İNSANDA VİCDAN OLDUKÇA KİMSEYİ ÜZMEZ

Sıra geldi bu ayki hikâyemize. Bu hikâyede o kadar güzel dersler var ki. Bu derslerin en önemlisi de vicdan. İlerleyen günlerde vicdan üzerine belki birkaç bölüm hâlinde yazımlarım olacak; gene insanlardan aldığım dersler etrafında yaşadıklarımı örneklerle anlatacağım. Ancak şimdilik bu hikâyeyi ve birkaç satır da kendi duygularımı ve düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.

Her insan kendini vicdanlı zanneder fakat bence menfaatin olduğu yerde vicdan olmaz. Çünkü bir insan size menfaat için yanaşıp iyiliğinizi kullanarak size olumsuzluk yaşatıyorsa burada vicdandan söz edemeyiz. O kişi kendi işi görüldüğü için sizi düşünmez. Size maddi ve manevi zarar verilmiş mi, üzülmüş müsünüz; bunlarla ilgilenmez. Onun için o anda önemli olan sadece kendi işinin görülmesidir. Birisinden bu şekilde zarar görürseniz bu sefer başka birine iyilik yapmak için iki kere hatta üç kere düşünürsünüz: Acaba bu kişi de diğerleri gibi mi olacak? Böyle düşündüğünüz için kimse sizi suçlayamaz tabii ki ama siz yine de iyilikten ve vicdanınızın sesini dinlemekten vazgeçmeyin.

Şimdi sevgili okuyucularım, sizi hikâye ile baş başa bırakıyorum.

MENFAATİN YERİNE VİCDANIN SESİNE KULAK VERMEK

Sıcak bir yaz günüydü. Devesinin üzerine binmiş, ıssız çöllerde yolculuk yapmakta olan bir bedevi, yorulunca biraz oturup dinlenmeye karar verdi. Uzaktan geldiği güçlükle yürümesinden belli olan, dudakları susuzluktan kurumuş bir adamla karşılaştı.

Adam, bedeviyi görünce hemen “Su!..” dedi.

Çok yorulmuş ve çok susuz kalmış olacak ki adam acele edercesine tekrarladı:

“Ne olur, biraz su!”

Susuzluktan mecali kalmayan, hararetten dudakları çatlamış adam, durumun ciddiyetini göstermek istercesine davranışlar sergilemeye başladı. Kendisine acındırarak vaziyetinin kötü olduğunu anlatmaya çalıştı ve zor hareket eden diliyle tekrar şöyle söyledi:

“Uzun süredir yollardayım; çok ama çok susadım. Ne olur, biraz su!”

Bedevi, adamın hâline baktı ve acıdı. Çölde yolculuk esnasında kendisinin de en büyük ihtiyacı olan su kabını derhâl devesinden alıp adama uzattı.

Adam suyu içince gözü açıldı, dinçleşip kendine geldi. Fakat tam o sırada beklenmedik bir harekette bulundu. Birden bedeviyi itti ve yere düşürdü. Sonra da devenin üzerine atlayıp kaçmaya başladı.

Bedevi neye uğradığını şaşırmıştı. Bu adamın yaptığına ne demeliydi?

İyilik yaptığı adamdan kötülük görmüştü. Şaşkın bir vaziyette donup kaldı. Ne yapacağını bilemedi.

Hırsızın arkasından hayretle bakarken birden aklına onu takip etme düşüncesi geldi. Adamın peşinden koşmaya başladı. Fakat ne çare?

Hırsız, deveyi koşturarak uzaklaşıp gitmişti. Aralarındaki mesafe bir hayli açılmıştı. Hava da çok sıcaktı. Ona yetişmesi mümkün değildi.

Bedevi, ümitsizce arkasından şöyle seslenmeye başladı:

“Dur! Bir dakika dur! Bir çift sözüm var sana.”

Adam bedevinin sesini işitiyor fakat hiç aldırış etmiyordu. Üstelik deveyi daha süratlendirerek yoluna devam ediyordu.

Çaresiz kalan bedevi, adamın arkasından hem koşturuyor hem de sesleniyordu:

“Ey hırsız, tamam, deveyi al git ama sakın bu olayı kimselere anlatma.”

Hırsız bir an duraksar gibi oldu. Çünkü bedevinin bu isteği tuhafına gitmişti. Kendi kendine “Acaba yanlış mı duyuyorum?” dedi. Kulağına gelen sesi iyice dinledi. Ses ve söz aynıydı:

“Ey hırsız, tamam, deveyi al git ama sakın bu olayı kimselere anlatma.”

Bu ne demekti? Bedevi, niçin “Kimselere anlatma.” diye sesleniyordu?

Bu isteği tuhaf bulan hırsız, devenin süratini kesti. Hafif durur gibi yaptı. Bedevinin, sesini duyacak kadar yaklaştığını görünce ona:

– Niçin kimseye anlatmayayım? diye sordu.

Bedevi, ona insanlık adına bir ders vermek isteyerek şöyle dedi:

– Eğer sen bu hadiseyi insanlara anlatırsan, bu yaptığın yanlış hareket her yere yayılır. İnsanlarda iyilik yapma, yardım etme duyguları körelir. Kalplerdeki şefkat ve merhamet hislerinin zayıflamasına hatta yok olmasına sebep olur.

O zaman insanlar bir daha muhtaç, garip, yolda kalmış kimselere yardım etmez hâle gelir. Issız çöllerde yolculuk yaparken ihtiyaç içinde susuzluktan kıvranan bir yolcu görseler hiç ilgilenmezler. Görmezlikten gelirler. Bu ise insanlık adına büyük bir kötülük hatta düşmanlıktır.

Bu sebeple sakın kimselere anlatma! Kötülüğü ifşa etme. İnsanlar arasında yayma.

İnsanlardaki mürüvvet ve yardımseverlik duygularını öldürmüş olma.

İnsanoğlunun, hata ve kusurları, kötü davranışları ifşa etmesi, toplum içerisinde yayması hem kendisi hem de toplum açısından telafisi mümkün olmayan zararlara yol açar.

Kötülüğü ifşa etmek, her şeyden önce, hata ya da kusur işleyen insanı ya da kötülüğe maruz kalan kimseyi rencide eder ve incitir. Onun saygınlık ve itibarını zedeler.

Menfaatlere göre değil, vicdana göre yaşanacak güzel günler dileğiyle!..

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

YENİ BİR ŞEY ÖĞRENMEK

Evet, kaldığım yerden anılarıma devam ediyorum. Her yazdığım anı yazısı bana çok farklı duygular yaşatıyor. İnsan en çok çocukluk zamanını hatırlar çünkü zihin boştur ve yaşananlar ister istemez o boş zihne yerleşir. Şimdi dokuz yaşındaki çocuk kaldığı yerden devam edip elindeki anahtarla sandığı açıyor ve bir anıyı daha serbest bırakıyor.

Bir önceki anı yazımda ağabeyimin ve kardeşimin o yaz yapılacak sünnet düğünü için evde süren hazırlıklardan bahsetmiştim. Artık sünnet düğünü günü yavaş yavaş yaklaşıyordu. Evdeki hazırlıklar da hızlanmıştı. Annem ve babam aralarında, kimler düğüne çağrılacak konuşmaları yapıyorlar, isimler söyleniyordu. Davetliler konusunda annemin yaklaşımı, babamdan daha farklıydı. Annem, daha yakın olan kişilerle sık görüştüğümüz kişilerden belli sayıda davetli çağırmayı düşünüyordu. Babam ise “Onu çağırmazsak kırılır, bunu çağırmazsak darılır,” diyordu. Babama göre herkesi çağırmak gerekiyordu, kimse küsmesin kırılmasın, diye. Özellikle amcamlar şu kişiyi de çağır, dediklerinde sırf onlar istedi diye hemen tabii derdi. Bu arada düğün yapılacak yer bakılıyor, annem ve babam hafta sonları düğün yapılacak mekânlara gidip konuşuyorlardı.

Evdeki bu tatlı telaş güzeldi. Ayrıca düğün için Malatya’dan gelen ve bizde kalan anneannem, teyzem ve dayımla günlerimiz son derece mutlu şekilde geçiyordu. Bu arada arkadaşlarımla oyun oynamaya ve kitap okumaya da devam ediyordum. Derken başka şey daha istedim o yaz: Kanaviçe öğrenmek. Tabii durduk yerde ortaya çıkmadı bu istek. Anneannem bizde iken dantel örüyordu. Annem de dantel yapardı, örgü örerdi. “Ben de dantel örmek istiyorum,” dedim anneme. Buna en çok anneannem sevindi, “Ben sana öğretirim,” dedi. Biraz gösterdi nasıl yapmam gerektiğini fakat düşündüğüm gibi değildi dantel örmek, pek sevmedim. Başka bir şey yapmak istiyordum artık. Annem çok güzel kanaviçe yapmış örtülerin üstüne, ben de onları çok beğenmiştim. O örtüleri sordum, “Bunlar kanaviçe,” dedi annem, “Sana öğretirim istersen.” O günü hiç unutmuyorum. Annemle birlikte alışverişe gidip kanaviçe yapmam için malzeme aldık. Ben tabii ki çok mutluydum çünkü yeni bir şey öğrenecektim. Hem de zamanımı boşa geçirmemiş olacaktım. Aslında zamanımı pek de boşa geçirmiyordum, evde anneme yardım ediyordum ama bir de bunu yapacaktım. 

Annem ve anneannem bana öğretmeye başladılar. Hem anlattıklarını can kulağıyla dinliyor hem de pür dikkat nasıl yapıldığına bakıyordum. Kanaviçe işlerken ona özel iğne kullanılıyordu. İpliği de özeldi. Annem bir renk iplik almıştı. Ben de anneme sordum, “Neden tek renk? Sizin yaptığınızda birçok renk var.” Annem gülümsedi, “Sen önce tek renkle başla, bak bakalım yapacak mısın yoksa sıkılacak mısın? Önce bir başla, renkleri sonra düşünürüz,” dedi. Oradaki desenleri görünce çok hoşuma gitmişti, yapabileceğimi biliyordum. Kendimden o kadar emindim ki “Hemen yapacağım,” diye cevap verdim. Annem güldü. Artık vaktimi oyundan ziyade kanaviçe işleyerek geçirmeye başlamıştım. Çünkü tek isteğim kanaviçe işlemeyi öğrenmekti. Bir de çok sevmiştim kanaviçeyi, hatta öyle ki ileri yaşlarda da hep yaptığım iş oldu; çeşit çeşit modeller yaptım.

Çocukluğumdan beri sevdiğim, bana bir şeyler katacak işler yapmayı tercih ederim. Başkası istedi diye ya da kolay diye tercih etmem, benim yapmam önemlidir. Ve bir iki hafta içinde annem bana, “Gerçekten tahmin etmiyordum böyle hemen öğreneceğini,” dedi. Bu sefer anneme, “Eğer yapmaya başlarsan ikinci rengini alacağım demiştin,” dedim. Çünkü ilk öğrenmeye başladığım gün verdiği sözü unutmamıştım. Bir de “Yalnız renkleri ben seçeceğim,” dedim. Çünkü annem öylesine renkler almıştı başlangıçta. Annem, “Tamam, alırız,” deyince anladım, beni geçiştirmeye bakıyor, beni oyalamak için “Sen şimdilik bunlarla yap,” diyor. Anneannem ile birlikte gittik iplik almaya, ona söyledim ikinci renk de istediğimi. Beni kırmadı, “Tabii ki,” dedi, o gün dört beş renk iplik aldık. Hevesle işliyor, akşam babam eve gelince hemen gündüz yaptığım kanaviçeleri gösteriyordum. Ortaca amcam bize gelince ona da gösteriyordum. Amcam bana “Aferin” dedikten sonra “Ama kitap okumayı da ihmal etme, bol bol kitap oku,” diye tembihlemeyi de unutmuyordu. Ben “Peki,” deyip kanaviçe işlemeye devam ediyordum. Tabii ki kitap da okuyordum ama kanaviçeyi daha çok sevmiştim. Onu yaparken ortaya yeni bir şey çıkarıyordum ve yaptıklarımı ailem ile paylaşıyordum. Çocukluk dönemimde de bugün olduğu gibi paylaşmayı severdim. Bir şeyler yaptığımda ya da annem evde poğaça, kurabiye yaptığında onları alıp bahçede arkadaşlarıma dağıtıyordum. Evde bir yiyecek varsa alıp götürüyordum. Arkadaşlarımla beraber yiyorduk. Bahçede duvarın üstünde oturup hem konuşup hem de o yiyecekleri yemek o kadar güzeldi ki. Çok mutlu oluyorduk.

İnsan çocukluk döneminde başlıyor aslında zamanı nasıl değerlendireceğini düşünmeye. Bazı çocuklar oyun oynar bazısı kitap okur bazısı hiçbir şey yapmaz ama bende mutlaka bir şeyler yapmak isteği vardı. Annem mutfakta yemek yaparken, pasta yaparken ona yardım ederdim. Üretmek, faydalı olmaktır. Çünkü dışarıda oynadığım oyunlar bana yeterli gelmiyordu. Ev işlerinde anneme yardım ediyordum. Boş kaldığımda anneme soruyordum, “Benim yapabileceğim bir şey var mı?” diye. Bir de ne yaparsam yapayım iyisini yapmayı ve güzel olmasını istiyordum; yapmak için yapmak bana göre değildi. O zaman da başarılı olma duygusu bilinçaltına yerleşiyordu. Çünkü ortaca amcam bize sürekli derslerde başarılı olmamız konusunda baskı yapıyordu. Bu baskı nedeniyle yaptığım diğer işlerde başarılı olma duygusunun bende zaman içinde yerleşmiş olduğunu gördüm. Aslında yaptığım işleri özümden gelerek hep kendim istediğim ve sevdiğim için yapıyordum. Bu da başarı getiriyordu. Yoksa benim için başarılı olmak değil de yaparken o işin hakkını vermekti önemli olan.

Aslında her insanın kendine ait yetenekleri vardır. Bunlar çocukluk zamanında ya da sonradan çıkıyor. Önemli olan bunu ortaya çıkarmaktır. Bu da ya çocuğun kendisinin ne istediğini bilerek ısrarcı olması ya da ailenin, çocuğun yeteneğini ve neyi sevdiğini bilerek ona göre destek vermesiyle oluyor. Ben annemden kanaviçe istedim, annem onayladı. Ama bazı aileler çocuklarına yapamazsın, derler. Aslında kaç yaşında olursa olsun çocuk istiyorsa mutlaka desteklenmeli ve teşvik edilmeli, morali bozulmamalı. Aksi durumda çocuğun özgüveni kırılarak baştan yeteneğine küstürülmüş ve yeteneğin ortaya çıkacağı yollar kapatılmış olur. Bu nedenle çocuğun her zaman kendine ait bir meşgalesi olmalı, kendi kendisiyle yetinebilmeli ki hem yaratıcılığı gelişsin hem de kendi kendine mutlu olabilsin. Mutlu bir çocuk aileye de sorun çıkarmaz.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

DÜŞÜNCE GÜCÜYLE TEDAVİ – 2

Sevgili okuyucularım, 21 Ocak 2022 tarihinde Louise L. Hay’nin kitaplarından bir tanesi olan “Düşünce Gücüyle Tedavi”yi paylaşmıştım. Kitap iki seriden oluşuyor. Bugün de ikincisinin içeriğini sizinle paylaşmak istiyorum. Bu arada Louise L. Hay, bu kitapta kendi hastalığından bahsediyor.

Sizler de sevgili okuyucularım, sosyal medyada sıkça karşılaşıyorsunuzdur; düşüncelerin sağlık üzerinde ne kadar etkili olduğuna ilişkin paylaşımlarla. Zehirli düşünceler ruhumuzu, zihnimizi ve bedenimizi olumsuz etkiler ve en çok kendimize zarar verir. Ama çoğumuz hastalıklarımıza bu olumsuz düşüncelerin yol açtığını bilmez.

Örneğin size yapılan haksızlıklar karşısında hakkınızı koruyup kendinizi ifade edememiş, içinize atmış iseniz o zaman boğazınız ağrıyor. Doktora gidiyorsunuz, farenjit teşhisi konuluyor ve siz, işte soğuk su içtim ya da klima açıktı gibi nedenlere bağlıyorsunuz hastalığınızı. Aslında bu saydıklarınız kökenin ne olduğunu bilip orayı şifalandırmak yerine kolayına kaçıp bahanelere sığınmaktan başka bir şey değildir. “Geçer bunlar, basit bir boğaz ağrısı,” deyip geçiştiriyorsunuz. Tabii ki basit ama o yer ediyor ve en ufak bir şeyde bağışıklık sistemi düştüğünde de sık sık boğaz ağrısı başlıyor. Zaten her olumsuz düşünce ve duygu bağışıklık sistemini zayıflatıyor. 

Louise L. Hay’in kitabının bir özelliği hangi hastalığın hangi olumsuz düşünceden kaynaklandığını ve hastalığı ortadan kaldırmak için yeni düşünce biçiminin nasıl olması gerektiğini açık olarak anlatması. Sizin, hastalığın kaynağını bulup dönüştürmek için hangi olumlamaları yapmanız ve hangi düşüncede, duyguda olmanız gerektiğini yazıyor.

Bazı kitaplar vardır elimizin altında sürekli olmasını isteriz. İşte bunlardan bir tanesi de Louise L. Hay’nin “Düşünce Gücüyle Tedavi-2 kitabı. Şimdi sizinle bu kitaptan bir bölümü paylaşıyorum:

“…

Eski kalıpların atılması. Bir sorunun sürekli olan ortadan kaldırılması için öncelikle zihinsel nedenini çözmemiz konusunda çalışamaya başlamalıyız. Ama genellikle nedenin ne olduğunu bilmediğimiz için çalışmaya nereden başlayacağımızı da kestiremeyiz. Dolayısıyla, eğer ‘Bu ağrıya neyin neden olduğunu bir bilebilseydim’ diyorsanız elinizdeki bu kitapçığın aradığınız nedeni bulmanıza, hem zihinsel hem de bedensel sağlığı sağlayacak yeni düşünce kalıplarını oluşturmanıza yardımcı olmasını umuyorum.

Yaşamımızdaki iyi ve kötü (hastalıklar) her şey, deneyimlerimizi oluşturan zihinsel düşünce kalıplarının bir sonucudur. Hepimizde, bizleri neşelendiren, mutlu kılan iyi ve olumlu deneyimleri oluşturan birçok düşünce kalıbı vardır. Bizleri kaygılandıran, tedirginlik ve mutsuzluk yaratan deneyimleri oluşturan ise olumsuz düşünce kalıplarıdır. Bedende hastalıklara neden olan en yaygın zihinsel düşünce kalıpları eleştiri, öfke, kırgınlık ve suçluluktur.

…”

Şifa olsun.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

ŞARTLAR DURUŞUNUZU DEĞİŞTİRMESİN

Yazıma Gandhi’nin sevdiğim sözleri ile başlıyorum; “Haksızlığa yönelip bütün insanların senin peşinden gelmesi yerine, adaletli olup yalnız kalman daha iyidir.”

Hayatımızın her anında insanlarla iletişim hâlindeyiz; özel hayatta, sosyal hayatta, sokakta, seyahatte vs… İster sadece göz teması kurun ister ayaküstü bir iki kelime konuşun, karşınızdaki insanın duruşunu anlarsınız. Bu duruş, bir bakış ile bir gülümseme ile bir söz ile kendini gösterir. Tabii ki bazen bunu bilemeyiz, yaşadıkça anlarız o insanın hayatı boyunca nasıl bir duruş sergilediğini.  

İnsanı insan yapan sağlam bir duruşa sahip olmasıdır. Peki, sağlam duruş, deyince ne anlıyoruz? Hani bazen bir insandan söz ederken adam gibi adam, deriz; aslında burada bahsedilen, sağlam karakter ve kişiliktir. Bu aynı zamanda ruhun gelişmiş olduğunu gösterir. Biliyorsunuz, önceki yazılarımda söz etmiştim, benim için iyi ve kötü insan yoktur; ruhu gelişmiş, ruhunu geliştirmek isteyen ve hiç geliştirmek istemeyen insanlar vardır…

Bu sağlam duruşlu insanların öz saygıları yüksektir. Dik duruş sergileyen insanlar gördüğünüzde bilin ki onlar öz saygı sahibidir. Rüzgâr nereye eserse oraya gitmezler. Rüzgârın esişine rağmen orada belli bir duruşla dururlar. Daha doğrusu nerede durmaları gerektiğini bilirler. Bir de zikzak dokuyan ruhlar var; sabah başka, akşam başka, yarın başka davranırlar. Onlar, para, mülk, mevki gibi konularda kendi çıkarlarına göre hareket ederler. Rüzgâr ne taraftan eserse oraya yönelir veya su ne tarafa akıyor ise o tarafa meyil verir. Böyle bir duruş değildir benim bahsetmek istediğim. Yıllar geçse de sözünün arkasında durmak, aynı zamanda şartlar ne olursa olsun, yalnızca kendi hakkını değil başkalarının hakkını da korumak, savunmaktır sağlam duruş. Hiçbir zaman egolarına yenik düşmeden çizgisini korumaktır. İşte böyle davranan insanlar her zaman güven verir. 

Para, mülk, makam, mevki; bunların hepsi geçicidir. Bugün para vardır yarın olmaz, bugün makamın, mevkin iyi yerdedir ama yarın olmaz. Hiçbir insanın parası, mevkisi, ünü, şöhreti, kariyeri için onurunuzdan yani duruşunuzda ödün vermeyin. Parası var diye, iyi bir kariyeri, mevkisi var diye bir insanı seviyormuş gibi yapmayın. Bir duruşunuz ve çizginiz olsun. Çünkü hayatınız boyunca hep o duruşunuzla anılacaksınız. Hiçbir zaman para, mal, mülk ve şöhreti karakterinizden ve kişiliğinizden önde tutmayın. Aslında ilkeli duruş insanın özünden, benliğinden gelir. Eğer benliği sağlamsa karşılaştığı her durum ve kim olursa olsun her insan karşısında aynı duruşu sergiler, çelişkileri olmaz. Hatalı da olsa söylediği sözün arkasında durur.

Sırası gelmişken hemen bir örnek vereyim. Belli bir eğitim almış bir insan, diyelim ki iki sene önce size söz verdi, şu zamanda şunu yapacağım, diye. İki yıl geçmesine rağmen sözünü yerine getirmiyor, siz hatırlatıyorsunuz yapacağı şeyi, “Yok böyle söz söylemedim,” diyor. Sözünü yerine getirmediği gibi bir de inkâr ediyor. İşte o anda o kişi yalan söylemiş oluyor, bu da onun hayata karşı duruşunu gösteriyor. Tamam, o anda şartları yapmaya elverişli değildir ama en azında verdiğin sözü inkâr etmesin. İşte burada karakter ve kişiliğin zayıflığı ortaya çıkıyor.

Her insanın hayatı boyunca ortaya koyduğu bir duruşu ve de ilkesi vardır. Bu duruş, kişiliği, karakteri, kimliği, ırkı, kanı, ailesi, okulu, eğitimi, tarihi ve coğrafyasının etkisiyle şekillenir. Tabii ki insan bu duruşu, çocukluk yıllarında önce aileden, sonra okuldaki eğitimden, sonra da çevresinden alır. Zaman içinde insan kendisindeki eksikleri fark edip ruhunun gelişimine izin vererek duruşunu sağlamlaştırır. Çünkü ancak ruhunu geliştirerek duruşundaki yanlışları düzeltebilir. Önemli olan bir yanlış duruşa sahip ise onun farkına varıp düzeltmesidir.

Nasıl ki gövdeyi ayakta tutan omurgadır, insanı ayakta tutan, şahsiyetli ve onurlu yapan da prensiplerdir. İnsan duruşundaki istikrar ile çevresinde güven yaratır ve insanı insan yapan dik duruştur. Yapılan hataların arkasında durmak da bir dik duruş göstergesidir.

Bir insanın hakkında düşündüklerinizi yüzüne söyleyebilmek de bir dik duruştur. Örnek olması açısından yaşadığım bir olaydan bahsedeyim. Altı sene önce bir arkadaşım beni kırk senelik arkadaşı ile tanıştırdı. Arkadaşım bana, “Bu kişi bazı olumsuzluklar yaşıyor ona şifa ve rehberlik çalışması yapar mısın?” diye sordu, “Tamam,” dedim. Bu kişiyle şifa çalışması yaptım. Sonra bu kırk yıllık arkadaş, bizi tanıştıran arkadaşımın bazı konularda çok açık bir şekilde olumsuz davranışlarını gördüğünü anlattı. Ama bu olumsuzlukları o arkadaşımın yüzüne söyleyemedi, “Sen bu konuda haksızın, hatalısın,” diyemedi. Çünkü kendilerinin o arkadaştan menfaatleri vardı. Eğer söylerse bu sefer çıkar ilişkisi bitmiş olacaktı ve bunu göze alamamıştı, menfaat uğruna duruşundan taviz vermişti. Ama bu kişiye sorsanız dik duruşlu olduğunu söyler. Ne olursa olsun eğer haksızlık varsa hiçbir menfaate bakılmadan söylediğinin arkasında durmak gerekir. Arkasından haksız olduğunu söyleyip yüzüne menfaat için gülmek olmaz. Bu tutum, insanın nasıl bir duruş sergilediğini gösterir.

Bir örnek daha vereyim. Bir kişi, çok samimi avukat arkadaşının yüzünden çok önemli bir mahkeme davasını kaybediyor. Başka bir arkadaşına olayı anlatırken, avukat arkadaşını şikâyet ediyor. Olayı dinleyen arkadaşı, olabilir, canı sıkılmış dertleşmek istemiş, derdini anlatması normal, diye düşünüyor o sırada. Ama sonra suçladığı avukat arkadaşı geliyor davayı kaybedenin evine. Davayı kaybeden sanki o sözleri söylememiş, hiç şikâyet etmemiş gibi avukatına güzel sözler bir de onu öyle şımartıyor ki sadece o anda baktım. Davayı kaybedenin burada yapması gereken neydi? Eğer arkadaşının hatası varsa bunu yüzüne söyleyebilirdi. Ama bunu söylemek yerine gelecekteki çıkarlarını da düşünerek, avukata karşı dik duruş sergileyemiyor. İşte bu kişiler ruhlarını geliştirmek istemeyen, günümüzü iyi geçirelim gerisi önemli değil, diye düşünen, her duruma göre duruş alan insanlardır. Böyle kişiler kendi menfaatlerinden başka hiçbir şeyi görmezler. Önce kendi nefislerine esir olurlar, sonra da güç kimin elinde ise ona esir olurlar.

İnsan olmanın muhteşem erdemi, hayat ne getirirse getirsin korumaktır duruşunu. Güne, kişilere, çıkarlara, rüzgâra göre asla şekil almamalı insan!

Derler ya “Çam gibi sağlam, servi ağacı gibi dimdik olmalı insan.” Tam da öyle olmalı ve onurlu bir yaşamı aşk edinmeli insan! İster iş ilişkileri olsun ister kadın erkek ilişkileri; yalnız kalmamak için rüzgâra göre hareket edenler bilmeliler ki bu şekilde kendi duruşlarından, karakterlerinden, ruhlarından vazgeçiyorlar.

Dik duruş bir yanıyla da her zaman ve her koşulda adaletli davranmaktır. Kendimize nasıl adil davranılmasını istiyorsak kim olursa olsun başkalarına da adaletli davranmak bizim dik duruşumuzu gösterir. Sırf kendi çıkarınız için haksızlığa uğramış birinin hakkını korumaktan kaçınıyorsanız veya haksızlık yapan kişiye yaptığı davranışın yanlış olduğunu söyleyemiyorsanız sizin dik duruşlu olduğunuzdan söz edilemez.

Gün sonunda insan gene kendi ile baş başa kalıyor. Aynaya baktığında kendini görüyor. O aynada ne gördüğünüze bakın. Dik duruşunuzu hangi konularda hangi kişilere karşı korudunuz ya da koruyamadınız? Bunlarla yüzleştiğinizde ruhunuzun gelişmesine yardımcı olursunuz. Unutmayın prensip sahibi olmak katılık, şekilcilik, hoşgörüsüzlük değildir. Dik duruş güven verir ve insanın kendine sadık kalmasını sağlar.

Charles Bukowski, “Kalabalığa karışmak için hiçbir özellik gerekmez. Ama yalnız ve dik durmak için gerçekten çok şey gerekir,” demiştir. Unutmayalım ki, dik duruşumuz sadece bize güç vermeyecek, olumsuzlukların içinde umut aşılayacaktır birçok kişiye… Nasıl ki sokaktaki, caddedeki lambalar ışık veriyorsa insan da dik duruşu ile topluma insanlığa ışık vermelidir.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BARIŞ BENİM İLE BAŞLAR-2

İki aydır “ho’oponopono” adı verilen bir arınma çalışmasını paylaşıyorum. Bazı sevgili okuyucularımdan bu çalışma ilgili özelden şu mesajları aldım: Düzenli olarak yaptığımızda kendi üzerimizde bazı farkındalıklara eriştiğimizi gördük ve kendi üzerimizde olumlu değişiklikler başladı. Her zaman söylediğim gibi, hangi çalışma yapılırsa yapılsın, sabırla ve disiplinle ama en önemlisi de inanarak yapılınca mutlaka olumlu sonuç alınacaktır. İnsan yeter ki kendi üzerindeki olumsuzlukları kabul edip değişmek istesin. Bugün de üç farklı konudaki arınma çalışmasını aşağıda paylaşıyorum. Ama önce ilk defa okuyacaklar için “ho’oponopono” ile ilgili bilgi vermek istiyorum.

Ho’oponopono, Havai halkının kullandığı bir kendini arındırma yöntemidir. Bu yöntemi Joe Vitale’in kitabı “Zero Limit” aracılığı ile batı dünyasına tanıtan ve meşhur eden kişi Dr. Ihaleakala Hew Len oldu. Doktorasını Iowa Üniversitesi’nde yapmış olan Dr. Ihaleakala Hew Len, uzun yıllar Havai Devlet Hastanesi’nin suç işleyen akıl hastaları ile ilgilenen adli biriminde uzman psikolog olarak çalışmış. Hastalarıyla elde ettiği mucizevi sonuçlar çok ilgi çekmiş. Kullandığı yöntemler öyle etkiliymiş ki zamanla yatan hastaların tümü taburcu edilmiş, sonunda dört yıl içinde birim kapatılmış. Dr. Len’in kullandığı bu yöntem, 1982 Kasım’ından beri güncelleştirilmiş Ho’oponopono uygulaması yapan Hawaiili şaman Morrnah Nalamaku Simeona sayesinde ortaya çıkmış. Tüm dünyada bu yönteme ün kazandıran, öğrencisi Dr. Ihaleakala Hew Len ve Joe Vitale oldu.

Şimdi çalışmaya geçelim:

1) “Kendimi koşulsuz olarak olduğum gibi sevmemi, kabul etmemi ve değerimi bilmemi engelleyen içimde bana, aileme, atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip, arınıp, şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono” dedikten sonra;

“Seni seviyorum”

“Özür dilerim”

“Lütfen beni affet”

“Teşekkür ederim.”

Niyeti bir kere, sonraki dört cümleyi istediğiniz kadar, kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

2) “Bilinçaltında biriken tüm korkular, tüm eleştiriler, değersizlik duyguları, suçluluk duyguları, baskılanma duyguları, hata yapma korkusu ve tüm olumsuz enerjiler her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip, arınıp, şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono” dedikten sonra;

“Seni seviyorum”

“Özür dilerim”

“Lütfen beni affet”

“Teşekkür ederim.”

Niyeti bir kere, sonraki dört cümleyi istediğiniz kadar, kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

3) “İnsanlar tarafından iyi niyetimin suiistimale uğramasına neden olan her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip, arınıp, şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono” dedikten sonra;

“Seni seviyorum”

“Özür dilerim”

“Lütfen beni affet”

“Teşekkür ederim.”

Niyeti bir kere, sonraki dört cümleyi istediğiniz kadar, kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

Kaynak: Dr.Ihaleakala Hew Len ve Berna Özcan

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

ARKADAŞININ GÖSTERDİĞİ YOL

Anılarımı anlatmaya kaldığım yerden devam ediyorum. Bir önceki anıda dokuz yaşındaki çocuğun dördüncü sınıfa geçtiği yaz aklındaki deniz hayalleri ile evdeki tatil programının neden örtüşmediğinden bahsetmiştim. Yine sandığın başında çocuk. Bakalım tatilde yaşadıklarından hangi anıyı serbest bırakacak, hep birlikte okuyacağız? Çocuk anahtarı eline alıp açtı sandığı ve ilk gördüğü de tatilde arkadaşının onun üzerinde bıraktığı iz oldu.

Sabırsızlıkla beklediğimiz yaz tatilinin ilk günleri geçmişti bile. Ağabeyimin ve kardeşimin sünnet düğünü için hazırlıklara başlanmış, evde tatlı bir telaş yaşanıyordu. Sıra sünnet düğünü için giyeceklerimizi almaya gelmişti. Alışveriş için ailece vapurla Avrupa yakasına geçtik. Vapur yolculuğunu çok seviyordum. Adaya her gidişimizde kenarda oturup denize bakmak çok hoşuma gidiyordu. Vapur tutkum hiç değişmedi, hâlâ vapurla yaptığım yolculuklar mutlu eder beni. Alışverişe çıktığımızda da babam araba ile karşıya geçmenin zaman alacağını, rahatça dolaşabilmemiz için en güzelinin vapurla gitmek olduğunu söylediğinde çok sevinmiş, mutlu olmuştum. Çünkü araba yolculukları kısa mesafe bile olsa beni tutuyordu. Üstelik denizi seviyordum, vapurda yine kenara oturacak ve denizi seyredecektim. Vapura bindiğimiz zaman babam bize pamuk şekeri alırdı, bir yandan onu yer bir yandan denizi seyrederdim ve bütün bunlar beni çok mutlu ederdi. Öyle ki yolculuk hiç bitmesin, vapur iskeleye yanaşmasın isterdim. Alışveriş için karşıya geçtiğimiz o gün de öyle oldu; pamuk şekerim ve yolculuk hiç bitmesin istedim.

Sıra alışverişe geldiğinde bana alacakları elbise konusunda tabii ki babam ve annem ile aramızda görüş farklılığı ortaya çıktı. Hiç unutmuyorum; babam, kırmızı, pembe renginde üstelik kenarları fırfırlı gösterişli bir elbise almak istedi. Oysa ben öyle bir elbise istemiyordum. Fırfırları olmayan, sade, sarı bir elbise istediğimi söyledim. Oldum olası sarı rengi çok severim. Babama göreyse sarı soluk bir renkti, canlı renklerde bir elbise giymemi istiyordu. Ben tabii ki babamın istediğini değil kendi beğendiğimi aldım. Ama hemen söyleyeyim, beyaz bir elbiseydi aldığımız çünkü çok istememe rağmen sarısını bulamamıştık. Sonuçta kendi beğendiğim elbiseyi almıştık ve “O elbiseyi ben giyeceğim, babam giymeyecek,” demiştim anneme… Bu her zaman böyle oldu, kıyafet seçimi veya bir yere gitmek konusunda kendi isteğimle karar vermeyi seçtim hep. Çünkü kendi isteğimle bir giysi alırsam veya bir yere gidersem mutlu oluyordum. O kırmızı fırfırlı elbiseyi de babam mutlu olacak diye alsaydım ben mutsuz olacaktım.

Alışverişimizi bitirip keyifle eve döndük. Kapıyı anneannem açtı. Sevinçle boynuna atladım, neredeyse iki senedir görmemiş, özlemiştim. Anneannem, dayım, onun eşi ve teyzemle birlikte Malatya’dan gelmişti. Ev bir anda kalabalıklaşmıştı ve bu bizi çok mutlu etmişti. Çünkü dayım bizleri çok severdi, bizimle şakalaşır, özellikle ablama çok takılırdı. Dayımın yanında kendimi çok rahat hissederdim. O, amcalarım gibi değildi. Dayımın hiç öyle sert konuşmalarına tanık olmadım. Onun için gelmelerine çok sevinmiştim. Bir de anneannem ve teyzem, anneme hep yardım ederlerdi. Özellikle anneannemin yöresel yemekler ve tatlılar yapması başka bir güzellikti. Benim yemekle fazla aram olmadığı hâlde çok severdim anneannenim yemeklerini; onun yöresel yemeklerinin farklı bir lezzeti oluyordu.

Bu arada deniz gitme planlarımız hâlâ vardı, her gün içimden ne zaman denize gideceğimizi sorup duruyordum ama sünnet düğününün bitmesini beklemem gerekecekti. Bu bekleyiş günlerini, arkadaşlarımla apartmanın bahçesinde oynayarak geçiriyordum. Apartmanda benden iki üç yaş büyük bir erkek arkadaşım vardı. Sakin, uysal bir çocuktu. Hiçbir zaman sorun yaşamadık, onunla hep iyi anlaşır, oynardık. Ben onlara giderdim, o bize gelirdi. Gene bahçede oynadığımız bir gün onun kız kuzeni geldi. Aynı yaştaydılar ama kuzeninin huzursuzluk çıkaran, aksi bir yapısı vardı. Aralarında bir kavga çıktı. Arkadaşıma, “Deli Rahmi, deli Rahmi,” diye bağırdı. Arkadaşım da onun saçını çekti. Ben arkadaşıma “Yapma,” dedim. Kuzeni hemen arkadaşımın annesine gidip “Rahmi saçımı çekti,” diye şikâyet etti, kendi yaptığını anlatmadan. Annesi arkadaşıma neden böyle davrandığını sordu. O da “Sana da deli Şeniz, deli Şeniz, derseler ne yaparsın? Sesini çıkarmaz mısın?” diyerek davranışına neden olan olayı tam olarak anlattı. Annesi olayı dinledikten sonra, “Gene de yapmaman gerekirdi. Onun sana deli demesi ile deli olmuyorsun, boş ver,” dedi. Ben, sadece sessizce olan biteni gözlemledim.

Eve dönünce anneme anlattım olayı. Sonra kendi kendime düşündüm ve “Evet, arkadaşım haklıydı” dedim. Ama bence saçını çekme yerine o kişiye “Seninle arkadaşlık yapmayacağım” demesi yeterli olurdu. O anda oyun alanını terk etmeyi veya onu oyuna almamayı seçebilirdi. Böyle durumlarda tabii ki insan kendini koruyacak ama şiddete başvurmadan. Karşı taraf size sözlü olarak kötü davranışta bulunmuş ise sizin ona, “Bu davranışından dolayı seninle görüşmeyeceğim,” demeniz yerinde olacaktır.

Eğer arkadaşımın annesinin söylediği gibi sesini çıkarmayıp olayı olduğu gibi kabul etseydi ne olurdu? Kuzeni ona karşı aynı davranışı tekrar tekrar yapar ve arkadaşım her defasında üzülürdü. Bilinçaltı, yaşanan her üzücü olayı kaydeder. Yetişkinlik döneminde bir başkasından aynı davranışları gördüğünde gene ses çıkaramaz ve onu kabul eder, içine atar. Çünkü çocukluğunda ailesi ya boş ver uyma ona ya ayıp olur ya da karşı taraf küsmesin demiştir. Bu şekilde büyüyen insan, içine atarak kendini üzer ve zamanla üzüntü fiziksel sağlığı tehdit eder.

Bir insan çocukluğunda kendini korumazsa sonra hep böyle üzücü davranışlarla karşılaşıyor ve hayatı kısır döngü gibi gidiyor. Yetişkinlik döneminde de kendi hakkını koruyamıyor. Arkadaşımın annesinin söylediği gibi büyükler, “Ayıp olur” ya da “Boş ver,” dediği için büyüyünce de hep boş verirsiniz, size sözle ya da davranışla yapılan haksızlıklara karşı sessiz kalır, içinize atarsınız. Bunlar bilinçaltına yerleşerek günün birinde su yüzüne çıkar. Bu defa tepkileriniz daha büyük olur. Aslında insanın kendisine olan özsaygısı çocuklukta başlıyor. Ama çocuk bunu bilemez, öğretecek olan yine ailedir. Sözle veya davranışla haksızlığa uğrayan çocuğun kendini ifade etmesi için aile teşvik etmelidir. Aksi hâlde ileride çocuğun zarar göreceğini bilmelidir. Fakat çoğu aile bunu üstünde durmaz bile maalesef.

Ayrıca çocuğun belli yaşa geldikten sonra artık kendi kararlarını vermesi gerekiyor. Dokuz yaşındaki çocuk ne giyeceğine ne yiyeceğine kendisi karar vermelidir. Aileler her zaman kendi isteklerinin yapılmasını ister ya da kendilerini mutlu edecek davranışlar bekler çocuktan. Aslında baktığınızda tabii ki aile çocuğun kötü olmasını istemez ama çocuğun da içinde arzuladıkları vardır. Ailesi mutlu olacak diye kendisinin mutlu olmayacağı bir şeyi niye yapsın çocuk? Tamam, aile çocuğa gerçekten zarar verecek bir durum olduğunda müdahale eder ve bunun nedenini de çocuğa açıkça söyler. Ama bir kıyafet seçimini kendisine bırakmak çocuğa zarar vermez. Kıyafet seçiminde bile aile fikrini ısrar etmeden söylemelidir.

Kararlı olarak yetiştirilen çocuk ileri yaşlarda ne istediğini bilir. Çelişkiler içinde yaşamaz. Dik bir duruşu olur.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BAŞKASINDA FARKINDALIK YARATMAK

Bu ayki bilgelik hikâyemiz farkındalık yaratmak üzerine. Hikâyeye geçmeden önce kendimize soralım, “Biz etrafımızdaki insanlarda ve sevdiklerimizde farkındalık yaratmak için ne yapıyoruz?” Bunun en güzel yolu, yaşadığımız süreçte bir kişide bile olsa farkındalık yaratıp onun, hayata başka bir gözle bakmasına ya da yoluna ışık tutarak yaşamını daha iyi hâle getirmesine katkı sağlamaktır.

Bazen size, “Bu kadar insan var, nasıl değiştireceksin?” diye sorarlar ya da yardım ederken “Bu kadar insana nasıl yardım edeceksin?” diye sizi sorgularlar. Bunların hiçbirini duymayın. Yalnızca bir canlıya bir faydanızın olması bile çok önemli. Çünkü o zincirleme olarak devam edecektir. Bugün bir kişide farkındalık yaratırsınız, yarın iki kişi olur; bu daha da çoğalır, yeter ki negatif düşünen insanların size söylediği olumsuz sözleri duymayın. Şimdi hikâyemize geçelim. Sizler için de bir farkındalık yaratmasını dilerim.

DENİZYILDIZI HİKÂYESİ

Adamın biri, güneşin doğuşunun keyfini çıkarmak için sabaha karşı okyanus sahiline iner. Uzakta birini görür. Biraz yaklaştığında sahile vuran denizyıldızlarını okyanusa atan bir çocuk olduğunu fark eder. Çocuğa yaklaşarak sorar:

–­­­ Denizyıldızlarını neden okyanusa atıyorsun?

Çocuk der ki:

– Güneş yükseldi mi sular çekiliyor. Onları suya atmazsam susuzluktan ölecekler.

Adam devam eder:

– Sahil kilometrelerce uzanıyor ve binlerce denizyıldızı var, hangi birini atacaksın? Ne fark edecek ki?

Çocuk, adamı dinledikten sonra bir denizyıldızını daha okyanusa atar ve cevap verir:

– Bu denizyıldızı için fark etti.

Adam, çocuğun yalnızca okyanus manzarasının keyfini çıkarmaya gelmeyip bir fark yaratmak istediğini anlar ve ona katılarak bütün sabahı okyanusa denizyıldızı atarak geçirir.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

ÇÜRÜK MEYVELER

“İyiliğin Gizliliği Ne Kadar?” başlığıyla 18 Ocak 2022 tarihinde yazdığım yazıda yaptığımız iyiliklerin beklentisiz ve gizli olması gerektiğinden bahsetmiştim. Yine o yazımda, “Şimdi bazılarınız şunu diyecek: Karşılık beklemeden o kadar çok iyilik yapıyorum ama çok suiistimal ediliyor, acaba yanlış kişilere mi iyilik yaptım ya da yapıyorum?” demiş ve bu konuya zamanı gelince değineceğimi yazmıştım. Bugünkü yazımda işte bu sorulara yanıt bulmaya çalışacağız.

Yaptığınız her iyiliğin ve iyi niyetinizin sıkça suiistimal edilmesi hatta bunu beklentisiz yapmış olmanıza rağmen kötü davranış ve sözlere maruz kalmanız size “Yanlış kişilere mi iyilik yapıyorum?” sorusunu sordurabilir. Ama endişelenmeyin, siz yanlış değilsiniz, sizi kullananlar yanlış kişiler; yanlış da demek istemiyorum; ruhunu geliştirmek istemeyen insanlar. Ben artık insanları iyi ve kötü kavramlarıyla değil de ruhunu geliştirmek isteyen ve istemeyen olarak tanımlıyorum. Yazılarımda da onlardan bu şekilde bahsedeceğim.

Her insan iyilik yaptığında ister maddi ister manevi olsun, kendin gücüne, imkânlarına göre yapar. İyilik yapmak vicdan ve merhamete dayanır. Peki, vicdan ve merhametin altında ne var? Sevgi var. Bu sevgi, bütün canlılara var. O zaman iyiliği hiçbir canlıyı ayrıt etmeden yapıyoruz. Bazı insanlar bu iyilikleri kaldıramıyor, size değersizlik duygusu yaşatıyor, bazıları ise suiistimal ediyor iyi niyeti kullanıyor. Bir şey istiyor, yapıyorsunuz. Tekrar istiyor gene yapıyorsunuz, tekrar istiyor gene yapıyorsunuz. Bu artık bir görev hâline gelmiş oluyor.  Kendi menfaatleri için sizden bir şey isterken kendilerini çok uyanık, kurnaz sanıyorlar. Hâlbuki sadece günü kurtarıyorlar. Diyeceksiniz ki “Peki nasıl ayırt edeceğiz böyle insanları?” Hepimizin bildiği bir söz vardır halk arasında, “İyilik yap denize at,” derler. Evet, bu söze çok inanırım burada çok ince bir çizgi var; iyilik yapılır ama kendinizi kullandırmayın.

Bazen öyle bir durum olur ki iyilik yaptığınız insanlardan nankörlük görürsünüz. (Nankörlük ile ilgili yazım zamanı gelince yazacağım.) Bu sizi üzer ve bir başka yakın arkadaşınız veya dostunuz ile paylaşırsınız. Size şu cevabı hemen yapıştırırlar: “Yapmasaydın.” Çoğumuz bunu yaşamıştır. İşte bu durumda siz artık kimseye iyilik yapmak istemiyorsunuz. Çünkü güven bitiyor, “Bu kişiye iyilik yapıyorum ama acaba gerçekten ihtiyacı var mı? Yoksa amacı benim iyi niyetimi kullanmak mı?” soruları zihninizi kurcalayıp duruyor. O zaman ne oluyor? “İnsanlık öldü mü?” dedirten durumları sıkça yaşıyoruz. Zaten paylaşmanın gitgide azaldığı bir dünyada yaşıyoruz, yardımlaşmanın her geçen gün azaldığını görüyoruz.

Yaşadığımız süreçte hayatımıza iyi ve çürük meyveler hep girecek. Tıpkı pazardan ya da marketten aldığımız meyvelerin içinden bir ya da birkaç tane çürük çıkması gibi. Eve gelince fark ettiğimiz o çürük meyveler için söylenip satıcıya kızarız, “Dürüst değilmiş,” diye. Hazmetmemiz zorlaşır. İşte yaşamımızda yaptığımız iyiliklerde de böyle bir ya da birkaç kişi çıkacaktır karşımıza. İyilikleriniz suiistimal edilir, iyi niyetiniz kullanılıp üstüne bir de olumsuz sözler ve davranışlarla karşılaşırsınız. O anda kendinizi suçlamaya başlarsınız, “Keşke yapmasaydım iyiliği, değmeyecek insanmış,” dersiniz. İçinizde bu kızgınlığı yaşar durusunuz.

İşte burada kendinize şu soruyu sorun: İyiliği niçin yaptınız? Bir menfaat beklemeden o kişinin ihtiyacı görülsün diye mi, sorunu çözülsün diye mi, yoksa size iyi bir insan desinler diye mi? Yoksa gerçekten her kim olursa olsun iyilik yapmak taraftarı mısınız? Kendinize ne kadar dürüst olursanız ve kendinizi tanırsanız kesinlikle o kadar az üzüntü yaşar ve sınırlarını çizmiş olursunuz.

Şimdi gelelim suiistimal edenleri ayrıt etmeye. Konuyu gene örnekle açıklayacağım. Pazar veya marketten aldığınız meyveler çürük çıktı ya da pastaneden aldığınız bir ürün bayat çıktı. İkinci kez gene aynı yerde alıyorsunuz gene aynı sorunu yaşıyorsunuz. Üçüncü kez aynı pazar esnafı, aynı market veya aynı pastaneden alır mısınız? Tabii ki almasınız. İşte birisine merhametiniz ve vicdanınızla koşulsuz iyilik yaptığınızda da böyledir. Bakıyorsunuz ki sürekli sizin iyiliğinizi suiistimal ediyorlar. Tabiidir ki bir daha o kişiye iyilik yapmazsınız. Örneğin iş yerinden evinize servis ile geliyorsunuz. İş arkadaşlarınızdan biri servis şoförüne, “Şu yoldan gidersen orada 5 dakika dur, bir şey alacağım,” diyor. Adam duruyor. Bu, bir oluyor, iki oluyor, sonra üç ve dört oluyor. Artık bu, kullanma ve yapılan iyiliği suiistimal etmek oluyor. Çünkü servis şoförü yolu uzatıyor, evine geç gidiyor, zaman kaybediyor. Bu davranışı sergileyen insana sorduğunuzda, ”Ne var ki? Benzin ondan mı gidiyor, sanki taş atıp kolu mu yoruluyor? 20 dakika geç gitsin, 15 dakika beklesin, ne var bunda?” diyor. Bir de bunu söylüyor! Kendinizi o servis şoförünün yerine koyun; ne hissedersiniz? İnsan kendini değersiz hissetmeye başlar, yaptığı iyilik görevi hâline gelmiş olur. Ya da bir insan sizi hiç aramıyor sormuyor, hep bir şey istediğinde arıyor, sonra tekrar ortandan kayboluyor, bu böyle kısır döngü gibi gidiyor.

İşte böylece iyiliklerinizi görevin hâline getiren, kullanıldığınız ve suiistimale uğradığınız insanlardan uzak durmaya başlıyorsunuz. Tabii ki iyilik yapılacak. Üstelik sadece tanıdığınız değil hiç tanımadığınız insanlara nerede olursa olsun iyilik yaparsınız, sivil kuruluşlara yardım edersiniz. Zaten sizin kalbinizde yardım etmek, iyilik yapmak varsa Allah karşınıza mutlaka gerçekten ihtiyaç sahibi olan insanları çıkarıyor, bundan hiç şüpheniz olmasın. 

Derler ya bir kere yanılırsın, iki kere yanılırsın ama üçüncünde artık dersini almış olursun. 

Benzer şekilde iş yerinde bir arkadaşınıza işini bitirmesi ve onun da bir an önce evine gitmesi için yardım ediyorsunuz ya da iyilik yapıp iş yükünü hafifletmek için destek oluyorsunuz. Sonra bir bakıyorsunuz o iyilik ya da yardım etmek sizin göreviniz hâline gelmiş, bir ya da iki kere yaptınız diye sürekli sizden istemeye başlamış, iyi niyetiniz suiistimal edilmiş. Burada da sözüm o yardımı isteyenlere. İyilik ve yardım eden insanları kullanmadan ve suiistimal etmeden yardım istenecek. Burada iyiliğin şartlı olduğundan bahsetmiyorum. Sadece altını çizerek söylüyorum, kimseyi kullanmadan yardım isteyin. Buradaki ince çizgiyi çok iyi ayırt etmek gerekiyor. “Nasıl olsa o vicdanlı, o merhametli, o yapar,” dediğinizde işte o sürekli kullanmaya girer.

Zaten gerçekten kalbinde hiçbir beklenti olmadan bütün canlılara iyilik ve yardım yapmak isteyen, o anda o işin ya da sorunun çözülmesi niyetini taşıyan kişiler kendilerini çok iyi belli ederler. Kimseye bir şey kanıtlamak zorunda değilsiniz.

Unutmayın ki hayatımıza çürük meyveler girer ama sizler derslerinizi alırsanız bu çürük meyveler azalır ve yerine olgunlaşmış meyveler girer. Önemli olan sizin değişmeniz ve derslerinizi almanız, farkındalığınızın ve ışığınızın artmasıdır.

Yaptığınız iyiliklerin karşısında nankörlük mü gördünüz? Hiç üzülmeyin. Çünkü her zaman söylerim kaybeden siz olmazsınız, aksine kazanan yine siz olursunuz. İyi niyetle yapılan her şeyin ödülü vardır. En önemli ödül ise vicdan rahatlığıdır.

Yazımı, çok beğendiğim bir akrep hikâyesi ile noktalamak istiyorum.

Hintli bir adam suda bata çıka ilerlemeye çalışırken bir akrep görür ve onu kurtarmaya karar verir. Parmağını uzatır ama akrep onu sokar. Hintli tekrar akrebi sudan kurtarmaya çalışır ama akrep onu tekrar sokar. Yakınlarındaki başka biri adama, sürekli onu sokmaya çalışan akrebi kurtarmaya çalışmaktan vazgeçmesini söyler. Ama Hintli adam şöyle der:

“Sokmak akrebin doğasında vardır. Benim doğamda ise sevmek var. Neden sokmak akrebin doğasında var diye kendi doğamda olan sevmekten vazgeçeyim?”

Siz de birkaç çürük meyve var diye iyilikten vazgeçmeyin. Hiçbir beklenti olmadan iyiliklerin çoğalmasını dilerim.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

TÜM HASTALIKLARIN ZİHİNSEL NEDENLERİ

Louise L. Hay’in birkaç kitabını daha önce paylaşmıştım. Bu ay paylaşacağım kitap ise Hay’in, düşünce ve duygularımızın yol açtığı fizyolojik sorunları anlatan “Tüm Hastalıkların Zihinsel Nedenleri” adlı kitabı.

Pek çoğumuz hastalıkların nedenlerini araştırırız ve bulduğumuz nedenler genellikle bilinçaltımızda yatan olumsuzluklar olur. Bu durumda yapmamız gereken bilinçaltındaki o olumsuzlukları dönüştürmektir. İçimizde biriktiğimiz olumsuz duygular ve düşünceler bedensel birtakım işaretlerle dışa vururlar. Örneğin yüzümüzde çıkan bir sivilce bile bazen içimizde biriktirdiğimiz kızgınlık duygusundan olabilir. Bağışıklık sistemimiz zayıflarsa hasta oluruz. Bağışıklık sistemimizi zayıflatan nedenlerden biri ise zihinsel ve ruhsal sorunlardır.

Bilim adamları her bir hastalığın insan üzerinde nasıl bir psikolojik etki yaptığını araştırıp bilgi olarak paylaşırlar. Louise L. Hay’in bu kitabında da hastalıkların olası nedenlerini ve onları ortadan kaldırmak için gereken yeni düşünce modellerini bulabilirsiniz.

Aşağıda “Tüm Hastalıkların Zihinsel Nedenleri” kitabından kısa bir bölümü bulacaksınız. Şifa olsun.

“…

Bir rahatsızlığı kalıcı bir biçimde ortadan kaldırabilmek için önce onu yaratan zihinsel nedeni çözüp halletmemiz gerekir. Ama çoğunlukla nedeni bilmediğimiz için nereden başlayacağımızı da bilemeyiz. Eğer siz, çektiğim bu ağrıların nedenini bir bilsem, diyorsanız, sanırım bu kitap hem nedenleri bulmanız için bir anahtar hem de zihinsel ve bedensel sağlığı yaratacak yeni düşünce kalıplarını oluşturmanız için yararlı bir rehber olabilir.

Şunu öğrendim: Hayatımızdaki her rahatsızlık için (bu rahatsızlıkların ortaya çıkması için) bir ihtiyaç vardır. Yoksa o rahatsızlığı yaşamazdık. Belirti (araz) sadece dışsal bir sonuçtur. Zihinsel nedeni çözüp ortadan kaldırmak için içimize yönelmeliyiz. İrade gücü ve disiplinin işe yaramamasının nedeni de budur. Onlar sadece dışsal sonuçla savaşırlar. Bu, zararlı bir otu kökünden söküp atmak yerine yapraklarını budamaya benzer.

Bedende en çok rahatsızlığa neden olan düşünce kalıpları; eleştirme, kızgınlık, içerleme (gücenme) ve suçluluktur. Örneğin, eleştirme eğer alışkanlık hâlini alırsa artrit (eklem iltihabı) gibi hastalıklara yol açabilir. Kızgınlık, bedende, kabaran ve yanan bir iltihaplanmaya dönüşebilir. Uzun süren bir içerleme insanı zehirler, yavaş yavaş yiyip bitirir ve en sonunda urlara ve kansere yol açabilir. Suçluluk duygusu, daima cezalandırma peşindedir ve acıya yol açar. Sağlıklıyken zihinlerimizi bu negatif düşünme kalıplarından arındırmak, daha sonra panik hâlindeyken ya da bıçak altına yatma tehdidiyle karşı karşıyayken bunları söküp atmaya çalışmaktan çok daha kolaydır.

Bunu izleyen sayfalarda sunduğum, zihinsel karşılıklar listesi, uzmanların yıllardır sürdürdükleri çalışmaların, benim hastalarımla yaptığım çalışmalarımın ve seminerlerimin sonuçlarından derlenmiştir.

…”

(Louise L.Hay)

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

TATİL BAŞLANGICI

Evet, anılarımı yazmaya kaldığım yerden devam ediyorum. En son, piknikte yaşananların bende nasıl bir iz bıraktığından bahsetmiştim. O, dokuz yaşındaki çocuk şimdi elindeki anahtarla sandığı açıyor ve bir anıyı daha serbest bırakıyor.

Yaz gelmiş, okullar tatil olmuştu. Kardeşimle ikimiz sevinç içindeydik; önümüzde gezip eğleneceğimiz koskoca üç ay vardı. Her yaz olduğu gibi o yıl da yazı nasıl geçireceğimizi, neler yapacağımızı sordum anneme. Esas merak ettiğim Büyükada’ya, yazlığa tekrar gidip gitmeyeceğimizdi çünkü adayı çok seviyordum. Orada çok güzel vakit geçiyordum hem denizde hem de arkadaşlarımla. Annem, “Maalesef bu yaz adaya gitmeyeceğiz,” dedi. Bu yanıtı beklemiyordum, şaşkınlıkla nedenini sordum, “Çünkü ağabeyin ve kardeşin sünnet olacaklar, onun hazırlıkları var” dedi. Sünnet düğünü olacağı için Malatya’da oturan anneannem, teyzem ve dayımın geleceğini söyledi. Bizde kalacaklardı. Üstelik uzun süreliğine geleceklerdi ama evimiz büyük olduğu için sorun olmuyordu. “Peki, denize gitmeyecek miyiz?” diye sordum. Annem, “Tabii ki gideceğiz ama üç ay boyunca tatil yapmayacağız,” dedi.

Denizi çok seviyorum. Çocukken denize girdiğimde çıkmayı bilmezdim. Özellikle dalıp denizin dibini görmekten çok mutlu oluyordum. Bazı çocuklar denize girmek istemezler, direnirler, ağlarlar. Ben hiçbir zaman hatta okul öncesinde bile öyle bir çocuk olmadım. Aksine denize girmek için can atardım. Annem beni çıkarmak için uğraşırdı. Hatta bir keresinde denizde o kadar uzun süre kalmıştım ki dudaklarım morarmıştı ve annem artık denizin içine girip beni çıkarmak zorunda kalmıştı. İlk defa annemi böyle durumda bırakmıştım. İşte denize olan bu sevgim yüzünden o yaz başında annemin, “Denize kısa süreliğine gideceğiz,” demesi hoşuma gitmemişti.

Tabii ki bu arada karneleri almıştık. Karnelerimizi en çok merak eden ortaca amcamdı, başarılı olup olmadığımızı görmek istiyordu. Babam, o kadar üstünde durmazdı karnelerimizin. Çünkü amcam velimizdi ve babam, “Amcanız ilgileniyor,” diyordu. Fakat babam amcam gibi sert değildi. Öyle başarısız da olsak kızmazdı. Ağabeyim ortaokul ikinci sınıfa geçmişti. Karnesi gayet iyiydi, zaten derslerinde çok başarılıydı. Özellikle matematiği ve yabancı dili çok severdi. Amcam ağabeyime, “Sen ortaokulda İngilizce öğrenmeye başladın ablanla evde sürekli İngilizce konuşun,” derdi. İngilizceyi ilerletmek için ağabeyim yazın babamın yanında çalışacaktı. Kardeşim ve benim de karnemiz çok iyiydi. Amcam, o karnelere bakıp söyleyecek söz bulamadı. Kocaman “Aferin” aldık. Tabii ki bunun mutluluğu bir başkaydı. Çocuğuz ya notlar iyi olunca karne harçlığı aldık. Kardeşim hemen kumbarasına koydu ben ise bu para ile kendime bir şeyler almak istiyordum. Çünkü param varsa babamdan ve annemden harçlık istemezdim. Kendime bir şey alacaksam önce kendi paramı harcadım. Bu ne olursa olsun; ister bir yiyecek ister bir giyecek. O zaman kendimi daha özgür hissediyordum. Kimseye sormadan kendi parama göre istediğimi almak beni çok mutlu ediyordu. Bayramlarda ve karne zamanında aldığım harçlıkları biriktirmek yerine önce kendi ihtiyaçlarımı görüyordum. Kardeşim kumbaraya atıp biriktirmekten mutlu oluyordu, ben harcamayı seviyordum.

Sürekli isteyen bir çocuk olmadığım için çok istediğim ve harçlığımın yetmeyeceği bir şey olursa bunu aileme rahatlıkla söyleyebiliyordum. Onun dışında kimseden bir şey istemeden harçlığımı kullanırdım. Oturduğumuz apartmanın altındaki bakkala gider en çok sevdiğim şey olan Çokoprens ve Çokomel alırdım. Düşünün kimseye hesap vermek zorunda değilsiniz. Eğer annemden para istesem “Ne alacaksın? Ne yapacaksın?” diye sorardı ama kendime ait para olunca kimseye bir şey söylememe gerek kalmazdı. Bakkaldan o anda parama göre istediğimi alıp bahçede kendi başıma yerdim çok mutlu olurdum. Bir keresinde annem, “Sana verilen paraları (milli ve dini bayramlarda, karne aldığında) bana ver, istediğinde ben sana veririm,” dedi. Ben, “Hayır,” dedim “Bende kalacak çünkü sen soruyorsun ne yapacaksın ve ne alacaksın diye,” dedim. Masamın çekmesine koyardım o harçlıkları.

İşte karne paralarımızı almış adaya gitmenin hayalini kurarken annem yaz programını söyledi ve “Tabii ki babanın işi durumuna göre,” dedi. Bir gün de babam anneme yazlıktan söz etti.  Amcalarımın da yazlığı istediklerini, “Hep beraber olalım,” dediklerini söyledi. Annem, “Yok,” dedi, “Ben bu sene yazlık istemiyorum. Ya herkes birer ay dönüşümlü kalmalı ya da hiç gitmem.” Annem istememekte haklıydı çünkü yazlıkta bütün işleri kendisi yapıyordu ve gelip kalanların hiçbiri yardım etmiyordu. Annem üç ay boyunca yorulmakla kalmıyor yazlığın, tatilin keyfini çıkarmadan eve dönüyordu. Tabii annemle babamın konuşmasını duyunca hemen “Anne gidelim, ben sana yardım ederim. Ablam da var, o da yardım eder,” dedim. Annem güldü, “Tabii ki yardım edersiniz ama ablanın projeleri var onları bitirmesi gerekiyor. Bir de ağabeyinle kardeşinin sünnet düğünü var. O yüzden gidemeyiz,” dedi. Aslında annemi, bütün işleri kendisinin yapması rahatsız ediyordu. Yengelerim, tıpkı piknikte olduğu gibi yazlıkta da hiçbir şey yapmıyorlardı. Önceki yıllarda bunu yaşamıştı annem, o yüzden yazlığa gitmek istemiyordu. Zaten onun yazlıkta dönüşümlü kalma fikrini de kabul etmediler. Böylece yazlık olayı kapanmış oldu.

Bazen insan en yakınıyla bile anlaşamıyor. Kardeşler arasında bile anlaşma olmuyor. Çünkü hep söylediğimiz gibi insanlar kendilerini düşündükleri için hep kendi istekleri olsun istiyorlar. Empati kurmuyorlar. Çünkü kendilerini karşıdakinin yerine koymak istemiyorlar. Düşünmüyorlar hâlbuki ortak bir yerde buluşma sağlansa o zaman herkes yazın üç ay boyunca rahat bir şekilde tatilini yapacak, denize girilecek. Annem kendince tabii ki haklıydı çünkü kendisi tatil yapamıyordu üstelikte gelenler de hiç yardımcı olmuyor, bütün işleri anneme yüklüyorlardı.

İnsanların ortak noktada buluşamamaları bencil olmalarından kaynaklanıyor. Bazen deriz ya kardeş anlayışlı olur, yakın akraba anlayışlı olur. Hâlbuki bununla ilgisi yok, insanın ruhu bencil ise ister kardeş olsun ister akraba olsun anlamazlar, hep kendi istekleri yerine gelsin diye uğraşırlar. Karşı tarafla empati yapmaktan yoksun olurlar. 

İnsanın en büyük özgürlüklerinden bir tanesi de kendisine ait maddi kaynaklarının olmasıdır. Kendi ürettiği, çalıştığı süreçte para kazanıp özgürce harcamasıdır. Kimseye bağımlı olmadan. Diğer taraftan insan, ailesinden bile gelse kendi kazanmadığını kendininmiş gibi rahat bir şekilde harcayamıyor. Sürekli istediğinizi düşünün, size sorulur, “Ne yapacaksın?” ya da “Daha iki gün önce vermiştim,” diye. Bunlar sorumluluk yükler insana. Oysa insanın kendi üretip kendi kazandığı zaman onu harcaması çok başkadır. Kendini özgür hisseder. Ben bunu daha okul yıllarında deneyimledim. Bana verilen harçlıklarla özgürce istediğimi almanın mutluğunu yaşadım çünkü o zaman kimseye hesap vermem gerekmiyordu. Düşünün, emek verip bir başarı elde ediyorsunuz, onun karşılığını alıyorsunuz ve aldığınız o maddi karşılığı da istediğiniz şekilde kullanıyorsunuz. Büyük özgürlük.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com