, bencillikler aklına gelmez. Vefasızlığa isyan ederken bir hatır bile sormayan, yalnızca işi düştüğünde arayan, verince “Sen iyisin diyerek sahte sevgi pıtırcığına dönüşen, gerçekleri duymaktan ve yüzleşmekten rahatsızlık duyan insanlara şahit olunca ister istemez içsel ışıklarının nasıl olduğunu, bilinç seviyelerinin hangi boyutta olduğunu görüyor insan. Apartmanda bir komşusuna yardım etmezken empati yapmadan insanları zor durumda bırakan, kibirli davranışta bulunup insanları ayırt eden, küçümseyen, maddiyata önem veren, borçlarına sadık olmayan, emeği hiçe sayan, maskelerin arkasına saklanıp sizi sevdiğini söyleyen ama bir gün hatırınızı sormayan, samimi olmayan insanlara çok şahit oldum. Bu insanlar yaşanan her olumsuz olayda ah vah deyip başkalarını suçlarken, kızarken, kötülerken kendi içsel ışıklarını bilmezler.

Bu tür insanlar gölgesini tetikleyeni bir tehdit olarak algılanırken kendiyle savaş hâlinde olmayan belki sadece yorgun, kaygılı veya hayatın yükü altında ezilmiş bazı insanlar için ise içsel ışığı olan insanın varlığı bir sığınak hâline gelir. Çünkü o ışığı taşıyan güven ve huzur verir. Farkından olmadan bir şifa istasyonu olur bu insanlar için.

Şimdi bir nehri düşünün, kendimizi bu nehrin içinde hayal edelim. Nehir eski suları alıp götürüyor ve taze kaynaklardan beslenerek yoluna devam ediyor. Bizler bu nehrin bir parçasıyız. Fakat bazılarımız sadece nehirde sürüklenenler değil aynı zamanda nehre temiz ve berrak su taşıyan kaynaklar gibidir. İşte içsel ışığını parlatmayı başarmış her birey bu nehre hayat veren o temiz kaynaklardan biridir.

Zaten her birey kendi içsel yolculuğunu yapmış olsa; o içsel ışığı bulsa neden dünyada bu kadar olumsuzluk olsun ki?

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

BAŞKASININ KİMLİĞİ İLE YAŞAMAK

Sevgili okuyucularım geçenlerde sosyal medyadaki hikâyemde şunu paylaşmıştım: İnsanlar istediği kadar taklit edebilirler ama asla o insanla aynı ışığa, auraya ve enerjiye sahip olamazlar.

Taklit etmek, kendi olmaktan çıkıp başkasının kimliği ile dolaşmaktır.

Özellikle sosyal çevremizde, sosyal medyada ve günlük yaşantıda insanların birbirlerini taklit ettiğini görürüz. Kıyafetler, yaşam tarzları, yazılar, paylaşımlar, konuşmalar, gülüşler hatta fotoğraf çektirirken verilen pozlar bile tanıdık, bilindik. Bakıyorsunuz ki bir anda o kişi değil başka birinin taklidi karşınızda duruyor, sanki ikiz gibi.

İşte insanlar, başkalarına benzemeye çalıştığında kendi kimliği dışında başka birinin kimliğini taşıyor. Çünkü kendi özünün istediğini değil başkasının özünü yaşamaya başlıyor. Kendinden uzaklaşıyor.

Taklit eden insan, neden kendisi olmaktan hoşnut olmadığını bulmalıdır. İçine dönüp “Neden taklit ediyorum? Özümden uzaklaşarak birisini taklit etmeme zihnimdeki hangi duygu ve korku neden oluyor?” diye sorması ve vereceği yanıta göre çözüm bulması gerekiyor.

Başkalarının yaptıkları hoşa gidebilir, yeni fikirler üretmeye, yeni bir bakış açısı edinmeye yardımcı olabilir. Bunda bir sorun yoktur. Örneğin, birinde görülen kıyafet ya da saç modeli hoşa gider. Kişi, kendi fiziksel özeliklerini, yaşadığı ortamı, kişisel zevklerini dikkate alarak bunların farklı biçimlerini kendi hayatına göre uyarlayabilir. Ama birebir aynısını yapıyorsa bu taklit olur. Aynı şekilde başkasının paylaştığı yazıları aynı üslupla ve aynı içerikle yazıyorsa bu taklittir. Tabii o yazılardan ilham alıp kendi yaratıcılığını ortaya koyabiliyorsa o zaman gerçekten özünü korumuş olur.

Eğer insanın içinde yaratıcılık yoksa istediği kadar taklit etsin bir yerden sonra zaten taklit olduğu anlaşılıyor. İnsanın kendi özünü yaşamak için hiç kimseyi taklit etmesine gerek yok. Sadece kendi yeteneklerini, kendi yaratıcılığını keşfetmesi yeter. Herkesin kendine ait bir giyinişi, bir duruşu, bir konuşması ve gülüşü vardır ve onu biricik kılan da bu özellikleridir. Önemli olan bu özellikleri korumaktır.

Burada çok ince bir çizgi var; ilham almak başka taklit etmek başka! Taklit ne demek? “Bir kimseye benzemeye, onun gibi yapmaya, onun gibi olmaya çalışmak. Veya bir şeyin benzerini yapmaya çalışmak.”

Bir insanı taklit edenler şunu unutuyorlar: O insanın ışığının, enerjisinin, aurasının aynısı olamaz; istedikleri kadar yapsınlar.

Oysa ilham almak farklıdır. Örneğin bir insan yazı yazmak istediğinde bakar kendi içinde gerçekten o yazı yazacak yetenek varsa yaratıcılığını konuşturur, kendi bilgeliği ile mutlaka yazar ve sürekliliği olur. Başkasını taklit edenin ise ne üslubu üsluptur ne yaratıcılık içerir ne de sürekliliği olur.

İhtiyaç sahipleri için evinde yemek yapan, örgü ören veya dikiş diken biri başkalarına örnek olabilir. Biri, ondan ilham alıp ben de ihtiyaç sahiplerine yardım edeyim, diyebilir. Fakat gördüklerini birebir yapması taklit yani kopya çekmek olur. Kendisinde bu yetenekler yoksa veya içinden gelmediği hâlde sırf taklit etmek için yapıyorsa zaten bir süre sonra yapamayacak ve bırakacaktır.

İnsanların seyahat edişleri de öyle. Başkası oraya gitti diye kendisi de oraya gidiyor. Kendi özü gerçekten oraya gitmek istiyor mu? Orası olmak istediği yer mi? Elbette herkes her yere gidebilir, görmek isteyebilir. Fakat her insanın zevki başkadır. Gerçekten orayı görmek mi istiyor yoksa orada bulunmak mı istiyor? Yoksa tek amacı etrafa göstermek mi? Seyahati sevmeyen insan başkası seyahat ediyor diye etmez. İşte bu soruların cevabı, o kişinin içindedir.

Benim bir arkadaşım gerçekten çok güzel şarkı söyler. Kendisine doğuştan verilmiş bir sese sahip; hiçbir şekilde eğitim almamış. Bende bu yetenek yok. Sırf onun gibi şarkı söylemek için eğitimler alıp bir de onun tavrıyla söylemeye kendimi zorlarsam taklit etmiş olurum. Çünkü ben kendime baktığımda zaten öyle bir sese sahip değilim ne kadar eğitim alsam da olmayacağını görüyorum.

Spor da öyle; tenis oynarken birçok arkadaşım biz de sporu seviyoruz, deyip tenise başladı fakat sonra hepsi vazgeçti. Çünkü o anda bir özenti oluyor, nasıl olsa oynarız, diye cazip geliyor sonra başkalarının vuruş tekniklerini taklitler başlıyor ama yetenek olmayınca taklitle bir yere kadar gidiyor ve sonunda sıkılıp bırakıyorlar.

Sporu sevebilirsin fakat içindeki yetenek ona elverişli mi? Özünde sabır, disiplin, azim, çalışkanlık var mı?

Meslek seçiminde de buna çok rastlanır. Bir meslekte başarılı olan insanın hemen taklitleri ortaya çıkar. Birebir benzemeye çalışırlar. Aslında onun kendi mesleğine koyduğu yaratıcılığının, zekâsının payı hesaba katılmaz. Bu yüzden de asla aynısı yapılamaz. Sen o meslekte ısrar etmek yerine özünü bilirsen başka meslekte başarılı olursun.

Taklit, insanın var olan yeteneğini de köreltir, yaratıcılıktan uzaklaştırır. Ama maalesef bazı insanlar başkaları tarafından beğenilmek, özgüvenli hissetmek ve onaylanmak istediği için taklit etmeyi seçiyor.

Aynı şekilde dil öğrenmek bakımından yeteneklisinizdir. Hiç dil bilmeyen bir insan en çok sevdiği dili öğrenmeye çalışırsa sizden ilham almış olur ama hiç ilgisini çekmediği hâlde sizin bildiğiniz dilleri öğrenmeye kalkarsa bu taklit olur.

Bir de kıyafetler ve ev eşyaları konusunda taklitçiler vardır. Taklitçilikleri yüzünden kendilerini yansıtmayan eşyalarla dolu bir evde yaşamaya, içinde hiç de rahat edemedikleri kıyafetler giymeye kendilerini mahkûm ederler.

Son zamanlarda türedi kişisel gelişimciler furyası başladı. Aynı şekilde yaşam koçları, sprituel eğiticimleri, astroloji eğitimcileri… Daha kendi gelişimini tamamlayamamış ama başkalarına kişisel gelişim vadediyor, kendi ışığını çıkarmadan başkasına o ışığı vermeye çalışıyor. İçinde o yetenek olmadığı hâlde ticari amaçlarla başkalarına şifacılık yapmaya kalkıyor, taklit ediyor. Başkalarını taklit ederek ne kadar yol alınabilir ki? En fazla karma alırlar.

O insan o konuda başarılı ise kendisi de başarılı olmak istiyor. Aslında bu bir yarışa, rekabete dönüşüyor. “O şifada başarılı oluyor neden ben de başarılı olmayayım?” deyip eğitimlere gidiyor fakat sonuçta o kişi gibi başarılı olamıyor. İşte burada bir hırs var. O kişi kendi özünde olanı sergiliyor, senin kendi özünde yoksa zoraki yapman başarı getirmez, bir başkasının başarısının gölgesinde dolaşmak olur o.

Taklit yapan insanlar hiçbir şekilde samimi gelmez. Maske ile kendi özünü kapatmış olur.

Başkasında görüp özeniyor, kendisi de alıyor ya da yapmak istiyor fakat sonunda olmadığını görüyor. 

Sosyal medyada insanlar kendi düşüncelerini veya başkalarından alıntıları paylaşıyor. Fotoğraflar paylaşıyor. İnanın ki herkes kendi enerjisini o yazıya ve fotoğrafa aktarıyor. Örneğin aynı fotoğraf ve aynı yazıyı 10 kişi sayfasında paylaşsın; hepsinin enerjisi paylaştığına yansır. Eğer negatif bir enerjiye sahip ise o anda paylaştığı çok güzel bir fotoğraf veya yazı olsa da ilginizi çekmez. Fakat bir başkasında hiç ilgi çekici olmayan bir yazı ve fotoğraf olur ama baktığınızda o enerjiyi alırsınız.

İşte kıyafetler ve saç modellerinde de böyle oluyor. Aynı kıyafeti giyiyorlar; taklit edilenin yüksek enerjisiyle o kıyafet başka duruyor ama taklit edende kıyafet ne kadar güzel olursa olsun hiç göstermiyor. Çünkü burada gerçeği gösteren sadece kişinin ışığı, enerjisi ve aurasıdır.

Bir arkadaşında gördüğü eşyayı alıyor; evini aynı renk boyatıyor; aynı biçimde dekore ediyor fakat o evden aldığınız enerjiyi taklit edenin evinden alamıyorsunuz.

Çünkü taklit yapan, kopya çeken oraya kendinden bir enerji katmıyor sadece başkasının gölgesi ile dolaşıyor.

Aslında taklidin altında yatan duygular nelerdir?

Kendini yetersiz görme

Özgüvenin olmayışı

Kendini ispatlamak, onaylanmak, beğenilmek arzusu

Yaratıcılığın olmayışı

Kendinin o konuda yeteneklerin olmayışı fakat zorlaması

Hırs

Kıskançlık

Rekabet etmek

İlham almak insanı geliştirir taklit ise insanın kendini olduğundan farklı göstermeye çalışmasıdır.

İlham almak, kendindeki olumsuzlukları görüp başkasının nasıl olumluya nasıl dönüştürdüğünü fark ederek değişim için kendine has fikirler, yöntemler üretmektir. Örneğin kendi negatif ve diğer kişi pozitif ise onun nasıl pozitif olduğundan ilhamını alır ya da o kişinin öfkesini nasıl yendiğinden ilhamını alır. Pozitif olayım derken diğer kişi gibi konuşur, güler ve davranırsa taklitçi olur. İlham alan ise yine pozitif düşüncede ve duyguda olur fakat kendi gibi konuşur ve güler.

Eğer başkasını taklit edersem veya başkaları için yaşarsam o zaman Nurgül değil başka biri ile yaşarım.

İlham vermek ışık tutmaktır.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

 

RUHSAL UYANIŞ & AYDINLANMA-I

Sevgili okuyucularım birkaç kaynak edindiğim bilgilerle ilk bölümünü paylaşıyorum.  

“Ruhsal uyanış, genellikle ilahi olanla derin bir bağlantı, yaşamın doğasına dair derin bir anlayış veya içsel büyüme ve dönüşüm hissi olarak tanımlanan derin bir deneyimdir.

Huzur ve birlik duygusu getirebilir ve kişinin amacının ve yaşamın anlamının daha iyi anlaşılmasını sağlayabilir.

Ruhsal uyanış aynı zamanda bir kendini keşfetme yolculuğu olarak görülebileceği gibi, evrenin ruhani gerçeklerine dair iç görü kazanma fırsatı olarak da görülebilir.

Biçimi ne olursa olsun, ruhsal aydınlanma inanılmaz derecede güçlü ve hayat değiştiren bir deneyim olabilir.

Yaşam ve evren hakkında cevaplar arıyorsanız, ruhsal uyanışın tanımını, işaretlerini ve belirtilerini keşfetmek size fayda sağlayabilir.

Ana Noktalar:

  • Ruhsal uyanış, fiziksel bedenle özdeşleşmekten ruhunuzla, ilahi olanla veya evrenle daha derin bir bağlantının farkına varmaya kadar bilinçteki değişimleri içerir.
  • Ruhsal uyanış, ilahi olanla derin bir bağlantı ve hayata dair daha derin bir anlayış getiren derin bir deneyimdir.
  • Bu dönüştürücü deneyimlerin yoğunluğu değişebilir ve ruhani uygulamalar, önemli bir yaşam olayı tarafından tetiklenebilir ya da kendiliğinden ortaya çıkabilir.
  • Ruhsal uyanışın süresi değişkenlik gösterir ve haftalardan yıllara kadar sürebilir.
  • Ruhsal uyanışın belirtileri arasında artan sezgi, empati ve duyarlılık, artan yaratıcılık ve derinleşen bir öz dürüstlük duygusu yer alır.
  • Ruhsal Uyanış Nedir?
  • Ruhsal uyanış, çeşitli deneyimleri tanımlamak için kullanılan bir terimdir.
  • Tarih boyunca farklı ruhani yollar ruhani uyanışı tanımlamak için aydınlanma, kurtuluş, özgürleşme ve kendini gerçekleştirme gibi çeşitli terimler kullanmıştır.
  • Yoga geleneğinde bu süreç Kundalini uyanışı, Moksha ve Samadhi terimleri kullanılarak tanımlanır.
  • Budizm’de ise Nirvana terimi sıklıkla kullanılır.
  • Terminoloji farklı olsa da, temel ruhani deneyim aynı veya çok benzer kalır.
  • Ruhsal uyanış, yaşamın gizeminin ve her şeyin birbirine bağlı olduğunun daha iyi anlaşılmasını sağlayan bilinçte bir veya daha fazla derin değişim deneyimidir.
  • Bu mistik deneyimler büyük farklılıklar gösterebilir, ancak tipik olarak derin bir huzur ve neşe duygusu, kişinin gerçek benliğiyle daha derin bir bağlantı ve kişinin daha büyük evrendeki yerini anlamasını içerir. Bu, kişinin fiziksel bedeni ve zihniyle özdeşleşmekten ilahi olanla veya evrenin birliğiyle daha derin bir bağlantıyı fark etmeye geçtiği bir bilinç değişimidir.
  • Ruhsal uyanışlar bireye bağlı olarak büyük ölçüde değişebilir ve farkındalıkta ince bir değişimden kişinin tam bir dönüşümüne kadar uzanabilir.
  • Dini bir deneyim biçimini alabilir ya da doğası gereği tamamen ruhani olabilir.
  • Meditasyon gibi kasıtlı bir ruhani uygulamanın sonucu olabilir veya kendiliğinden gerçekleşebilir.
  • Bir uyanış anı, zaman içinde ortaya çıkan hızlı veya çok yavaş bir süreç olabilir. Bu ruhani deneyimler çok ince ve fark edilmesi zor ya da oldukça derin olabilir.
  • Bazı durumlarda, insanlar yaşamları boyunca bir dizi ruhsal uyanış yaşayabilirler.

Ruhsal uyanış sırasında ne olur?

Ruhsal uyanış sırasında birey tipik olarak yaşamında derin bir dönüşüm yaşar.

Bu dönüşüm, bakış açılarında ve inançlarda derin bir değişimle işaretlenir ve genellikle kişinin hayatında yüksek bir amaç ve netlik duygusuna yol açar.

Bir uyanış sırasında meydana gelen geçiş hem zorlayıcı hem de hayat değiştirici olabilir, çünkü birey inançlarını ve etrafındaki dünyaya ilişkin algılarını sorgulamaya zorlanır. Bireyin amaç ve yön duygusu netleştikçe, genellikle kendileriyle, başkalarıyla ve ruhani alemle daha derin bir bağlantı geliştirmeye başlarlar.

Bu uyanış sırasında bireyler yoğun bir berraklık hissi, ruhsal farkındalıklarında bir açılma ve evrenle ve tüm canlılarla yeni bir bağlantı hissedebilirler.

Bu değişimin bir sonucu olarak, bireyler temel manevi değerlerini ve inançlarını belirlemeye ve bunlara odaklanmaya başlayabilirler.

Başkaları için daha yüksek bir empati ve şefkat duygusu geliştirebilir, düşünceleri ve eylemleri konusunda daha dikkatli olabilir ve hatta kendilerini ilahi olana daha bağlı hissedebilirler.

Uyanmış kişiler, ilahi olanla bağlantılarını beslemek ve derinleştirmek için meditasyon, dua ve yoga gibi ruhani uygulamaları keşfetmeye başlayabilirler.

Ruhsal uyanışlar ne kadar sürer?

Ruhsal uyanışlar bireyin kişisel deneyimine, yaşam koşullarına, ruhsal uygulamalarına ve geçmişine bağlı olarak kısa veya uzun sürebilir.

Ruhsal uyanışların bireyselleştirilmiş doğası göz önüne alındığında, belirli bir uyanışın ne kadar süreceğini belirlemek zor olabilir, çünkü bu, bireyin sürece adanmışlığı ve üstlendiği öz çalışma miktarı gibi çeşitli faktörlere bağlı olabilir.

Bununla birlikte, genel olarak, uyanışlar anlık bir olaydan ziyade kademeli bir süreçtir. Bu nedenle, haftalar, aylar ve hatta yıllar boyunca ruhsal gelişim deneyimlemek mümkündür.

Herkesin yolculuğunun farklı olduğunu ve ruhsal uyanış söz konusu olduğunda katı ve hızlı kurallar olmadığını unutmamak önemlidir.

Bu nedenle, kendinize ve yolculuğunuza karşı sabırlı olmak ve dönüşümü tam olarak keşfetmek ve deneyimlemek için gereken zamanı ayırmak önemlidir.”

Kaynaklar:

10 Signs of Spiritual Enlightenment & Awakening, Tamara Lechner

Spiritual Awakening: Definition, Signs and Symptoms, TIMOTHY BURGIN, 2023

21 Signs You’re Going Through A Spiritual Awakening + How To Embrace It, Sarah Regan

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

İÇSEL BARIŞ İÇİN RUHSAL GELİŞİM ŞART

Sevgili okuyucularım, ruhsal gelişim veya ruhsal bakımdan gelişmiş olmak, deyince ne anlıyoruz? Ruhsal gelişim hakkında insanlar çok farklı tanımlar yapabilir. Gelişim, aslında büyüme ve evrimleşmedir. Her birey dünyaya gelirken belli bir kimlikle ve potansiyelle doğar. Bu kimlik ve potansiyel, aile ve çevreden öğrenilenlerle yavaş yavaş şekillenir ve birey kendi içindeki yetenekleri açığa çıkarmaya başlar.

O hâlde kendi içimizdeki yetenekleri kullanmak için kendimizi eğitmeliyiz. Ondan da önce o yeteneklerimizin farkında olmalıyız. Örneğin spora karşı yeteneğimiz var veya müzik ya da şifacı yeteneğimiz var; onu geliştirmek gerekiyor. Tabii ki bu bir günde olmuyor; üzerinde çalışmak şart. Bu çalışmayı etkili kılan ise istikrardır. İnsan her gün istikrarlı bir şekilde kendi üzerinde çalıştığında zaman içinde kendini geliştiriyor ve yeteneğini kullanmaya başlıyor. Diğer bir deyişle başarılı sonuç elde etmek için vazgeçmeden düzenli şekilde çalışmak gerekiyor. Örneğin bir gün çalışıp bir hafta ara vermek yerine her gün 10 dakika gitar çalmaya çalışan bir insan içinde var olduğunu bildiği müzik yeteneğini istikrarlı tutumu sayesinde geliştirecek ve bir süre sonra iyi besteler yapabilecektir.

Bu gelişim sürecini okul eğitimi ile de örneklendirebiliriz. İstisnai durumlar hariç, ilkokulu bitirmeden ortaokula, liseyi bitirmeden üniversiteye başlamak olanaksızdır. Üniversite mezunu olabilmek için mutlaka ilkokuldan başlayarak eğitim sisteminin tüm aşamalarından geçmek gereklidir.

Hepimiz doğuştan getirdiğimiz bazı kişilik özelliklerine sahibiz. Yaşamımız boyunca bu özelliklerimize koşullara bağlı olarak yenileri ekleniyor. İşte burada artık doğuştaki kimliğimizden uzaklaşıp hayat şartlarına göre farklı kimliklere bürünmeye başlıyoruz. Bu noktada birçok insanın yaptığı ruhsal gelişim için çabalamak yerine önce hayatın koşullarını değiştirmeye çalışmak oluyor.

Oysa Carl Gustav Jung’un söylediği gibi “Kimse ışığı hayal ederek aydınlanmaz. İnsanı aydınlatan karanlığı idrak etmektir.”

Çoğu insan ışığı dışarıda ararken yalnızca bazı insanlar ışığı kendi içinde aramaya yöneliyor.

Işığı içinde aramaya başlayan insan artık kendi ruhsal gelişimine, büyümesine ve evrimleşmesine doğru adım atmıştır. Çünkü içindeki o potansiyelin ışığı ve o ışığın gücü hakkında farkındalığa erişmiştir.

Yukarıda ruhsal gelişimin deyince ne anlıyoruz, diye sormuştum? Bana göre ruhsal gelişim insanın kendi içinde dönüp kendini tanıması ile başlar. “Ben kimim?” ve “Ben şu anda nasıl bir ruha sahibim?” sorusunu sormasıyla başlar.

Çoğu kez yaşadığım bir örnekle anlatmaya çalışayım. Ruhsal gelişim konusunda sohbet ettiğim birçok insan kendini iyi insan, karakter sahibi, sevgi dolu, merhametli ve şefkatli olarak tanımlıyor. Bu yüzden de ruhsal gelişime ihtiyacının olmadığına inanıyor. İçine dönüp “Hayatım boyunca hangi travmaları yaşadım? Bilinçaltında neler var? Hangi korkularım var? Gelecek ile ilgili ne endişem var?” diye sormak yerine “İyi insanım,” demekle yetiniyor. O insanlara “Hiç olumsuz bir duygun olmadı mı? İçsel bir bütünlük sağlandın mı?” sorusunu sorduğumda kolayca “Evet,” diyorlar.

Carl Gustav Jung’un başka bir sözü şöyledir: “Görüşünüz ancak yüreğinizin içine baktığınızda berraklaşır. Dışa bakan düş görür, içe bakan uyanır.”

Uyanmak için önce farkındalık gerekir. Çünkü ancak farkındalık kazanıldığında insan kendi ruhunu bir üst seviyeye taşıyabilir. Temel sorun, hata yapmaktan korkmaktır. Aslında hata yapmak ruhsal gelişimi sağlar çünkü insana hatalardan ders çıkarma olanağı verir.

Ruhsal gelişim, zaman ile ölçülebilen bir kavram olmadığı için bir gün, birkaç ay veya birkaç yıl gibi zaman aralıklarına bağlı olarak gelişim sağlandığı söylenemez. Ruhsal gelişim ancak insanın kendi karanlığını ve gölgelerini kabul etmesi ile başlar. Her gün içimize dönüp kendimizi değiştirmeye başladığımızda merdivenin bir üst basamağına çıkabiliriz. Ayrıca kalabalık içinde ruhsal gelişimi gerçekleştirmek olanaksızdır, bu yüzden insanın mutlaka kendisi ile baş başa kalabileceği zaman dilimlerine ihtiyacı vardır.

Ruhsal gelişim sürecinde içe dönüş hem gelişimi engelleyen olumsuz duygu ve düşünceler hem de olumlu yanlar ve parlatılması gereken potansiyel yetenekler hakkında bir fikir verecek ve farkındalık oluşmasını sağlayacaktır.

Ruhsal gelişimi nelerin engellediğini bulabilmek için yapılması gereken duygu ve düşünceleri izlemektir. Daha doğar doğmaz deneyimlemeye başladığımız duygular bilinçaltında kayda alınır ve hayat boyu peşimizden gelir. Ancak bize o duyguyu yaşatan olay, durum, nesne, ses, koku gibi duyularla algılanabilen bir tetikleyici ortam oluştuğunda tekrar gün yüzüne çıkar. Yukarıda söz ettiğim gibi gündelik yaşamdan edindiğimiz öğretilerle şekillenen düşüncelerimiz de duygularımızla benzer şekilde olumlu veya olumsuz nitelik taşır.

İşte kendi içimize dönüp duygu ve düşüncelerimizi izlemeyi öğrendiğimizde hangi durumda hangi olumsuz duygu ya da düşüncelerin ortaya çıktığını, tetiklendiğini netleştirmemiz mümkün olur. Böylece öfke, üzüntü, kırgınlık, kin, nefret, kıskançlık, kibir gibi olumsuz duygular ve karamsarlık, kötümserlik gibi olumsuz düşünceler hakkında bir farkındalığa ulaşmak, çözüm bulmak için hangi adımları atmamız gerektiği konusunda da bize yön verir.

Bu aşamaya kadar gelebilmek bile ruhsal gelişimin başladığının işaretidir. Önemli olan ister olumsuz ister olumlu olsun insanın bütünü ile kendini kabullenmesi ve ruhsal gelişimini engelleyen yanlarını şifalandırmaya çaba göstermesidir.

Geçmişte yaşadığı travmalara, üzüntülere, acıları karşı içinde hâlâ öfke, kırgınlık, kızgınlık taşıyan ve şifalandırmayan insanlarla konuşurken aldığım cevap genellikle “O insan hayatımda olmasa veya o insan kötülük yapmasa ben neden öfkeleneyim, neden negatif duygu taşıyayım,” oluyor. İşte aslında o öfke duygusu, içindeki karanlık kalmış veya psikiyatride ilk kez Carl Gustav Jung’un ortaya attığı bir kavram olan “gölge” yanını görmek istememesinden kaynaklanıyor.

Yalnızca öfke değil, kin, intikam duygusu, nefret, korkular, gelecek kaygısı, kıskançlık, kaybetme korkusu, bencillik gibi olumsuz duygular da ruhun gölgesi; karanlık yanıdır. Örneğin kaybetme korkusu olan insan pozitif görünse de mutlaka duyguları negatife dönüşür çünkü maddi ve manevi olarak kaybettiği zaman üzülür ve kendisine zarar veren kişilere öfke duyar.

Kıskançlık duygusu yaşayan insan kendisinin yetersiz görmesi ve özgüveni olmayışından kabul etmiş olsa bunu duyguyu şifalandırıp kendi olumsuz duygudan kurtulmuş olur.  

Olumsuz düşünceler de olumsuz duyguları tetikler. Etrafımızdaki insanlardan bir olumsuzluk duyduğumuzda hemen negatif bir düşünceye sahip oluruz. Bunun nedeni duyduklarımız değil, düşünce biçimimizin negatif olmasıdır. Çünkü o insan bize o negatif düşünceyi söylediğinde içimizdeki korkuyu tetikliyor ve açıya çıkarıyor. Örneğin her şeye çok yüksek oranda zam yapılacağını duyunca çoğu insan, gelirim bunu karşılamaya yetecek mi korkusuna kapılır. Dünyada bir virüs salgını olacak denildiğinde o virüs beni ve sevdiklerimi etkilerse ne olacak korkusu duyulur. Sürekli negatif düşünmek bilinçaltına negatiflik atmaktır. Bu da insanı ister istemez yorar.

Ruhsal gelişimini gerçekleştirmek isteyen insan, bu negatif düşüncelerin kaynağını bulur ve onları şifalandırır.

Ruhsal gelişim merdiveninde basamakları çıkabilmek için insanın önce içindeki bütün olumsuzluklardan kurtulması; sürekli kendi içine bakması gerekiyor. Kendini geliştirmek isteyen zaten etrafında olup bitenlerden etkilenmez. Sadece her hatasında ve kendisine yapılan davranışlarda ders alıp dönüştürmek için gerekeni yapar.

Ruhsal gelişimde sadece gerçek sevgi vardır. İnsan ancak kendini tam olarak seviyorsa ve içsel barışını sağlamışsa diğer canlılara o gerçek sevgisini verir.

Korkularınız, olumsuz duygularınız, olumsuz düşünceleriniz, sürekli kendinizden kaçmanız, yaptığınız hatalarla yüzleşememeniz ne size fayda sağlar ne de başkalarına faydalı olmanıza izin verir. Çünkü kendi yarasına merhem olamamış bir kişiden başkasına olması beklenemez. Aynı zamanda evren size ruhsal gelişim için önünüze sizi üzecek olaylar çıkarır önemli olan bunu fark etmeniz ve kendi yolculuğunuza adım atmanız.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

BİLİNÇLİ AİLELER ÇOCUKLARINA KARMA BIRAKMAZ

Sevgili okuyucularım, çoğumuzun bildiği gibi karma, zihinsel ve fiziksel eylemlerin sonuçlarıdır ve bu sonuçlar kimi zaman hemen kimi zaman da ileride mutlaka bize döner. Tabii bazıları karmanın varlığını kabullenmek istemediği için “Herkes kendi kaderini yaşıyor,” diyebilir. Ama işte bazen de ektiğimiz karma, kader oluyor.

Bazı yazılarımda karma konusunu anlatmıştım. Bu yazımda ise bazı insanların önemsemediği o karmanın kendilerinden sonraki nesillere aktarımını ele alacağım. Hemen söylemeliyim ki en önemlisi kişinin kendi karmasını çocuklarına bırakmaması; onlara yüklememesidir.

Ailelerin, çocuklarına iyi bir hayat vermek için bütün koşullarını zorlayıp iyi bir okul eğitimi aldırması, yaşam şartları karşısında zorlanmaması için mal mülk yapıp onlara ekonomik güvence sağlaması, maddi miras bırakması doğaldır. Yeter ki bırakılan miras karma olmasın. Çünkü nasıl ki çocuk daha bebekken verilen sevgi ve şefkat sayesinde sevginin ne olduğunu biliyor ve hayatı sevgi içinde yaşıyorsa karma da öyledir. Çocuk, eğer karmayı miras almışsa bütün hayatı boyunca ailenin fiziksel ve ruhsal edimlerinin sonuçlarını yaşar.

İnsanlar, atalarından gelen karmayı bilmeden yaşadıkları olumsuzlukların nedenini anlamlandıramıyor ve bir şekilde başkalarını suçluyorlar. Bazen de kendi yarattıkları karmaların farkında olmadan yine başkalarını suçluyorlar. Ben insanlara atalarından gelen karmayı sorduğumda hemen “İyi insanlardır,” diyorlar. Tabii ki iyi insanlardır fakat karma yalnızca iyilikle ölçülebilen bir kavram değil. Derine inildiğinde basit bir yalan bile karma yaratır. Arkadan dedikodu yapmak karma yaratır. Söz verip yerine getirmemek de karma yaratır.

İnsanlar evlendiklerinde zaten iki kişinin ailelerinden getirdiği karmaları var. Üstüne bir de kendi karmaları eklendiğinde yük iyice ağırlaşıyor. Eğer bu karmaların farkında olup temizler ve tekrar karma oluşturmazlarsa çocuk o yükü almaz. Fakat bir farkındalık yoksa ve yeni karmalar da yaratılmışsa çocuğun omuzlarına kim bilir kaç nesillik ödev yüklenir.

Aile, gelecek güvencesi olsun diye çocuğa mal mülk bıraktığında aslında eğer karma varsa çocuk bir olay yaşar ve o mal mülk de elinden gider. Bu sefer çocuk gerçek sebebi; aileden gelen karmayı bilmeden yaşadığı olayı suçlar.

Bazen rastlarsınız, daha bebekken veya çok küçükken daha çocuğun bilinci oluşmamışken sağlık sorun yaşar, derler ki “O daha masum bir bebek, suçu nedir?” İşte burada aileden gelen bir karma vardır ve bunun bir şekilde dönüşü olmuştur. Halk arasında “Anne babanın günahını çocuklar çeker,” dedikleri durum da bu karmadır aslında.

Karma oluşmaması için bir kere son derece ahlaklı ve erdemli davranışta bulunmak, kimsenin maddi ve manevi hakkını yememek, dürüst olmak ve hataları kabul etmek gereklidir.

İflas etmiş bir danışan şifa için geldiğinde nedenini bilmiyordu, kendince sebeplerden yakınıyordu. Derinlemesine çalışınca dedelerinden kalan karma ile geldiği anlaşıldı. O karma kendisine etki etmiş ve iflasa sürüklemişti. O karmayı bir şekilde ödeyerek temizlemesi gerektiğini anlattım. Çünkü eğer karmayı temizlemezse işleri toparlansa bile bir gün mutlaka yine iflasa sürüklenecek ve yine başka nedenlere bağlayacaktı.

İnsanlara sorduğunuzda kimse karması olduğunu kabullenmek istemez, kendi karmalarının ve aileden gelen karmalarının temiz olduğunu söyler. Temiz karma kavramı sizi şaşırtmasın. Evet, bazı karmalar temizdir ve bir ödev yüklemezler. Buna da başka bir yazımda değinirim.

Bir çocuğun DNA’sı nasıl aileden gelen genetik rahatsızlıkları taşıyorsa ya da fiziksel ve karakter özelliklerini ebeveynleri veya daha önceki kuşaklardan alıyorsa karma da aynı şekilde nesiller boyu aktarılıyor. O nedenle bir insan çocuğuna mal mülk bırakmanın telaşını yaşarken kendi olumsuz davranışlarını görmüyorsa, kendisinin yaşadığı olumsuzlukların gerçekte karma olduğunu bilmiyorsa ve bu karmadan nasıl kurtulacağının bilincinde değilse çocuk da karmayı taşıyacağı için o mal mülk çocuğa hayır getirmez.

Eşini aldatmak bir karmadır, insanın başkalarını kendi menfaatleri için sevmediği hâlde sevmiş gibi yapması veya kullanması bir karmadır.

Aynı şekilde bir insanın kendi bencilliği için başkalarının duyguları ile oynaması bir karmadır. Ticaret yapanlar, düşük maliyetle aldığı malı gerçek değerinin üzerinde fiyatla satıp kazanç elde ediyorsa bir karmadır.

Niyetler karma oluşturur.

Evrende herkesin bir askısı var ve yapılanlar o askıya asılır. Zamanı gelince o askıdan insanlara geri verilir.

Aile bilinçli olduğunda çocuğuna veya çocuklarına karma bırakmaz.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN