İÇSEL BARIŞ İÇİN RUHSAL GELİŞİM ŞART

Sevgili okuyucularım, ruhsal gelişim veya ruhsal bakımdan gelişmiş olmak, deyince ne anlıyoruz? Ruhsal gelişim hakkında insanlar çok farklı tanımlar yapabilir. Gelişim, aslında büyüme ve evrimleşmedir. Her birey dünyaya gelirken belli bir kimlikle ve potansiyelle doğar. Bu kimlik ve potansiyel, aile ve çevreden öğrenilenlerle yavaş yavaş şekillenir ve birey kendi içindeki yetenekleri açığa çıkarmaya başlar.

O hâlde kendi içimizdeki yetenekleri kullanmak için kendimizi eğitmeliyiz. Ondan da önce o yeteneklerimizin farkında olmalıyız. Örneğin spora karşı yeteneğimiz var veya müzik ya da şifacı yeteneğimiz var; onu geliştirmek gerekiyor. Tabii ki bu bir günde olmuyor; üzerinde çalışmak şart. Bu çalışmayı etkili kılan ise istikrardır. İnsan her gün istikrarlı bir şekilde kendi üzerinde çalıştığında zaman içinde kendini geliştiriyor ve yeteneğini kullanmaya başlıyor. Diğer bir deyişle başarılı sonuç elde etmek için vazgeçmeden düzenli şekilde çalışmak gerekiyor. Örneğin bir gün çalışıp bir hafta ara vermek yerine her gün 10 dakika gitar çalmaya çalışan bir insan içinde var olduğunu bildiği müzik yeteneğini istikrarlı tutumu sayesinde geliştirecek ve bir süre sonra iyi besteler yapabilecektir.

Bu gelişim sürecini okul eğitimi ile de örneklendirebiliriz. İstisnai durumlar hariç, ilkokulu bitirmeden ortaokula, liseyi bitirmeden üniversiteye başlamak olanaksızdır. Üniversite mezunu olabilmek için mutlaka ilkokuldan başlayarak eğitim sisteminin tüm aşamalarından geçmek gereklidir.

Hepimiz doğuştan getirdiğimiz bazı kişilik özelliklerine sahibiz. Yaşamımız boyunca bu özelliklerimize koşullara bağlı olarak yenileri ekleniyor. İşte burada artık doğuştaki kimliğimizden uzaklaşıp hayat şartlarına göre farklı kimliklere bürünmeye başlıyoruz. Bu noktada birçok insanın yaptığı ruhsal gelişim için çabalamak yerine önce hayatın koşullarını değiştirmeye çalışmak oluyor.

Oysa Carl Gustav Jung’un söylediği gibi “Kimse ışığı hayal ederek aydınlanmaz. İnsanı aydınlatan karanlığı idrak etmektir.”

Çoğu insan ışığı dışarıda ararken yalnızca bazı insanlar ışığı kendi içinde aramaya yöneliyor.

Işığı içinde aramaya başlayan insan artık kendi ruhsal gelişimine, büyümesine ve evrimleşmesine doğru adım atmıştır. Çünkü içindeki o potansiyelin ışığı ve o ışığın gücü hakkında farkındalığa erişmiştir.

Yukarıda ruhsal gelişimin deyince ne anlıyoruz, diye sormuştum? Bana göre ruhsal gelişim insanın kendi içinde dönüp kendini tanıması ile başlar. “Ben kimim?” ve “Ben şu anda nasıl bir ruha sahibim?” sorusunu sormasıyla başlar.

Çoğu kez yaşadığım bir örnekle anlatmaya çalışayım. Ruhsal gelişim konusunda sohbet ettiğim birçok insan kendini iyi insan, karakter sahibi, sevgi dolu, merhametli ve şefkatli olarak tanımlıyor. Bu yüzden de ruhsal gelişime ihtiyacının olmadığına inanıyor. İçine dönüp “Hayatım boyunca hangi travmaları yaşadım? Bilinçaltında neler var? Hangi korkularım var? Gelecek ile ilgili ne endişem var?” diye sormak yerine “İyi insanım,” demekle yetiniyor. O insanlara “Hiç olumsuz bir duygun olmadı mı? İçsel bir bütünlük sağlandın mı?” sorusunu sorduğumda kolayca “Evet,” diyorlar.

Carl Gustav Jung’un başka bir sözü şöyledir: “Görüşünüz ancak yüreğinizin içine baktığınızda berraklaşır. Dışa bakan düş görür, içe bakan uyanır.”

Uyanmak için önce farkındalık gerekir. Çünkü ancak farkındalık kazanıldığında insan kendi ruhunu bir üst seviyeye taşıyabilir. Temel sorun, hata yapmaktan korkmaktır. Aslında hata yapmak ruhsal gelişimi sağlar çünkü insana hatalardan ders çıkarma olanağı verir.

Ruhsal gelişim, zaman ile ölçülebilen bir kavram olmadığı için bir gün, birkaç ay veya birkaç yıl gibi zaman aralıklarına bağlı olarak gelişim sağlandığı söylenemez. Ruhsal gelişim ancak insanın kendi karanlığını ve gölgelerini kabul etmesi ile başlar. Her gün içimize dönüp kendimizi değiştirmeye başladığımızda merdivenin bir üst basamağına çıkabiliriz. Ayrıca kalabalık içinde ruhsal gelişimi gerçekleştirmek olanaksızdır, bu yüzden insanın mutlaka kendisi ile baş başa kalabileceği zaman dilimlerine ihtiyacı vardır.

Ruhsal gelişim sürecinde içe dönüş hem gelişimi engelleyen olumsuz duygu ve düşünceler hem de olumlu yanlar ve parlatılması gereken potansiyel yetenekler hakkında bir fikir verecek ve farkındalık oluşmasını sağlayacaktır.

Ruhsal gelişimi nelerin engellediğini bulabilmek için yapılması gereken duygu ve düşünceleri izlemektir. Daha doğar doğmaz deneyimlemeye başladığımız duygular bilinçaltında kayda alınır ve hayat boyu peşimizden gelir. Ancak bize o duyguyu yaşatan olay, durum, nesne, ses, koku gibi duyularla algılanabilen bir tetikleyici ortam oluştuğunda tekrar gün yüzüne çıkar. Yukarıda söz ettiğim gibi gündelik yaşamdan edindiğimiz öğretilerle şekillenen düşüncelerimiz de duygularımızla benzer şekilde olumlu veya olumsuz nitelik taşır.

İşte kendi içimize dönüp duygu ve düşüncelerimizi izlemeyi öğrendiğimizde hangi durumda hangi olumsuz duygu ya da düşüncelerin ortaya çıktığını, tetiklendiğini netleştirmemiz mümkün olur. Böylece öfke, üzüntü, kırgınlık, kin, nefret, kıskançlık, kibir gibi olumsuz duygular ve karamsarlık, kötümserlik gibi olumsuz düşünceler hakkında bir farkındalığa ulaşmak, çözüm bulmak için hangi adımları atmamız gerektiği konusunda da bize yön verir.

Bu aşamaya kadar gelebilmek bile ruhsal gelişimin başladığının işaretidir. Önemli olan ister olumsuz ister olumlu olsun insanın bütünü ile kendini kabullenmesi ve ruhsal gelişimini engelleyen yanlarını şifalandırmaya çaba göstermesidir.

Geçmişte yaşadığı travmalara, üzüntülere, acıları karşı içinde hâlâ öfke, kırgınlık, kızgınlık taşıyan ve şifalandırmayan insanlarla konuşurken aldığım cevap genellikle “O insan hayatımda olmasa veya o insan kötülük yapmasa ben neden öfkeleneyim, neden negatif duygu taşıyayım,” oluyor. İşte aslında o öfke duygusu, içindeki karanlık kalmış veya psikiyatride ilk kez Carl Gustav Jung’un ortaya attığı bir kavram olan “gölge” yanını görmek istememesinden kaynaklanıyor.

Yalnızca öfke değil, kin, intikam duygusu, nefret, korkular, gelecek kaygısı, kıskançlık, kaybetme korkusu, bencillik gibi olumsuz duygular da ruhun gölgesi; karanlık yanıdır. Örneğin kaybetme korkusu olan insan pozitif görünse de mutlaka duyguları negatife dönüşür çünkü maddi ve manevi olarak kaybettiği zaman üzülür ve kendisine zarar veren kişilere öfke duyar.

Kıskançlık duygusu yaşayan insan kendisinin yetersiz görmesi ve özgüveni olmayışından kabul etmiş olsa bunu duyguyu şifalandırıp kendi olumsuz duygudan kurtulmuş olur.  

Olumsuz düşünceler de olumsuz duyguları tetikler. Etrafımızdaki insanlardan bir olumsuzluk duyduğumuzda hemen negatif bir düşünceye sahip oluruz. Bunun nedeni duyduklarımız değil, düşünce biçimimizin negatif olmasıdır. Çünkü o insan bize o negatif düşünceyi söylediğinde içimizdeki korkuyu tetikliyor ve açıya çıkarıyor. Örneğin her şeye çok yüksek oranda zam yapılacağını duyunca çoğu insan, gelirim bunu karşılamaya yetecek mi korkusuna kapılır. Dünyada bir virüs salgını olacak denildiğinde o virüs beni ve sevdiklerimi etkilerse ne olacak korkusu duyulur. Sürekli negatif düşünmek bilinçaltına negatiflik atmaktır. Bu da insanı ister istemez yorar.

Ruhsal gelişimini gerçekleştirmek isteyen insan, bu negatif düşüncelerin kaynağını bulur ve onları şifalandırır.

Ruhsal gelişim merdiveninde basamakları çıkabilmek için insanın önce içindeki bütün olumsuzluklardan kurtulması; sürekli kendi içine bakması gerekiyor. Kendini geliştirmek isteyen zaten etrafında olup bitenlerden etkilenmez. Sadece her hatasında ve kendisine yapılan davranışlarda ders alıp dönüştürmek için gerekeni yapar.

Ruhsal gelişimde sadece gerçek sevgi vardır. İnsan ancak kendini tam olarak seviyorsa ve içsel barışını sağlamışsa diğer canlılara o gerçek sevgisini verir.

Korkularınız, olumsuz duygularınız, olumsuz düşünceleriniz, sürekli kendinizden kaçmanız, yaptığınız hatalarla yüzleşememeniz ne size fayda sağlar ne de başkalarına faydalı olmanıza izin verir. Çünkü kendi yarasına merhem olamamış bir kişiden başkasına olması beklenemez. Aynı zamanda evren size ruhsal gelişim için önünüze sizi üzecek olaylar çıkarır önemli olan bunu fark etmeniz ve kendi yolculuğunuza adım atmanız.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BİLİNÇLİ AİLELER ÇOCUKLARINA KARMA BIRAKMAZ

Sevgili okuyucularım, çoğumuzun bildiği gibi karma, zihinsel ve fiziksel eylemlerin sonuçlarıdır ve bu sonuçlar kimi zaman hemen kimi zaman da ileride mutlaka bize döner. Tabii bazıları karmanın varlığını kabullenmek istemediği için “Herkes kendi kaderini yaşıyor,” diyebilir. Ama işte bazen de ektiğimiz karma, kader oluyor.

Bazı yazılarımda karma konusunu anlatmıştım. Bu yazımda ise bazı insanların önemsemediği o karmanın kendilerinden sonraki nesillere aktarımını ele alacağım. Hemen söylemeliyim ki en önemlisi kişinin kendi karmasını çocuklarına bırakmaması; onlara yüklememesidir.

Ailelerin, çocuklarına iyi bir hayat vermek için bütün koşullarını zorlayıp iyi bir okul eğitimi aldırması, yaşam şartları karşısında zorlanmaması için mal mülk yapıp onlara ekonomik güvence sağlaması, maddi miras bırakması doğaldır. Yeter ki bırakılan miras karma olmasın. Çünkü nasıl ki çocuk daha bebekken verilen sevgi ve şefkat sayesinde sevginin ne olduğunu biliyor ve hayatı sevgi içinde yaşıyorsa karma da öyledir. Çocuk, eğer karmayı miras almışsa bütün hayatı boyunca ailenin fiziksel ve ruhsal edimlerinin sonuçlarını yaşar.

İnsanlar, atalarından gelen karmayı bilmeden yaşadıkları olumsuzlukların nedenini anlamlandıramıyor ve bir şekilde başkalarını suçluyorlar. Bazen de kendi yarattıkları karmaların farkında olmadan yine başkalarını suçluyorlar. Ben insanlara atalarından gelen karmayı sorduğumda hemen “İyi insanlardır,” diyorlar. Tabii ki iyi insanlardır fakat karma yalnızca iyilikle ölçülebilen bir kavram değil. Derine inildiğinde basit bir yalan bile karma yaratır. Arkadan dedikodu yapmak karma yaratır. Söz verip yerine getirmemek de karma yaratır.

İnsanlar evlendiklerinde zaten iki kişinin ailelerinden getirdiği karmaları var. Üstüne bir de kendi karmaları eklendiğinde yük iyice ağırlaşıyor. Eğer bu karmaların farkında olup temizler ve tekrar karma oluşturmazlarsa çocuk o yükü almaz. Fakat bir farkındalık yoksa ve yeni karmalar da yaratılmışsa çocuğun omuzlarına kim bilir kaç nesillik ödev yüklenir.

Aile, gelecek güvencesi olsun diye çocuğa mal mülk bıraktığında aslında eğer karma varsa çocuk bir olay yaşar ve o mal mülk de elinden gider. Bu sefer çocuk gerçek sebebi; aileden gelen karmayı bilmeden yaşadığı olayı suçlar.

Bazen rastlarsınız, daha bebekken veya çok küçükken daha çocuğun bilinci oluşmamışken sağlık sorun yaşar, derler ki “O daha masum bir bebek, suçu nedir?” İşte burada aileden gelen bir karma vardır ve bunun bir şekilde dönüşü olmuştur. Halk arasında “Anne babanın günahını çocuklar çeker,” dedikleri durum da bu karmadır aslında.

Karma oluşmaması için bir kere son derece ahlaklı ve erdemli davranışta bulunmak, kimsenin maddi ve manevi hakkını yememek, dürüst olmak ve hataları kabul etmek gereklidir.

İflas etmiş bir danışan şifa için geldiğinde nedenini bilmiyordu, kendince sebeplerden yakınıyordu. Derinlemesine çalışınca dedelerinden kalan karma ile geldiği anlaşıldı. O karma kendisine etki etmiş ve iflasa sürüklemişti. O karmayı bir şekilde ödeyerek temizlemesi gerektiğini anlattım. Çünkü eğer karmayı temizlemezse işleri toparlansa bile bir gün mutlaka yine iflasa sürüklenecek ve yine başka nedenlere bağlayacaktı.

İnsanlara sorduğunuzda kimse karması olduğunu kabullenmek istemez, kendi karmalarının ve aileden gelen karmalarının temiz olduğunu söyler. Temiz karma kavramı sizi şaşırtmasın. Evet, bazı karmalar temizdir ve bir ödev yüklemezler. Buna da başka bir yazımda değinirim.

Bir çocuğun DNA’sı nasıl aileden gelen genetik rahatsızlıkları taşıyorsa ya da fiziksel ve karakter özelliklerini ebeveynleri veya daha önceki kuşaklardan alıyorsa karma da aynı şekilde nesiller boyu aktarılıyor. O nedenle bir insan çocuğuna mal mülk bırakmanın telaşını yaşarken kendi olumsuz davranışlarını görmüyorsa, kendisinin yaşadığı olumsuzlukların gerçekte karma olduğunu bilmiyorsa ve bu karmadan nasıl kurtulacağının bilincinde değilse çocuk da karmayı taşıyacağı için o mal mülk çocuğa hayır getirmez.

Eşini aldatmak bir karmadır, insanın başkalarını kendi menfaatleri için sevmediği hâlde sevmiş gibi yapması veya kullanması bir karmadır.

Aynı şekilde bir insanın kendi bencilliği için başkalarının duyguları ile oynaması bir karmadır. Ticaret yapanlar, düşük maliyetle aldığı malı gerçek değerinin üzerinde fiyatla satıp kazanç elde ediyorsa bir karmadır.

Niyetler karma oluşturur.

Evrende herkesin bir askısı var ve yapılanlar o askıya asılır. Zamanı gelince o askıdan insanlara geri verilir.

Aile bilinçli olduğunda çocuğuna veya çocuklarına karma bırakmaz.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BÖYLE BUYURDU ZERDÜŞT

Sevgili okuyucularım, bu ayki kitap paylaşımım ismi Böyle Buyurdu Zerdüşt

Bu kitabın yazarı olan; Friedrich Nietzsche

Friedrich Nietzsche tarafından kaleme alınan, yazarın tüm hayat birikimi ve düşüncelerini aktardığı eseri olan ‘Böyle Buyurdu Zerdüşt’ ilk olarak 1883 yılında yayımlandı. Eseri belli bir kategoride tanımlamak zor olsa da genel olarak felsefik bir çalıma olarak görülmektedir. Nietzsche kendisi Böyle Buyurdu Zerdüşt için “yazılmış en derin” eser tanımlamasında bulunmuştur. Ayrıca Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt kitabında zamanındaki kulaklara göre ağız olmadığını kendisinin daha sonraki kuşaklar tarafından anlaşılacağını söyler. Özellikle yüzyıl sonra anlaşılacağını söylemesi gerçekleşen bir kehanet olarak yorumlanabilir. İçerik bakımından farklı konuları ele alan kitapta özetle karakterimizin kendini, insanları ve dünyayı kendince tanımlama sürecindeki farklı alanlardaki görüşlerini okuyoruz. Eserde Zerdüşt “Bir amaç eksik, insanlığın henüz bir amacı yok” der ve amaç için yollara düşer. Yurdunu, gönlünü terk eden Zerdüşt dağlara çıkar ve orada ruhunun yalnızlığının tadını çıkarır. En sonunda gönlü değişir ve şiirde şöyle der “Gönlü değişenin dünyası değişir.” Çıktığı yola yıldızlarla tutunur, Zerdüşt. Amacı insanlığa ulaşmaktır ve yolu ‘sevgi ve erdem’ üzerine kurulmuştur. Çıktığı bu yolda çok yalnız kalmıştır. Çektiği acılar, sevdiklerinden ayrılışı aklına gelir, özlem ve öfkeyle gözyaşlarına engel olamaz. Kimse teselli edemez onu, o hep yalnızlığıyla devam eder yoluna. “Yalnızlıkla kimsesizlik başka”, der Zerdüşt. Onun için insanlar, hayvanlardan daha tehlikelidir ve kimsesizliği böyle tanımlar. Yalnızlığın kimsesizlik olmadığını söyler. İnsanların araştırmasını ister. İstemeyerek de olsa başkalarına yol sormuştur. Çünkü Zerdüşt’ün yolculukları deneme ve sorma üzerineydi. Çünkü tek bir yol yoktur, birden fazla yol vardır. İnsanların sevmeyi öğrenmesini ister, ilk önce insanın kendini sevmeyi öğrenmekle başlaması gerektiğini vurgular. “Kendini sevmeyi öğrenmek, bugünün yarının buyruğu değildir. Aksine, bütün sanatların en incesi, en uyanığı, en yükseği ve sabırlısıdır.” der Zerdüşt. Çünkü insan en çok kendisiyle yüzleşir. “Ey büyük yıldız! Aydınlattıkların olmasa, nerede kalırdı senin mutluluğun?” Güneş’e seslenir Zerdüşt. Her sabah doğan güneşle hedefini belirler ömrüne. Derinlerine inip, insanları aydınlatmak ister. Zerdüşt’ün hikâyesi de böyle başlar.

Zerdüşt otuz yaşındayken yurdunu ve yurdunun gölünü bırakarak dağa çekildi. Orada on yıl boyunca bıkmadan, usanmadan ruhunu dinledi. Ama sonunda gönlünde bir değişiklik duydu. Bir gün tan kızıllığında kalktı, güneşin karşısına geçti ve ona şöyle seslendi: “Ey büyük yıldız, aydınlatacak bir şeyin olmasa yazgın ne olurdu? On yıl var ki buraya, mağarama çıkıyorsun. Eğer ben, kartalım ve yılanım olmasaydık ışığından ve yolundan bezerdin. Fakat biz her sabah seni bekledik. Işığının fazlasını aldık ve bunun için seni kutsadık. Bak; ben, fazla bal toplamış arı gibi uzanacak ellere muhtacım. İnsanlar arasında akıllılar deliliklerine, fakirler de zenginliklerine bir defa daha sevininceye kadar armağanlarımı paylaştırmak istiyorum. Bunun için aşağılara inmeliyim. Nasıl ki sen cömert yıldız, akşamları denizin arkasına iniyor ve arka dünyaya ışık götürüyorsan ben de senin gibi, inmek istediğim insanların aralarına inmeliyim. Ey, en büyük mutluluğu bile kıskanmadan görebilen tok göz, beni kutsa. Taşmak isteyen kadehi kutsa ki içinden su, altın gibi aksın ve mutluluğun parıltılarını her tarafa taşısın. Bak, bu kadeh yine boşalmak, Zerdüşt yine insan olmak istiyor.”

Zerdüşt’ün inişi böyle başladı.

Zerdüşt, yalnız olarak dağdan aşağıya indi ve kimse ile karşılaşmadı. Fakat ormanın içine girince karşısına yaşlı bir adam çıktı. Bu adam ormanda kök toplamak için kutsal kulübesinden çıkmıştı. İhtiyar, Zerdüşt’e şöyle seslendi: “Bu yolcu bana yabancı gelmiyor, bir kaç yıl önce buradan geçmişti. Adı Zerdüşt’tü, fakat o değişmiş. O zaman külünü dağa götürüyordun, bu gün ateşini vadilere mi taşımak istiyorsun? Kundakçılık cezasından korkmuyor musun? Evet, Zerdüşt’ü tanıdım. Onun gözü saftır ve ağzında hiçbir kin gizlenmez. Dans eder gibi yürümesi ondan değil mi? Zerdüşt değişmiş, Zerdüşt çocuk olmuş. O uyanıktır; şimdi uyuyanlar arasında ne yapacak? Yalnızlıkta iken bir deniz içindeymiş gibi yaşıyordun ve deniz seni taşıyordu. Şimdi ne yazık ki karaya çıkmak istiyorsun. Ne yazık ki gövdeni yine kendin sürüklemek istiyorsun.”

Zerdüşt cevap verdi: “İnsanları seviyorum.”

Zerdüşt cevap verdi: “İnsanları seviyorum.” İhtiyar dedi ki; “Benim ormana ve yalnızlığa çekilişim neden, insanları pek çok sevdiğimden değil mi? Şimdi tanrıyı seviyorum. İnsanları sevmiyorum. İnsan, bence oldukça eksik bir şeydir. İnsan sevmek beni yok edebilirdi.” Zerdüşt dedi ki; “Ne diye sevgiden bahsediyorum, ben insanlara bir armağan götürüyorum.” İhtiyar; “Onlara bir şey verme. Onlardan al, daha iyi. Onlardan bir şey al ve onlarla beraber taşı, daha iyi. Bu onların hoşuna gider, yeter ki senin hoşuna gitsin. Eğer ki onlara bir şey vermek istersen sadakadan başka bir şey verme. Ve bunun için de onları dilendir.” dedi. Zerdüşt; “Hayır” dedi. “ben sadaka vermem. Sadaka verecek kadar fakir değilim.” İhtiyar, Zerdüşt’e güldü ve şöyle dedi: “Öyle ise hazinelerini kabul ettirmeye bak. Onlar yalnızlığa çekilenlere karşı güvensizdir ve bizim, armağan vermek için geldiğimize inanmazlar. Bizim, sokaklardaki adımlarımız onlara çok sessiz gelir. Gece, güneşin doğmasından çok önce, yataktayken, bir adamın ayak sesini işitseler kendi kendilerine ‘bu hırsız nereye gidiyor?’; diye sorarlar. İnsanlara gitme, ormanda kal. Hayvanlar arasına gitsen daha iyi. Neden benim gibi olmak istemiyorsun? Ayılar arasında ayı, kuşlar arasında kuş.” “İhtiyar, ormanda ne yaparsın?” diye sordu Zerdüşt. İhtiyar şöyle dedi: “Ben şarkılar besteleyip söylerim ve şarkılar bestelerken güler, ağlar ve söylenirim. Böylece tanrıyı överim. Şarkı söyleyerek, ağlayarak, gülerek tanrıyı, kendi tanrımı överim. Şimdi söyle bakalım bize getirdiğin armağan ne?” Zerdüşt, bu sözü işitince ihtiyarı selamladı ve şöyle konuştu: “Size verecek neyim olabilir? Bırakın, çabuk gideyim de sizden bir şey almayayım.” İhtiyarla Zerdüşt iki çocuk gibi, gülüşerek ayrıldılar. Zerdüşt, yalnız kalınca kendi kendine söylendi: “Nasıl oluyor da ormandaki bu kutsal ihtiyar, tanrının ölmüş olduğunu daha işitmemiş bulunuyor?”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BOLLUK İNSANIN İÇİNDE

Tüm bolluk ve bereketin kaynağı dışınızda değildir. Kim olduğunuzun bir parçasıdır. Yine de dışarıdaki o bolluğu ve bereketi fark edip tanımak gerekir. Etrafınıza baktığınızda hayatın bolluğunu görmüş olacaksınız.  Güneşin teninizi ısıtması, etrafınızda açan çiçekler, sulu ve lezzetli bir meyve yemeniz, gökyüzünden yağan yağmurların barajların dolması, kar yağması ve onun getirdiği bolluğu fark etmek. Evinizin musluğundan akan su ve denize bakmanız bolluğunuzdur. Evinizde sağlıkla bir çay içmeniz, bir ağacın meyve vermesi, yaşadığınız yerde güzelliği fark etmeniz bolluğunuzdur. Aslında hayatın bolluğu attığınız her adımda kendini gösterir. Etrafınızdaki bolluğu tanımak ve kabul etmek içinizdeki uyuyan bolluğu uyandırır. Sonra bunun dışarı akmasına izin verirsiniz.

Yolda bir yabancıya gülümsemeniz bir selam vermeniz ufakta olsa bir pozitif enerji akışı olur. İnsan bolluğu ve bereketi istediği zaman önce kendi içindeki bolluğu ve bereketi uyandırmalıdır. Bu bolluk ve bereket maddi olarak değerlendirmemek gerekir. Bir insan kendine sık sık sorması gerekiyor. Ben dünyaya ne kadar verebilirim? Bir canlıya ne kadar faydalı olabilirim? İçinizdeki iyiliği çıkarmak tüm bolluk ve bereketin temelidir.

Bolluk içinizdeki sevgidir.

Bolluk yüzünüzdeki o içten gülümsemedir.

Bolluk samimi davranışta bulunmaktır.

Bolluk bir insana hatırını sormaktır.

Bolluk hiç tanımadığınız birisine hediye vermektir.

Bolluk güzel sözler söylemektir.

Bolluk değer ve kıymet bilmektir.

Bolluk dürüst davranışta bulunmaktır.

Kendinizi zengin hissetmek için bir şeye sahip olmanıza gerek yok. Kendinizi daima zengin hissederseniz hayattaki şeyler size gelir.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

YENİ İMPARATOR

Sevgili okuyucularım, bu ayki bilge hikâyemiz ile beraberiz.

“Bir zamanlar, Uzak Doğu’da, artık yaşlandığını ve yerine geçecek birini seçmesi gerektiğini düşünen bir imparator varmış. Yardımcılarından ya da çocuklarından birini seçmek yerine; kendi yerine geçecek kişiyi değişik bir yolla seçmeye karar vermiş. Bir gün, ülkesindeki tüm gençleri çağırmış ve:
“Artık tahttan inip yeni bir imparator seçme vakti geldi. Sizlerden birini seçmeye karar verdim.” demiş.

Gençler şaşırmışlar, ancak o sürdürmüş: “Bugün hepinize birer tohum vereceğim. Bir tek tohum… Ama bu çok özel bir tohum. Evlerinize gidip onu ekmenizi, sulayıp büyütmenizi istiyorum. Tam bir yıl sonra büyüttüğünüz o tohumla buraya geleceksiniz. Sizi, yetiştirdiğiniz o tohuma göre değerlendirip, birinizi imparator seçeceğim.”

Saraya çağırılan gençlerin arasında Ling adında biri de varmış. O da diğerleri gibi tohumunu almış… Evine gidip heyecanla olayı annesine anlatmış. Annesi bir saksı ve biraz toprak bulup, onun tohumu ekmesine yardım etmiş. Sonra birlikte dikkatlice sulamışlar. Her gün sulayıp büyümesini bekliyorlarmış.

Yeterince zaman geçtikten sonra diğer gençler tohumlarının ne kadar büyüdüğünü anlatırken, Ling hayal kırıklığı içinde, kendi tohumunda hiçbir değişiklik olmadığını görüyormuş. Üç hafta, dört hafta, beş hafta geçmiş… Hâlâ hiçbir gelişme yokmuş. Diğerleri yetişen bitkilerinden söz ederken Ling çok üzülüyormuş. İmparatorun onu beceriksiz sanmasından çok endişeleniyormuş. Arkadaşlarına da hiçbir şey diyemiyor, sabırla bekliyormuş.

Sonunda bir yıl bitmiş ve gençlerin yetiştirdikleri bitkileri imparatorun huzuruna götürecekleri gün gelip çatmış. Ling, annesine boş saksıyı götüremeyeceğini söyleyince, annesi ona cesaret verip; saksısını götürüp dürüst bir şekilde olanları imparatora anlatmasını istemiş. Ling, pek istemese de, annesinin sözünü tutmuş ve boş saksıyla saraya gitmiş. Saraya varınca arkadaşlarının yetiştirdiği bitkilerin güzellikleri karşısında şaşırmış.

Sonra imparator gelmiş ve tüm gençleri selamlamış. Ling, arkalarda bir yerlere saklanmaya çalışıyormuş.

“Ne büyük bitkiler, çiçekler ve ağaçlar yetiştirmişsiniz. Bugün biriniz imparator olacak.” demiş imparator. Aniden arkada elinde boş saksısıyla Ling’i fark etmiş. Hemen muhafızlarına onu öne getirmelerini emretmiş.

Ling çok korkmuş. “Sanırım beceriksizliğimden dolayı beni öldürtecek.” Ling öne geldiğinde imparator adını sormuş. “Adım Ling.” demiş. Diğer gençler gülüşüp onunla alay etmeye başlamışlar. İmparator onları susturmuş. Ling’e ve elindeki saksıya dikkatle bakıp kalabalığa doğru dönmüş.

“Yeni imparatorunuzu selamlayın. Adı Ling!” demiş. Ling inanamamış. Çünkü tohumunu yeşertememiş bile, nasıl imparator olurmuş?… İmparator devam etmiş: “Bir yıl önce burada herkese bir tohum verdim. Siz ekip, sulayıp bir yıl sonra getirecektiniz. Ama hepinize kaynamış tohum vermiştim. Asla büyüyemeyecek olan… Ling’in dışında herkes ağaçlar, bitkiler ve çiçekler getirdi; çünkü tohumun büyümediğini fark edince hepiniz onu bir başka tohumla değiştirdiniz. Sadece Ling içinde benim verdiğim tohum olan boş saksıyı getirme cesaret ve dürüstlüğünü gösterdi. Beklentisi gerçekleşmeyince umutsuzluğa kapılsa da, dürüstlüğünden vazgeçmedi… Onun için yeni imparatorunuz o olacak!”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

VEFA SÖZLE DEĞİL DAVRANIŞLA SERGİLENİR

Sevgili okuyucularım, 6 Ekim 2023 tarihinde “Neye Göre Arkadaşlık?-2” başlıklı yazımda, insanların en çok aradığı duygunun vefa olduğunu ve bu konuda daha sonra yazacağımı belirtmiştim.

Vefa duygusu, insanlar arasındaki iletişimi kendiliğinden sevgiye götürür. Zaten Türkçe Sözlük de vefayı tam olarak böyle tanımlar: “Sevgiyi sürdürme, sevgi, dostluk bağlılığı.” Diğer deyişle vefa ve sevgi ayrılmaz ikilidir ve tamamen içten gelir ikisi de.

Bu içtenliği çoğu insanda görmek güç ne yazık ki! “Bir fincan kahvenin kırk yıllık hatırı”ndan sıkça söz edilir ama uygulayan çok azdır. Çoğu insan vefa ile beklentiyi karıştırır. Siz insanların vefasızlığından yakınırsınız, ”Bir iyilik yaptın, bunun karşılığını mı bekliyorsun?” ya da “Sana sürekli teşekkür etmeleri mi gerekiyor?” diye sorarlar. Tabii ki bu değil; buradaki ince çizgiyi ayırt etmek gerekiyor.

Vefalı olmak, yapılan iyiliklere güzelliklerle yanıt vermek, hiçbir zaman iyiliği unutmamaktır. Sözünde durmak, emeğe saygı duymak, sadakat göstermektir.  

Hz. Mevlânâ’ya atfedilen, “Kula vefası olmayanın Hakk’a da vefası olmaz” sözü ne güzeldir, ne kadar derin anlam içerir…

Bazı insanlar kolayca söz verir ama sözüne bağlı kalmaz. Ya o anda kendi işi görülsün diye ya da sizi kırmamak için söz verir. Gerçek ve haklı bir nedeni yoksa sözünü yerine getirmediğinde siz de ister istemez vefalı olup olmadığını sorgularsınız. 

İlişkilerin temelinde saygı, sevgi ve sadakat yer alır. Vefa ise yukarıda değindiğim gibi sevginin en büyük göstergesidir. Aile, arkadaşlık, evlilik ve iş ilişkileri gibi birçok farklı alanda vefa önemli bir rol oynar. Vefa, ilişkilerde güven duygusunu geliştirir. Örneğin, bir arkadaşınıza verdiğiniz bir sözü tutarak ve ona her zaman destek olarak vefa gösterirseniz; bu, ilişkinizin güçlenmesine yardımcı olur.

Vefalı insanlarda empati duygusu çok gelişmiştir. Vefası olmayanlar ise sizinle empati kuramaz, verdiğiniz değeri kavrayamaz. Bu yüzden zor zamanlarında yaptığınız yardımı çabuk unutur ve bir gün sizi hatırlayıp tek kelime ile “Nasılsın?” demez, özel günlerde kutlamazlar. Sonra da şikâyet ederler, “Niye böyle olumsuz olayları yaşıyoruz toplum olarak?” Hâlbuki vefalı davranmak değer vermektir, bir sevgi gösterisidir. İhtiyacı olmadan bir hatır sormak o kadar zor mudur?

Komşunuzun size çok iyiliği dokunmuştur fakat o başka bir apartmana ya da semte taşındıktan sonra siz bir kere bile arayıp sormamışsınızdır. Aynı şekilde bir arkadaşınız başka bir ülkede veya şehirde yaşar, sizin yaşadınız şehirde veya ülkede onun evi vardır, o evin her türlü bakımıyla ilgilenirsiniz ama arkadaşınız bir gün olsun hatırınızı sormaz. İşi bitene kadar…

Mesela okuduğunuz okullardaki öğretmenlerinizi hatırlayıp, arayıp hatır sormanız bir vefadır.

Çalıştığınız, yıllarca ekmek yediğiniz iş yerinden ayrıldıktan sonra müdürlerinizi arayıp sormak vefadır.

Yine iş yerinizde size destek veren, size yardımcı olan insanları aramanız vefadır.

İlk iş yerimde beraber çalıştığım arkadaşım sorunlu bir hamilelik yaşadığı için doktor 9 ay istirahat vermişti. İş yeri onu çıkarmasın diye işini üstlendim. Çünkü işten çıkarılmak onu ekonomik olarak zorlayacaktı. Bebeğini doğurduktan sonra işe döndü. Bir süre sonra ben işten ayrıldım fakat bir kere bile beni aramadı. Aslında farkındalığınız olduğunda kimin vefalı olduğunu kimin olmadığını çok genç yaşta anlıyorsunuz.

Seyahat edersiniz; seyahat boyunca grup arkadaşınıza yardım edersiniz, döndükten sonra bir gün sizin hatırınız sormaz. Nedenini sorduğunuzda hayat telaşı, diye geçiştirir. Doğrusu, ben bu sözlere inanmıyorum çünkü her insanın “Nasılsın?” diyecek 30 saniyelik bir zamanı mutlaka vardır.

Okul yıllarında size derslerinizde yardım eden kişileri aramak bir vefadır.

Hastanede veya hasta olduğunuzda sizi bırakmayan insanları arayıp sormanız bir vefadır.

Ev taşırsınız, taşınmanıza yardım ederler, o insanların hatırlarını sormak bir vefadır.

İş bulma konusunda size çok yardımcı olmuştur, o insanları sormak bir vefadır.

Sadece kendi işleri görülmesini isteyen insanlar size gelirler fakat bir gün hatırınızı sormazlar. Bencilliğin olduğu yerde sevgi yoktur. Sevgi yoksa vefa da yoktur. İşte böyle davranan insanların hayatları yüzeysel geçer.

Hayatınıza dokunan, sizi bir yerlere getiren insanları unutmamak gerekiyor.

Vefalı insanlar toplumun huzurunu korur gelişmesine katkı sağlar. Vefa, aynı zamanda toplum içinde dayanışma ve yardımlaşmayı da ifade ediyor.

Vefa yapılan iyiliği unutmamaktır. Bu da davranış ile gösterilir, sadece söylemekle değil. Vefalı olmak bir meziyettir.

Vefa insanın içinden gelir. Ailede öğretilir. Vefasız insanlarda sevgi yoktur. Bu insanlar istedikleri kadar “Sevgi var,” dersinler; bana göre yoktur. Vefalı olmak bir şey kaybettirmez, aksine insana çok şey kazandırır. Vefasız olan insanlar sevginin gerçeğini yaşamazlar.

Siz nasıl bir insansınız? Vefalı mı vefasız mı?

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

GÜVEN İÇİN SÖZ VE DAVRANIŞ BİRLİĞİ GEREK

Sevgili okuyucularım, insanı insan yapan birçok değer vardır. Bunların en başında da güven gelir. Çünkü dünyanın neresinde olursa olsun, insan güvende hissetmek ister. Karşılıklı iletişimin, ilişkilerin temelini oluşturan da güvenmek ve güven vermektir.

Karşılıklı güven olmayan ilişkilerde bir noktadan sonra kopmalar başlıyor; ben bunlara çok şahit oldum. Güveni yaratan temel dayanak ise dürüstlüktür. Bir insanda dürüstlük yoksa başka hiçbir özelliğine bakmayın. Dürüst olmayan insan zaten güven vermediği için o ilişki bir kişinin zorlaması ile devam eder ve yalnızca bir tarafın dürüst olduğu ilişkiler sonunda mutlaka kopar.

Benim için bir insanın söylediği sözlerle davranışlarının aynı olması çok önemlidir. Mesela sosyal medyada insanlar pek çok paylaşım yapıyor, büyük büyük cümlelerle dürüstlüğe dair mesajlar veriyor. Böyle gönderiler mutlaka sizin de önünüze düşüyordur. O insanlar, o paylaştıklarının hepsini acaba kendileri uyguluyor mu? Verdikleri mesajları içselleştirmişler mi? Mesela insanlar güven konusunda siyasetçileri genellikle eleştirir ama “Ben başkalarına ne kadar güven veriyorum,” diye kendi içinde sorgulamaz. İşte, konuşmak kolay söylenen sözleri davranışlara yansıtmak zordur.

Alışverişe gidersiniz, esnaf çok faydasını göreceğinizi söyleyerek size bir ürün satar ama kullandığınızda o faydayı göremezsiniz. Ne yaparsınız? Bir daha o esnaftan alışveriş yapmazsınız. Çünkü onun sözüne güvendiniz ama güveniniz boşa çıktı.

Sözlerle davranışlar arasındaki tutarsızlığı kurulan cümleler ele verir. Böyle insanların dilinden “Ben vefalı insanım”, “Seni seviyorum”, “Sana değer veriyorum”, “Senin yerin bende farklı” gibi cümleler hiç düşmez. Oysa biliyorsunuz, bir insan neyi çok söylüyorsa aslında o onda yoktur. Zaten davranışlarına baktığınızda da o söylediklerinin olmadığını kolaylıkla görürsünüz.  

Bir seyahatimde, o seyahate katılanlar arasında birkaç kişilik bir arkadaş grubu da vardı. Birbirlerini çok sevdiklerini söylüyorlardı fakat davranışları sözleriyle örtüşmüyordu. Gruptaki bir arkadaşlarının dedikodusunu yaptıklarına şahit oldum. İşte, söz güzel ama davranış farklı.

İş arkadaşlıklarında da oluyor böyle şeyler. Bir bakıyorsunuz çok güzel sözler söylüyor yüzünüze ama bir saat sonra başka bir koridorda dedikodunuzu yapıyor; davranışında sözlerinin karşılığı yok. Bu durumda insan ister istemez güven konusunu sorguluyor.

Eşler birbirini sevdiğini söyler ama o ilişkiye baktığınızda birbirlerine değer vermediklerini, aralarında paylaşım olmadığını görürsünüz. Arkadaşlıkta da öyle. Seni kardeşim gibi seviyorum, çocuğum gibi seviyorum, ailem gibi seviyorum… sıkça kullanılarak sıradanlaştırılan cümlelerdir bunlar. Davranışlara baktığınızda ise o insan bir kere bile sizinle iletişime geçmemiş ya da size ihtiyacı olduğu zaman ortaya çıkmıştır ve böylece söylediği sözler havada kalmıştır.

En iyi komşu ödülü verilse kendisinin alacağından kesinlikle emin olan komşunuz, bir gün kapınızın zilini çalmaz, telefonla aramaz üstelik karşılaştığınızda bir sürü bahane sıralar. Şimdi o komşuyla nasıl bir güven ilişkisi kuracaksınız? Sözlerine mi davranışlarına mı inanacaksınız?

Kimileri sizi sevdiğini söyleyerek kendi menfaati için kullanır fakat emeğinizin karşılığını vermez. Derler ya, yarım elma gönül alma; küçük bir hediye bile vermez. İşte bunlar kuru sevgi! Burada bir beklenti mi var? Hayır! Ama o ince çizgiyi ayırt etmek gerekir. Sevgi davranış ile gösterilir.

Bazı insanlar da çok güzel, boyalı kelimeler kullanır.  İyi ki varsın, hayatıma iyi ki girdin, senin gibi insan az, sen bir tanesin, Allah başımızdan eksik etmesin… Karşı tarafı nasıl sevdiğini göstermek için böyle cümleler kurar. O insanı o kadar seviyorsa ihtiyacı görülmeden söylesin bunları.

Patronunuza verdiği işi yapacağınızı söylersiniz fakat unutur ya da boş verirsiniz, sonra sorduğunda yapmış gibi göstermeye çalışırsınız. Patrona söylediğiniz söz ile yaptığınız davranış aynı değil. Güvenilir bir çalışan olduğunuzu iddia edebilir misiniz?

Bir arkadaşınız veya tanıdığınız kitabınıza ön söz yazmak için söz verir ama seneler geçer hiç oralı bile olmaz. İşte bu da sadece sözde kalmış bir davranış biçimidir.

Tenis oynarken her zaman iyi oyuncular kendinden daha iyi oynayanları veya kendi düzeyindeki oyuncuları tercih eder. Turnuvalarda double ve mix oynandığında yanınızdaki oyuncuyu seçme hakkınız vardır. Bazı oyuncular önceden beraber katılacağı oyuncuyu söyler. Turnuvaya beraber katılmak için mesela size söz verir. Bir bakarsınız sizden daha iyi oyuncuyu bulmuş ve bir anda sizi kenara bırakmış. Sonra da bahaneler sıralar: Ben istemedim, o geldi kıramadım; söz, sonraki turnuvaya beraber katılacağız vs. Bir sonraki turnuvada sizi seçse bile maça çıkarken güvenip güvenemeyeceğinizden emin olamazsınız. O kişi sadece teniste değil başka bir olayda da güven vermez artık size.

Böyledir kimi insanlar. Bugün size, “Ne yaparsan yap, hayatımdan hiç çıkarmam seni,” der yarın bir bakarsınız bir şey yapmadığınız hâlde hayatından çıkarmış sizi.

Bazıları da sosyal medya için zaman bulur ama sizi arayıp sormaya, hiç olmadı mesaj yazmaya gelince zamanının olmadığını söyler. Kendi ihtiyacı olduğunda zaman var ama hatır sormak için zaman yok. Böyle insanlara rastlayınca çok sevdiğim atasözü geliyor aklıma: “Oynamasını bilmeyen gelin yerim dar demiş. Yerini genişletmişler yerim dar demiş.” İnsan isterse zaman yaratır; yeter ki istesin!

Siyasetçiler de o kadar söz veriyor ama seçildiğinde davranışına bakılarak güven tesis ediliyor.

Şu menfaatler yok mu güveni bitirir.

Sözlere bakılırsa herkes iyi insan ve dürüst! Oysa önemli olan davranıştır.

Hayatım boyunca insanların sözlerine hiç bakmadım, bakmam da; sadece sergilediği davranışlarına bakarım. Güveni oluşturur.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

DIŞARDA GÜLÜ ARAMAK YERİNE İÇİNDEKİ GÜLÜ ÇIKARMAKTIR.

Dünya üzerinde pek çok insan kendi içsel barışını sağlamadan dışsal barışı sağlamaya çalışıyor. Bazı insanlar içsel barışın ne olduğu bilmeden dış dünyasının güzel olmasını ve bununla mutlu olmayı istiyor.

Yeryüzündeki herkesin tek isteği mutlu ve huzurlu bir yaşam. Bu çok doğal bir istek ama bunun için kimse içine dönüp bakmıyor, kendi barışını sağlayıp sağlamadığını sorgulamıyor. 

Şu anda dünyanın birçok yerinde savaş var, yıkım mücadelesi var. Bunları görüp duyduğumuzda insan olarak üzülüyoruz. Bir an önce sonlamasını, kimsenin acı çekmemesini, ölmemesini istiyoruz.

Ülkeler, toplumlar, topluluklar, tanıdıklar ve nihayetinde aile arasında bile yaşanan gerçek ve mecazi savaşlardan önce kim dürüstçe kendine şu soruyu soruyor: Kendim ile olan kavgalarım bitti mi?

Kendiyle kavgalarını bitirenler için dünyadaki kavgaları barışa döndürecek ilk adım atılmış demektir. İçsel barış insanın önce kendini çok iyi tanıması ile başlar. Kişinin kendi ile kavgasını sonlandırması, geçmişiyle tam olarak yüzleşip hatalarını kabul etmesidir. Kendini olduğu gibi kabul etmesidir. Kendi derinliğine inmesidir.

Huzurdan, barıştan bahsettiğimizde bu duygulardan ve iç huzurdan da mutlaka bahsetmemiz gerekir. İçsel huzur, kişinin kendi içinde uyumu yakalamasıdır ve hangi duyguların içsel huzuru sağladığını mutlaka bulmalıdır.

İçsel barışını sağlamayan insan bir başkasının kendiyle barışmasına yardımcı olamaz. O derinliğe inemez.

Dışarda gülü arayıp koklamak yerine önce içindeki gülü çıkarıp etrafa o kokuyu vermektir.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

 

YAŞAMA BİLGELİĞİ ÜZERİNE AFORİZMALAR

Sevgili okuyucularım, bu ayki kitap paylaşımım ismi Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar

Bu kitabın yazarı olan; Arthur Schopenhauer filozof, yazar ve eğitmendir. Schopenhauer, Alman felsefe dünyasındaki ilklerdendir. Dünyanın anlaşılmaz, akılsız prensipler üzerine kurulu nedenselliklerinin olduğunu söyleyerek dikkat çekmiştir. 

Şimdi kitaptan bir bölümü sizlerle paylaşıyorum.

“…

Bir insanın olduğu şeyin, onun mutluluğuna, sahip olduğu ya da temsil ettiği şeyden çok daha fazla yardımcı olduğunu genel olarak önceden kabul etmiştik. Bir insanın olduğu, buna göre kendinde sahip olduğu şey hep buna bağlıdır; çünkü bireyselliği ona daima her yerde eşlik eder ve yaşadığı her şey onunla renklenir. Her şeyin içinde ve her şeyde önce kendini tadar: Bu, fiziksel hazlarda hep böyledir; zihinsel hazlarda daha fazla geçerlidir. Ama bireyselliğin niteliği kötüyse, tüm hazlar safrayla bozulmuş ağızlardaki lezzetli şaraplar gibidirler. Buna göre ağır felaketler bir yana, iyilikte olduğu gibi kötülükte de, insanın yaşamında nelerle karşılaştığı ve başından neler geçtiği, bunu nasıl hissettiği, yani her bakımından duyarlılığının türü ve derecesi karşısında daha önemsizdir. Bir insanın kendi içinde olduğu ve kendinde sahip olduğu şey; kısacası kişiliği ve değeri, mutluluk ve refahının başlı başına dolaysız nedenidir. Diğer her şey dolaylıdır; bu nedenler etkilerine de engel olunabilir, ama kişiliğe asla zarar veremez. İşte bu nedenle kişisel üstünlüklere yönelik kıskançlık en özenle saklanan olduğu kadar affedilmez olanıdır. Üstelik kalıcı ve dirençli olan sadece bilincin niteliğidir ve bireysellik sürekli devam ederek az ya da çok, her an etki eder; buna karşın diğer her şey daima sadece zamana yönelik olarak, ara sıra geçici etki eder, ayrıca değişime ve dönüşüme de boyun eğer: Bu nedenle Aristoteles şöyle der: Çünkü doğal oluşumlar güvenilirdir, ama değerler öyle değildir. Bütünüyle dış etkenlerden kaynaklanan bir mutsuzluğa kendi neden olduğumuz bir mutsuzluktan daha metanetle katlamamız buna dayanır: Çünkü kader değişebilir, ama kendi niteliğimiz asla değişmez. O halde soylu bir karakter, yetenekli bir zihin, mutlu bir yaradılış, neşeli bir ruh ve gerekli niteliklere sahip bütünüyle sağlıklı bir beden gibi öznel zenginlikler mutluğumuz için en önemlisidir. Yani sonuç olarak: Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur. Bu nedenle dünyevi zenginliklere ve saygınlıklara sahip olmaktan çok, bu iç zenginlikleri arttırmaya ve korumaya dikkat etmeliyiz. Mutluluk sadece kendimize teslim olduğumuz, kendimizi oluşturduğumuz ya da bulduğumuz yerdedir.-    


Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

 

YARGILAMADAN ÖNCE NASIL BİR YOLDAN GEÇTİĞİNE BAK

İnsanlar bazen birbirini aceleyle yargılar. Bir insanın neler yaşadığını, nasıl bir hayatı sırtladığını bilmeden ön yargı ile ağızdan dökülüverir sözler: “Hayat sana güzel”, “Çok şanslısın”, “Dört ayağının üstüne düştün”, “Sendeki keyif beyde, paşada yok”… Hâlbuki bunları söylemeden önce iki kere düşünmek gerek.

Yargılamak kolaydır, önemli olan anlamaya çalışmak, görünenin ötesi; nedenleri üzerine düşünebilmek.

Sevgili okuyucularım bir insanın hayatını tam olarak bilmeden ön yargıyla yorum yapmak size karma yaratır. Bir evin ocağında tencere kaynadığını gördüğünüzde hemen hüküm vermeyin; et mi pişiyor dert mi bilemezsiniz. Çünkü bazı insanlar yaşadığı olumsuzlukları kimseye anlatmaz, sadece kendi içinde kalır.

Yargılama insanı empatiden uzaklaştırıyor. Yargıladığınız kişinin yürüdüğü yola siz çıksanız belki bir dakika bile gitmeden geri döneceksiniz.

Kızılderili atasözü o kadar güzel ifade etmiş ki bunu:

“Benim hayatımı yargılamadan önce benim ayakkabılarımı giy ve benim geçtiğim yollardan, sokaklardan geç. Benim takıldığım taşlara takıl, yeniden ayağa kalk ve aynı yolu tekrar git; benim gittiğim gibi. Ancak o zaman beni yargılayabilirsin.”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com