KISIR DÖNGÜDEN ÇIKIŞ

 


Bugünkü anlatacaklarımın kurgusunda daha öncekilerden farklı bir yol izleyeceğim.  Paylaşmak istediğim mevzuyu önce yaşanmışlıklarla ve örneklerle önünüze sereceğim.  Anlatacaklarımı nihayetlendirirken de konuyu açıklayıp önerilerde bulunacağım.

Bir sohbet esnasında ortak tanınan bir çiftin evliliğinin bittiğinden bahsediliyor. Sohbettekilerden biri “ne olacak başka birini bulur nasılsa, ayrılırsa ayrılsınlar diyor”. Böyle bir durumda mevzu gidenin yerine başka birini bulmak mıdır yoksa neden böyle bir bitiş yaşandı, neden bu olumsuz durum vuku buldu diye sorgulamalar yapılıp sonuca yol almak ve bu yolda kişinin kendisini şifalandırması mıdır? Elbette diğer taraftan o sohbet ortamında tanıdığının ayrılık olayına karşı umursamazca tepki veren, nasılsa başka birini bulur şeklinde düşünen kişide de büyük sıkıntılar olduğunu göz ardı edemeyiz. Oysa yapılması gereken; bu olumsuzluğu yaşayan taraflara destek olup, onların yeniden yanlış durumlar içine düşmesini engellemek, kendilerini anlayıp en doğru yolu bulmalarına yardımcı olmak değil midir? Bir birliktelik bitti, yenisi olur nasılsa şeklindeki bir yaklaşım bizleri bir sarmalın içine iter ve o kısır döngü sürekli hayatımızın içinde dolaşıp durur. Ardından olayların nedenine bakmaksızın sadece hayattan şikayet etmeler başlar. Benzer bir durum iş yerinde de yaşanabilir, işimizde sorunlar yaşarız ve bu sorunlar için sadece karşımızdakileri suçlar, “neden” sorusunun cevaplarını aramaz, “nasılsa başka bir iş bulurum” der o durumdan da dersler çıkarmadan yolumuza devam ederiz.

İşte yeni bir örnek daha: Bir işletme sahibinin gün geliyor işleri bozuluyor ve iflas ediyor. Bu kötü sonucun suçlusu kim, ilk kim suçlanmalı? Tabi ki buna sebep olan başkalarıdır, belki hükümetin aldığı kararlar, uyguladığı yasalar, belki çalışanları, belki, belki… Suçlu listesi uzayıp gider, lakin bu listede işletme sahibinin kendisi asla yoktur. Tamam, belki hakikatten haksızlıklar yaşamıştır, işin içinde kendi yanlışı olmadığı bir sürü olumsuz etkiye maruz kalmıştır. Bunlar kabulümdür. Ancak unutulmamalıdır ki olaylardan ders çıkarmanın en doğru yolu önce kendimize dönüp, doğru özeleştiriyle eksiklerimizi hatalarımızı bulmaktır. Ardından içsel değişim ve dönüşümü yaşamalı, kendi farkındalığımıza varmalıyız. Bu tarz iflasları yaşamış kişileri tanıdım ve o maalesef kişilerin iç dünyalarında bitmek bilmeyen kibre de şahit oldum. Yeri geldi bir markette çalışan kasiyerin emeğini hiçe sayıp kendi diplomalarıyla onların emeklerini kıyasladılar, yeri geldi maddi variyeti olmayan insanları küçümseyip onları sözde kendi zenginlikleriyle kıyasladır.

Birilerini suçlamak, hayata dair hep şikayet etmek, başkalarını küçümsemek, hakir görmek ne kolaydır. Ancak bu kolay yollar bizi yanlışa götürür, kibrin, egonun, sevgisizliğin, bencilliğin bataklığına saplanırız ve büyük bir kısır döngüde o güzel hayatlarımızı heba ederiz. Ben böyle yol alan kişiler için “kayıp nefesler” diyorum.

Eşimizden, sevgilimizden, işimizden ayrılırız, arkadaşımızla, komşumuzla tartışırız, işler bozulur iflas ederiz, tabi ki böyle şeyler yaşarken kendimize bakmaksızın hemen karşımızdakileri, şansızlığımızı ve hatta o gün içinde gezegenlerin olumsuz açılarını bile suçlarız. Her şeyin sorumlusu onlardır, bizde hiçbir hata, yanlış yoktur. Bu kadar mı yani? Olan oldu, suçlu belli, hadi yola devam edelim.  Maalesef “bunları neden yaşıyorum?” diye kendimize sormak çoğu zaman aklımıza dahi gelmez. Yaşanılanların ardından kendi sorumluluklarımızı görmeyiz, karmalarımızı irdelemeyiz, bilinçaltımız yoklayıp korkularımızı, hırslarımızı, negatif düşüncelerimizi ve duygularımızı düzeltmeye çalışmayız. Bu noktada bilinç seviyesi çok mühimdir, kendimizle yüzleşecek bilince ulaşmalıyız. Kolay değildir kendimizle yüzleşip yenilenmek, değişimi ve dönüşümü yaşamak. Bunun içinse cesaret olmazsa olmazımızdır.

Anlattıklarım gibi nice yaşanmışlıklar vardır ömür defterimizde. Bilinmeli ki; aydınlanmak, farkındalığa erişmek için esas olan her daim biziz, önce kendimizi yenilemeliyiz ve en çok da hayatlarımızda var olan algoritmaları anlamalı, keşfetmeliyiz. Nedir bu algoritmalar, onları bilmek bize ne kazandırır?  Algoritma; bir problemin çözümünün veya belirlenen amaca nasıl ulaşılacağının anlatıldığı yoldur. Hayat, içinde ki sırlarla ya da yaşanılan durumlarla bize birçok yol sunar. Yapmamız gereken bu sırları keşfedip ve yaşanılanları doğru analiz edip en iyi sonuca ulaşmaya çalışmaktır. Algoritmaları iyi anlayabilmemiz bizi sonuca götüren yolu keşfetmemizi sağlar. Mevzunun önemini gözler önüne serecek küçücük bir örnek vereceğim size; hemen herkesin yapabildiği çay demleme eyleminde izlenilen bir süreç vardır ve bu süreç aslında algoritma ile yapılan adımlardır. Sonuç şuna varıyor, yapacağımız her şey, alacağımız her karar doğru adımlarla bizi istenilene ulaştırır. Bırakalım onun bunun şunun söylemlerini ya da olumsuzluklarda her daim kendimizden önce başkalarını suçlamayı. Önce kendimize bakalım, biz kimiz, hayattan ne istiyoruz, nasıl bir hayat istiyoruz, ne tür deneyimler edindik, nasıl insanlarla ilişkiler kuruyoruz, isteklerimize ulaşmak için yeterince çabalıyor muyuz, nerelerde yanlış yapıyoruz, adımlarımızı atarken insanları üzüyor, onlara zarar veriyor muyuz, yalana mı yakınız doğruya mı, kıskançlığı, kibri çıkarabiliyor muyuz benliğimizden, öfkeden, nefretten arınabildik mi, verdiğimiz sözleri tutuyor muyuz, sevginin değerini, güzelliğini biliyor muyuz? Öyle çok soru var ki önce kendimize yöneltmemiz gereken…Sorularımızı soralım, dürüstçe cevaplarımızı verelim, sonra keşfettiğimiz eksikliklerimizi, yanlışlarımızı nasıl düzelteceğimizin kararlarını alalım, şifalanmak için yolları bulalım. Algoritmaları adım adım tamamlayalım ve bizi mutlak ışığa ulaştıracak kazanımları elde edelim ve kısır döngülerden kurtulalım. Gerçekliğimizi bulmamızın tek yolu sevgidir. Seven gönül kötü duyguların tamamından arınmıştır, yolu aydınlık yoludur. 

Mevlana der ki;
Kendine bak kendine…
Özüne, Sözüne, Benliğine
İlgilenme kimseyle,
Kim ne yemiş, ne giymiş
Bundan sana ne.
Sen kendini besle,
Bilgiyle, Sevgiyle, Şefkatle
Ancak o zaman ulaşırsın,
İnsan olmanın erdemine…
 
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

EN BÜYÜK DÜŞMAN

Bugün içine gireceğimiz, sınırları zorlayacağımız, düşüncelerimizi alt üst edeceğimiz yeni bir konumuz var. “Bencillik”. İşte konumuz bu. Genel geçer kelime anlamıyla yola çıkalım. Nedir bencillik? Bencillik, kişinin başkasını (ya da karşısındakini) dikkate almadan ya da önemsemeden yalnız kendi istek ve gereksinimlerini dikkate alarak hareket etmesidir. Bu durum kişinin kendi çıkarlarının ne olduğunu düşünmesini ve buna uygun hedefleri bulmasını gerektirir. Bencillik daima ve sadece ben ideolojisi olarak kabul edilmelidir. Bencillik, ben merkezli düşünme ve ben-merkezcilik iç içe geçen ve büyük oranda örtüşen kavramlardır. Bu düşüncenin esaretindeki kişi, çevresindeki insanları adeta bir figüran gibi görür. Sanki yaşam onun çevresinde, onu merkeze alarak sürmektedir. Diğer insanların adeta önemi yoktur. Diğer insanların da istek ve gereksinimleri olduğunu bilir ancak kendi istek ve gereksinimlerini hepsinin üstünde tutar.

Yüzyıllardır bencillik üzerine milyonlarca fikir üretilmiş, bencil insanların nasıl dönüşebileceği, onların nasıl bu karanlıktan çıkartılacağı konuşulmuş, yazılmış, çizilmiştir. Kimi toplum bilimciler, psikologlar bencilliği genetik bir hastalık olarak görürken kimileri de sonradan yaşam döngüsü içinde edinilen, ayakta kalma ya da direniş şekli olarak görmüştür.

Thomas Hobbes der ki; “İnsan insanın kurdudur”. Kişi kendi çıkarlarını korumak için eylemde bulunur. Doğa nimetlerinden elinden geldiği kadar kendisi için yararlanmak ister. Bu da başka insanlarla çatışmasına neden olur. Ve herkesin herkesle olan savaşı başlar.

Evet bütün mesele, olan biten bu değil midir? Bencilliğin özü; “sadece ben”, kayıtsız şartsız her ne olursa olsun “sadece ben”dir.

Birçok toplum, birçok aile, birçok dostluk, birçok ilişki bu bitmek tükenmek bilmeyen, iflah olmaz duygudan dolayı son bulmuştur. Hayatlarımıza günlük yaşantılarımıza bakalım. Gün gelir; aylardır yıllardır sizi arayıp sormamış bir tanıdığınız sizi arar, önce sıradan hal hatır sormalar gerçekleşir, ardından o kişinin hararetli sesinde sizi aramasının asıl nedenini işitirsiniz. Bir isteği vardır, bunu sizin yerine getirmenizi ister. İstediği gibide olur siz o sıcak sese inanmış ve yardıma ihtiyacı olan tanıdığınıza yardım etmeyi yürekten istemiş ve etmişsinizdir de. Ne var ki istekler yerine geldiğinde o tanıdık yine geçmişte ki yerine geri döner. Belki yine sadece kendi ihtiyacını karşılayabilmek için aylar yıllar sonra sizi arayabilir. Ne oldu şimdi? Bencil, sadece kendi çıkarını düşünen birisinin isteği yerine geldi. Sizi özlediğinden, sizi merak ettiğinden aramadı, sadece kendisi için aradı. Böyle kişilerin çoğu aslında bencillik yaptığını, çıkarı için sizinle iletişim kurduğunu kabul dahi etmez. Ona göre bunda ne vardır? Tanıdığım birini aradım ve oda benim sorunumu çözdü, bu gayet doğal der. Doğru olan bu mu peki?

Ne güzel demiş Mevlana: Bencillik, gözüne takılmış ayna gibidir. O gözler nereye bakarsa baksın kendinden başka birini görmez…

Bir arkadaşınızla konuşma halindesiniz. Siz kendinizi, içinde bulunduğunuz durumunuzu, mutluluğunuzu, mutsuzluğunuzu anlatırsınız. Beklersiniz ki oda sizin bu sohbetinize eşlik etsin, sizi canı gönülden dinlediğine emin olun. Ama karşınızdaki konuşmaya başladığında bir bakarsınız ağzından çıkan kelimeler bambaşka, o kişi sadece kendi söyleyeceklerine odaklanarak sizin karşınızda öylece oturmuş. Sizi dinlememiş, anlamamış. Bu tanıdık böyle davranmış, başka bir tanıdık da; sizin konuşmanıza dahi fırsat vermeden sadece kendisi konuşur, anlatır, anlatır, anlatır… Siz yoksunuzdur onun için, yalnız kendisi vardır. Böyleleri sadece kendi çıkarlarını beslemek için ilişkiler kurarlar ve işleri bittiğinde o insanlar onlar için yaşamamıştır bile.

Bencillikte kibir, öz beğeni vardır. Bencil insanlar bu yüzden mutlu olamıyor. Çünkü insanın psikolojik doğası yalnız yaşamaya göre odaklanmamıştır. İnsan ancak sosyal yapının bir parçası olursa mutlu olabilir. Bu özellikleri nedeniyle insan muhakkak yalnızlığını giderme arayışındadır, kendisine bağlanacak, kendisiyle bütünleşecek kişiler, nesneler arar. Ne var ki benciliğinden arınamadan bu bütünleşmelerin olması çok zordur. Başlangıcımız yine aynı yer: “İnsanın mutlu olabilmesi için kişinin kendisini tanıması gerekiyor. Zayıflıklarını, eksiklerini görüp kabul etmeli ve kendini arındırıp yeniden yapılandırmalı. Aksi durumda kişi yalnızlaşır ve mutsuzluğun içine düşer, durmadan düşer, bu düşüş hiç son bulmaz. Bencilliğe dair paylaşılacak öyle çok detay var ki, yeni örneklerle birlikte psikolojik detaylara dokunarak bu konuyu ilerleyen günlerde yeniden konuşacağız. Sevgisiz ve paylaşmayı bilmeyen insanların içinde bencilliğin kök salması kaçınılmazdır ve o kökler insanlığın en büyük düşmanıdır.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

GERÇEKTEN AFFET

 

Son dönemlerde insanların her zamankinden daha fazla “Affetmek” duygusunu yaşamayı ve bu eylemi gerçekleştirmeleri gerekliliğini görüyorum. Yeri gelmişken de uzun zamandır yazmayı istediğim, üzerine çokça düşündüğüm bu konu üzerine paylaşımda bulunacağım.

Öncelikle “Affetmek” eyleminin, hissiyatının genel geçer yargıda nereye oturtulduğuna değinmek isterim. Affetmek;  hayata dair bir davranış, tutum şeklidir. Şöyle ki; Affetmek yaşanılan kötü bir durumda başkalarının bize yaptıklarını umursamamak değil, duyulan rahatsızlığı, öfkeyi kontrol edip yolumuza kazanılan tecrübelerle devam edebilmektir.

“Affedebilmek kocaman bir yükün ağırlığından, eleminden kurtulmak, hafiflemek ve huzura kucak açmaktır. Hayatımın hemen her döneminde birçok haksızlık gördüm, kimilerini ben yaşadım kimilerine de şahit oldum. Bildiğim şu ki;  haksızlığa uğradığımızda ilk önce kendimizi sorgular, kendimize kızarız. “Ben nasıl böyle bir hata yaptım, neden gerçekleri göremedim, niye daha dikkatli değilim?.. Bunlar gibi farklı farklı sorularla kendimizi sorgular dururuz. Oysa haksızlığa uğrayan biziz, kendimizi sorgulamak, yargılamak yerine yapılması gereken şu değil midir?  Yaşadığımız talihsiz duruma bir şekilde kendi hatamız sebep olsa dahi, insan olduğumuz ve hataların bizim bir parçamız olduğunu unutmamalıyız ve önce kendimizi affetmekle başlamalıyız. Bunu yapmalıyız ki sıra karşımızdakine gelsin. Başlangıçta kendini affetmeyi başaramayan insan, içten içe yine kendine zarar verir. İçinde kin, öfke, nefret büyütür. Hatta bu hisler kişinin sağlığını dahi tehdit eder duruma gelir. Tüm bunlar için önce biz…İlk iş kendimizi özgür bırakmak, yüklerden kurtulmak, ferahlamak.

Eminim yeryüzünün var oluşundan bu yana tüm insanlar, bir kere dahi olsa, birilerini bir şekilde affetmek durumunda kalmıştır. Bu affedişler kimi zaman yürekten olmasa da durumu geçiştirmek adına da olsa mutlaka gerçekleşmiştir. Kimi zaman o kişiyi çok sevdiğimizden affederiz, kimi zaman bir ortamı paylaşmanın zorunluluğudur bizi affetmeye iten, kimi zaman engin yüreğimizdir her koşulda affetmeyi seçen. Bir sürü gerekçe sayabiliriz bağışlamaya dair. Bazen gönüllü bir süreçtir bu bazen gönülsüz. “Zordur gerçek affedişler”. Bizi üzmüş, zarar vermiş, canımızı yakmış, yüreğimizi dağlamış olanları affetmek kolay değildir elbet. İnsanlar bizi maddi, manevi birçok şekilde üzmüş olabilir. Yalanlar, iftiralar, iş yerlerimizde yaşadığımız haksızlıklar, haklarımızın suiistimal edilmesi, huzursuzluk vermek için yapılan entrikalar… Gerek sosyal hayatımızda gerek iş hayatımızda gerekse özel hayatımızda bunların birçoğunu yaşayabiliriz, yaşıyoruz da…Bize bunları yaşatanlara kırılırız, öfke duyarız, nefret hissederiz ve diğer taraftan olanlardan ötürü içimiz acır, üzülür, mutsuzluğu yaşarız. İşte bize tüm bunları hissettiren kişiler için kötü duygular beslemiyorsak, onlara dair duygularımız nötr olabiliyorsa, her şeyi bir kenara bırakıp o kişiye dair duyduğumuz iyi haberlere onun adına sevinebiliyor ve yolu açık olsun diyebiliyorsak affetmeyi başarmışız demektir. Bunu başarabilmek kolay sıradan bir durum değildir. Aşama aşama zamanla kendimizi eğitir, duygularımıza gerçekten sahip çıkabilirsek bunu başarmak hiç de imkânsız değildir. Eğer isterseniz, çabalarsanız gerçekten affedebilmeyi mutlaka başarırsınız. Sadece bunu yapabileceğinize inanın ve vazgeçmeyin. Çünkü bununda mükafatı büyüktür.

Gerçek affediş; rahatlatır, özgürleştirir insanı, kuş misali göklerde süzülecek kadar hafiflersiniz. Kinden arınırsınız, huzuru tadar, sırtınızda ki o kamburu yok edersiniz.  Ben tüm açık yürekliliğimle affettim, beni incitenleri geride, geçmişte bıraktım, onlar için iyi olabilecek her şey için onlar adına daima mutlu olurum. Duyduğum hiçbir şey aldığım hiçbir haber kalbimde negatif bir hissiyat oluşturmuyor. Sevgi ve ışıklı yoluma devam ediyorum.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

“SANA NERELİ OLDUĞUN SORULDUĞUNDA ASLA BİR MEMLEKET ADI SÖYLEME, DÜNYANIN BİR İNSANI OLDUĞUNU UNUTMA.”

Dünya insanı kavramını da belki de ilk kullanan kişi Epiktetos’tur. Bu bir yere ait olmamakla ilgili olduğu gibi aynı zamanda dünyanın içinde her yerde kendine bir yer bulabilmek, orada yaşayabilmek, yalnız hissetmemekle ilgilidir. Ama zaten Tanrı’dan bir parçayı içinde taşıyan insan hiçbir zaman yalnız değildir. En büyük yoldaşı  O’dur. Epiktetos insana dünyada bir başına olmadığını, olmaması gerektiğini, toplumun bir parçası olduğunu sürekli hatırlatmaktadır.

“Bu hatta tek başımıza mıyız? Herkesten ayrı? Bir ayağı sadece ayak olduğunu düşünün. Çamurda yürür, dikenlere dolanır ve bazen gerektiğinde bütün bir vücudun iyiliği için kesilir. Yoksa zaten o artık bir ayak değildir, görevi yeri geldiğinde kesilmektedir. Bazen biz de bir ayağız.

Kimisi kendini duvarların, evlerin arkasına saklayabilir. Kendisini karanlığa gömebilir. Saklanmanın pek çok yolu vardır. Bazısı kapısını kapar ve biri gelecek olursa gittiğimi söylersiniz der. Ama gerçek bir kinik bunların hiçbirini yapmaz. Bunun yerine kendini tevazu ile sarmalar: Yoksa utanacak ve açık gökyüzünün altında çıplak kalacaktır. Bu onun evidir, bu onun kapısıdır, bu onun kapısında bekleyen insandır ve bu onun karanlığıdır!

Bu dünya büyük bir şehirden ibaret. Bazı yerleri diğerleri daha iyi olabilsin diye yok oluyor, bazıları yer değiştiriyor, bazıları boyun eğiyor. Ama en nihayetinde hepsi dostlarla, doğanın birbirine bağladığı insanlarla dolu.

Sen nesin? Bir insan. Kendi başına sağlıklı ve zengin bir şekilde yaşaman doğal olandır. Ancak toplum içinde bir adam olarak gün gelir hasta olursun, gün gelir denizde bir kahraman olur, hatta belki bütün için erken bile ölürsün. O halde neden yakınıyorsun? Bir ayak bedenden ayrılırsa artık ayak değildir. Ve sen de eğer toplumdan ayrılırsan artık bir insan olmazsın. Peki bir insan nedir? Bir şehrin parçası. Hem vücudumuzun hem de bizi sarıp sarmalayan bir dünyada bizim ve diğerlerinin başına bir şeyler gelecektir. O halde payına düşen başına gelenleri anlatmaktır”

Epiktetos şüphesiz bununla topluma faydalı olmayı vurguluyordu. Toplum bir vücut gibi düşünülecek olursa her bir insanın bu vücudun bir uzvu olduğunu söylüyor ve buna uygun hareket etmesini söylüyordu. Ancak çok önemsediği bir ayrıntı vardı. O da aslında her insanın ağzına konan kelamın Tanrı’dan geldiğiydi.

“Benim sana söylediklerimi eve gidip düşündüğünde kendine şunu söyle: ‘Bana bunları söyleyen Epiketos değil. O olamaz. Hayır. Bana bunları söyleyen onun aracılığıyla cömert Tanrı’dır.’ Doğru, eğer bir karga geliyor ve sana gagasıyla bir şey söylüyorsa bunu söyleyen karga değildir, karga aracılığıyla sana haber gönderen Tanrı’dır. Tanrı sana bir şeyi söylemek istediğinde bir insana bunları söyletecektir.”

Epiktetos toplum içinde nasıl davranılması gerektiğine dair de öğütlerde bulunuyordu. Onun felsefesinde kimse birbirinden daha üstün ya da daha aşağı değildi. Zihnine önem verdiği, kendini geliştirdiği sürece herkes kıymetliydi. Maddi koşullar onları bir göstermiyor olabilirdi, ama zaten Epiktetos’a göre bu bir ölçüt de değildi. En nihayetinde kendisi bir köle olarak dünyaya gelmiş, ancak düşünceleri sayesinde önce kendi içinde sonra da toplum içinde özgürleşmişti.

“Benim neyim eksik?” diye soruyorsun.

Neyim mi eksik? Zihninin kararlılığı. Doğanın sana verdiği sakinlik.

Benim umurumda olmayanlar senin umurunda. Senden daha zenginim: Sezar benim hakkımda ne düşünecek diye endişelenmiyorum. Kimseyi övüp durmuyorum. Altınlar ve gümüşler yerine sahip olduğum şey bu işte. Senin altınların olabilir ama mantığın, ilkelerin, kabul edilmiş görüşlerin, eğilimlerin ve arzuların sadece kilden.

Kendine yapılmasının istemediğini bir başkasına yapma. Köle olmak istemiyorsan, o zaman başkalarını da köleleştirme.

İnsanlar seni hakkında iyi şeyler söylesinler istiyorsan onlar hakkında iyi şeyler söyle. Onlar hakkında iyi konuşmayı öğrendikten sonra onlara iyilik yapmayı öğren.”

Ancak ne olursa olsun, her şeyden önce gelen insanın kendini geliştirmesi, kendini bilmesiydi; ancak o zaman toplum içinde de değerli olabilirdi.

“Nasıl ki bazı şarkıcıların sesi sadece korunun içinde güzeldir, bazıları da yalnız olmaz.

Koronun içinde kaybolacağına kendi başına yürümeye ve sadece kendinle konuşmaya çalış. Uzun uzun düşün, etrafına bak, hareket geç ve kim olduğunu keşfet!

Kimse bir başkasının karakterini şekillendirmez. Kimse beni iyiliğe ya da kötülüğe teşvik edemez. Ben kendimin efendisiyim ve ne olduğuma ancak kendim karar veririm.”

Epiktetos Kitabından

 

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com 

ULAŞILMAK İSTENEN

Dua dolu öyle çok söz söylenmiş, öyle çok yakarışta bulunulmuştur ki bolluk bereket yaşansın, yokluk gelmesin diye. Kimi söylemler toprak için, kimi söylemler evlerimizin mutfağı, rızkımız için, kimi söylemler ömürlerimizin bereketli olması için olmuştur. Peki ya yüreklerimizin bereketi…

Hepimiz isteriz ve dileriz ki evimiz aşsız kalmasın, istediğimiz malı mülkü edinelim, eksiksiz yaşantılar sürelim.  Asıl olan şu dur ki; sahip olunacak en büyük akarlar, mülkler bereketi içinde barındırmıyorsa kül olup gider. Değdiği yerler yeşermez, mutlak faydaya ulaşmaz. Ne sahibine ne de ondan rızıklanacak kişilere. En küçük akarımızda varsa bereket; değdiği yerler yeşerir, bollaşır, faydası hem sahibine hem de yeni rızık sahiplerine bolluk ulaşır.

Bereket, bolluk; elbette lütuftur ve herkese sunulmaz. Hele ki sevgiden yana berekete ve bolluğa sahiplik eden bir gönül her kapıda bulunmaz. O gönül ki, engin bir derya gibidir. Ne sevgisini paylaşmaktan ne de sahip olduğu maddiyatı paylaşmaktan asla geri durmaz. Paylaşmak hiçbir şeyimizi eksiltmez aksine yeri her zaman daha fazlasıyla dolar. Sorun kendinize sevgiyi paylaştık diye sevgimiz mi azalır(?), yüreğimiz mi kurur(?). Bunların olması mümkün bile değildir, o yürek ki; bereketli pınar gibidir, içmekle eksilmez.  Maddiyata gelince… paramızı paylaştık, ihtiyacı olan birini mutlu ettik… Evet reel olarak o ancak eksilmeye geçtik. Ama biz bir hayata umut olduk, onun mutluluğu, duası bize öyle kapılar açacaktır ki, bizim eksilenlerimizin yerine mutlaka ve mutlaka fazlası gelecektir, yeri dolacaktır. Paylaşılanlar için birçoğumuzun diline pelesenk olan “Allah yerini doldursun” diye bir dua vardır. Bu dua boşa edilmez ve sonsuzcasına kabul olmuş ve olmaya devam eden en güzel duadır.

Yüreklerimizin bolluğunu bereketini açalım bütün canlılara, asla cimrilik yapmayalım.  İşte çoğumuzun kaçırdığı detay burada gizli cimrilik her daim yokluğu getirir. Bu yokluk başta kendimize dokunur beraberinde de dünyamıza. Yaşantıların güzellikleri bir bir yitip gider. Başlangıçta her şeye sahip olduğumuzu düşünürüz. Ben duygusu büyüdükçe büyür, esas olan kişi biz oluruz. Dünya sadece bizim için dönüyor, her bir yaratılan bizim için varmış gibi gelir. Sanırız ki sınırsız bolluk, bereket içinde yaşıyoruz. Oysa gerçekle yüzleşmek çok yakındır. Ya bugün ya da yarın gelir o gerçek. İşte o andan sonra cimrilikten, varlığı karanlığa düşmüş olarak yapayalnız kalıveririz. Kimilerimiz “neden ben bu hale düştüm” diye sorar kendine. Kimilerimizse bunu kendine sormanın uyanışına dahi erişemeden yok olur gider. Eğer şanslıysak, bir umut varsa yüreğimiz için o soruyu sorabiliriz kendimize ve şayet bu sorunun doğru cevabını verebilirsek, işte o andan itibaren yeniden aydınlık yoluna girebiliriz.

Her şey birbirini takip eden bir sarmaldır. Bolluk bereket dedik ve oradan cimriliğe kadar geldik. Çünkü bir durum beraberinde yüzlercesini etkileyerek ilerler. Bereketli, bolluk içinde bir ömür istiyorsak eğer önce yüreklerimizi arındırmalıyız. İçimizde var olan ve belki de varlığından bugüne değin haberdar olmadığımız paylaşma eylemini gerçekleştirmek için adım atmalıyız. Sahip olduklarımızın cimriliğini yapmamalıyız. Başlangıçta sevgimizi, mutluluğumuzu, umutlarımızı paylaşmalıyız, maddi imkanlarımızı olabildiğince ihtiyaç duyanlara ulaştırmalıyız. İşte o zaman bereket ve bolluk kapıları ardına kadar bizim için açılacaktır. Bundan hiç şüpheniz olmasın. Hayat çok kısa, sonun kimin için ne zaman geleceğini hangimiz bilebiliriz?

Unutmayalım ki gülen yüzümüz, gülen sözümüz nice gönüllere merhem olur, nice umutları filizlendirir yeşertir. Paylaşacağımız bir parça aş nice sofralara nimet olur, yokluğu ortadan kaldırır. Zor olan şeyler değil bunlar sadece temiz ve aydınlık yürek her türlü güzelliğe ulaşmamızı sağlar. Yüreklerimizdeki sevginin mucizesine inanın. Bereketimiz bolluğumuz sonsuz olsun…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

ESAS OLANA DOĞRU

Yüzyıllardır birçok bilim adamı, filozoflar, felsefeciler, düşünürler madde ve maneviyat çizgilerinin üzerinde dans edercesine fikirlerini açıklamışlar. Bu fikirler üzerine de yüzlerce sayfalık değerleri tartışılmayacak makaleler, kitaplar yazmışlar. Her bir düşünce şekli kimi zaman bir diğeri çürütmek adına çalışmış, kimi zaman sadece kendilerini ortaya koymuş, kimi zamansa farkında olmaksızın ortak payda da buluşmuşlar.

Maddeci bakış açısında maddesel realite ön plandadır. Şöyle ki;“her şeyin maddeden oluştuğunu ve bilinç de dahil olmak üzere bütün görüngülerin maddi etkileşimler sonucu oluştuğunu öne süren bir inanışa sahiptir.

Maneviyatçı bakış açısı ise çok boyutlu bir olgudur. “Madde ve mana bütünlüğünün esas olması üzerinde durur ve buradan hareketle bütüne ulaşır. 

Benim niyetim hiçbir düşünce şeklini yermek değil, sadece kendi bakışımı anlatmak. Yaşanmışlıklar ve günümüze bakarak ulaştığım olguları ve düşünceleri paylaşacağım. Ben her zaman esas olanın maneviyat olduğuna inanarak yaşadım ve gördüğüm her bir yaşanmışlık örneği bana bu düşünce şeklimin ne kadar doğru olduğunu gösterdi.

Madde elimde olan, maneviyatsa ta derinlerde, yüreğimde olandır. Yüreğim dediğim; “aklın ve maneviyatın tek bir merkezde toplanıp, iç içe geçip bir bütün olduğu yerdir”.

Sebep ve sonuç zincirleriyle harmanlanmış hayatımızda kimi zaman yaşananlardan ötürü kopmalar, devinimler, değişimler, farkındalıklar meydana gelmektedir. Her bir durumda bizlerde yeni hissiyatların oluşmasına yol açmaktadır. İnsanlar öyle bir yapıyla yaratılmıştır ki; kişinin bireysel hissiyatları sadece kendine değil, etrafında ki o büyük halkaya sirayet eder. Kişinin olumlu ya da olumsuz her hangi bir durumu sadece kendinde yankılanmaz etrafındaki o halkaya da ulaşır. O halkada da birey kendi halkasındakini etkiler, o da bir diğerini. İşte böylece sarmal büyüdükçe büyür. Ne kadar temiz ne kadar teslimiyeti esas almış bir yüreğe sahipsek o ölçüde varız demektir.  Teslimiyet için inanmak gerekir. Yaratana inanç esastır ve teslimiyet için tevekkül gereklidir. Durmayacağız, şayet hayatın karanlık döngüleriyse karşımıza çıkan, onları bertaraf etmek, aydınlatmak için uğraşacağız, çalışacağız ve karanlığın yerini iyiliğe teslim edeceğiz.  Kalplerde ki karanlık tarafları yok edip manevi temizliğimizi yapacağız. Bu yenilenmeyi önce kendimize sonrada etrafımızda ki o halkalara borçluyuz. Tam da burada karşımızda maneviyat olusunun içinde ki bütünlük çıkıyor. Hiçbir oluş tek bir şeyin için etkin değildir. Bildiğimiz ya da bilmediğimiz hatta bilemeyeceğimiz birçok şey için etkindir. İşte her bir insan böylesi bir büyük bir sorumluluğu üzerinde taşır.  Bu durumda yapılması gereken kişinin kendini bilmesi, yanlışlarını düzeltmesi, hatalarını telafi etmesi kısacası kendisini törpülemesi gerekir.

Dünya var olduğunda bu yanan insanlık her bir olumsuzlukta tutunacak dallar aramıştır ve en büyük güç kaynağının inanmak, bir hissiyata ait olmak olduğunu görmüşlerdir. Son dönemlerimize bakalım; insanlık yani hepimiz bizden öncekilerin de yaşadığı gibi büyük bir imtihandan geçiyoruz. Öncesinde değer verilen çok şeyin aslında hiçbir manası olmadığını görüyor, değer verecek tutunacak dallar arıyoruz. İşte bu da bir uyanış, farkında olma durumudur. Çoğumuz sevginin ve inancın değerini keşfetmeye başladı ve bu yolda çaba sarf ediyor. Umudum o ki; bu zor ve kötü günlerimiz en kısa sürede bitecek ve aydınlığın yolunu anlamış insanların güzelleştireceği yeni bir dünya bizim olacak. İnsan en özellikli yaratılandır ve yaşama dair borcumuz doğru insan olmaktır. Esas olanı içimizde yaşatalım, maneviyatın gücüne inanıp, o yolu kendimize klavuz edinelim.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

“İSTEKTEN ARINMIŞ RUH GİZLİ OLANI GÖRÜR. HEP İSTEYEN RUH İSE YALNIZCA İSTEDİĞİNİ.”

 Arzular, istekler, tutkular… Her şey gibi bu duyguların da azı karar, çoğu zarardır. Belki de bir nevi yoldan çıkarış olan bu duygular ne kadar yoğunlaşırsa bizler de hayata karşı o kadar körleşiyoruz. Hayatın bize sunduğu tüm potansiyeller bir anda sis bulutunun içinde kayboluyor, silikleşiyor. Onların farkına varmamız, yaşamımızın bir parçası haline getirmeden yaşamamız gitgide imkansızlaşıyor.

Kaçımız o çok istediği terfi yüzünde ailesi ile olan güzel bir anı kaçırdı… Kaçımız deli gibi tüketim çılgınlığında kendini kaybetmiş varını yoğunu mala mülke harcarken yanı başındaki asıl ihtiyaç sahibini görmezden geldi, hatta fark etmedi bile… Daha yakışıklı, daha zengin, daha güzel, daha hamarat derken gerçek aşk gözlerden kaçtı. İçinizdeki potansiyel yaratıcılığa sarılmak varken doyumsuzluğun girdabında kaybolup sevmediğiniz, ruhunuzu, bedeninizi adeta hapiste hissettiren işlerde yıllarınızı harcadınız…

Buda’nın, “Gökten altın yağsa insanın arzuları doyurulmaz. İsteğin küçük bir zevk verdiğini ve aslında acıya neden olduğunu bilen kişi, bilge kişidir.” sözünde de anlatılan insanı ele geçirmeye başlar. Doyumsuzluk denizinde gitgide boğulmaya, bu girdabın içinde doğaldan uzaklaşmaya başlarız. Oysa sadece deneyimlemeyi seçen, kendi varlığının ve değerinin farkına varmış, özü ile barışık ruh aslen anda bulunmanın farkında olan ve akışta olmayı seçendir. Hayatın sihirli bütünlüğü bu insanın ruhuna akar. Hayata karşı, doyumsuzluğun pençesinde verdiğimiz bu savaş bizleri aynı zamanda özümüzden, kendi potansiyelimizden de uzaklaştırırken sadece olmayı deneyimlemiş ruh doğa ile senkronize bir şekilde hayatı idame ettirir.

Lao Tzu’nun belki de doğa ile uyumu savunması, ruhlarımızın az ve öz ile yetinmeyi bilmesi gerektiği gerçeğini birçok öğretisinde dile getirmesi geleceği öngörmüş olmasından kaynaklıyor olabilir. Bizlerin her türlü tüketim çılgınlığına karşılık, hiçbir canlı ihtiyacından fazlasını ne arzular ne de tüketir. Doğaya baktığımızda tok bir aslan bir ceylanı avlayayım ve daha sonra acıkınca yerim demez, durduk yere hiçbir kunduz bir yuva daha yapmam lazım diyerek ihtiyacından fazla ağacı kesmez. Her şey kendi doğasında ihtiyacı olan kadarının tüketir, daha fazlasını arzulamaz, doğanın müthiş uyumu ve dengesini sadece deneyimlerler. İşte bu tüm arzu ve isteklerinden arınmış bir ruh kendi potansiyelinin de açığa aslında herkese bahsedilmiş sihrine tanık olur.
Lao TZU

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

ARDINIZDA Kİ GERÇEK GÜÇ “ARKADAŞ”

 

    “Arkadaş” kelimesi bir çok ilişki tipi için kullanılmaktadır. İş arkadaşı, sosyal medya arkadaşı, mahalle arkadaşı… Hal böyle ise bir sürü arkadaşlık tipi sayılabilir. Oysa ben derim ki; bu ilişki tiplerinden dünyanın en güzel yürek birliğinin adını yani “Arkadaş” ifadesini kaldırıp onun yerine “Tanıdık” ifadesini kullanmak daha yerinde olabilir. Bu durumda sonuç söyle olur: İş tanıdığınız, sosyal medya tanıdığınız, mahalle tanıdığınız…
 
      Asıl olan bu değil midir zaten? Kişiler bir şekilde hayatlarınızın bazı dönemlerinde vardır ve her kişi sadece o dönem ya da o durum için vardır. Elbette bu demek değildir ki edindiğiniz bu insanlar sizin için arkadaş olamaz. Tabii ki olur, lakin “arkadaşlık” öyle anlık, dönemlik, geçici bir süreç değil. Ağırdır yükü, büyük emek ister, yürek ister. Nice tanıdıklar olmuştur hayatlarınızda, hatta siz onlara “arkadaş” bile demiş olabilirsiniz. Çünkü öyle hissetmiştir sizin engin gönlünüz. Kucak açmışsınızdır, hayatlarına ortak olmuşsunuzdur. Lakin karşınızda ki gerçekte sizin gibi hiç hissetmemiştir, hissedememiştir. Sonuç kayıptır… Ama kayıp size değil sizin güzel yüreğinizi göremeyen karanlık yüreğe aittir. Kazançsa sizindir, çünkü gün gelir görürsünüz o kişinin sizin güzelliklerine hiç de layık olmadığını. İşte o andan itibaren uyanış başlar “arkadaşlığınızı” sadece gerçek insanlara sunarsınız.
 
     Nedir “Arkadaş” ?
 
     Arkadaş kelimesinin ilk hali Arka-taş şeklindedir, zaman içerisinde bugünkü halini yani Arkadaş şeklini almıştır. Arka, ardınız anlamında, taş da güç anlamındadır. Açılımına baktığımız Arkadaş kelimesi tam da anlamının karşılığına layık bir ifadedir. Arkanızın, ardınızın taş gibi sağlam olması. İşte budur; arkadaş arkanızda en güçlü en sağlam şekilde durandır, katıksızca sahiplenmiştir sizi, gücünüzün üzerine güç, yüreğinizin üzerine yeni bir yürektir.
 
    Yılgınlıklarınızı, kırgınlıklarınızı, üzüntülerinizi, kederlerinizi paylaşacağınız sığınağınız, limanınızdır o… Mutluluklarınızı, sevinçlerinizi, kahkahalarınızı arttıran, keyfinize keyif katan bereketli toprağınızdır o… Çılgınlıklarınızın suç ortağı, haylazlıklarınızın sessiz şahididir… O ki;”Arkadaş”; altında dolaştığımız ancak bizi hiç ıslatmayan, dört bir yanda gökkuşağı oluşturmak için yağan sevgi yağmurudur.
 
     Konuştuğunuzda sükunetle dinler, dinlediklerini tartar, değerlendirir, anlamlandırır. Acele etmez, sabırla bekler, gönlünüzü yeşertecek sözlere, ancak, siz sustuğunuzda başlar.  Sizi o karanlık diyarlardan, yanlışlara düşeceğiniz hallerden çıkarır aydınlık bir gökyüzünde nefes almanıza yardım eder. Dertlerinizi yüklenir, omuzlarınızın çökmesine asla müsaade etmez.  Arkadaş; ilaçtır, devadır, yollarınızı aydınlatan neferdir, candır, yürektir, kardeştir, sizdendir, sizdir.
 
     Yüzlercesine, onlarcasına ihtiyacınız yok… Bir tane dahi olsa; gerçek olsun, asıl olsun, gölgesinde dinlenebileceğiniz, kederinizi dağıtıp, sevinçlerinize ortak edeceğiniz çınar ağacı gibi köklü, sağlam bir yüreği olsun, sizin olsun… Arkadaş olsun…
 
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

SINIRSIZ ŞEFKAT

 

    ” Şu anda zevk ile okuduğum Dr.Rick Hanson ve Dr.Richard Mendius (Nörolog) yazmış olduğu “Buda’nın Beyni” kitabında “SINIRSIZ ŞEFKAT” konusunu sizlerle paylaşmak istedim.

Kitabın içeriği, zihin işleyişini, mutluluk, empati ve birbirine bağlılığın nörolojik kökenlerinde bahsediyor. Her bölümün temelini oluşturan öğretileri-yüce gerçekler, farkındalığın temelleri ve erdem, merhamet, bağışlayıcılık ve içsel huzur-Buda’nın herkesin anlayabileceği şekilde sunduğu netliktedir.”

Dünyadaki tüm neşe başkalarının mutluluğunu istemekten, tüm acılar da yalnızca kendi mutluluğunu istemekten kaynaklanır. —Shantideva

Merhamet varlıkların acı çekmemesini dilemekse, şefkat de onların mutlu olmalarının dilemektir. Merhamet öncelikle acıya karşılık verir; ancak şefkat her zaman, insanlar iyi olduklarında da devrededir. Şefkat gündelik, ufak tefek durumlarda kendini gösterir; iyi bir bahşiş bırakmak, yorgun olmanıza rağmen çocuğunuza bir masal daha okumak veya trafikteyken diğer sürücüye geçmesi için yol vermek gibi.

Şefkatin içinde, eşanlamlı sevencenlik sözcüğünün de belirttiği üzere sevgi dolu bir nitelik mevcuttur. Şefkat, bir yabancıya yardım etmekten bir çocuğa ya da eşe duyulan derin sevgiye kadar değişik durumlarda mevcuttur.

Şefkat, prefrontal niyetlere ve ilklere, limbik sisteme dayalı duygulara ve ödüllere, oksitosin ve endorfin gibi nöro-kimyasalara ve beyin sapının uyarılmasına bağlıdır. Bu faktörler, şefkat duygunuzu beslemek için size bu bölümde inceleyeceğimiz çeşitli yolları sunar. Başkalarının iyiliğini istemek ve iyi davranmak.

Mükemmel niyetler ve yaşamınızı onların yönlendirmesine izin vermekten başka bir şey yapmanıza gerek yok!

Her sabah, o gün şefkatli ve sevgi dolu olacağınız niyetiyle uyanın. İnsanlara şefkatle yaklaşmanın getireceği iyi hisleri hayal edin; bu hisleri, zihniniz ve beyninizi, kendiliğinden şefkat hissine yönlendirecek ödüller olarak içselleştirin. Sonuçlar dalga dalga yayılabilmektedir.

İyi niyetlere odaklanma ve bunları ifade etmenin yollarında biri, sadece düşünmek, yazmak ya da hatta şarkı söylemek ifade edebileceğiniz şu geleneksel dileklerdir:
          Güvende olmanı dilerim.
          Sağlıklı olmanı dilerim.
          Mutlu olmanı dilerim.
          Rahat yaşamanı dilerim.

Dilerseniz bunları değiştirebilir, içinizde şefkat ve sevgi uyandıracak güçte başka ifadeler kullanabilirsiniz. Örneğin:

    İçsel ve dışsal zararlardan korunmanı dilerim.
        Güçlü ve dinç olmanı dilerim.
        Tamamen huzurlu olmanı dilerim.
        Senin ve sevdiğin herkesin refah içinde olmasını dilerim.
        Güvende, sağlıklı, mutlu ve huzurlu olmanı dilerim.

Çok daha belirgin ifadeler de kullanabilirsiniz.:

    İstediğin o işe girmeni diliyorum.
        Annenin sana iyi davranmasını diliyorum.

Şefkat pratiği, birkaç açıdan merhamet pratiği gibidir. Hem dilekleri hem de hisleri içerir; şefkat, beyninizde prefrontal dil ve niyet ağlarının yanı sıra limbik duygu ve ödül ağlarını harekete geçirir. Kalbi, özellikle de büyük bir acı veya öfke anında sevgi dolu kılmak adına ılımlılığı davet eder. Şefkat herkes içindir; kimseyi dışlamadan, tüm varlıkları kalbinizdeki “biz” çemberi içinde dahil eder.

Kendi içinizdeki bazı yanlarınıza bile şefkat gösterebilirsiniz. Örneğin, içinizdeki küçük çocuğa sevecen davranmak oldukça etkili ve güçlü bir eylemdir. İlgi arzusu, öğrenme zorluğu ya da belirli durumlarda korku duymak gibi kendinizde değiştirmek istediğiniz huylarınız karşı bile sevecen olabilirsiniz.

Gün içinde bilinçli ve aktif bir şekilde eylemlerinize, konuşmalarınıza ve en önemlisi de düşüncelerinize şefkat katın. Zihninizin arka planında, simülatörde oynayıp duran mini filmlerde sevecenlik temasına daha çok vurgu yapmaya çalışın. Simülatörün sinir ağları, şefkat mesajlarıyla gittikçe daha çok “ateşlendikçe”, başkalarına karşı bu hisler ve davranışlar beyninize daha çok yerleşecektir. Ayrıca kendinize karşı da şefkatli davranıp bunun nasıl bir his olduğunu gözlemleyin! Buda’nın ifadesinin olduğu gibi “zihnin, şefkat yoluyla özgürleşmesi’dir.

Buda’nın Beyni Kitabı

Okuduğumuz bilgileri sadece okumakla kalmayıp içselleştirmek gerekir. İçselleştirilmemiş bir bilginin hiçbir değeri yoktur.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com 

İYİLİĞE DAİR

     

 
 


    Bugün iyilik şarkılarını sadece dilimizle değil yüreğimizle nasıl söyleyeceğimizden bahsetmek istiyorum. İyilik için yapılan birçok tanımlamanın özü; önce kendimize ve beraberinde her canlıya, her duruma, her olaya karşı doğru davranmak noktasında birleşir. Peki asıl olan sadece bu mudur? Bu kadar düz bir ifade yeter mi ki iyiliği anlatmaya?

Oysa benim cebimde bir sürü yeni söylem var iyiliği anlatmaya ve şimdi başlayalım cebimizdekileri su yüzüne çıkarmaya. İyi” ışıklı bir kelimedir, “İyilikse” bu ışıklı kelimenin can bulmuş halidir.

Yürek temizse, sıcaksa, aydınlıksa ve hele ki sevgi doluysa işte o orada başlar ışıklı kelimenin can bulmuş hali… Her zaman gibi önce kendimiz için en iyi olana koşmalı, ruhumuzu arındırmalı ve iyilik duygusunu tüm hücrelerimize yaymalıyız. Şifalanmadan şifa verebilir miyiz? Döngü bundan sonra devam edecektir. Güne, geceye, aldığımız nefese, gökyüzüne, yani içinde olduğumuz doğaya, yaşamı paylaştığımız her bir canlıya bu güzel hissi yaşatmak ve yaymak için çaba göstermeliyiz.  Doğru olan sadece tanıdıklarımızın, etrafımızda ki insanların yüreğine dokunmak onlar için iyilik istemek, iyi şeyler yapmak demek değildir. Her bir canlı için bunu istemeliyiz ve yapmalıyız. Büyük  paralara ihtiyaç yoktur yapılacak güzellikler için. Bazen sadece darda olanların dertlerini dinlemek, inceden onların yüreklerine dokumak bile yeter. İnsanların yüreklerine umutlar yeşertmek en ulvi iyiliğe en güzel örnektir. Yaşadığımız dünyayı paylaştığımız her bir canlıya karşı yaşam borcumuz var. Hiçbir varlığı kendimizden ayrı tutmadan kayıtsız hoş görülü davranmalı herkes için dileyeceğimiz ya da yapacağımız iyiliğinin bir gün yolumuza da ışık tutabileceğini aklımızdan çıkartmamalıyız.

İyilik öylesine tılsımlı bir güce sahiptir; “En olmaz dediklerimizi oldurur, en kötü dediklerimizi iyi yapar, en çirkin dediklerimizi güzelleştirir.” Yıllar öncesinde seyrettiğim bir dizi hatırıma geldi, onda da bu durum çarpıcı bir örnek vardı. Dizinin iki kahramanından biri güzel bir kadın diğeri de aslanla insan birleşimi sonucu ortaya çıkmış bir yaratık idi. Yaratık öyle bir yüreğe sahipti ki ve öylesine iyilik doluydu ki onun o korkutucu yüzü zihinlerimizden silinip gitmiş yerini dünyanın en güzel, en sıcak, en iyilik dolu yüzüne bırakmıştı. İyilik kalp yoludur, kalbin dili ise anlayana hissedene konuşur… İşte bakın çirkin diyebileceğimize bile güzellik katıyorsa bu davranış ve his yumağı, güzeli daha da güzel kılmaz mı?

İçinde iyilik olan her şey beraberinde yeni umutları doğurur. O umutların üzerine konuşulacak öyle çok şey var ki… Şimdilik zihinlerinizde yapacağınız umuda dair seyahatle sizi baş başa bırakıyorum. Bir sonra ki buluşmamızda bende size eşlik edeceğim…

İyi olmak, iyiliklerle dolu bir yüreğe sahip olmak uçsuz bucaksız bir derya ise, bırakalım o deryaya kendimizi sınırsızca hesapsızca kendimizi teslim edelim. O aydınlık yolda hep birlikte yürümek dileğiyle…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com