KIRGIZİSTAN SEYAHATİ-III (09/06/2025-14/06/2025)

Yurt çadırında ilk geceyi geçirdikten sonra sabah keyifli bir kahvaltının ardından bu eşsiz coğrafyada sıra dışı bir deneyim için yola çıktık.

İlk durağımız bir keçe atölyesiydi. Bütün Türk toplulukları gibi konargöçer Kırgızlar için de temel el sanatlarından biri ve önemli bir kültürel miras ürünü olan keçe günümüzde de değerini koruyor ve güncel hayatın içinde yer alıyor. Tabii günümüz koşullarına uyarlanmış modernlikte. Kırgızistan’da bugün önemli bir turistik değer hâlini alan keçenin üzerine işlenen her bir nakışta ülkenin tarihinden, toplumsal değerlerinden ve kültüründen izler görmek mümkün.

Kuzu yününden yapılan keçe, Kırgızistan’da neredeyse her alanda kullanılıyor. İster yurtları örtmede ister oyuncakta. Hatta keçe sanatı öyle bir hâl almış ki Keçe Festivali bile düzenleniyor. Kırgızcada “Kiyiz Duyno” olarak bilinen festivalde keçe atölyeleri, yurt inşa etme etkinlikleri, halk konserleri, düzenleniyor; keçe ile ilgili oyunlarla gelenekler yaşatılıyor. Aynı zamanda üretilen birbirinden harika keçe ürünleri de satışa sunuluyor.

Keçe yapmak çok aşamalı, zor bir iş. Atölyede biz de elimizden geldiğince keçelerden motifler yaptık.

Yeni bir şey öğrenmenin keyfiyle keçe atölyesinden çıkıp Kırgızistan’ın geleneksel sporları olan kartal avcılığı ve okçuluğu görmek için yola koyulduk. Kırgız gelenekleri arasında en ilgi çekici olanı kartal avcılığı. Geleneksel kıyafetler giymiş, güçlü bir Kırgız, kolunda görkemli bir kartal tutuyor. İsterseniz sizin de kartalı kolunuza almanıza yardım ediyor. Kırgız Türklerinde, kartal yetiştirme geleneği babadan oğla geçerek nesillerdir sürüyor. Bu durum çoğu zaman boy adlarına, boyların yaşadığı yer adlarına yansımış. Örneğin; Bürküt, Bürkütçülör Boyu, ya da Bürküt Uya (Kartal Yuva), Bürküt Döbö (Kartal Tepe), Bürküt Say (Kartal Dere).

Kırgızlar, kutsal saydıkları kartala “bürküt” diyorlar. Türkçe bir kelime olan “bürküt” kartalın gücünü, yeteneğini, keskin görüşünü ifade ediyor. Bu nedenle Kırgız destanlarında erkek başkahramanlar kartal ile özdeşleştirilmiş ya da onlara eşlik eden bir dost ve destekçi olarak ifade edilmiş.

Kırgız mitolojisinde avcı öldüğünde kuşlarının da birlikte gömüldüğü ya da avcının varlık durumuna göre farklı metallerden veya ahşaptan yapılmış kuş heykelleriyle gömüldüğü anlatılıyor. Söylenceye göre birlikte gömülen kuşlar avcıya ahirette eşlik edip destekliyor. Aslında arkeolojik kazılar da mitolojiyi kanıtlar bulgular ortaya koymuş.

Kartalın kutsallığı Kırgız kültüründeki her ayrıntıda kendini gösteriyor. Örneğin, kartalın önünden geçmiyorlar, kartal kazayla ölürse yas tutuyorlar, nazardan ve kötü ruhlardan korunmak için evin her köşesine, özellikle de bebeklerin beşiğine, kartal tırnağı, pençesi ve tüyü asıyorlar. “Kartalı olan evde şeytan olmaz” diye bir atasözleri var. Kartalın şifa verici özelliği olduğuna inanılıyor. Öyle ki başı ağrıyan kartal tüyü takıyor, hastalar kartal tüyünden yapılmış yastığa yatırılıyor. Ayrıca erkek çocuklara kartal gibi cesur ve yetenekli olmaları için kartalın kalbini yediriliyor. Baktığınız her şeyde kartal görmeniz mümkün, günlük hayatta kullandıkları eşyalarda, süs eşyalarında ve giysilerinde mutlaka kartal simgesi bulunuyor.

Ülkenin dağlık coğrafi yapısı tarih boyunca hayvancılık ve avcılığı geçim kaynağı hâline getirirken 7. ve 9. yüzyıllara ilişkin tarihi kaynaklara ve Kırgızların “Kococaş” Destanı’na göre halk avcılığı meslek edinmiş.

Kırgızların kartalı yakalayıp eğitmeleri, beslemeleri ve avlamaları, zaman içinde onlara tarihi kültürel zenginlikler kazandırmış. İnsanlık tarihi kadar eski olan bu geleneğin izlerine mağara duvarlarında ve kaya taşlarında rastlamak mümkün.

Kırgızlar, ateşli silahın olmadığı dönemlerde, ok ve yayın ulaşamadığı, yüksek kar kütlelerinin geçit vermediği ve insan gözünün göremediği durumlarda keskin görüş niteliklerini sergileyen kartallardan yararlanmışlar. Kartallar; geyik, ceylan, karaca, tilki, tavşan gibi hayvanları rahatlıkla avlamış, Kırgızlar da o hayvanların derileriyle soğuktan korunmuş, etleriyle karınlarını doyurmuş. Bir anlamda kartallar, Kırgızlar’ın yaşam dayanağı olmuş.

Kırgız bürkütçüleri; yaşadığı yer, tüy, renk, av becerisi ve cesaretine göre kartalları 65 türe ayırıyor. Bunlardan yalnızca 19 tür eğitilebiliyor. En yetenekli tür ise açık kahverengi ve sarı tonlardaki tüylere sahip olduğu için “Çöl Kartalı” adını verdikleri kartallar.

Kartalın yeni yetişen yavrusuna Kırgızlar “Barçın” diyor. “Barçın”, kız ve erkek çocuklarına hem geçmişte hem de günümüzde yaygın olarak verilen isimlerden biri.

Kartallar hakkında bir hayli bilgi edinip yakından inceleme fırsatı bulduktan sonra ok atmayı da denedik. Bir Kırgız atasözü, “Baban sağ iken halkını, ata binerken topraklarını tanı” der. İşte bu atasözünü ilke edinen Kırgızlar, çocuklarına halkı ve sahip oldukları toprakları tanıtıyorlar. Kırgızlar için yeni neslin sosyal ve etnik kimliğini koruması açısından tarihin ve kültürün kuşaktan kuşağa aktarılması büyük önem taşıyor. Bu yüzden Kırgızistan’da at binmek de çok önemli ve çocuk yaşta başlanıyor.

Kırgızların izinde göçebe yayla yaşamını daha yakından deneyimlemek üzere Karala Arça Yaylası’na çıktık. Bu yayladan çadırlarda yaşayan halkı daha iyi görme olanağı yakaladık. Aynı zamanda at bindik. Trekking yapma olanağı sunan harika bir doğası var. Tabii yayla olduğu için hava oldukça serin.

Kırgız halkı çok içten, samimi ve doğal, yüzlerinde gülümseme hiç eksik olmuyor. Halkının özelliklerini diğer seyahat yazımda daha detaylı anlatacağım.

 

 

KIRGIZİSTAN SEYAHATİ-II (09/06/2025-14/06/2025)

Sevgili okuyucularım, Kırgızistan seyahatime ilişkin izlenimlerimi anlatmaya kaldığım yerden devam ediyorum.

Sabah yerel saatle 08.00’de başkent Bişkek’ten ayrılıp Orta Asya Türklerinin destansı dağı Tanrı Dağları’nın eteklerine ve dünyanın en büyük dağ göllerinden Issık Kul’a (Issık Göl) doğru yol almaya başladık. Güzergâh üzerinde ayrıca Burana Kulesi’ni ziyaret ettik.

Burana Kulesi:

Tanrı Dağları’nda İslam dininin yaygınlaşmaya başladığı Balasagun’un merkezinde yapılan caminin yanında 11. yüzyılda kurulan kule, hem ezan okunan yer hem de gözetleme kulesi olarak işlev görmüş.

Kurulduğu dönemin kültür ve mimarisine ışık tutan kulenin yüksekliği, ilk inşa edildiğinde 45-46 metre iken sonraki yüzyıllarda meydana gelen afetlerde hasar görerek 24 metreye düşmüş.

Kulenin tepesine, güney tarafında yer alan 6 metre yükseklikteki giriş kapısından dar bir döner merdivenle ulaşılıyor.

Merdivenin aydınlatılmasında mazgal açıklığı şeklindeki 2 pencereden yararlanılıyor.

Karahanlı Devleti’nin Orta Asya’da kurduğu diğer camilerin minarelerinin mimarisine kıyasla Burana Kulesi’nin, hepsinden önce inşa edildiği düşünülüyor.

Ülkenin kültürel miraslarından biri olan kule, devletin koruması altında tutuluyor ve UNESCO’nun Dünya Somut Kültürel Miras Listesi’nde yer alıyor.

Kulenin çevresinde yapılan arkeolojik kazılarda çıkarılan ev ve iş aletleri, 4 türbe ve hamam kalıntıları, taş değirmenleri ve balbal taşları, Burana Kulesi Ulusal Arkeoloji ve Mimari Kompleksi’nde sergileniyor.

9.yüzyıl Karahanlılar Dönemi’ne ait bu mimari harikanın önünde durduğunuzda, kendinizi âdeta bir masalın içinde hissediyorsunuz. Göçebe halkların, tüccarların ve seyyahların yüzyıllardan süzülüp gelen izlerini taşıyan bu kule, tam anlamıyla geçmişin hikâyelerini bugüne taşıyor.

Kulenin tepesine çıktığınızda eşsiz bir manzara karşılıyor sizi; vadinin uçsuz bucaksız güzelliği ayaklarınızın altında seriliyor. Her basamak, sizi biraz daha tarihe yaklaştırıyor. Eğer kulenin yanındaki açık hava müzesini gezer ve sergilenen taş mezar stellerine göz atarsanız Karahanlılar’ın kültürüne dair çok şey öğrenebilirsiniz.

Burana Kulesi’nden ayrıldıktan sonra bu kez güzergâh üzerinde Kızıl-Tuu köyüne ulaşıyor ve göçebe kültürünün en eski geleneği “yurt çadırı” yapımını öğrendiğimiz yurt çadırı ustası Kırgız aileyle Kırgız köy mutfağından keyifli bir öğle yemeği alıyoruz.

Yüzyıllardır göçebe yaşayan Kırgızlar, Soyvetler Birliği zamanında yerleşik hayata geçmeye zorlanmışlar. Toplum mühendisliği birçok bölgede epey sonuç verse de Kırgızları tamamen göçebelikten ve geleneklerinden koparamamış. Ağır kışı köyde geçirip yazın yaylaya çıkma şeklinde yarı göçebe bir hayat benimsemişler. Bugün çağlar öncesinden gelen birçok örf ve âdet de yaşatılmaya devam ediyor.

Yurt Çadırı:

Kırgızlara göre bir yurt çadırı 3 kişi tarafından tek bir çivi ve çekiç kullanmadan yarım saat içinde kurulabilirmiş. Boz üyün (Çadır) yapımında önce kapı girişi planlanıyor. Bölgenin coğrafik özellikleri ve rüzgârın esiş yönü dikkate alınsa da çoğunlukla yurt çadırlarının kapısı doğuya bakıyor. Çadır genelde ahşap malzemelerden yapılıyor. Çadırın iskeletini oluşturan “kerege”nin kafes şeklinde olması çadıra yuvarlak bir görünüm kazandırıyor. Kerege “kanat” adı verilen halkalardan oluşuyor. Bunların üzerinde bulunan ve “uuk” adı verilen sırıklar ise çadır kubbesini yani tündüğü yükseltiyor. Kanatların birleştiği yerde kapı çerçevesi olan “bosogo” yer alıyor. Buna ise iki parçadan oluşan “kaalga” adı verilen kapı takılıyor. Çadır duvarlarının çevresinde “çiy” adı verilen hasırlar bulunuyor. Boz üyünün tüm iskeletini ise çok çeşitli şekillerde ve boyutlarda keçeler kaplıyor. Uuklar keregeye, baş tarafları ise tündüğe bağlanıyor.

Kızıl Tuu köyünden ayrılıp Issık Kul’un (Göl) kıyısına giderek burada kurulu, yapımını biraz önce öğrendiğimiz yurt çadırlarına yerleştik. Çadırların içinde sadece yatak vardı. Duş ve tuvalet ise dışarıdaydı. Burada geçirdiğimiz iki gün boyunca zengin Kırgız mutfağından lezzetler keşfettik, Kırgızlar’ın dünyaca ünlü Manas Destanı’ndan örnekler dinledik ve Kut müzisyenlerinin komuz, çoor ve temir gibi geleneksel çalgılarıyla Kırgız müziği eşliğinde geleneksel yerel danslarını keyifle izledik.

Yemek Kültürü:

Tarih boyunca pek çok medeniyetin izlerini taşıyan bu coğrafya, Kırgız mutfağının çeşitliliğini ve zenginliğini şekillendiren unsurları barındırıyor. Kırgızistan’ın zengin tarihinde, özellikle Moğollar, Çinliler, Ruslar ve Orta Asya’dan gelen diğer göçebe topluluklarının etkileri, bu mutfağın benzersiz bir kimlik kazanmasına katkı sağlamış. Göçebe yaşam tarzı, sürüyle olan yakın ilişkiler ve çeşitli coğrafi özellikler, Kırgızistan’ın mutfak kültürünü etkileyen temel unsurlardan birkaçı.

Kırgız mutfağının şekillenmesindeki bir diğer önemli faktör de yerel ürünlerin bolluğu. Kırgızistan yemekleri genellikle sığır eti, koyun eti, süt ürünleri, tahıllar ve sebzelerle hazırlanıyor. Fermente süt ürünleri olan “kımız” ve “airan” bu mutfak kültürünün vazgeçilmez birer parçası. Kırgızistan’ın renkli ve canlı mutfak kültürü, damakları şenlendiren bir serüvene davet ederken aynı zamanda bu ülkenin tarihini ve kültürel dokusunu da bir tabakta birleştiriyor.

Beşbarmaq, Manti ve Laghman gibi ikonik yemekler, Kırgızistan’ın sofralarında sıklıkla yer alıyor. Kuurdak ve Şorpo gibi etli lezzetler, yerel kültürün izlerini taşıyan diğer örnekler.

Kırgızistan içecekleri denilince akla gelen ilk lezzet şüphesiz kımız. Kımız, Kırgızistan’ın geleneksel içeceklerinden biri. Yerel kültürün önemli bir parçasını temsil eden bu içecek fermente edilmiş at sütünden elde ediliyor. Kırgızistan’ın pastoral yaşam tarzının bir yansıması olan kımız, zengin besin değeri ve karakteristik ekşi tadıyla mutlaka denemeniz gereken bir tat. Yerel halk, özellikle şehir dışındaki kırsal bölgelerde, kımızı misafirlere hoş geldin ifadesi olarak sunuyor. Bu geleneksel içecek, Kırgız kültürünün derin köklerini ve ataların yaşam tarzını yansıtıyor.

Yemekleri gerçekten bol bol ikram ediliyor. Sadece yoğurt istediğiniz zaman yoğurt yok. Yemeklerin yanında çay ikramları var ve alışık olduğumuz gibi demli değil açık oluyor. Böğürtlen ve karadut reçelleri mutlaka sofrada yer alıyor. Çok lezzetli Kırgız pilavları var.

Tamamen organik koşullarda, tamamen organik besinlerle beslenen kuzu ve danaların etleri de hiçbir marinasyona gerek duymadan pişiriliyor ve kendiliğinden çok lezzetli oluyor.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

KIRGIZİSTAN SEYAHATİ-I (09/06/2025-14/06/2025)

Sevgili okuyucularım Kırgızistan seyahatimi birkaç bölüm ile sizlerle paylaşmış olacam.

Kırgızistan Orta Asya’da bir ülke ve yedi bağımsız Türk Devleti’nden biri. Kırgızistan’ın kuzeyinde Kazakistan, batısında Özbekistan, güneydoğusunda Çin, güneybatısında ise Tacikistan var. Ayrıca ülkenin denize kıyısı yok.

Resmi olmayan rakamlara göre Kırgızistan’ın nüfusu yaklaşık 7,505,000 kişidir.  Nüfusun %60’ına yakınını Kırgızlardan oluşuyor.

En çok turist çeken yerleri şunlardır: Ala Arça Milli Parkı, Burana Kulesi, Parfilov Parkı, Oş Pazarı, Konorchek Kanyonları ve Makhmud Kashkari Cami.
Oş, Kırgızistan’ın en büyük ve en kalabalık ikinci şehridir. 181 kilometrekare yüz ölçümüne sahip olan kentte yaklaşık 260 bin kişi yaşıyor. Tarihi 3000 yıl öncesine kadar uzanan Oş’un en fazla ziyaret edilen yerleri Süleyman Dağı Müzesi ve Kırgız Ata Milli Parkıdır.

Kırgızistan Somu, ülkenin resmi para birimidir. En büyük madeni para 10, en büyük banknot 5000 Som’dur.

Ülkenin iki resmi dili vardır. Kırgızca ulusal ve devlet dili iken, Rusçadır.

Kırgızistan, Orta Asya’nın kalbinde yer alan dağlık bir ülkedir ve iklimi çeşitli bölgelere göre farklılıklar gösterebilir. Genel olarak karasal iklime sahipmiş, bu da yazların sıcak ve kuru, kışların ise soğuk ve kar yağışlı geçmesine neden olur. Yüksek rakımlı alanlar özellikle soğuk olup, dağlar sıklıkla yoğun kar yağışı alıyormuş. Tanrı dağlarında  kar olduğunu görülüyordu.

Yaz ayları genellikle haziran ile eylül arasında yaşanır ve ortalama sıcaklıklar 25-35°C arasında değişir. En güzel seyahat ayı haziran, temmuz ve ağustos.

Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’tir. 1878 yılında kurulan kentte yaklaşık 1,5 miyon kişi yaşıyor. Başkentin yüz ölçümü ise 127 kilometrekaredir. Zapadni Alameddi Tepesi, Han Tengri ve Pobeda dağlarının zirvesi, bu şehrin sınırları içerisinde yer almaktadır. Kırgızistan’ın eğitim merkezi olan Bişkek’te yaklaşık 25 üniversite bulunuyor. Şehrin ismi Kırgız kahramanından gelmektedir. Bişkek’te geniş yollar ve Sovyet Birliği döneminden kalan apartman blokları bulunmaktadır. Sokakların her iki yanında ağaçlar yer alır ve çok sayıda küçük parklar bulunmaktadır. Tarihi ve eşsiz doğal güzelliği ile şehir, turistlerin ilgisini çekmektedir. Çok kalabalık olmayan Bişkek’i gezmek için 2 gün yeterlidir. Bişkek’in ana meydanıdır. Alo-Too Meydanı 1984 yılında inşa edilmiştir. Meydan sokak şenlikleri, festivaller ve toplantılar için buluşma yeridir. Alo-Too Meydanı’nın tam merkezinde ulusal kahraman olarak kabul edilen Manas’ın bir heykeli vardır. Bişkek’in simgesi olan meydan, bağımsızlık hareketinin başladığı yer olduğu için önemlidir. Meydanda Kırgızistan için büyük öneme sahip olan müzisyen ve şair Akyn Toktogul Satylganov adına yapılan Kırgız Ulusal Filarmoni Binası bulunmaktadır. Bu meydanda Parlamento Binası da bulunmaktadır. Sovyet zamanından beri ayakta kalan bina, mimarisi ile dikkatleri üzerine çekmektedir.

Kırgızistan’dan mutlaka görülmesi gereken yerlerden bir tanesi Cengiz Aytmatov ev müzesi yeğeni bizleri karşılayıp bu müze hakkında birçok bilgiler anlattı.

Cengiz Aytmatov (1928-2008), Kırgız yazar, diplomat ve siyaset adamıdır.

Bu ülkede yaşamış ve hem Kırgız hem de Dünya edebiyatına önemli katkılar yapmış bir isim olan Cengiz Aytmatov’un yaşadığı ev şu an bir müze haline dönüştürülmüş durumda.

Bu müzede Aytmatov’un çocukluğundan başlayarak son nefesini verdiği zamana kadar olan tüm eşyaları, madalyaları, kitapları burada sergileniyor.

Aytmatov’un en ünlü eserleri arasında “Gün Olur Asra Bedel”, “Cemile”, “Toprak Ana” ve “Beyaz Gemi” yer alır. Bu eserlerinde genellikle Kırgızistan’ın kültürel ve tarihi zenginliklerini, doğal güzelliklerini, insanların günlük hayatlarını ve zorlu yaşam koşullarını ele almıştır.

Aytmatov, aynı zamanda Sovyetler Birliği döneminde Kırgızistan’ın önde gelen diplomatlarından biriydi ve Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra bağımsızlığını kazanan Kırgızistan’ın ilk büyükelçilerinden biri olarak görev yapmıştır.

Ala-Arça Milli Parkı, Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’in yaklaşık 40 km güneyinde yer alan yüksek dağlık bir ulusal park. Tanrı Dağları’nın görkemli zirvesinde kendini tam anlamıyla cennette gibi hissedebilirsin. 1976’dan beri koruma altında olan milli parkın ismi Kırgızcada “renkli ardıç” anlamına geliyor. Bu isimle, parkın içindeki yoğun ardıç ağaçlarına atıfta bulunuluyor. Park, 1500 rakımdan 4500 rakıma kadar uzanan rakım farklılığıyla önemli bir biyo çeşitlilik sunuyor. Park, yalnızca doğaseverlerin değil, macera arayan gezginlerin de vazgeçilmezi. Çayırlarıyla bezenmiş vadiler, parlayan buzullar, coşkuyla akan nehirler ve gökyüzüne uzanan dik kayalıklar… Ala Arça, tam anlamıyla bir doğa harikası. Ayrıca bölgede doğa sporlarını sevenler için hem zorlu hem de başlangıç seviyesinde trekking rotaları da mevcut.

u

SRİ LANKA SEYAHATİ-13 (05/12/2024-13/12/2024)

Galle’den sonra Balapitiya’ya geçtik. Balapitiya’da tekne gezisiyle Madu Nehri’nin doğal güzelliklerini keşfe çıktık.

Bu tekne gezisinde Ada’nın en ünlü bitkisi olan tarçının nasıl çubuk olarak ortaya çıktığına ve toz hâline geldiğine tanıklık ettik. Tarçın ağaçları, nehirdeki gezimiz boyunca bize eşlik etti.

Aslında tarçın endüstrisi yerel halk için balıkçılık dışındaki ana gelir kaynağı. Turistik bir bölgede tarçın satın almak, dükkânlardan satın almaktan daha ucuz değil. Ancak, ziyaret ettiğiniz bir yerden taze ve yüksek kaliteli tarçın veya tarçın yağı alacağınızdan emin olabilirsiniz. Çünkü dünyanın tam da bu bölgesinde gerçek ve en iyi tarçın yetiştiriliyor.

Sri Lanka’nın Galle Bölgesi’ndeki Balapitiya kasabasına yakın olan Madu Ganga, çeşitli cazibe merkezleri nedeniyle tekne safarileri için popülerliği yıldan yıla artan bir yer. “Madu Nehri” anlamına gelen “Madu Ganga” adı, “Maduganga” veya “Madhu Ganga” olarak da yazılıyor.

Maduganga aynı zamanda Sri Lanka’nın en büyük mangrov bataklığı. Birçok balık ve sürüngen türüne ev sahipliği yapıyor. Okyanusa daha yakın, ancak daha güneyde bulunan ve iki doğal kanalla Madu Nehri’ne bağlanan daha küçük Randombe Gölü ile birlikte, 300’den fazla bitki türü ve yaklaşık 250 omurgalı hayvan türünün yaşadığı Madu Ganga Sulak Alanı’nı oluşturuyor.

Zengin biyolojik çeşitliliği nedeniyle Madu Ganga, sulak alanların korunması ve sürdürülebilir kullanımı için uluslararası bir anlaşma olan Uluslararası Ramsar Sulak Alanlar Sözleşmesi kapsamında listelenmiştir. Sulak Alanlar Sözleşmesi, 1971’de imzalandığı İran’ın Ramsar şehrinden adını alıyor.

Göle bazen lagün de deniyor. Ancak bu bir nehir lagünü; su sadece hafif acımsı, okyanusa açılan deniz suyu lagünleri kadar tuzlu değil. Bu nedenle Madu Ganga yine de tatlı su gölü olarak adlandırılabilir.

Sri Lanka’nın güneybatı kıyısında sadece iki gerçek deniz suyu lagünü bulunuyor, bunlar Kalutara ve Bentota’dır. Diğer tüm sözde lagünler okyanusa geniş açıklıklarla değil, akan dar nehirlerle bağlı. Kolombo ve Galle arasında hafif tuzlu nehir lagünlerinden oluşan bir zincir bulunuyor; bunlar Moratuwa’daki Bolgoda Gölü, Owinka Gölü, Dedduwa Gölü, Madu Ganga, Madampe Gölü, Hikaduwa Ganga ve Ratgama Gölü’dür ve Madu Ganga bunların en büyüğüdür.

Kalın mangrov bitki örtüsü Madu Ganga Gölü’nün hemen hemen tüm kıyılarında ve özellikle adacıklarında yaygın olarak göze çarpıyor. Tekne geziniz sırasında orman tünellerinin gölgeliği altından süzülen bir mangrov çalılığının üzerinden en az iki kez geçmelisiniz. Mangrov ormanı 60 hektardan fazla alanı kaplıyor. Bu alanda 14 mangrov türü bulunuyor. Madhu Ganga’daki dikkat çekici özelliklerden biri de Sinhalese halkı tarafından “Rathamilla” olarak adlandırılan tipik bir mangrov türü olan Lumnitzera Littorea. Bu, “siyah mangrov” olarak bilinen cinsin bir türü. İngilizce ismine rağmen, yoğun kırmızı renkte güzel çiçekleri var. Sinhala adı olan “rathu” da zaten kırmızı rengi ifade ediyor.

Madu Ganga, yılanlar, kertenkeleler ve timsahlar olmak üzere 31 sürüngen türüne ev sahipliği yapması nedeniyle yüksek ekolojik öneme sahip. Madu Ganga Sulak Alanı’nda ayrıca 50’den fazla kelebek türü ve 25 tür yumuşakça yaşıyor. Dar ağızlı kurbağalar, su kurbağaları ve ağaç kurbağaları da dâhil olmak üzere Sri Lanka’nın amfibi türlerinin yüzde 20’si burada bulunuyor.

Sri Lanka’da çok sayıda büyük göl var, ancak bunlar antik ve modern zamanlarda sulama amaçlı insan yapımı göller. Madu Ganga ise Sri Lanka’nın en büyük doğal gölü. Madu Ganga Gölü kuzeyden güneye 5 kilometre uzunluğunda ve yaklaşık 10 kilometrekarelik bir alanı kaplıyor. Fakat bu alanın yalnızca yüzde 80’i açık su yüzeylerinden oluşuyor.

Yerliler, antik zamanlarda 32 veya 64 adacık daha olduğuna inanıyor, ancak zaman içinde bazıları sular altında kalmış ve kaybolmuş. Aslında hem “32 Ada” hem de “64 Ada” Madu Ganga Gölü için tanıtım amaçlı isimler olsa da gerçekte farklı boyutlarda 25 adacık var, bunlardan 15’i önemli bir kara kütlesine sahip. Bazıları yerleşimli olan adaların çoğu yalnızca orman ve çalılarla kaplı.

Aslında göl, muson yağmurları sırasında su depolayarak taşkın kontrolüne yardımcı oluyor. Tekneyle seyahat ederken, gölde karabataklar size eşlik ediyor, bir adanın kıyıları boyunca yürürken, balıkçılları da görme şansınız yüksek.

Madu Ganga, aynı zamanda harika bir kuş gözlemciliği alanı olarak da öne çıkıyor. Madu Ganga Sulak Alanı’nda toplamda yüzden fazla kuş türünün yaşadığı tespit edilmiş durumda.

Yemyeşil manzara, tropikal bir nehir resim kitabından çıkmış gibi.

 

SRİ LANKA SEYAHATİ-12 (05/12/2024-13/12/2024)

Sahil kasabası Mirissa’dan kıyı şeridini takip ederek tekrar Galle’ye doğru yolla çıktık. Şehirde ilk olarak Unesco Mirası olan Galle Kalesi’ni gezdik. Yerel rehberimizin anlattıklarını sizinle paylaşıyorum.

“Galle Eski Kenti ve Tahkimatları, Sri Lanka’nın güneybatı kıyısındaki küçük bir kayalık burunda yer almaktadır. 16. yüzyılda Portekizliler tarafından müstahkem bir kent olarak kurulan Galle, 18. yüzyılda Hollanda sömürge yönetimi altında gelişiminin zirvesine ulaşmıştır.

Galle Kalesi ilk olarak 1588’de Portekizliler tarafından inşa edildi ve sonraki yıllarda Hollandalılar tarafından daha da güçlendirildi. Hem denizden hem de karadan gelen sömürgeci rakiplerin saldırılarını engelledi. Duvarlar boyunca, bir istila durumunda savunma için siperler bulacaksınız.

Galle, 1796 yılında İngilizlere devredilince şehirde pek çok değişiklik yapıldı. Bunların en tanınmışı şehrin çeşitli noktalarından görülebilen kulesidir.

Hollanda yönetimi altında, burada yaklaşık 500 aile yaşıyordu ve duvarların içinde kamu binaları, idari merkezler, askeri tesisler, depolar ve kiliseler bulabiliyordunuz.

Bugün görebildiğiniz hâliyle kale, iyi korunmuş sömürge mimarisine (şehri kendi memleketlerinin tarzında inşa eden Portekizliler ve Hollandalılardan büyük ölçüde etkilenmiştir) ve şebeke düzeninde Arnavut kaldırımlı sokaklara sahiptir ve UNESCO Dünya Mirası listesine eklenmiştir.”

Güney Asya’da Avrupalılar tarafından inşa edilen müstahkem bir kentin en iyi temsili olan Galle, gerçekten de Avrupa şehirlerine benziyor. Şehirde, Avrupa planlama ilkeleri ile Güney Asya mimari geleneklerinin iç içe geçmiş yansımalarını görmek mümkün. Örneğin tipik Hollanda geleneğinde olduğu gibi binalar belirli parsellerde kümelenerek sokak şebekesi oluşturulmuş. Dar kenarları sokaklara bakan genellikle tek katlı ev sıraları ve ince sütunlarla desteklenen yüksek sarkık çatılarla gölgelenen verandalar ile standart sokak görüntüleri elde edilmiş.

Sokaklar son derece bakımlı ve temiz. Meydanlarda yaşlı büyük ağaçlar göze çarpıyor. Ulaşım aracı olarak genellikle bisiklet ve tuktuk kullanılıyor. Görmeye değer Hollanda sömürge binaları, antik camiler ve kiliseler, görkemli konaklar ve müzeleriyle oldukça ilgi çekici eski bir ticaret limanı da olan bu tarihi şehri, yürüyerek keşfetmek ise ayrı bir keyif veriyor.

Sokaklar boyunca sıralanmış şık kafeler, ilginç butikler, yerel ve yabancı sanatçılara, yazarlara, fotoğrafçılara ve tasarımcılara ait çok iyi restore edilmiş oteller göz kamaştırıyor. Özellikler sanat ve el işleri ile ilgili galerileri meşhur.

İnsanları güler yüzlü ve sıcakkanlı. Onların samimiyetinin yansıdığı sokakları keyifle dolaşırken tarçın kokusu da size eşlik ediyor. Özellikle Ada’nın meşhur Seylan Çayı ve tarçına her yerde rastlıyorsunuz. Galle, çok beğendiğim şehirlerden biri oldu.

SRİ LANKA SEYAHATİ-11 (05/12/2024-13/12/2024)

11 Aralık 2024 Çarşamba günü artık Galle şehrindeydik. Galle şehrini gezmeden önce özellikle sörfçülerin sevdiği bir kasaba olan Mirissaya’ya doğru yola çıktık ve “Stilt balıkçılığı” yapılan sahillerini ziyaret ettik. O eşsiz Hint Okyanusu’nun dalgalı sularında balıkçıların incecik sırıkların üzerinde oturarak kendi kültürlerine göre balık tutma biçimlerine şahit olduk. Sizlerle yerel rehberimizin Stilt balıkçılığı ile ilgili anlattıklarını paylaşıyorum.

“Sri Lanka’nın Mirissa kentindeki seçkin birkaç balıkçı ailesinin benimsediği kadim bir gelenek olan “uzun bacaklı balıkçılığı”, Ada’nın kıyı topluluklarının kalıcı kültürel mirasının yaşayan bir kanıtı olarak durmaktadır. Yüzyıllarca süren geleneklere dayanan ve nesilden nesile aktarılan bu benzersiz balıkçılık yöntemi, kendilerini ve ailelerini geçindirmek için okyanusun bereketine güvenen yerel balıkçıların yaşamlarına ve geçim kaynaklarına büyüleyici bir pencere sunmaktadır.

Stilt balıkçılığı, sığ deniz sularına sabitlenmiş tek bir sırık ve çapraz çubuktan oluşan, “stilt” olarak bilinen basit ancak yaratıcı yapıların kullanımını içerir. Bu geçici platformların tepesine yerleşen balıkçılar, oltalarını atmak için en uygun anı sabırla bekler çabalarını gelgitin ve altındaki balıkların hareketleriyle uyumlu hâle getirir.

Bu köklü uygulama, sıradan balıkçılığın ötesine geçer; doğanın ritimleri ve geçmişin gelenekleriyle iç içe geçmiş bir yaşam biçimini temsil eder. Mirissa’daki balıkçı aileleri için sırıkla balık tutma, kültürel miraslarına derin bir bağlılık ve kendilerine özgü gelenekleriyle gurur duymalarını temsil eder. Bir nesilden diğerine aktarılan sırıkla balık tutma sanatı, aileleri denize ve zenginliklerine karşı ortak bir saygıyla birleştiren değerli bir miras görevi görür.

Sri Lanka’nın birçok yerinde uzun bacaklı balıkçılığın giderek azalmasına rağmen, Mirissa’daki kendini adamış bir balıkçı kadrosu bu kadim geleneği sürdürmeye devam ediyor ve mirasını gelecek nesillerin deneyimlemesi ve takdir etmesi için koruyor. Bu balıkçılar için uzun bacaklı balıkçılığın sadece bir geçim kaynağı değil aynı zamanda bir sevgi emeği olduğu, modernleşme ve değişim karşısında yaşam tarzlarını koruma konusundaki dayanıklılıklarının ve bağlılıklarının bir kanıtı olduğu söylenebilir.”

Galle Mahamodara Deniz Kaplumbağası Üretme Çiftliği

İkinci ziyaret yerimiz, deniz kaplumbağası olan üretme çiftliğiydi. Çiftlik aynı zamanda kaplumbağa tedavi merkezi olarak da kullanılıyor. Bazı kaplumbağaların yaştan dolayı iyileşmeleri uzun sürüyormuş. Çiftliğin ilginç özelliklerinden biri havuzdaki bütün kaplumbağaların bir isminin olması. Bu isimler her kaplumbağanın taşıdığı özelliklere göre veriliyormuş. Yumurtadan çıkışlarından başlayarak çiftlikteki uzman rehberler eşliğinde, bu muazzam canlıların büyüme sürecini adım adım izleyebilir, koruma çabalarına birebir tanıklık edebilirsiniz.

Büyüyüp yumurtadan çıkan kaplumbağalar, 3 günlük olana kadar koruma havuzlarında tutuluyor, sonra da okyanusa bırakılıyor.

SRİ LANKA SEYAHATİ – 10 (05/12/2024-13/12/2024)

Kandy-Ella Tren Yolculuğu

Bana göre Sri Lanka gezisi yapılırken olmazsa olmazlardan birisi tren yolculuğu, özellikle de Kandy-Ella arasındaki tren yolculuğunu yapmak.

Kandy’den Ella’ya giden tren 1920’lerden beri bu rotayı işletiyor, bu da çayın Colombo limanlarına ve İngilizlerin fincanlarına taşınmasının bir yolu. Bu nedenle 1960’lara kadar birincil gelir akışını yük taşımacılığı sağlamış. Ancak o yıllardan itibaren yolcu taşımacılığı öne geçmiş.

Yerel halkın yolcu taşımacılığında yararlandığı bu hat, günümüzde dünya genelinde turistik amaçlı tren yolculuklarının en popülerlerinden biri durumunda. Ona bu popülerliği veren ise güzergâhtaki eşsiz doğa manzarası.

Heyecanla yerimizi aldık ve tren hareket etti. Ormanlık alanların ve sonsuz çay tarlalarının manzaraları başlar başlamaz insanlar kapının önüne doğru gitmeye başladı. Çoğu insan kapıdan dışarıya doğru sarkmış bir vaziyette fotoğraf ve video çekiyor, çektiriyor. Kimisi pencereden sarkarak poz veriyor. Bazıları da kapının önünde oturup ayaklarını dışarıya doğru sarkıtarak seyahat ediyor.

Şurası bir gerçek ki bu yolculukta trende kimse koltuğunda oturmuyor. Yolculuk boyunca vagonları gezinip insanlarla sıcak sohbetler ediyorsunuz. En zevkli tarafı da bu galiba. Bir yandan o güzel manzaraları görürken bir yandan da farklı ülkelerden gelen insanlarla çok güzel iletişim kuruyorsunuz.

Hat boyunca akıp giden manzaranın tamamı görülmeye değer ama daha farklı bir şeyler yakalayıp fotoğraf çekmek için trenin içinde bir sağ tarafa bir sol tarafa rotanızı çevirmeniz gerekiyor.

 Öyle hızlı giden bir tren olmadığı için rahatlıkla manzaranın tadını çıkarabiliyorsunuz. Yeşilin her tonunun bulutlarla birleştiği, çay tarlaları, dağlar, şelaleler, ormanlarla müthiş güzellikteki manzara eşliğinde yolculuk devam ediyor.

Trenin istasyonlara yaklaştığı yerlerde insanların günlük yaşamlarından bir kesit görüyorsunuz. Bu insanlar işlerini bırakıp sevecenlikle size el sallıyor.

İstasyonların renkli güzelliği de doğasıyla yarışıyor. Trenin durduğu yerlerdeki manzaralar ayrı, geçerken gözünüzü alamadığımız manzaralar ayrı güzellikte… Hayran olmamak mümkün değil.

Tren her durduğunda yiyecek içecek satanlar içeriye geliyor. Yöresel yiyecekler satıyorlar. Keyifli ve bol manzaralı bir yolculukla Ella’ya geldiğimizde yolun nasıl bittiğini anlamadık bile.

SRİ LANKA SEYAHATİ – 9 (05/12/2024-13/12/2024)

Sri Lanka’da mayıs ve eylül ayları arası “ıslak sezon”, aralık ile mart ayları arası ise “kuru sezon” olarak geçiyor. Ülke, tropikal iklime sahip. Muson yağmurları oluyormuş; zaman zaman muson yağmurları öyle zarar verici boyuta ulaşıyormuş ki halk evinden dışarıya çıkmıyormuş. Seyahatimiz süresince sıcaklık 28-30 civarındaydı ve bazı yerlerde nem oranı çok yüksekti. Özellikle Galle ve Mirissa’da.
Victoria Park ve Gregory Gölü:
Kandy İstasyonundan Ella’ya doğru üç saatlik tren yolculuğumuz için istasyona gitmek üzere yola çıktık fakat trenin hareket saatine vakit olduğu için Sri Lanka’nın merkezi dağlık bölgesindeki Nuwara Eliya şehrine uğrayarak Victoria Parkı ve Gregory Gölü turu yaptık.
Hakgala Botanik Bahçesi’nin resmi araştırma alanı olan Victoria Park, şehrin merkezinde bulunan 27 dönümlük bir kamu parkı. Kraliçe Victoria’nın tahttaki 60. yılını anmak için 1897’de bu adı almış. Halka açık olan parkta piknik yapılmasına izin veriliyor.
Park, burayı ziyaret eden bir Alman Prensesi tarafından ilk ağacı olan meşenin dikilmesiyle kurulmuş. Parkın içinden geçen Nanu Nehri’nin oluşturduğu küçük göller Lotus çiçekleri ile kaplı. Birkaç nadir kuş türüne ev sahipliği yapan parkta çok ilginç ağaçlara ve bitkilere rastlamak da mümkün.
Gregory Gölü ise aslında Nuwara Eliya şehrini çevreleyen küçük tepelerin eteklerinde bir bataklıkken 1873 yılında İngiliz Valisi Sir William Gregory döneminde yapılan çalışmalarla göle dönüştürülmüş.
Gölde sürat tekneleri ve su bisikletiyle gezinti yapılabiliyor. Çok güzel çiçek bahçeleri ve çay tarlalarının oluşturduğu muazzam bir yeşillikle çevrili olan gölün kıyısında İngiliz tarzı evler sıralanıyor.
20 dakikalık bir tekne gezintisinin ardından göl çevresinde yürüyüş yapıp sokak satıcılarının bulunduğu bölgeye geçtik. Böylece Sri Lanka’nın sokak lezzetlerini tatma fırsatı da bulduk.

SRİ LANKA SEYAHATİ – 8 (05/12/2024-13/12/2024)

Çay Tarlaları ve Çay Üretim Tesisi
Kandy şehrinden Nuwara Eliya şehrine çay tarlalarını ve dünyanın en iyi çayını üreten tesise doğru yola çıkıyoruz. Nuwara Eliya ikliminden dolayı Seylan’daki yetiştiricilerin gözdesi haline geldi ve Küçük İngiltere olarak adlandırıldı. Günümüzde bazı binalar hala İngiliz tarzını koruyorlar. 1.868 metre rakıma sahip olan şehri, Sri Lanka için en önemli çay üretim bölgesi olarak kabul edilmektedir. Çay ve tarçını ile ön planda olan bir ülke ama Sri Lanka deyince akla ilk olarak çay geliyor. Çay tiryakilerinin özellikle tercih ettiği Sri Lanka çayı, Seylan çayı olarak geçiyor.
Tabii ki çok çeşitli türleri var. İkram edildiğinde hepsinden bir yudum içtiğinizde tatlarını karıştırabilirsiniz. Sert, orta ve yumuşak olmak üzere farklı aroma yoğunluklarında demleniyor. En önemli özelliği ise hiç yıkanmadan demlenmesi. Orta yoğunluktaki çayın bile mutlaka bizim Türk çayı ile karıştırılması gerekiyor çünkü tek başına kullanıldığında daha acımsı tat veriyor.
Bizim Karadeniz çayı gibi çok meşhur olan Seylan çayını buraya gelen herkes mutlaka alıyor. Fabrikada satış yerleri var fakat marketlerden daha uygun fiyatla almak mümkün.
Turistler için içimi çok acı olsa da Sri Lanka halkı bu çayı çok seviyor. Sabahları kahve yerine bu çayla enerji topluyorlar. Kahveden daha sert ve uyandırıcı etkisi olduğu söyleniyor. Türk çayının tadı Sri Lanka çayının yanında hafif kalıyor ama tabii alışmaya bağlı. Her yemekte mutlaka çay ikram ediliyor. Aslında bu ülkede nereye giderseniz gidin hemen çay ikram ediliyor.
Dünyada ilk defa Çin ve Hindistan’da yetiştirilmeye başlanan çay, tropikal bölgelerde ve iklim bakımından bol yağışlı ve sıcak alanlarda yetişiyor. Bitkinin normal gelişebilmesi için yıllık toplam yağışın iki bin mm’den az olmaması ve aylara göre yağış dağılımının düzenli olması gerekiyor.
Yerel rehberimizin anlattığına göre İngiliz sömürge döneminde İngilizlerin çay ihtiyacı doğunca ormanlar kesilerek çay tarlaları hâline getirilmiş. İklim koşulları nedeniyle özel bir aromaya sahip olan dünyaca ünlü Seylan çayı da bu şekilde doğmuş. Seylan çayı, “Camellia sinensis” isimli çay bitkisinin kurutulmuş ve işlenmiş yapraklarından yapılıyor. Ünlü çay baronu Thomas Lipton, imparatorluğunun temellerini günümüzde Lipton’s Seat adı verilen tepelerde atmış. 1890’da Seylan’a taşınan İskoç iş adamı Thomas Lipton, burada James Taylor ile tanışmış ve birlikte ülkeye çay tarlalarını tanıtmışlar.
Günümüzde Sri Lanka, 203 bin hektar alanda çay üretimi ile dünyada ikinci sırada yer alıyor. Bunun için son derece elverişli iklime sahip olan ülkede halkın en önemli gelir kaynağı da çay oluyor hâliyle. Gerek çay tarlalarında gerek çay fabrikasında çalışarak geçimlerini sağlıyorlar. Üretimde olduğu gibi çay ihracatında da dünyada ikinci sıradaki Sri Lanka için bu ürün aynı zamanda önemli bir döviz kaynağı.

SRİ LANKA SEYAHATİ – 7 (05/12/2024-13/12/2024)

Kandy şehrindeki ikinci günümüze sabah saatinde, Kutsal Diş Tapınağı’nı henüz kalabalık olmadan ziyaret etmekle başlıyoruz. Tapınağa doğru tura devam ederken ilk gördüğümüz Buda’yı nirvana pozunda tasvir eden bembeyaz heykeli oluyor.

Kandy şehrinin hemen her noktasından görülebilen bu dev Buda heykeli, konuşlandığı Bahirawakanda tepesindeki Sri Maha Bodhi Viharaya adlı tapınağını da turistik açıdan en bilinen kutsal mekân hâline getirmiş.

1972’de inşa edilen heykel, Buda’nın ilk aydınlanmasıyla ilişkilendirilen pozisyon olan nirvana pozunda oturduğunu gösteriyor. 25 metreden daha fazla yüksekliğe ulaşan heykel, Sri Lanka’daki en büyük Buda heykellerinden biri olma özelliği de taşıyor.

Sri Lanka’da insanlar ellerinde lotus çiçekleri ile tapınakları ziyaret ediyor. Çünkü lotus çiçeği Budizm’i sembolize ediyor. Lotus, bir bataklık çiçeği aslında ve Budizm’de karanlıktan ve bataklıktan aydınlığa ve arınmışlığa doğru olan gelişimi anlatıyor. Her türlü kötülüğe karşı özünde kalmak, saf kalmak anlamına geliyor.

Buda’nın heykellerinde bulunan alnının ortasındaki üçüncü göz de bizim tabirimizle gönül gözüdür. Normal gözlerimizin görmediği şeyleri bu üçüncü gözün gördüğü düşünülüyor ve Hindularda da aslında 6’ncı çakraya ve beynin alt kısmına denk gelen hayali bir noktayı temsil ediyor.

Buna “farkındalık gözü” de deniyor ve insanın sezgisinin çok güçlü olduğu bir nokta olduğuna inanılıyor. Buda’nın, bu üçüncü göz sayesinde aydınlığa kavuştuğu kabul ediliyor. Üçüncü göz, bilgeliği sembolize ediyor ve maneviyatın da bu göz sayesinde derinleştirilebildiğine inanılıyor.

Budist keşişler genelde turuncu bir giysi kullanıyor. Turuncu, renk olarak Budist inanışında alevi veya ateşi simgeliyor ve günahların alevlerde yok olduğuna inanılıyor. Bu nedenle keşişlerin bu kıyafeti günahsızlığı, temizliği simgeliyor.

Genel anlamda Budistler, insan hayatında zorlukların, ıstırapların olduğuna ve bu zorlukların meditasyon, fiziksel ve spiritüel çalışma ve iyilik yaparak aşılacağına inanıyor.

Kutsal Diş Kalıntısı Tapınağı:

Diş Tapınağı, Sri Lanka’nın Kandy kentindeki antik Kraliyet Sarayı Kompleksi’nde yer alıyor ve Sri Lanka’nın en önemli Budist tapınağı olma özelliği taşıyor. Sri Dalada Maligawa veya Kutsal Diş Kalıntısı Tapınağı olarak da biliniyor. Buda’nın “diş kalıntısı”nın bulunduğu bu tapınak, Budistler için bir hac yeri. Dünyanın dört bir yanından Budistler bu tapınağa hac ziyareti gerçekleştiriyor.

Söylenceye göre Lankapattana yılında Kral Kirthi Sri Meghavana (301-328) adaya gelmiş ve Buda’nın diş kalıntısını Kral Meghagiri Vihara’ya teslim etmiş. Bu kalıntı, devam eden dönemlerde krallar ve hükümdarlar arasında, birbirlerine devretmekle sorumlu oldukları bir kutsal emanet hâline gelmiş. Kral Dharmapala döneminde ise Kandy şehrine getirilmiş. Kral, diş kalıntısı için, iki katlı bina inşa ettirmiş.

UNESCO tarafında korumaya alınan tapınak 1986 ve 1998 yıllarında iki kere saldırıya uğramış.

Tapınak, Kandy Gölü’nün uçsuz bucaksız manzarasına bakıyor. Göz kamaştıran güzelliği ile Kandy Gölü de tapınak kadar görülmeye değer bir yer olarak öne çıkıyor.

Tapınak, hac yeri olduğu için ziyaretçi sayısı da çok yüksek. Sabahın erken saatlerinde gitmemize rağmen oldukça kalabalıktı, insanlar ellerinde lotus çiçekleri ile ziyarete gelmişti. Tapınağı içinde saatlerce kuyruk oluştuğunu gördük.

Tapınağın hemen girişinde iki yanında ve üzerinde fil tasvirleri bulunuyor. İçeride davullu gösterilere tanık oluyorsunuz.

Buda’nın kutsal emaneti diş kalıntısı, tahtta duran mücevherli tabutların içinde, değerli taşlarla süslenmiş, altın kaplamalı iç içe geçmiş yedi çekmeceli lotus çiçeği şeklindeki bir kutuda muhafaza ediliyor. Çiçeği açmak için kullanılan üç anahtar üç yüksek rütbeli rahip tarafından saklanıyor. Burada fotoğraf çekilmesi yasak.

Bu emaneti görmek isteyen ziyaretçiler, su dalgaları şeklindeki tuğla duvarlarla çevrili bir hendeği bazı ritüeller eşliğinde geçiyor. Duvarlardaki deliklerde Hindistan cevizi kandilleri yakarak ilerleyen ziyaretçiler, hendek sonunda bulunan ana giriş kapısı Mahawahalkada’ya varıyor. Ana kapının zemininde Kandyan mimari tarzında oyulmuş bir Sandakada Pahana yani ay taşı yer alıyor.

Kutsal Diş Tapınağı’nın en önemli özelliği ise kutsal emanetin çevresindeki çitlerin ve çatısının tamamen saf altından yapılmış olması!