Sevgili okuyucularım, bu ayki bilge hikâyemiz ile beraberiz.
Kasabanın birinde, güzelliği dillere destan bir kız yaşarmış. Kendisiyle evlenmek isteyen uzak ülkelerden gelen nice prensi, asili, zengini, yakışıklı delikanlıyı reddetmiş. Kimseleri kendine layık görmüyormuş. Kıza aşk besleyen, aynı kasabada yaşayan genç bir delikanlı da bu kızı istemiş. Ama kız onu da beğenmemiş. Bizim delikanlı günün birinde kasabadan ayrılmış. Başka birine aşık olup evlenmiş, çocukları olmuş, yeni bir hayat kurmuş.
Uzun zaman sonra yolu yaşadığı güzel, şirin kasabaya düşmüş. Aklına bir zamanlar aşık olduğu kız gelmiş, ona ne olduğunu merak etmiş. Tanıdık bir yaşlı adam, güzel, büyük bir gül bahçesi olan evi göstererek kızın evlendiğini söylemiş. Kimseleri beğenmeyen güzel kızın kiminle evlendiğini görmek istemiş. Kocasını evden çıkarken görmüş. Kızın kocası şişman, kel, çok çirkin ve kaba bir adammış. Üstelik zengin de değilmiş. Nasıl oldu da böyle biriyle evlendiğini merak eden adam, kızın kocası gittikten sonra evin kapısını çalmış. Kız kapıyı açınca adamı tanımış. Adam sormuş:
– Sen ki hiçbirimizi beğenmedin, nice kısmetlerini geri çevirdin, nasıl oldu da böyle biriyle evlendin demiş?
Kız da ona:
– Sana cevabı vereceğim fakat önce gül bahçemdeki en güzel gülü koparıp getireceksin, yalnız tek şartım, bahçede ilerlerken geriye dönmeyeceksin.
Adam peki demiş ve çok güzel güllerin olduğu bahçede ilerlemeye başlamış. Önce çok güzel sarı bir gül görmüş. En güzel gül bu derken biraz ilerde daha güzel kocaman pembe bir gül daha görmüş. Tamam budur işte diye düşünürken daha ilerde muhteşem güzellikte kırmızı bir gül goncası gözüne ilişmiş. Bir türlü karar verememiş, en güzel çiçeği bulacağım derken bir de bakmış ki bahçenin sonuna gelmiş, geriye dönemeyeceği için bahçenin sonunda yaprakları solmuş cılız bir gülü mecburen koparıp kıza götürmüş.
Kız gülü almış ve adama demiş ki:
– Bak gördün mü? Her zaman daha iyisini bulacağını düşünürken ömür geçer de sonunda en kötüsüne razı olmak zorunda kalırsın. Bu yüzden gençlik bitmeden elindekinin değerini bilip, yetinebilmeyi öğrenmek gerekir.
Hayat akarken birçok fırsatla karşılaşırız. Kimimiz fırsatların değerini bilir, kimimiz ise birçok fırsatı kaçırıp görmeden yanı başından geçip gider. Ömür dediğin yoldan geçerken aynı şartlar altında bir daha geçemeyiz. Bir hedefe öylesine kilitleniriz ki karşımıza çıkan diğer fırsatları kaçırırız. Bir gün bir bakmışız hedeflediğimiz noktadan da uzaklaşıp çok farklı bir noktaya gelmişiz. Hayatımıza dönüp baktığımızda geriye kalan sadece kaçmış birçok fırsat ve bize kalan içimizi kemiren “KEŞKE” diye yankılanan düşüncelerimiz.
Her şey gönlünüzce olsun! Sevgi ve ışıkla kalın!.. Nurgül AYABAKAN
“Hintli bir adam suda bata çıka ilerlemeye çalışırken yanına bir akrep gelir. Onu kurtarmaya karar verir ve parmağını akrebe uzatır ama akrep onu sokar. Hintli tekrar akrebi sudan kurtarmaya çalışır ama akrep onu tekrar sokar. Yakınlarındaki başka biri ona, sürekli onu sokmaya çalışan akrebi kurtarmaya çalışmaktan vazgeçmesini söyler. Ama Hintli adam şöyle der: “Sokmak akrebin doğasında vardır. Benim doğamda ise sevmek var. Neden sokmak akrebin doğasında var diye kendi doğamda olan sevmekten vazgeçeyim?”
Sevgili okuyucularım, bu hikâyeyi çoğumuz biliyoruz.
Hayatımızda yaşadığımız acılar ve zorluklar karşısında bazen kendimizi kaybederiz, aslında bunu yaparken öz benliğimizden vazgeçmiş oluruz. O anda haksız duruma düştüğümüzü düşündüğümüz için belki bir anlık öfkeye kapılırız, kızgınlık ve nefret duyarız. O öfke ile söylediğimiz sözleri bilmeyiz. Ama sonra aslında bu duyguların bize ait olmadığını fark ederiz, “Çünkü” deriz kendi kendimize, “ben sakin bir insandım. Kimseye kötülük yapmam, herkesin iyi olması için elimden gelen iyilikleri yaparım, özüm ne ise onu veririm. Ama niçin bunları verirken akrep gelip beni sokuyor, bana zarar veriyor?” İşte burada asıl olan özümüzde kalabilmektir. Yaşadığımız olay ve durum her ne olursa olsun o öfke tuzağına düşmeden özümüzde kalabilmek. Öfkeye kapıldığımız hâlde bunu dışa yansıtmamak değil söylemeye çalıştığım; çünkü o ikiyüzlülük olur. Her ne olursa olsun özümüz iyiyse onu öfkeye teslim etmemeyi vurguluyorum. Mayamız iyiyse bırakalım akrep akrepliğini yapsın, canımızı yaktı diye ona benzemeyelim, özümüzden uzaklaşmayalım.
Aslında hayatı kendi ruhumuza sunulan bir sınav olarak görmeliyiz. Bazı ruhlar doğuştan itibaren sakindir ve olgun ruh olarak doğar, böyle kişilere” yaşlı ruh” deriz. İşte böyle insanlar, olumsuz insanlar tarafından sınava tutulurlar, yani sınanırlar. İşte o anda özünden vazgeçmeyip bu yolda güzelliklerle gitmek varken çoğu insan, “Bak, zararı ben gördüm, olumsuzluk yaşatan, haksızlık yapan o kişiye bir şey olmuyor, gayet mutlu ve huzurlu yaşıyor” der. Hatta kendi kendine çıkarım yapar ve “Demek ki iyilik yapılmayacak, bencil olmak gerekiyor, hiçbir şeye karışmayacaksın, suya sabuna dokunmayacaksın” deyip önce kendine kızmaya başlar.
Oysa hayatta karşılaşılan her insana bir öğretmen olarak bakmak gerekir ve her öğretmen sınava tabii tutar! Bu sınav bazen çok acımasız olur gerçekten. Ruhunuzu öyle bir yorar ki artık hayatınızdan vazgeçersiniz, insanlardan uzaklaşmak zorunda kalırsınız. İşte o noktada önemli olan insanın kendi içindeki o gücü bulmasıdır. Yaşadığı her türlü olumsuzluğa rağmen o gücü içinde taşıması, koruması ve ona inanmasıdır. En derin zorluklar gerçek gücü ortaya çıkarıyor. Sözünü ettiğim bu güç ruhun hâlâ ışıkta kalmasıdır.
İnsanlar bazen de iyi insanların başına kötü şeyler gelmemesi, ahlaklı insanların olumsuzluk yaşamaması gerektiğini düşünürler. Son derece inançlı insanların karşılaştığı olumsuzluklarda “Niçin Allah onu korumadı?” veya “Niçin Allah ona böyle olumsuzluklar yaşattı?” diye düşünürler. Bazen de kimileri için “Bu insan Allah’a hiç inancı yok ama hayatı gayet iyi gidiyor” diye düşünür veya etrafındakilerle konuşurlar. Çünkü hak etmedikleri davranışla karşılaştıkları için kabul edemezler. Daha doğrusu, iyiler kazanacak kötüler her zaman kaybedecek veya iyilerin her zaman yüzü gülecek kötülerin yüzü gülmeyecek, diye düşünen birçok insan var. Bu düşünce içine girip adaleti sorgulamaya başlarlar. “Hani nerede adalet?” veya “Nerede Allah’ın adaleti? diyerek bu sefer içlerinde öfke, nefret, kin gibi olumsuz duygular çoğalır.
Hayat her zaman, yok böyle olacak yok şöyle olacak, diye planlarla gitmez. Bir kere hayat düz bir çizgiden ibaret değildir ve her zaman yükseliş yoktur. Hayatın içinde acı, üzüntü mutlaka vardır. Önemli olan bu acılar ve üzüntüler karşısında ruhunuzun ne kadar olgunlaştığı, bilgelik yolunda ne kadar ilerlediği veya o özünüz olan sevgiden uzaklaşarak olumsuzluklar içinde boğulup boğulmadığıdır?
Her ruh kendi sınavını verir; bu kaçınılmaz. İyi niyetli insanların sınavı hayatlarına giren olumsuz insanların yaşattıklarıdır. Bu, emeği hiçe saymak olur, nankörlük olur, maddi zarara uğratmak olur; bunun gibi birçok örnek yazarım. Bir iş yerinde senelerdir çalışır, patron ona her zaman destek çıkar ama bir bakarsınız kendi menfaati için patronunu zarara uğratmış ya da her şeyine koşulsuz olarak destek çıktığınız aileniz, akrabanız, sevgiliniz veya arkadaşınız kalbiniz kırar, olumsuzluk yaşatarak zarar verir. İşte o anda “Ben bunları niçin yaşadım, ne hak ettim de bunları yaşadım?” sorusunu sorarsınız.
Bu arada dünyada yalnız siz yaşamıyorsunuz böyle olayları, çevrenizden duyduğunuzda da hep iyiler kaybediyor işte, diyorsunuz. Geçenlerde tanıklık ettiğim, mahallemizde 24 senedir simitçilik yapan esnafın uğradığı haksızlığı anlatayım. Simitçi, üç dört senedir tanıdığı bir kadın müşterisinin iki yaşındaki erkek çocuğunu sevmiş. Kadın daha sonra kendisine “Çocuğuma dokunma” demiş. Simitçi özür dilemiş ve “Bir daha dokunmam” demiş. Sonra kadın belediyeye şikâyet etmiş, simit tezgâhı görmek istemediğini söyleyip kaldırılmasını istemiş. Tabii ki tezgâh kaldırıldı. Simitçiyi 24 senedir tanıyorum, simit alırken her defasında sohbet ederim, bugüne kadar hiç kimsenin kendisinden şikâyetçi olmadığı, işini gayet dürüst olarak yapan bir insandır. Olaydan sonra da konuştuk, “Çocuğuna simit verdim ve sevdim. Niçin bana bunu yaptı?” diyor. “Bir kötü niyetim yok üstelik beni de tanıyordu” deyip kendini savunuyor. Simitçi kendinden emin olduğu, yanlış bir şey yapmadığı için olayın üstüne gitti. Onu tanıyan bütün insanlar hemen arka çıktı ve tezgâhını geri aldı. Simitçi, bir kişinin yaşattığı olumsuzluğa karşı geçmişte herkese yaptığı dürüstlüğün meyvesini aldı. İşte insan sadece kendisi iyi niyetli de olsa her zaman başka insanlarla sınava tabii tutulur, sınanır. Önemli olan kendi içindeki o sevgi dediğimiz güçten vazgeçmeyip ruhunun ışığı ile devam etmesidir.
O insan, kendisine kötülük yapıldı diye çocukları sevmekten ya da bedava simit vermekten vaz mı geçecek? Hayır çünkü sadece dersini almıştır. Bundan sonra bir çocuğu sevmek isterse o anda yanında kim bulunuyorsa o kişiden izin alacaktır.
Hayatı çırak gibi yaşadığımızda her bir insan bize bir şeyler öğretir. Bu öğretilerin içinde canımızı gerçekten acıtacak, bizi üzüntü içinde bırakacak kişiler olur. Bu insanlar acılarla ruhumuzu olgunlaştırırken bazı insanlar da iyiliklerini cömertçe sunarak ruhumuzu rahatlatır, huzur verir. Her zaman hayatınızda böyle insanlar olacak. Burada önemli olan şudur: Siz hangi ruha sahip olacaksınız? Özünüzden ayrılıp bencilliği, iyilik yapmamayı, acımasızlığı mı seçeceksiniz yoksa ruhunuzdaki sevgi ve ışığa tutunarak benim buradaki dersim nedir ve neyi öğreniyorum, diye kendinize sormayı mı tercih edeceksiniz? Unutmayın kötülüğe kötülükle karşılık vermek veya kötülük düşünmek sevgiden uzaklaştırır.
Tabii ki bunları başarmak kolay değil çünkü haksız yere canınız yanmış ve üzülmüşsünüz ama inanın ki siz kendi içinizdeki sevgiyi söndürdüğünüzde ruhunuzdaki o ışığı kapatmış olursunuz. Bunun için yapabileceğiniz en iyi şey, kabullenmektir. İnsan başına gelenleri kabule geçtiğinde daha sakin bir karar veriyor ve yapılması gerekeni yapıyor.
Şunu unutmayın ki sevgili okuyucularım, kötülükleri iyilikle yenmek ilk başta imkânsız gibi gelebilir ama gerçekten iyilikle yendiğinizde kendinize inancınız artıyor ve kazanan yine siz oluyorsunuz. Belki o anda görünmüyor ama aylar, yıllar geçtikten sonra karşınıza mucizeler çıkıyor. Buna inanının lütfen. Başınıza gelen olayları kabullenemediğiniz zaman size yapılan davranışları hazmedemiyorsunuz, bu sefer kendi sağlığınıza zarar veriyorsunuz. İyilik yaptığınızda size olumsuzluk yaşatan insanları suçlamayın kendinizi de suçlamayın lütfen. Bu sınavı nasıl geçebileceğinize odaklanın? Bir öğrenci nasıl sınavı geçmek için elinden geleni yapıyorsa işte siz de bu sınavı geçmek için nasıl bilgece davranmanız gerektiğini öğrenmeye çabalayın. Bilgece davranış ruhu olgunlaşmaya götürür.
Hayatımda tabii ki bencil, nankör, iftira atan, emeği hiçe sayan, kendi menfaatleri için sevgisini sunan veya konuşan, cimrilik yapan, zor zamanımda yanımda olmayan, ihtiyaçlarını verdiğimde iyi deyip yüzleştiğimde olumsuz söz söyleyen ve terk eden, iyiliğe karşı olumsuzluk yaşatan insanlar oldu ama kabullendim. Çünkü her ruh tekâmül etmeye açık değil, her ruh tekâmül etmek için çaba sarf etmez. Bunu öğrendim. O zaman ben yine ruhumdaki ışık ile yol alırım. Benliğimden, özümden niye vazgeçeyim, birkaç insanın yaşattığı olumsuzluklar için niye ışığımdan vazgeçeyim? O zaman ben olmam başkası olurum. İnsanların davranışlarına takıldıkça ışığınız artmaz.
İçinizde o gerçek sevgi varsa sevmekten hiçbir zaman vazgeçmeyin, iyilikten vazgeçmeyin.
Her şey gönlünüzce olsun! Sevgi ve ışıkla kalın!.. Nurgül AYABAKAN
Sevgili okuyucularım, hepimizin bir enerjisi var, bu enerji hayatımız boyunca bizimle birlikte olur.
Günlük yaşamımızda kendi kendimize veya çevremizdeki insanlarla konuşurken “Bugün enerjim düştü” veya “Kendimi iyi hissetmiyorum, ruhum yorgun” gibi cümleler kullanırız.
Tabii ki insanın bir günü bir gününe uymaz çünkü yaşadığı üzücü olaylar ve çevresinden aldığı üzücü haberler ister istemez enerjisini değiştirir. Bunlara çevre faktörleri deriz. Bir de insanın kendi düşünceleri, davranışları, bakış açısı, anlayışı ve değer yargıları ile kendine verdiği enerji vardır. Bu da hayat enerjisidir. Hayat enerjisi, insanın kendi içini güzelleştirmesi ile başlar. Dış özelliğimize verdiğimiz önem geçicidir, o an için kendimizi iyi hissettirir; hayat enerjimizi yansıtmaz. Gerçek hayat enerjisini gösteren iç güzelliktir. Asıl önemli olan içi güzelleştirmektir. Birçok insan dış görünüşünü kastederek “Beni nasıl buluyorsun?” sorusunu sorar. Dışa yansıyan sadece içteki hayat enerjisidir.
Bazen hiç tanımadığınız biriyle iletişimde bulunursunuz ve “Enerjim çok düşüktü ama bir anda yükseldi” dersiniz. İşte bu, o kişinin size ruhunun ışığını vermesindendir.
Burada dikkat edilmesi gereken nokta hayat enerjisinin neye yönlendirildiğidir. Hayat enerjimizi yalnızca maddeye yönlendirirsek; dünyasal arzularımızı ön planda tutarak yaşarsak hayat enerjimize maalesef egoyu sokmak zorunda kalırız. Her bir ego bizim hayat enerjimizi düşürmeye çalışır.
Örneğin birçok insan hayatında aldığı kararları kalbi ile değil aklı ile almaya çalışır. Yaşamla ilgili tüm ilişiklerini akıl ile kurmaya çalışır. Hayatı boyunca yarar ve çıkar üzerine hesap kitap yapar. Kalbinin sesine kulak tıkar ve yalnızca akla uygun olana “Evet” uygun olmayana “Hayır” der. Kendine uygun olanın çevresine ve dünyaya zararlı olup olmadığına bakmaz, sadece kendi hesabına bakar. Bencilce yaklaşıma girer. İşte burada kendini düşündüğü için ister istemez bencilce davranışta bulunmak zorunda kalır ve hayat enerjisini bir anda simsiyah bulutlar kaplamış olur.
Dünyasal istekleri ön planda tutan bir insan nefsin bağımlılığı altına girer. Arzularının gerçekleşmesi için egosu her gün biraz daha büyür, hırslarına kapılır. Örneğin elindeki ile yetinmeyip hep alma istediği olur, bu sefer de o alma isteği fazla para kazanmak için hırsa dönüşür. Ayrıca da kazandığı parayı paylaşmaktan kaçınır çünkü sırf kendini düşünmeye başlamıştır.
Kendimize dönüp bakmalıyız; dünyevi isteklerimiz ne kadar, nelere aç gözlü davranıyoruz? İşte bu sorulara vereceğimiz yanıtlar enerjimizin yönünü ve niteliğini ortaya çıkarıyor. Birlikte düşünelim; sürekli isteyen, aç gözlü, elindeki ile yetinmeyen, hırs yapan ya da etrafa karşı gösteriş için yaşayan, rekabete enerjisine giren kişinin enerjisi nasıl olabilir? Şimdi de bunun tersini düşünün; elindeki ile yetinen, bol şükür eden, kimse ile rekabete girmeyen, hırs yapmayan bir insanın hayat enerjisi nasıl olur? Sürekli şikâyet eden, elindekine şükretmeyen, siz verdikçe daha fazlasını isteyen insan iç dünyasını güzelleştirmek için herhangi bir çaba göstermezse dünyayı ruhunun ışığı ile aydınlatamaz. Çünkü almaya çalışan, bir şey vermeyen insan cimri olur. Sadece parayı düşünür. Siz verdikçe daha çok alma çabasına girer. Alma verme dengesi bozulduğunda da mutluluğa ulaşamaz, ruhunun ışığı dünyayı aydınlatamaz. Paraya önem veren insan dünyaya nasıl hizmet edebilir ki? Bizzat böyle insanlarla karşılaştım. Etrafımda gördüm.
Hayat enerjimiz kendi ruhsal yolculuğumuza bağlıdır. Bazı insanlar dünyasal yaşamın cazibesine öyle kapılır ki ruhunun ışığını ve ruhsal erginlik ve olgunluğa ulaşmanın yolunu kapatır. Eğer ruhun ışığı ile aydınlatırsak o zaman dünyada yaptığımız her iş, ahlak, adalet ve erdem ilkelerinin içinde olur. Kendimiz için değil bütüne faydalı olmuş oluruz. İnsanlarla kurduğumuz her ilişki yarar ve çıkardan uzak, sadece sevgi ve şefkat içinde olur. Olumlu, verimli ve bereketli bir hayat enerjisi ortaya çıkmış olur.
İçimizden akan enerjiye baktığımızda bu enerjinin hangi yöne gittiğinin farkına varırız. Öfkeli bir insanın enerjisinin aktığı yön sevgiden uzak olur çünkü öfkenin verdiği enerji karanlıktır ve ruhun ışığını örterek her türlü iletişimde insanların kendisinden uzaklaşmasına sebep olur.
İnsanlar genelde kendi kusurlarını görmezler ve hatalarını kabul etmezler. Hatalarını söylediğiniz zaman özür dilemek yerine kendilerini haklı çıkarırlar. İşte burada kişinin kendi enerjisi bir savunma mekanizması bilincinde olur ve kendini haklı çıkarmak için elinden geleni yapar. Bu durumda hayat enerjisi kendine olumsuzluk olarak akar. Hâlbuki hatasını kabul etse; kusurunu görüp kabul etse ve düzeltse iç dünyasını güzelleştirecek, ruhunun ışığı dünyayı aydınlatacak.
Yaptığınız işte başarı elde etmiş olursanız bazı insanlar bu başarıdan rahatsız olur ve size negatif enerji verir, sizi aşağı çekmeye çalışır. İşte burada devreye giren duygu kıskançlıktır. Ya da sizinle rekabete girer, sürekli bir kavga ve mücadele içinde olur. Bu da hayat enerjisini karanlığa yönlendirir. İmrendiği insanın yaşantısı kendisinde olmadığı için kıskançlık göstererek kendi iç güzelleşmesini engeller. Yaptığınız işi takdir ve teşvik etmeden hemen sizi eleştiren, motivasyonunuzu bozan ve sinsice sizi kıskanan insanların hayat enerjisi maalesef kirli akan bir nehre benzer.
Aslında hayat enerjiniz nereye doğru akarsa yaşamınız oraya doğru akar. Sürekli birini eleştirmek, yargılamak olumsuzluk ararsanız kendi yaşamınızda olumsuzlukları yaşarsınız.
Olumsuz duyguları beslediğinizde kendi içinizi simsiyah bulutlarla kaplarsınız. Simsiyah bulutların arkasından güneşin çıkmasını beklemek gibi, böyle olumsuz duygulara sahip birinin güneş gibi sevgi vermesini, ışık vermesini beklemek boşunadır. Ama imkânsız da değildir. Bu nasıl olur? Elbette o insanın kendi bilinciyle bunları bilip (olumsuz duyguları) özgür iradesi ile değişmeye çalışmasıyla olur.
İnsan, “Hep ben en iyisini bilirim”, “Benim dediklerim doğru” iddiasıyla kendini dev aynasında görüp kibre kapıldığı anda hayat enerjisi düşer.
Hata yapan birine karşı olumsuz üslupla konuşan da hayat enerjisini maalesef kaybeder. Bu sefer çevresindekilere “İşte, bana hatalı davrandı onun için böyle üslup kullanıp enerjimi düşürdüm” diye dert yanar.
Benzer şekilde öfkeli bir davranışta bulunan insana aynı öfke ile karşılık verip saldırgan bir tavır sergilemek de insanın iç dünyasını çirkinleştirir. Bu sefer hayat enerjisi düşer ve “O böyle davranmasa ben bunu demeyecektim” türünden karşı tarafı suçlamalar başlar. Aslında iç dünyanızı güzelleştirmek için yüzde yüz haklı bile olsanız önce sessiz kalıp sakinleşmeyi ve sonra güzel üslupla davranışının yanlışlığını anlatmayı denemenizde yarar var.
Hayat enerjiniz olumlu olduğunda havayı güzelleştirirsiniz. Kapkara bulutların arkasındaki güneşi çıkartırsınız. Bu olumlu enerji tabii ki sevgi ve şefkat ile olur. Ruhunuzun aydınlığı ile dünyaya ışık olursunuz.
Her şey gönlünüzce olsun! Sevgi ve ışıkla kalın!.. Nurgül AYABAKAN
Sevgili okuyucularım bu haftanın yazısı, Param Pujva Dadashri öfke ile düşüncelerini dile getiren yazısını paylaşıyorum.
Hindistan’ın Gujarat eyaletindeki Tarsali köyünde manevi açıdan yüksek bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelen Param Pujya Dadashri, doğumundan itibaren şiddetsizlik, empati, cömertlik ve manevi çilenin faydaları konusunda derin bir anlayışla yetiştirildi.
Param Pujya Dadashri, küçük yaşlardan itibaren kendine özgü manevi özellikler sergiledi ve büyüdükçe manevi amaca adanmış bir öncelik sürdürdü. O, ebedi hakikati ve Kendini Gerçekleştirmeyi arayışına tek bir noktada odaklanmıştı.
Kişi genellikle işler istediği gibi gitmediğinde, karşı taraf onu anlamadığında veya farklı bir bakış açısı olduğunda öfkelenir. Çoğu zaman, haklı olduğumuza inandığımız halde haksız olmakla suçlandığımızda öfkeleniriz. Algılarımız yüzünden haklı olduğumuzu düşünürüz ve karşı taraf da haklı olduğunu düşünür. Çoğu zaman, ne yapacağımızı bilmediğimizde, öngörü veya sezgiye sahip olmadığımızda öfkeleniriz. Bizi en çok seven insanlarla olan ilişkimize zarar veririz. Çocuklarımıza tüm desteği, rahatlığı ve güvenliği vermek isteriz, ancak öfkemiz çocuklarımızı kendi evlerinde korkutur. Öfkeli insanlarla nasıl başa çıkılır? Bir makine çok ısındığında, onu bir süre yalnız bırakmalısınız ve kısa sürede soğuyacaktır. Ancak onunla uğraşmaya devam ederseniz, yanarsınız.
Öfke, kendi evinizde bir kibrit yakıp önce kendinizi yakmanız, sonra da başkalarını yakmanız anlamına gelir. Bir tarlada büyük kuru ot yığınları toplanıp, içine sadece tek bir kibrit atıldığında ne olur? Şiddetli bir yangında tüm otlar yanmaya başlar ve etrafındakiler de yanar. Benzer şekilde, evinizde otlarla dolu bir kibrit yakmaya öfke denir. Önce siz yakarsınız, sonra komşunuzu yakarsınız. Öfkenin ne olduğuna dair en açık cevap budur!
Öfke, anlayış eksikliği demektir. Param Pujya Dada Bhagwan, bir kişinin durumla nasıl yüzleşeceğini bilmediğinde öfkelendiğini söyler. İnsanlar “Ne yapacağımı anlamadım, bu yüzden öfkelendim!” demezler mi? Kişi, karşısındaki kişiyle nasıl başa çıkacağını anlayamadığında ve işini bitirmeye çalıştığında öfkelenir.
Öfkenin en yaygın nedenlerinden biri görememektir. Diyelim ki karanlıkta yürüyoruz ve önümüze bir duvar çıkıyor; göremeyince ona çarpıyoruz. Benzer şekilde, bir iç görümüz olmadığında, belirli bir durumda yolu bulamadığımızda, yani göremediğimizde öfkeleniyoruz.
Çoğu zaman düşüncelerimiz hızlı, karşımızdakinin düşünceleri ise yavaştır. Bu yüzden, karşımızdaki kişi söylediklerimizi anlamadığında veya anlamadığında sinirleniriz. Diyelim ki bizim düşünce devrimimiz 5.000, karşımızdakininki ise sadece 500. Böyle bir durumda, onun seviyesine inip nasıl açıklayacağımızı bilemez ve sabrımız tükenir. Sonuç olarak öfkeleniriz.
Bu, öfkenin en yaygın nedenlerinden biridir. Dikkatlice incelersek, çoğunlukla isteğimiz yerine getirilmediğinde öfkeleniriz. Örneğin, evde çocuklarımız bizi dinlemediğinde öfkeleniriz. Eşimiz beklentilerimizi karşılamadığında öfkeleniriz. Çocukken, ebeveynlerimiz isteğimizi yerine getirmediğinde öfkeleniriz. İş yerinde bile, alt kademedekiler istediğimizi yapmadığında öfkeleniriz. İsteğimiz yerine getirilmediğinde, karşımızdaki kişiyi korkutarak bir işi yaptırmak için öfkelenir ve sonunda onlarla kavga ederiz.
Bu, öfkenin yaygın bir nedenlerinden biridir. Bazı insanlar bize kötü davransalar bile onlara kızmayız. Oysa bazı insanlar bize iyi davransalar bile onlara kızarız. Peki bu neden olur? Bunun nedeni, daha önce onlarla yaşadığımız deneyimler nedeniyle onlar hakkında bir fikir veya önyargı geliştirmiş olmamızdır.
Mesela evde iki oğuldan biri çok yaramazlık yaparsa; anne baba onun hakkında “hep yaramazlık yapar” diye bir kanaat oluşturur. Diğer oğul akıllıysa, onun hakkında “bu oğul çok iyidir” diye bir kanaat oluşur. Daha sonra iyi çocuk eve büyük bir yaramazlık yapsa bile anne baba ona bu kadar kızmaz. Yaramaz çocuk ise en ufak bir yaramazlık yapsa bile anne baba ona çok kızar.
Bu, en sık sorulan “Neden bu kadar kolay sinirleniyorum?” sorusuna verilen en yaygın cevaplardan biridir. Öfke, gurur tutkusunun bir bekçisidir (koruyucusudur). “Çok zekiyim, her şeyi anlıyorum” diye düşünüyor olabiliriz; sonra biri bize hakaret ettiğinde, başkalarının önünde saygısızlık ettiğinde, çalışmalarımızda kusur bulduğunda, bize gereken saygıyı göstermediğinde gururumuz incinir. İşte o zaman öfke, karşımızdaki kişiye yönelir.
Param Pujya Dada Bhagwan şöyle diyor: “ Bir kimse gururuna bir engel bulduğunda, gururu incindiğinde, işte o zaman öfkelenir.”
Öfke, kendi bakış açımızı koruyarak karşımızdaki kişinin kusurlarını gördüğümüzde ortaya çıkar. Herkes kendi inançları doğrultusunda, karşısındaki kişiyi kendi bakış açısıyla görür ve buna dayanarak karşımızdaki kişiyi haklı ya da haksız olarak değerlendiririz. Karşımızdaki kişi inancımıza aykırı bir şey yaparsa öfkeleniriz. Karşımızdaki kişinin bakış açısı görüldüğünde ise öfkemiz azalır.
Öfkelenmemizin yaygın bir nedeni de budur. Bazen haklı olduğumuz halde “yanılıyorsun” diye suçlandığımızda öfkeleniriz. Örneğin, hiçbir şey çalmamış olsak bile, “bunu sen çaldın” diye suçlanırız; bu başkasının suçudur ve bize “Bu senin suçun!” dendiğinde öfkeleniriz. Çünkü görünüşe göre orada adaletsizlik yapıldığını hissediyoruz.
Yolda yürüyoruz ve aniden tepeden aşağı bir taş düşüp kafamıza çarpıyor, kanıyoruz, sinirleniyor muyuz? Hayır, çünkü kimin hatası olduğunu göremiyoruz. Ama çocuklar kriket oynarken top kafamıza çarptığında sinirleniyoruz. Çünkü çocuğun topa vurduğunu orada görebiliyoruz.
Param Pujya Dada Bhagwan şöyle der: ” İnsana, ‘Bunu gerçekten yapan kişi bu’ gibi gelir. Hiç kimse bir başkasına bilerek vuramaz. Dolayısıyla, ister bir tepeden yuvarlanan bir taş olsun, ister biri size taş atsın, ikisi de aslında aynıdır. Ancak, yanılsama nedeniyle, ‘Bunu yapan kişi bu’ gibi görünür. Bu dünyada hiç kimse [istediği zaman] tuvalete gitme yeteneğine sahip değildir… “
Birçok kişi “Öfkeleniyorum. Asabiyim” der. Ama öfke, asabi yapınızdan kaynaklanıyorsa, herkese eşit şekilde yansır. Evde çocuklarımıza, eşimize, komşularımıza veya alt kademedeki çalışanlarımıza hemen öfkeleniriz. Ama ofisteki patrona öfkelenmeyiz. Polis bizi ehliyetsiz yakaladığında ona öfkelenmeyiz. Yani, üstlerimizin önünde sessiz kalırız. Dolayısıyla öfke, asabi yapımızdan kaynaklanmaz.
Evde damadın elinde bir çay bardağı kırıldığında, “Sorun değil. Umarım yanmamışsındır?” deriz. Ama hizmetçinin elinde bardak kırıldığında, öfkeyle onu azarlarız. Bu, kendimizden aşağı gördüğümüz kişilere çabuk öfkelenmemiz anlamına gelir.
Kaynak: Param Pujya Dada Bhagwan
Her şey gönlünüzce olsun! Sevgi ve ışıkla kalın!.. Nurgül AYABAKAN
Sevgili okuyucumlarım bugün ki yazım edindiğim kaynaktaki bilgiyi sizlerle paylaşıyorum. Tekamül, kelime anlamı olarak ‘olgunlaşma, gelişme, evrim’ gibi anlamlara gelmektedir. Tekamülün, ruhsal literatürde anlamı ise; Ruhun insani kâmil seviyesine ulaşması için geçirdiği aşamalar ve olgunlaşma sürecidir.
1. BOYUT Bu aşamada birey ben bilinçlidir ve farkındalığı fiziksel düzeydedir. Birey kendisinin ruhsal yapısına ve spiritüel realitelere dair geçerli bilgilere sahip değildir. Birey kendini beden ve zihin ile güçlü bir şekilde özdeşleştirmiştir ve fiziksel ihtiyaçlarını tatmin etmek için çabalamaktadır.Geleneksel inançlara, kalıplara, kavramlara ve eylemlere bağlıdır. Kişi iyi ve dürüst bir insan olsa da zihinsel tutumu genellikle dar ve sınırlıdır. Ruhsal konularla ilgilendiğinde gelenekçi, dinsel ve sabit inançlara yönelir. Eğer böyle bir insan doğru biçimde meditasyon yaparsa spiritüel yönde tekamül etmeye başlar.
2. BOYUT Bu aşamada değişken ruh halleri, zararlı alışkanlıklar, kaprisler ve dünyevi arzular davranışları etkiler ve düşünme tarzı yanılgılar yüzünden karmakarışıktır. Mantık yetersiz, düşünceler hatalıdır. Birey sürekli gerçekçi olmayan hayaller kurar ve bir fantezi dünyasında yaşar. Aşırı duygusallık, kendini kandırma, bağımlılık yaratan ilişkiler ve kendini geçersiz kılan davranışlar yaşamı karmaşık hale sokar. Ruhsal konularla ilgilendiğinde birey egzotik, farklı, yabancı ve pratik olmayan uygulamalarla ilgilenir. Bu aşamada olan kişi doğru biçimde meditasyon yaparsa, ayaklarının yere basmasını sağlayacak eylemlere yönelecek, ilişkilerde ve eylemlerde pratik bir rotada ilerleyen bir hayat tarzı geliştirecektir.
3. BOYUT Bu aşamada birey, hür iradeye ve benlik konusunda net bir algıya sahiptir. Birey ayırt etme kapasitesine sahip, başarılı, temel ihtiyaçları sağlayabilen ve hedeflerine ulaşabilen bir insandır. Genellikle ben merkezcil eğilimler yüzünden birey kaderinin kontrolünün tamamen kendi elinde olduğuna inanır. Kişi güç, kontrol ve statü elde etmek için çabalar. Ruhsal konularla ilgilendiğinde birey “Yaşamın amacı nedir?” yerine “Bu amaca ulaşmanın bana ne yararı var?” tarzında soru sorar. Bu aşamada birey varoluşun metafiziksel ilkelerini anlayabilir fakat bu bilgileri eylemlere dökmek için fazla motive olmaz. Bilgi ve bilgelik arasında önemli bir fark vardır; Bilgi doğru enformasyondur; bilgelik ise onun belirli hayat koşullarında nasıl kullanıldığını bilmektir. Bu aşamada meditasyon yaşamı zenginleştiren yararları için uygulanabilir. Düzenli uygulama sayesinde birey kendisinin, başkalarının ve dünyanın yararları için yeteneklerini kullanmaya başlar.
4. BOYUT Bu aşamada farkındalık fiziksel ve zihinsel sınırları aşar ve ruhsal benliği bedensel benlikten ayırt etmeye başlar. Bireyin ruhsal uyanışı ve spiritüel tekamülü hızlanır. Zihinsel süreçler, hayal ve illüzyonlar aşılmaya başlandığı için zekaya ait güçler uyanmaya başlar. Sezgisel yetenekler çok daha belirgin olur. Bu aşamada insan gerçek bir Üstadların değerini anlamaya başlar. Üstadın rehberliği altında geriye kalan bedensel ego hissinin çözülüp dağılmasını sağlar ve bilincin daha genişlemiş hallerini deneyimler. Bu aşamada birey ideal bir öğrenci olup hızla öğrenir ve öğrenileni etkili biçimde uygular.
5. BOYUT Bu aşamada meditatif eylemler sayesinde beden ve zihin o kadar arınıp saflaşır ki bilincin genişlemiş halleri artık normal olur. Ruhsal özün varlığı gerçeğinin algılanması birlik farkındalığını sağlar. Spiritüel tekamülün ilk aşamalarında birey bir tür bilinç hali deneyimler, yani genel yaşam içinde aşkın realitelerin de algılanması ve bu realitelerin bilgisi ortaya çıkar. İnsan kozmik bilinçte sabitleştiğinde bu bilincin her yerde olduğu, her şeye gücünün yettiği ve her şeyi bildiği farkındalığı kalıcı olur. Meditasyon hali artık kendiliğinden oluşur ve odaklanma aşkın düzeylere doğru serbestçe akar. Hayat, doğa olgularının tam desteği ile bencilliğin ötesine geçerek yaşanır. Arzular çaba harcamadan gerçekleşir, istekler doyuma ulaşır ve ihtiyaçlar kolaylıkla karşılanır. Ölüm, boşluk ve yok oluş gibi sınırlayıcı kavramlar kaybolur. Sınırsız yaşam gücü ve koşulsuz sevgi ortaya çıkar.
6. BOYUT Bu aşamada tanrı olarak bilinen Öz Kaynak’ın realitesi algılanır. Öz Kaynak kendisinden evrenlerin ve ruhi varlıkların yayıldığı tek tezahür ettirici Güç, Varlık, Temel, Varoluştur. Bu aşamada ruhsal uyanış daha da hızlanır. İçgörüler ortaya çıkar ve zeka gücü deneyimlerin de geçerli kıldığı evrensel bilgileri sağlar. Bu aşama öğrenmekle ilgili en arınmış zekasal yeteneğin de ötesindedir; bu aşamada bilinmeyen algılanmaya başlanır. Yani genellikle öğrenme sürecinde bilgi önce sezgisel olarak idrak edilir ve sonra doğrudan tecrübe edilir ve gerçekleştirilir. Bu aşamada bireyin farkındalığı açık olur ve kişi kendiliğinden en sağlıklı yaşam tarzına uyum sağlar. Spiritüel tekamülün ilk aşamalarında birey dünyevi hayalleri ve yanılsamaları zihinden silmek için meditatif teknikler her gün uygulamalıdır. Bu aşamada ise düzenli uygulama kendiliğinden gerçekleşmektedir.
7. BOYUT Bu aşamada saf varoluş yani mutlak, değişmeyen gerçeklik hali meydana gelir. Maddi, astral, nedensel düzeylerden Öz Kaynak düzeyine kadar bilinç birliği kusursuzca gerçekleşir ve tam spiritüel bilgeliğe ulaşılır. Bu aşama temellenince deneyimlenecek hiçbir şey bulunamaz ve bilinecek başka hiçbir şey kalmaz. Bu evrende tamamen aydınlanmış ruhi varlıklar dünyada sadece spiritüel tekamül ile ilgili görevlerini icra etmek ve diğer ruhi varlıkların spiritüel tekamülüne yardımcı olmak için yaşarlar.
Kaynak: Mehmet Tansel YILDIZ
Her şey gönlünüzce olsun! Sevgi ve ışıkla kalın!.. Nurgül AYABAKAN
Sevgili okuyucularım, ruhsal uyanış & aydınlanmanın ikinci bölümünü paylaşıyorum.
Ruhsal uyanış nasıl hissettirir?
Ruhsal uyanış deneyimi çoğu zaman bunaltıcı olabilir ve kişinin kendisini izole edilmiş ve kafası karışmış hissetmesine neden olabilir.
Ruhsal uyanışla ilişkili en yaygın hislerden bazıları, artan empati, sezgi ve etraflarındaki dünyayla bağlantı kurma duygusudur.
Diğer yaygın hisler arasında kişinin eski kimliğinden veya öz imajından kopma hissi, duygusal durumda ani değişimler, kişinin kendi düşünceleri ve duyguları hakkında artan bir farkındalık ve derin bir iç huzur sayılabilir.
Bazı kişiler yorgunluk, baş ağrısı veya vücut ağrıları gibi fiziksel semptomlar da yaşayabilir. Her bireyin uyanış sürecinin kendisine ve içinde bulunduğu duruma özgü olacağını unutmamak önemlidir.
Ruhsal uyanış, hem zorlu hem de ödüllendirici olabilen bir kendini keşfetme ve büyüme sürecidir. Bu aşamada, bir kopukluk, kafa karışıklığı ve depresyon hissi yaşayabilirsiniz. Bu süre zarfında aynı zamanda sezgilerinizde artış, empati ve derinleşen bir öz dürüstlük ve kişisel sorumluluk duygusu da yaşayabilirsiniz.
Kendinizi kendinizle, başkalarıyla ve etrafınızdaki dünyayla daha bağlantılı hissedebilirsiniz. Ruhsal uyanışın diğer belirtileri arasında bulanık görme veya insanların etrafında auralar ve ışıltılı parçacıklar görme yer alır.
Boşanma, ayrılıklar, ölümler, doğumlar veya evlilik gibi travmatik olaylar tarafından da tetiklenebilirler.
Süreç zor ve rahatsız edici olsada, diğer tarafta aydınlanma için umut vardır.
24 Ruhsal Uyanış Belirtileri ve Semptomları
Ruhsal uyanış yaşayan birçok kişi çeşitli belirti ve semptomlar yaşar. En yaygın belirtiler arasında sezgilerin artması, empati ve duyarlılığın artması, yaratıcılığın gelişmesi, rüyaların ve vizyonların artması, evrenle derin bir bağ hissetmek, kendine karşı dürüst olmak için yoğun bir istek duymak, küçük konuşmalar yapmakta zorlanmak ve negatif enerjiye tahammül edememek sayılabilir.
Bilinçte bir değişim
Bilinçte küçük veya büyük bir değişim yaygın bir deneyimdir.
Bireyin sınırlı, ego temelli bir bakış açısından daha geniş, daha aydınlanmış bir gerçeklik görüşüne geçtiği içsel bir yolculuk başlatılır.
Bu süreç boyunca birey daha büyük bir içsel bilgelik ve bilgi kaynağına erişim kazanır. Bu bilgeliğe erişildikçe, birey her şeyin birbirine bağlı olduğunu anlamaya başlayabilir ve kendisine ve başkalarına karşı daha fazla şefkat, empati ve sevgi geliştirebilir.
Ruhani alemin kabulü
Ruhani alemin farkındalığı ve kabulü, ruhani uyanışın önemli bir ilk aşamasıdır.
Bu aşama meditasyon, yoga veya dua gibi ruhani yolların keşfedilmesini içerebilir. Ayrıca dini deneyimler, mistik deneyimler ve hatta beden dışı deneyimler gibi fiziksel deneyimler gibi doğrudan ruhani deneyimleri de içerebilir.
Tüm bu deneyimler derin ve zenginleştirici olabilir ve ruhani dünyaya yepyeni bir anlayış ve bağlantı düzeyi açabilir.
Kaynak:
10 Signs of Spiritual Enlightenment & Awakening, Tamara Lechner
Spiritual Awakening: Definition, Signs and Symptoms, TIMOTHY BURGIN, 2023
21 Signs You’re Going Through A Spiritual Awakening + How To Embrace It, Sarah Regan
Her şey gönlünüzce olsun! Sevgi ve ışıkla kalın!.. Nurgül AYABAKAN