Kahvaltının ardından, tren istasyonuna geldik ve Afrosiyab hızlı treni ile 2 saatlik bir yolculuktan sonra Kagan istasyonuna vardık. Buhara tren istasyonu’nun tarihi, Orta Asya’da Trans-Hazar demiryolunun inşa edildiği XIX. Yüzyılın başlarına kadar uzanıyor. 1888 yılında demiryolu Buhara’nın yakınlarındaki bugünkü Kagan denilen yerden geçiyordu. 19202li yıllarda Buhara Demiryolları, eski Buhara Emirliği’nden devrim ve Sovyet iktidarının kurulması sırasında önemli bir rol oynadı. Rusya imparatorluğu yeni toprakları modern ticaret yollarıyla imparatorluğun merkezine daha hızlı bağlamaya çalıştığından, en mükemmel çözüm demiryollarının inşasıydı. 1922 yılında Kagan’daki tren istasyonunun adı Buhara I olarak değiştirildi ve Buhara şehrindeki terminal istasyonunda Buhara II olarak adlandırıldı. Buhara II istasyonu yalnızca yük taşımacılığı için kullanılmaktadır. Kagan’da İpek yolu güney güzergahı üzerinde bulunan, uçsuz bucaksız Kızılkum Çölü’nün zorlu koşullarını geçen kervanların umutla beklediği, çölün güney ucundaki Zerefşan ırmağının aşağı havzasındaki yemyeşil büyük vaha ve kutsal şehri Buhara’ya geldik. Orta Asya’nın en eski şehirlerinden biri olan Buhara, göz kamaştırıcı cami, medrese ve türbeleriyle, bölgenin geçmişine büyüleyici bir pencere açıyor. Orta Asya’daki pişmiş tuğladan yapılmış ilk mimari yapı İsmail Samani Türbesi; Harezm mimarisinin izlerini taşıyan XIV. yüzyıl sonundan kalma Çeşme-i Eyyüb Türbesi; benzersiz süslemeleriyle Bolo Havuz Camii; 1920 yılına kadar Buhara Hükümdarların ikamet ettikleri saray Ark Kalesi (İç Kale); Buhara’nın ruhani atmosferinin en fazla hissedildiği yer Poyi Kalo Meydanındır.
Semerkant gezisine gösterişli kapısı ve kubbesiyle Gur Amir olarak adlandırılan ve aynı zamanda bir aile kabristanı olarak kullanılan Timur’un Türbe’si ile başlama. Türbede ayrıca Timur’un oğulları Miran Şah ve Şahruh ile birlikte diğeri iki torunu Pir Muhammed Mirza ve Uluğ Bey, hocası Aziz Nur Seyyid Bereke gömülüdür. Daha sonra, Uluğ Bey tarafından kurulmuş ve bizzat kendisinin burada matematik ve astronomi dersleri verdiği yıldızlarla bezeli Uluğ Bey Medresesi, aslan ve ceylan figürleri ile süslenmiş Şir Dor Medresesi ve altın süslemeli Tellakari Medresesi ile çevrili Semerkand’ın Kalbi Registan Meydanı gezisi. Timur’un eşi Bibi Hanımı için yaptırdığı, çinileriyle ve Kufi yazılarla süslü Bibi Hatun Camii ile geziye devam. Her türlü ürünün bulunduğu, İpek Yolu’nun en büyük pazarlarından olan meşhur Siyab Pazarı gezildi. Semerkant şehrinin bilinen ilk yerleşimi Efrasiyab höyüğü 1220’li yıllardaki Moğol İstilası sırasında tahrip edilerek terk edilmiş. Fakat tepede bulunan Şah-ı Zinde Türbesi nedeniyle önemini hiçbir zaman yitirmemiş. 676 yılında Maveraün nehir’de Müslümanlığın yayılmasına çalıştığı sırada öldüğü rivayet edilen Hz.Muhammed’in yeğeni Kasım b. Abbas’ın mezarının etrafında daha sonraki dönemlerde yapılan türbelerle oluşan bu yapılar topluluğu, Kasım bin Abbas’ın şehit olmasına izafeten Şah-ı Zinde (Yaşayan Şah) olarak isimlendirilmiş. Müslümanlar, Hristiyanlar ve Yahudiler tarafından ziyaret edilen ender yerlerden biri olan 18 metre uzunluğundaki Hz.Danyal’ın kabrini ziyaret. Bir rivayete göre, Timurlenk, XIV. Yüzyılda İran ve Irak bölgesi fethe gittiğinde, İran-Irak sınırındaki Sus şehrinde yer alana Hz.Danyal’ın kabrini toprağıyla beraber buraya getirmiş, başka bir rivayet ise kabrinden sadece toprağın getirildiğinden bahseder. Daha sonra, antik kentin tarihine ışık tutan Efrasiyab Arkeoloji Müzesi gezisi. Özbek milli kıyafetleri millet kültürünün ayrılmaz bir parçası.
Sabah, Afrosiyab hızlı treni ile hareketle Zeravşan Irmağı vadisinde bulunan Özbekistan ikinci büyük şehir Semerkant’a varış. Semerkant tarihi kenti dünya kültürlerin kavşağı ve buluşma noktasıdır. Antik Efrasiyab olarak M.Ö. VII. Yüzyılda kurulan Semerkant, XIV.-XV yüzyıllar arasında ki Timurlu döneminde nakış gibi işlenmiş, görkemli binalarla donatılarak altın çağını yaşamış. Savaşçı ve sert kişiliğiyle hızla yükselen Timur, Barlas aşirentinin lideri oldu. Gençken bir savaşta yaralanan Timur’un ayağı aksak olmuştu. Bu yüzden düşmanları Timur “Lenk” (Aksak Timur) lakabını taktı. Soylu bir aileden gelmediği için Han olamayan Timur’a Amir denmiş. Timur gerçekten büyük bir stratejisi ve muzaffer bir komutan idi fakat imparatorluğunu kurarken acımasız ve gaddar olduğu için çok kan döktü. Ancak fethettiği şehirlerden çok sayıda bilim adamı, mimarı ve sanatçıyı başkenti Semerkant’a getirdi ve yağmalarla ele geçirdiği büyük servetle zamanın en görkemli şehrini ve bilim merkezini yarattı. Büyük torunu Uluğ Bey ise, imparatorluğun bu altın çağına ilim ve irfan kattı. İki gün boyunca tarafından Dünya Mirası Listesi’nde alınan Timur’un efsane başkenti çevresinin keşfi: Semerkant şehrinin diğer bir özelliği is dut ağacı liflerinden üretile meşhur Semerkant kağıdı imalatıdır. Kağıt, Çin’den, Orta Asya’ya oradan da İran’a geçti. Çin’in dışında ilk defa Semerkant’ta kağıt yapım merkezi kuruldu. X.Yüzyıla kağıt yapımında başka merkezlerin ortaya çıkmasına rağmen Semerkant rekabet edilemez yüksek kaliteli kağıt üreten bir merkez olarak kendi statüsünü korudu.Uluğ Bey Rasathanesi gezisi. Dedesinin aksine Ulu Bey ülkeler fethetmekten ziyade, gökyüzü aleminde araştırmalar yapmayı, gök kubbenin sırrını çözmeye çalışmayı tercih etmişti. Timur’un torunun büyük matematikçi ve gök bilimci Uluğ Bey tarafından 1428 yılında şehrin yakınlarında bir tepede yaptırılan rasathane, Semerkant’ın bilimde ulaştığı en yüksek noktayı temsil etmekte. 48 metre çapında, 3 katlı ve yaklaşık 30 metre yüksekliğindeki gözlemevi, medresesinde yapılan matematik ve astronomi çalışmalarını pratiğe uygulamak için ve ilim dünyasına sunmak gayesiyle yapılmıştı. Rasathane 1449 yılında Uluğ Bey’in öldürülmesinden hemen sonra dindar fanatikler tarafından kısmen yıkıldı ve kütüphanesi yağmaladı.
İpek yolu güzergahı üzerinde önemli bir ticaret durağı olmasına rağmen Taşkent görkemli şehirler Buhara, Semerkant ve Hiva’ya göre daha mütevazı bir geçmişe sahip. Şehir, Arapların, Samanilerin, Karahanlılar ve Moğol asıllı Hıtaylarının egemenliğine girdi. Timur zamanında, XIV. yüzyılda bir bilim, sanat ve ticaret merkezi olarak en parıltılı dönemini yaşadı. XVI. yüzyılın ikinci yarısında Buhara Hanlığı tarafından ele geçirilen şehir, XVII-XVIII.yüzyıllarda Kazak ve Kalmuklar’ın denetimine geçmiş ve 1809 yılında Hokand Hanlığı’nın zayıflaması ile de, 1865 yılında Rus Çarlığı’nın eline geçti ve 1917 Devrimi’ninden sonra Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin bir parçası oldu. 1930 yılında Özbekistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin başkenti konumuna yükseldi. 1966 yılında yaşanan yıkıcı depremin ardından kent, büyük ölçüde yeniden inşa edilmiş. Geniş yolları, yeşil alanları, düzenli yerleşimi, sağlam altyapısı ile kent, Sovyet şehir planlamacılığının en önemli örneklerinden biridir. Taşkent, 1991’den beride bağımsız Özbekistan Cumhuriyeti’nin başkenttir. Şehir turu esnasında, XIX. yüzyıl sanat eserlerinin görülebileceği Uygulamalı Sanatlar Müzesi;Timurlenk’in etkileyici bronz heykeli ile Amir Timur Meydanı;Sovyet döneminde Lenin Meydanı olarak adlandırılan kentin en güzel havuzlrının yer aldığı Bağımsızlık Meydanı; Ali Şir Neva (Navoi) Opera ve Bale Tiyatrosu binası ile görkemli Tiyatro Meydanı gezilecek Meydanı gezilecek yerler arasında.
Yurt çadırında ilk geceyi geçirdikten sonra sabah keyifli bir kahvaltının ardından bu eşsiz coğrafyada sıra dışı bir deneyim için yola çıktık.
İlk durağımız bir keçe atölyesiydi. Bütün Türk toplulukları gibi konargöçer Kırgızlar için de temel el sanatlarından biri ve önemli bir kültürel miras ürünü olan keçe günümüzde de değerini koruyor ve güncel hayatın içinde yer alıyor. Tabii günümüz koşullarına uyarlanmış modernlikte. Kırgızistan’da bugün önemli bir turistik değer hâlini alan keçenin üzerine işlenen her bir nakışta ülkenin tarihinden, toplumsal değerlerinden ve kültüründen izler görmek mümkün.
Kuzu yününden yapılan keçe, Kırgızistan’da neredeyse her alanda kullanılıyor. İster yurtları örtmede ister oyuncakta. Hatta keçe sanatı öyle bir hâl almış ki Keçe Festivali bile düzenleniyor. Kırgızcada “Kiyiz Duyno” olarak bilinen festivalde keçe atölyeleri, yurt inşa etme etkinlikleri, halk konserleri, düzenleniyor; keçe ile ilgili oyunlarla gelenekler yaşatılıyor. Aynı zamanda üretilen birbirinden harika keçe ürünleri de satışa sunuluyor.
Keçe yapmak çok aşamalı, zor bir iş. Atölyede biz de elimizden geldiğince keçelerden motifler yaptık.
Yeni bir şey öğrenmenin keyfiyle keçe atölyesinden çıkıp Kırgızistan’ın geleneksel sporları olan kartal avcılığı ve okçuluğu görmek için yola koyulduk. Kırgız gelenekleri arasında en ilgi çekici olanı kartal avcılığı. Geleneksel kıyafetler giymiş, güçlü bir Kırgız, kolunda görkemli bir kartal tutuyor. İsterseniz sizin de kartalı kolunuza almanıza yardım ediyor. Kırgız Türklerinde, kartal yetiştirme geleneği babadan oğla geçerek nesillerdir sürüyor. Bu durum çoğu zaman boy adlarına, boyların yaşadığı yer adlarına yansımış. Örneğin; Bürküt, Bürkütçülör Boyu, ya da Bürküt Uya (Kartal Yuva), Bürküt Döbö (Kartal Tepe), Bürküt Say (Kartal Dere).
Kırgızlar, kutsal saydıkları kartala “bürküt” diyorlar. Türkçe bir kelime olan “bürküt” kartalın gücünü, yeteneğini, keskin görüşünü ifade ediyor. Bu nedenle Kırgız destanlarında erkek başkahramanlar kartal ile özdeşleştirilmiş ya da onlara eşlik eden bir dost ve destekçi olarak ifade edilmiş.
Kırgız mitolojisinde avcı öldüğünde kuşlarının da birlikte gömüldüğü ya da avcının varlık durumuna göre farklı metallerden veya ahşaptan yapılmış kuş heykelleriyle gömüldüğü anlatılıyor. Söylenceye göre birlikte gömülen kuşlar avcıya ahirette eşlik edip destekliyor. Aslında arkeolojik kazılar da mitolojiyi kanıtlar bulgular ortaya koymuş.
Kartalın kutsallığı Kırgız kültüründeki her ayrıntıda kendini gösteriyor. Örneğin, kartalın önünden geçmiyorlar, kartal kazayla ölürse yas tutuyorlar, nazardan ve kötü ruhlardan korunmak için evin her köşesine, özellikle de bebeklerin beşiğine, kartal tırnağı, pençesi ve tüyü asıyorlar. “Kartalı olan evde şeytan olmaz” diye bir atasözleri var. Kartalın şifa verici özelliği olduğuna inanılıyor. Öyle ki başı ağrıyan kartal tüyü takıyor, hastalar kartal tüyünden yapılmış yastığa yatırılıyor. Ayrıca erkek çocuklara kartal gibi cesur ve yetenekli olmaları için kartalın kalbini yediriliyor. Baktığınız her şeyde kartal görmeniz mümkün, günlük hayatta kullandıkları eşyalarda, süs eşyalarında ve giysilerinde mutlaka kartal simgesi bulunuyor.
Ülkenin dağlık coğrafi yapısı tarih boyunca hayvancılık ve avcılığı geçim kaynağı hâline getirirken 7. ve 9. yüzyıllara ilişkin tarihi kaynaklara ve Kırgızların “Kococaş” Destanı’na göre halk avcılığı meslek edinmiş.
Kırgızların kartalı yakalayıp eğitmeleri, beslemeleri ve avlamaları, zaman içinde onlara tarihi kültürel zenginlikler kazandırmış. İnsanlık tarihi kadar eski olan bu geleneğin izlerine mağara duvarlarında ve kaya taşlarında rastlamak mümkün.
Kırgızlar, ateşli silahın olmadığı dönemlerde, ok ve yayın ulaşamadığı, yüksek kar kütlelerinin geçit vermediği ve insan gözünün göremediği durumlarda keskin görüş niteliklerini sergileyen kartallardan yararlanmışlar. Kartallar; geyik, ceylan, karaca, tilki, tavşan gibi hayvanları rahatlıkla avlamış, Kırgızlar da o hayvanların derileriyle soğuktan korunmuş, etleriyle karınlarını doyurmuş. Bir anlamda kartallar, Kırgızlar’ın yaşam dayanağı olmuş.
Kırgız bürkütçüleri; yaşadığı yer, tüy, renk, av becerisi ve cesaretine göre kartalları 65 türe ayırıyor. Bunlardan yalnızca 19 tür eğitilebiliyor. En yetenekli tür ise açık kahverengi ve sarı tonlardaki tüylere sahip olduğu için “Çöl Kartalı” adını verdikleri kartallar.
Kartalın yeni yetişen yavrusuna Kırgızlar “Barçın” diyor. “Barçın”, kız ve erkek çocuklarına hem geçmişte hem de günümüzde yaygın olarak verilen isimlerden biri.
Kartallar hakkında bir hayli bilgi edinip yakından inceleme fırsatı bulduktan sonra ok atmayı da denedik. Bir Kırgız atasözü, “Baban sağ iken halkını, ata binerken topraklarını tanı” der. İşte bu atasözünü ilke edinen Kırgızlar, çocuklarına halkı ve sahip oldukları toprakları tanıtıyorlar. Kırgızlar için yeni neslin sosyal ve etnik kimliğini koruması açısından tarihin ve kültürün kuşaktan kuşağa aktarılması büyük önem taşıyor. Bu yüzden Kırgızistan’da at binmek de çok önemli ve çocuk yaşta başlanıyor.
Kırgızların izinde göçebe yayla yaşamını daha yakından deneyimlemek üzere Karala Arça Yaylası’na çıktık. Bu yayladan çadırlarda yaşayan halkı daha iyi görme olanağı yakaladık. Aynı zamanda at bindik. Trekking yapma olanağı sunan harika bir doğası var. Tabii yayla olduğu için hava oldukça serin.
Kırgız halkı çok içten, samimi ve doğal, yüzlerinde gülümseme hiç eksik olmuyor.
Sevgili okuyucularım, Kırgızistan seyahatime ilişkin izlenimlerimi anlatmaya kaldığım yerden devam ediyorum.
Sabah yerel saatle 08.00’de başkent Bişkek’ten ayrılıp Orta Asya Türklerinin destansı dağı Tanrı Dağları’nın eteklerine ve dünyanın en büyük dağ göllerinden Issık Kul’a (Issık Göl) doğru yol almaya başladık. Güzergâh üzerinde ayrıca Burana Kulesi’ni ziyaret ettik.
Burana Kulesi:
Tanrı Dağları’nda İslam dininin yaygınlaşmaya başladığı Balasagun’un merkezinde yapılan caminin yanında 11. yüzyılda kurulan kule, hem ezan okunan yer hem de gözetleme kulesi olarak işlev görmüş.
Kurulduğu dönemin kültür ve mimarisine ışık tutan kulenin yüksekliği, ilk inşa edildiğinde 45-46 metre iken sonraki yüzyıllarda meydana gelen afetlerde hasar görerek 24 metreye düşmüş.
Kulenin tepesine, güney tarafında yer alan 6 metre yükseklikteki giriş kapısından dar bir döner merdivenle ulaşılıyor.
Karahanlı Devleti’nin Orta Asya’da kurduğu diğer camilerin minarelerinin mimarisine kıyasla Burana Kulesi’nin, hepsinden önce inşa edildiği düşünülüyor.
Ülkenin kültürel miraslarından biri olan kule, devletin koruması altında tutuluyor ve UNESCO’nun Dünya Somut Kültürel Miras Listesi’nde yer alıyor.
Kulenin çevresinde yapılan arkeolojik kazılarda çıkarılan ev ve iş aletleri, 4 türbe ve hamam kalıntıları, taş değirmenleri ve balbal taşları, Burana Kulesi Ulusal Arkeoloji ve Mimari Kompleksi’nde sergileniyor.
9.yüzyıl Karahanlılar Dönemi’ne ait bu mimari harikanın önünde durduğunuzda, kendinizi âdeta bir masalın içinde hissediyorsunuz. Göçebe halkların, tüccarların ve seyyahların yüzyıllardan süzülüp gelen izlerini taşıyan bu kule, tam anlamıyla geçmişin hikâyelerini bugüne taşıyor.
Kulenin tepesine çıktığınızda eşsiz bir manzara karşılıyor sizi; vadinin uçsuz bucaksız güzelliği ayaklarınızın altında seriliyor. Her basamak, sizi biraz daha tarihe yaklaştırıyor. Eğer kulenin yanındaki açık hava müzesini gezer ve sergilenen taş mezar stellerine göz atarsanız Karahanlılar’ın kültürüne dair çok şey öğrenebilirsiniz.
Burana Kulesi’nden ayrıldıktan sonra bu kez güzergâh üzerinde Kızıl-Tuu köyüne ulaşıyor ve göçebe kültürünün en eski geleneği “yurt çadırı” yapımını öğrendiğimiz yurt çadırı ustası Kırgız aileyle Kırgız köy mutfağından keyifli bir öğle yemeği alıyoruz.
Yüzyıllardır göçebe yaşayan Kırgızlar, Soyvetler Birliği zamanında yerleşik hayata geçmeye zorlanmışlar. Toplum mühendisliği birçok bölgede epey sonuç verse de Kırgızları tamamen göçebelikten ve geleneklerinden koparamamış. Ağır kışı köyde geçirip yazın yaylaya çıkma şeklinde yarı göçebe bir hayat benimsemişler. Bugün çağlar öncesinden gelen birçok örf ve âdet de yaşatılmaya devam ediyor.
Yurt Çadırı:
Kırgızlara göre bir yurt çadırı 3 kişi tarafından tek bir çivi ve çekiç kullanmadan yarım saat içinde kurulabilirmiş. Boz üyün (Çadır) yapımında önce kapı girişi planlanıyor. Bölgenin coğrafik özellikleri ve rüzgârın esiş yönü dikkate alınsa da çoğunlukla yurt çadırlarının kapısı doğuya bakıyor. Çadır genelde ahşap malzemelerden yapılıyor. Çadırın iskeletini oluşturan “kerege”nin kafes şeklinde olması çadıra yuvarlak bir görünüm kazandırıyor. Kerege “kanat” adı verilen halkalardan oluşuyor. Bunların üzerinde bulunan ve “uuk” adı verilen sırıklar ise çadır kubbesini yani tündüğü yükseltiyor. Kanatların birleştiği yerde kapı çerçevesi olan “bosogo” yer alıyor. Buna ise iki parçadan oluşan “kaalga” adı verilen kapı takılıyor. Çadır duvarlarının çevresinde “çiy” adı verilen hasırlar bulunuyor. Boz üyünün tüm iskeletini ise çok çeşitli şekillerde ve boyutlarda keçeler kaplıyor. Uuklar keregeye, baş tarafları ise tündüğe bağlanıyor.
Kızıl Tuu köyünden ayrılıp Issık Kul’un (Göl) kıyısına giderek burada kurulu, yapımını biraz önce öğrendiğimiz yurt çadırlarına yerleştik. Çadırların içinde sadece yatak vardı. Duş ve tuvalet ise dışarıdaydı. Burada geçirdiğimiz iki gün boyunca zengin Kırgız mutfağından lezzetler keşfettik, Kırgızlar’ın dünyaca ünlü Manas Destanı’ndan örnekler dinledik ve Kut müzisyenlerinin komuz, çoor ve temir gibi geleneksel çalgılarıyla Kırgız müziği eşliğinde geleneksel yerel danslarını keyifle izledik.
Yemek Kültürü:
Tarih boyunca pek çok medeniyetin izlerini taşıyan bu coğrafya, Kırgız mutfağının çeşitliliğini ve zenginliğini şekillendiren unsurları barındırıyor. Kırgızistan’ın zengin tarihinde, özellikle Moğollar, Çinliler, Ruslar ve Orta Asya’dan gelen diğer göçebe topluluklarının etkileri, bu mutfağın benzersiz bir kimlik kazanmasına katkı sağlamış. Göçebe yaşam tarzı, sürüyle olan yakın ilişkiler ve çeşitli coğrafi özellikler, Kırgızistan’ın mutfak kültürünü etkileyen temel unsurlardan birkaçı.
Kırgız mutfağının şekillenmesindeki bir diğer önemli faktör de yerel ürünlerin bolluğu. Kırgızistan yemekleri genellikle sığır eti, koyun eti, süt ürünleri, tahıllar ve sebzelerle hazırlanıyor. Fermente süt ürünleri olan “kımız” ve “airan” bu mutfak kültürünün vazgeçilmez birer parçası. Kırgızistan’ın renkli ve canlı mutfak kültürü, damakları şenlendiren bir serüvene davet ederken aynı zamanda bu ülkenin tarihini ve kültürel dokusunu da bir tabakta birleştiriyor.
Beşbarmaq, Manti ve Laghman gibi ikonik yemekler, Kırgızistan’ın sofralarında sıklıkla yer alıyor. Kuurdak ve Şorpo gibi etli lezzetler, yerel kültürün izlerini taşıyan diğer örnekler.
Kırgızistan içecekleri denilince akla gelen ilk lezzet şüphesiz kımız. Kımız, Kırgızistan’ın geleneksel içeceklerinden biri. Yerel kültürün önemli bir parçasını temsil eden bu içecek fermente edilmiş at sütünden elde ediliyor. Kırgızistan’ın pastoral yaşam tarzının bir yansıması olan kımız, zengin besin değeri ve karakteristik ekşi tadıyla mutlaka denemeniz gereken bir tat. Yerel halk, özellikle şehir dışındaki kırsal bölgelerde, kımızı misafirlere hoş geldin ifadesi olarak sunuyor. Bu geleneksel içecek, Kırgız kültürünün derin köklerini ve ataların yaşam tarzını yansıtıyor.
Yemekleri gerçekten bol bol ikram ediliyor. Sadece yoğurt istediğiniz zaman yoğurt yok. Yemeklerin yanında çay ikramları var ve alışık olduğumuz gibi demli değil açık oluyor. Böğürtlen ve karadut reçelleri mutlaka sofrada yer alıyor. Çok lezzetli Kırgız pilavları var.
Tamamen organik koşullarda, tamamen organik besinlerle beslenen kuzu ve danaların etleri de hiçbir marinasyona gerek duymadan pişiriliyor ve kendiliğinden çok lezzetli oluyor.
Sevgili okuyucularım Kırgızistan seyahatimi birkaç bölüm ile sizlerle paylaşmış olacam.
Kırgızistan Orta Asya’da bir ülke ve yedi bağımsız Türk Devleti’nden biri. Kırgızistan’ın kuzeyinde Kazakistan, batısında Özbekistan, güneydoğusunda Çin, güneybatısında ise Tacikistan var. Ayrıca ülkenin denize kıyısı yok.
Resmi olmayan rakamlara göre Kırgızistan’ın nüfusu yaklaşık 7,505,000 kişidir. Nüfusun %60’ına yakınını Kırgızlardan oluşuyor.
En çok turist çeken yerleri şunlardır: Ala Arça Milli Parkı, Burana Kulesi, Parfilov Parkı, Oş Pazarı, Konorchek Kanyonları ve Makhmud Kashkari Cami. Oş, Kırgızistan’ın en büyük ve en kalabalık ikinci şehridir. 181 kilometrekare yüz ölçümüne sahip olan kentte yaklaşık 260 bin kişi yaşıyor. Tarihi 3000 yıl öncesine kadar uzanan Oş’un en fazla ziyaret edilen yerleri Süleyman Dağı Müzesi ve Kırgız Ata Milli Parkıdır.
Kırgızistan Somu, ülkenin resmi para birimidir. En büyük madeni para 10, en büyük banknot 5000 Som’dur.
Ülkenin iki resmi dili vardır. Kırgızca ulusal ve devlet dili iken, Rusçadır.
Kırgızistan, Orta Asya’nın kalbinde yer alan dağlık bir ülkedir ve iklimi çeşitli bölgelere göre farklılıklar gösterebilir. Genel olarak karasal iklime sahipmiş, bu da yazların sıcak ve kuru, kışların ise soğuk ve kar yağışlı geçmesine neden olur. Yüksek rakımlı alanlar özellikle soğuk olup, dağlar sıklıkla yoğun kar yağışı alıyormuş. Tanrı dağlarında kar olduğunu görülüyordu.
Yaz ayları genellikle haziran ile eylül arasında yaşanır ve ortalama sıcaklıklar 25-35°C arasında değişir. En güzel seyahat ayı haziran, temmuz ve ağustos.
Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’tir. 1878 yılında kurulan kentte yaklaşık 1,5 miyon kişi yaşıyor. Başkentin yüz ölçümü ise 127 kilometrekaredir. Zapadni Alameddi Tepesi, Han Tengri ve Pobeda dağlarının zirvesi, bu şehrin sınırları içerisinde yer almaktadır. Kırgızistan’ın eğitim merkezi olan Bişkek’te yaklaşık 25 üniversite bulunuyor. Şehrin ismi Kırgız kahramanından gelmektedir. Bişkek’te geniş yollar ve Sovyet Birliği döneminden kalan apartman blokları bulunmaktadır. Sokakların her iki yanında ağaçlar yer alır ve çok sayıda küçük parklar bulunmaktadır. Tarihi ve eşsiz doğal güzelliği ile şehir, turistlerin ilgisini çekmektedir. Çok kalabalık olmayan Bişkek’i gezmek için 2 gün yeterlidir. Bişkek’in ana meydanıdır. Alo-Too Meydanı 1984 yılında inşa edilmiştir. Meydan sokak şenlikleri, festivaller ve toplantılar için buluşma yeridir. Alo-Too Meydanı’nın tam merkezinde ulusal kahraman olarak kabul edilen Manas’ın bir heykeli vardır. Bişkek’in simgesi olan meydan, bağımsızlık hareketinin başladığı yer olduğu için önemlidir. Meydanda Kırgızistan için büyük öneme sahip olan müzisyen ve şair Akyn Toktogul Satylganov adına yapılan Kırgız Ulusal Filarmoni Binası bulunmaktadır. Bu meydanda Parlamento Binası da bulunmaktadır. Sovyet zamanından beri ayakta kalan bina, mimarisi ile dikkatleri üzerine çekmektedir.
Kırgızistan’dan mutlaka görülmesi gereken yerlerden bir tanesi Cengiz Aytmatov ev müzesi yeğeni bizleri karşılayıp bu müze hakkında birçok bilgiler anlattı.
Cengiz Aytmatov (1928-2008), Kırgız yazar, diplomat ve siyaset adamıdır.
Bu ülkede yaşamış ve hem Kırgız hem de Dünya edebiyatına önemli katkılar yapmış bir isim olan Cengiz Aytmatov’un yaşadığı ev şu an bir müze haline dönüştürülmüş durumda.
Bu müzede Aytmatov’un çocukluğundan başlayarak son nefesini verdiği zamana kadar olan tüm eşyaları, madalyaları, kitapları burada sergileniyor.
Aytmatov’un en ünlü eserleri arasında “Gün Olur Asra Bedel”, “Cemile”, “Toprak Ana” ve “Beyaz Gemi” yer alır. Bu eserlerinde genellikle Kırgızistan’ın kültürel ve tarihi zenginliklerini, doğal güzelliklerini, insanların günlük hayatlarını ve zorlu yaşam koşullarını ele almıştır.
Aytmatov, aynı zamanda Sovyetler Birliği döneminde Kırgızistan’ın önde gelen diplomatlarından biriydi ve Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra bağımsızlığını kazanan Kırgızistan’ın ilk büyükelçilerinden biri olarak görev yapmıştır.
Ala-Arça Milli Parkı, Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’in yaklaşık 40 km güneyinde yer alan yüksek dağlık bir ulusal park. Tanrı Dağları’nın görkemli zirvesinde kendini tam anlamıyla cennette gibi hissedebilirsin. 1976’dan beri koruma altında olan milli parkın ismi Kırgızcada “renkli ardıç” anlamına geliyor. Bu isimle, parkın içindeki yoğun ardıç ağaçlarına atıfta bulunuluyor. Park, 1500 rakımdan 4500 rakıma kadar uzanan rakım farklılığıyla önemli bir biyo çeşitlilik sunuyor. Park, yalnızca doğaseverlerin değil, macera arayan gezginlerin de vazgeçilmezi. Çayırlarıyla bezenmiş vadiler, parlayan buzullar, coşkuyla akan nehirler ve gökyüzüne uzanan dik kayalıklar… Ala Arça, tam anlamıyla bir doğa harikası. Ayrıca bölgede doğa sporlarını sevenler için hem zorlu hem de başlangıç seviyesinde trekking rotaları da mevcut.
Galle’den sonra Balapitiya’ya geçtik. Balapitiya’da tekne gezisiyle Madu Nehri’nin doğal güzelliklerini keşfe çıktık.
Bu tekne gezisinde Ada’nın en ünlü bitkisi olan tarçının nasıl çubuk olarak ortaya çıktığına ve toz hâline geldiğine tanıklık ettik. Tarçın ağaçları, nehirdeki gezimiz boyunca bize eşlik etti.
Aslında tarçın endüstrisi yerel halk için balıkçılık dışındaki ana gelir kaynağı. Turistik bir bölgede tarçın satın almak, dükkânlardan satın almaktan daha ucuz değil. Ancak, ziyaret ettiğiniz bir yerden taze ve yüksek kaliteli tarçın veya tarçın yağı alacağınızdan emin olabilirsiniz. Çünkü dünyanın tam da bu bölgesinde gerçek ve en iyi tarçın yetiştiriliyor.
Sri Lanka’nın Galle Bölgesi’ndeki Balapitiya kasabasına yakın olan Madu Ganga, çeşitli cazibe merkezleri nedeniyle tekne safarileri için popülerliği yıldan yıla artan bir yer. “Madu Nehri” anlamına gelen “Madu Ganga” adı, “Maduganga” veya “Madhu Ganga” olarak da yazılıyor.
Maduganga aynı zamanda Sri Lanka’nın en büyük mangrov bataklığı. Birçok balık ve sürüngen türüne ev sahipliği yapıyor. Okyanusa daha yakın, ancak daha güneyde bulunan ve iki doğal kanalla Madu Nehri’ne bağlanan daha küçük Randombe Gölü ile birlikte, 300’den fazla bitki türü ve yaklaşık 250 omurgalı hayvan türünün yaşadığı Madu Ganga Sulak Alanı’nı oluşturuyor.
Zengin biyolojik çeşitliliği nedeniyle Madu Ganga, sulak alanların korunması ve sürdürülebilir kullanımı için uluslararası bir anlaşma olan Uluslararası Ramsar Sulak Alanlar Sözleşmesi kapsamında listelenmiştir. Sulak Alanlar Sözleşmesi, 1971’de imzalandığı İran’ın Ramsar şehrinden adını alıyor.
Göle bazen lagün de deniyor. Ancak bu bir nehir lagünü; su sadece hafif acımsı, okyanusa açılan deniz suyu lagünleri kadar tuzlu değil. Bu nedenle Madu Ganga yine de tatlı su gölü olarak adlandırılabilir.
Sri Lanka’nın güneybatı kıyısında sadece iki gerçek deniz suyu lagünü bulunuyor, bunlar Kalutara ve Bentota’dır. Diğer tüm sözde lagünler okyanusa geniş açıklıklarla değil, akan dar nehirlerle bağlı. Kolombo ve Galle arasında hafif tuzlu nehir lagünlerinden oluşan bir zincir bulunuyor; bunlar Moratuwa’daki Bolgoda Gölü, Owinka Gölü, Dedduwa Gölü, Madu Ganga, Madampe Gölü, Hikaduwa Ganga ve Ratgama Gölü’dür ve Madu Ganga bunların en büyüğüdür.
Kalın mangrov bitki örtüsü Madu Ganga Gölü’nün hemen hemen tüm kıyılarında ve özellikle adacıklarında yaygın olarak göze çarpıyor. Tekne geziniz sırasında orman tünellerinin gölgeliği altından süzülen bir mangrov çalılığının üzerinden en az iki kez geçmelisiniz. Mangrov ormanı 60 hektardan fazla alanı kaplıyor. Bu alanda 14 mangrov türü bulunuyor. Madhu Ganga’daki dikkat çekici özelliklerden biri de Sinhalese halkı tarafından “Rathamilla” olarak adlandırılan tipik bir mangrov türü olan Lumnitzera Littorea. Bu, “siyah mangrov” olarak bilinen cinsin bir türü. İngilizce ismine rağmen, yoğun kırmızı renkte güzel çiçekleri var. Sinhala adı olan “rathu” da zaten kırmızı rengi ifade ediyor.
Madu Ganga, yılanlar, kertenkeleler ve timsahlar olmak üzere 31 sürüngen türüne ev sahipliği yapması nedeniyle yüksek ekolojik öneme sahip. Madu Ganga Sulak Alanı’nda ayrıca 50’den fazla kelebek türü ve 25 tür yumuşakça yaşıyor. Dar ağızlı kurbağalar, su kurbağaları ve ağaç kurbağaları da dâhil olmak üzere Sri Lanka’nın amfibi türlerinin yüzde 20’si burada bulunuyor.
Sri Lanka’da çok sayıda büyük göl var, ancak bunlar antik ve modern zamanlarda sulama amaçlı insan yapımı göller. Madu Ganga ise Sri Lanka’nın en büyük doğal gölü. Madu Ganga Gölü kuzeyden güneye 5 kilometre uzunluğunda ve yaklaşık 10 kilometrekarelik bir alanı kaplıyor. Fakat bu alanın yalnızca yüzde 80’i açık su yüzeylerinden oluşuyor.
Yerliler, antik zamanlarda 32 veya 64 adacık daha olduğuna inanıyor, ancak zaman içinde bazıları sular altında kalmış ve kaybolmuş. Aslında hem “32 Ada” hem de “64 Ada” Madu Ganga Gölü için tanıtım amaçlı isimler olsa da gerçekte farklı boyutlarda 25 adacık var, bunlardan 15’i önemli bir kara kütlesine sahip. Bazıları yerleşimli olan adaların çoğu yalnızca orman ve çalılarla kaplı.
Aslında göl, muson yağmurları sırasında su depolayarak taşkın kontrolüne yardımcı oluyor. Tekneyle seyahat ederken, gölde karabataklar size eşlik ediyor, bir adanın kıyıları boyunca yürürken, balıkçılları da görme şansınız yüksek.
Madu Ganga, aynı zamanda harika bir kuş gözlemciliği alanı olarak da öne çıkıyor. Madu Ganga Sulak Alanı’nda toplamda yüzden fazla kuş türünün yaşadığı tespit edilmiş durumda.
Yemyeşil manzara, tropikal bir nehir resim kitabından çıkmış gibi.