Sevgili okuyucularım, bu ayki bilge hikâyemiz ile beraberiz.
Kasabanın birinde, güzelliği dillere destan bir kız yaşarmış. Kendisiyle evlenmek isteyen uzak ülkelerden gelen nice prensi, asili, zengini, yakışıklı delikanlıyı reddetmiş. Kimseleri kendine layık görmüyormuş. Kıza aşk besleyen, aynı kasabada yaşayan genç bir delikanlı da bu kızı istemiş. Ama kız onu da beğenmemiş. Bizim delikanlı günün birinde kasabadan ayrılmış. Başka birine aşık olup evlenmiş, çocukları olmuş, yeni bir hayat kurmuş.
Uzun zaman sonra yolu yaşadığı güzel, şirin kasabaya düşmüş. Aklına bir zamanlar aşık olduğu kız gelmiş, ona ne olduğunu merak etmiş. Tanıdık bir yaşlı adam, güzel, büyük bir gül bahçesi olan evi göstererek kızın evlendiğini söylemiş. Kimseleri beğenmeyen güzel kızın kiminle evlendiğini görmek istemiş. Kocasını evden çıkarken görmüş. Kızın kocası şişman, kel, çok çirkin ve kaba bir adammış. Üstelik zengin de değilmiş. Nasıl oldu da böyle biriyle evlendiğini merak eden adam, kızın kocası gittikten sonra evin kapısını çalmış. Kız kapıyı açınca adamı tanımış. Adam sormuş:
– Sen ki hiçbirimizi beğenmedin, nice kısmetlerini geri çevirdin, nasıl oldu da böyle biriyle evlendin demiş?
Kız da ona:
– Sana cevabı vereceğim fakat önce gül bahçemdeki en güzel gülü koparıp getireceksin, yalnız tek şartım, bahçede ilerlerken geriye dönmeyeceksin.
Adam peki demiş ve çok güzel güllerin olduğu bahçede ilerlemeye başlamış. Önce çok güzel sarı bir gül görmüş. En güzel gül bu derken biraz ilerde daha güzel kocaman pembe bir gül daha görmüş. Tamam budur işte diye düşünürken daha ilerde muhteşem güzellikte kırmızı bir gül goncası gözüne ilişmiş. Bir türlü karar verememiş, en güzel çiçeği bulacağım derken bir de bakmış ki bahçenin sonuna gelmiş, geriye dönemeyeceği için bahçenin sonunda yaprakları solmuş cılız bir gülü mecburen koparıp kıza götürmüş.
Kız gülü almış ve adama demiş ki:
– Bak gördün mü? Her zaman daha iyisini bulacağını düşünürken ömür geçer de sonunda en kötüsüne razı olmak zorunda kalırsın. Bu yüzden gençlik bitmeden elindekinin değerini bilip, yetinebilmeyi öğrenmek gerekir.
Hayat akarken birçok fırsatla karşılaşırız. Kimimiz fırsatların değerini bilir, kimimiz ise birçok fırsatı kaçırıp görmeden yanı başından geçip gider. Ömür dediğin yoldan geçerken aynı şartlar altında bir daha geçemeyiz. Bir hedefe öylesine kilitleniriz ki karşımıza çıkan diğer fırsatları kaçırırız. Bir gün bir bakmışız hedeflediğimiz noktadan da uzaklaşıp çok farklı bir noktaya gelmişiz. Hayatımıza dönüp baktığımızda geriye kalan sadece kaçmış birçok fırsat ve bize kalan içimizi kemiren “KEŞKE” diye yankılanan düşüncelerimiz.
Her şey gönlünüzce olsun! Sevgi ve ışıkla kalın!.. Nurgül AYABAKAN
“Hintli bir adam suda bata çıka ilerlemeye çalışırken yanına bir akrep gelir. Onu kurtarmaya karar verir ve parmağını akrebe uzatır ama akrep onu sokar. Hintli tekrar akrebi sudan kurtarmaya çalışır ama akrep onu tekrar sokar. Yakınlarındaki başka biri ona, sürekli onu sokmaya çalışan akrebi kurtarmaya çalışmaktan vazgeçmesini söyler. Ama Hintli adam şöyle der: “Sokmak akrebin doğasında vardır. Benim doğamda ise sevmek var. Neden sokmak akrebin doğasında var diye kendi doğamda olan sevmekten vazgeçeyim?”
Sevgili okuyucularım, bu hikâyeyi çoğumuz biliyoruz.
Hayatımızda yaşadığımız acılar ve zorluklar karşısında bazen kendimizi kaybederiz, aslında bunu yaparken öz benliğimizden vazgeçmiş oluruz. O anda haksız duruma düştüğümüzü düşündüğümüz için belki bir anlık öfkeye kapılırız, kızgınlık ve nefret duyarız. O öfke ile söylediğimiz sözleri bilmeyiz. Ama sonra aslında bu duyguların bize ait olmadığını fark ederiz, “Çünkü” deriz kendi kendimize, “ben sakin bir insandım. Kimseye kötülük yapmam, herkesin iyi olması için elimden gelen iyilikleri yaparım, özüm ne ise onu veririm. Ama niçin bunları verirken akrep gelip beni sokuyor, bana zarar veriyor?” İşte burada asıl olan özümüzde kalabilmektir. Yaşadığımız olay ve durum her ne olursa olsun o öfke tuzağına düşmeden özümüzde kalabilmek. Öfkeye kapıldığımız hâlde bunu dışa yansıtmamak değil söylemeye çalıştığım; çünkü o ikiyüzlülük olur. Her ne olursa olsun özümüz iyiyse onu öfkeye teslim etmemeyi vurguluyorum. Mayamız iyiyse bırakalım akrep akrepliğini yapsın, canımızı yaktı diye ona benzemeyelim, özümüzden uzaklaşmayalım.
Aslında hayatı kendi ruhumuza sunulan bir sınav olarak görmeliyiz. Bazı ruhlar doğuştan itibaren sakindir ve olgun ruh olarak doğar, böyle kişilere” yaşlı ruh” deriz. İşte böyle insanlar, olumsuz insanlar tarafından sınava tutulurlar, yani sınanırlar. İşte o anda özünden vazgeçmeyip bu yolda güzelliklerle gitmek varken çoğu insan, “Bak, zararı ben gördüm, olumsuzluk yaşatan, haksızlık yapan o kişiye bir şey olmuyor, gayet mutlu ve huzurlu yaşıyor” der. Hatta kendi kendine çıkarım yapar ve “Demek ki iyilik yapılmayacak, bencil olmak gerekiyor, hiçbir şeye karışmayacaksın, suya sabuna dokunmayacaksın” deyip önce kendine kızmaya başlar.
Oysa hayatta karşılaşılan her insana bir öğretmen olarak bakmak gerekir ve her öğretmen sınava tabii tutar! Bu sınav bazen çok acımasız olur gerçekten. Ruhunuzu öyle bir yorar ki artık hayatınızdan vazgeçersiniz, insanlardan uzaklaşmak zorunda kalırsınız. İşte o noktada önemli olan insanın kendi içindeki o gücü bulmasıdır. Yaşadığı her türlü olumsuzluğa rağmen o gücü içinde taşıması, koruması ve ona inanmasıdır. En derin zorluklar gerçek gücü ortaya çıkarıyor. Sözünü ettiğim bu güç ruhun hâlâ ışıkta kalmasıdır.
İnsanlar bazen de iyi insanların başına kötü şeyler gelmemesi, ahlaklı insanların olumsuzluk yaşamaması gerektiğini düşünürler. Son derece inançlı insanların karşılaştığı olumsuzluklarda “Niçin Allah onu korumadı?” veya “Niçin Allah ona böyle olumsuzluklar yaşattı?” diye düşünürler. Bazen de kimileri için “Bu insan Allah’a hiç inancı yok ama hayatı gayet iyi gidiyor” diye düşünür veya etrafındakilerle konuşurlar. Çünkü hak etmedikleri davranışla karşılaştıkları için kabul edemezler. Daha doğrusu, iyiler kazanacak kötüler her zaman kaybedecek veya iyilerin her zaman yüzü gülecek kötülerin yüzü gülmeyecek, diye düşünen birçok insan var. Bu düşünce içine girip adaleti sorgulamaya başlarlar. “Hani nerede adalet?” veya “Nerede Allah’ın adaleti? diyerek bu sefer içlerinde öfke, nefret, kin gibi olumsuz duygular çoğalır.
Hayat her zaman, yok böyle olacak yok şöyle olacak, diye planlarla gitmez. Bir kere hayat düz bir çizgiden ibaret değildir ve her zaman yükseliş yoktur. Hayatın içinde acı, üzüntü mutlaka vardır. Önemli olan bu acılar ve üzüntüler karşısında ruhunuzun ne kadar olgunlaştığı, bilgelik yolunda ne kadar ilerlediği veya o özünüz olan sevgiden uzaklaşarak olumsuzluklar içinde boğulup boğulmadığıdır?
Her ruh kendi sınavını verir; bu kaçınılmaz. İyi niyetli insanların sınavı hayatlarına giren olumsuz insanların yaşattıklarıdır. Bu, emeği hiçe saymak olur, nankörlük olur, maddi zarara uğratmak olur; bunun gibi birçok örnek yazarım. Bir iş yerinde senelerdir çalışır, patron ona her zaman destek çıkar ama bir bakarsınız kendi menfaati için patronunu zarara uğratmış ya da her şeyine koşulsuz olarak destek çıktığınız aileniz, akrabanız, sevgiliniz veya arkadaşınız kalbiniz kırar, olumsuzluk yaşatarak zarar verir. İşte o anda “Ben bunları niçin yaşadım, ne hak ettim de bunları yaşadım?” sorusunu sorarsınız.
Bu arada dünyada yalnız siz yaşamıyorsunuz böyle olayları, çevrenizden duyduğunuzda da hep iyiler kaybediyor işte, diyorsunuz. Geçenlerde tanıklık ettiğim, mahallemizde 24 senedir simitçilik yapan esnafın uğradığı haksızlığı anlatayım. Simitçi, üç dört senedir tanıdığı bir kadın müşterisinin iki yaşındaki erkek çocuğunu sevmiş. Kadın daha sonra kendisine “Çocuğuma dokunma” demiş. Simitçi özür dilemiş ve “Bir daha dokunmam” demiş. Sonra kadın belediyeye şikâyet etmiş, simit tezgâhı görmek istemediğini söyleyip kaldırılmasını istemiş. Tabii ki tezgâh kaldırıldı. Simitçiyi 24 senedir tanıyorum, simit alırken her defasında sohbet ederim, bugüne kadar hiç kimsenin kendisinden şikâyetçi olmadığı, işini gayet dürüst olarak yapan bir insandır. Olaydan sonra da konuştuk, “Çocuğuna simit verdim ve sevdim. Niçin bana bunu yaptı?” diyor. “Bir kötü niyetim yok üstelik beni de tanıyordu” deyip kendini savunuyor. Simitçi kendinden emin olduğu, yanlış bir şey yapmadığı için olayın üstüne gitti. Onu tanıyan bütün insanlar hemen arka çıktı ve tezgâhını geri aldı. Simitçi, bir kişinin yaşattığı olumsuzluğa karşı geçmişte herkese yaptığı dürüstlüğün meyvesini aldı. İşte insan sadece kendisi iyi niyetli de olsa her zaman başka insanlarla sınava tabii tutulur, sınanır. Önemli olan kendi içindeki o sevgi dediğimiz güçten vazgeçmeyip ruhunun ışığı ile devam etmesidir.
O insan, kendisine kötülük yapıldı diye çocukları sevmekten ya da bedava simit vermekten vaz mı geçecek? Hayır çünkü sadece dersini almıştır. Bundan sonra bir çocuğu sevmek isterse o anda yanında kim bulunuyorsa o kişiden izin alacaktır.
Hayatı çırak gibi yaşadığımızda her bir insan bize bir şeyler öğretir. Bu öğretilerin içinde canımızı gerçekten acıtacak, bizi üzüntü içinde bırakacak kişiler olur. Bu insanlar acılarla ruhumuzu olgunlaştırırken bazı insanlar da iyiliklerini cömertçe sunarak ruhumuzu rahatlatır, huzur verir. Her zaman hayatınızda böyle insanlar olacak. Burada önemli olan şudur: Siz hangi ruha sahip olacaksınız? Özünüzden ayrılıp bencilliği, iyilik yapmamayı, acımasızlığı mı seçeceksiniz yoksa ruhunuzdaki sevgi ve ışığa tutunarak benim buradaki dersim nedir ve neyi öğreniyorum, diye kendinize sormayı mı tercih edeceksiniz? Unutmayın kötülüğe kötülükle karşılık vermek veya kötülük düşünmek sevgiden uzaklaştırır.
Tabii ki bunları başarmak kolay değil çünkü haksız yere canınız yanmış ve üzülmüşsünüz ama inanın ki siz kendi içinizdeki sevgiyi söndürdüğünüzde ruhunuzdaki o ışığı kapatmış olursunuz. Bunun için yapabileceğiniz en iyi şey, kabullenmektir. İnsan başına gelenleri kabule geçtiğinde daha sakin bir karar veriyor ve yapılması gerekeni yapıyor.
Şunu unutmayın ki sevgili okuyucularım, kötülükleri iyilikle yenmek ilk başta imkânsız gibi gelebilir ama gerçekten iyilikle yendiğinizde kendinize inancınız artıyor ve kazanan yine siz oluyorsunuz. Belki o anda görünmüyor ama aylar, yıllar geçtikten sonra karşınıza mucizeler çıkıyor. Buna inanının lütfen. Başınıza gelen olayları kabullenemediğiniz zaman size yapılan davranışları hazmedemiyorsunuz, bu sefer kendi sağlığınıza zarar veriyorsunuz. İyilik yaptığınızda size olumsuzluk yaşatan insanları suçlamayın kendinizi de suçlamayın lütfen. Bu sınavı nasıl geçebileceğinize odaklanın? Bir öğrenci nasıl sınavı geçmek için elinden geleni yapıyorsa işte siz de bu sınavı geçmek için nasıl bilgece davranmanız gerektiğini öğrenmeye çabalayın. Bilgece davranış ruhu olgunlaşmaya götürür.
Hayatımda tabii ki bencil, nankör, iftira atan, emeği hiçe sayan, kendi menfaatleri için sevgisini sunan veya konuşan, cimrilik yapan, zor zamanımda yanımda olmayan, ihtiyaçlarını verdiğimde iyi deyip yüzleştiğimde olumsuz söz söyleyen ve terk eden, iyiliğe karşı olumsuzluk yaşatan insanlar oldu ama kabullendim. Çünkü her ruh tekâmül etmeye açık değil, her ruh tekâmül etmek için çaba sarf etmez. Bunu öğrendim. O zaman ben yine ruhumdaki ışık ile yol alırım. Benliğimden, özümden niye vazgeçeyim, birkaç insanın yaşattığı olumsuzluklar için niye ışığımdan vazgeçeyim? O zaman ben olmam başkası olurum. İnsanların davranışlarına takıldıkça ışığınız artmaz.
İçinizde o gerçek sevgi varsa sevmekten hiçbir zaman vazgeçmeyin, iyilikten vazgeçmeyin.
Her şey gönlünüzce olsun! Sevgi ve ışıkla kalın!.. Nurgül AYABAKAN
Sevgili okuyucularım, hepimizin bir enerjisi var, bu enerji hayatımız boyunca bizimle birlikte olur.
Günlük yaşamımızda kendi kendimize veya çevremizdeki insanlarla konuşurken “Bugün enerjim düştü” veya “Kendimi iyi hissetmiyorum, ruhum yorgun” gibi cümleler kullanırız.
Tabii ki insanın bir günü bir gününe uymaz çünkü yaşadığı üzücü olaylar ve çevresinden aldığı üzücü haberler ister istemez enerjisini değiştirir. Bunlara çevre faktörleri deriz. Bir de insanın kendi düşünceleri, davranışları, bakış açısı, anlayışı ve değer yargıları ile kendine verdiği enerji vardır. Bu da hayat enerjisidir. Hayat enerjisi, insanın kendi içini güzelleştirmesi ile başlar. Dış özelliğimize verdiğimiz önem geçicidir, o an için kendimizi iyi hissettirir; hayat enerjimizi yansıtmaz. Gerçek hayat enerjisini gösteren iç güzelliktir. Asıl önemli olan içi güzelleştirmektir. Birçok insan dış görünüşünü kastederek “Beni nasıl buluyorsun?” sorusunu sorar. Dışa yansıyan sadece içteki hayat enerjisidir.
Bazen hiç tanımadığınız biriyle iletişimde bulunursunuz ve “Enerjim çok düşüktü ama bir anda yükseldi” dersiniz. İşte bu, o kişinin size ruhunun ışığını vermesindendir.
Burada dikkat edilmesi gereken nokta hayat enerjisinin neye yönlendirildiğidir. Hayat enerjimizi yalnızca maddeye yönlendirirsek; dünyasal arzularımızı ön planda tutarak yaşarsak hayat enerjimize maalesef egoyu sokmak zorunda kalırız. Her bir ego bizim hayat enerjimizi düşürmeye çalışır.
Örneğin birçok insan hayatında aldığı kararları kalbi ile değil aklı ile almaya çalışır. Yaşamla ilgili tüm ilişiklerini akıl ile kurmaya çalışır. Hayatı boyunca yarar ve çıkar üzerine hesap kitap yapar. Kalbinin sesine kulak tıkar ve yalnızca akla uygun olana “Evet” uygun olmayana “Hayır” der. Kendine uygun olanın çevresine ve dünyaya zararlı olup olmadığına bakmaz, sadece kendi hesabına bakar. Bencilce yaklaşıma girer. İşte burada kendini düşündüğü için ister istemez bencilce davranışta bulunmak zorunda kalır ve hayat enerjisini bir anda simsiyah bulutlar kaplamış olur.
Dünyasal istekleri ön planda tutan bir insan nefsin bağımlılığı altına girer. Arzularının gerçekleşmesi için egosu her gün biraz daha büyür, hırslarına kapılır. Örneğin elindeki ile yetinmeyip hep alma istediği olur, bu sefer de o alma isteği fazla para kazanmak için hırsa dönüşür. Ayrıca da kazandığı parayı paylaşmaktan kaçınır çünkü sırf kendini düşünmeye başlamıştır.
Kendimize dönüp bakmalıyız; dünyevi isteklerimiz ne kadar, nelere aç gözlü davranıyoruz? İşte bu sorulara vereceğimiz yanıtlar enerjimizin yönünü ve niteliğini ortaya çıkarıyor. Birlikte düşünelim; sürekli isteyen, aç gözlü, elindeki ile yetinmeyen, hırs yapan ya da etrafa karşı gösteriş için yaşayan, rekabete enerjisine giren kişinin enerjisi nasıl olabilir? Şimdi de bunun tersini düşünün; elindeki ile yetinen, bol şükür eden, kimse ile rekabete girmeyen, hırs yapmayan bir insanın hayat enerjisi nasıl olur? Sürekli şikâyet eden, elindekine şükretmeyen, siz verdikçe daha fazlasını isteyen insan iç dünyasını güzelleştirmek için herhangi bir çaba göstermezse dünyayı ruhunun ışığı ile aydınlatamaz. Çünkü almaya çalışan, bir şey vermeyen insan cimri olur. Sadece parayı düşünür. Siz verdikçe daha çok alma çabasına girer. Alma verme dengesi bozulduğunda da mutluluğa ulaşamaz, ruhunun ışığı dünyayı aydınlatamaz. Paraya önem veren insan dünyaya nasıl hizmet edebilir ki? Bizzat böyle insanlarla karşılaştım. Etrafımda gördüm.
Hayat enerjimiz kendi ruhsal yolculuğumuza bağlıdır. Bazı insanlar dünyasal yaşamın cazibesine öyle kapılır ki ruhunun ışığını ve ruhsal erginlik ve olgunluğa ulaşmanın yolunu kapatır. Eğer ruhun ışığı ile aydınlatırsak o zaman dünyada yaptığımız her iş, ahlak, adalet ve erdem ilkelerinin içinde olur. Kendimiz için değil bütüne faydalı olmuş oluruz. İnsanlarla kurduğumuz her ilişki yarar ve çıkardan uzak, sadece sevgi ve şefkat içinde olur. Olumlu, verimli ve bereketli bir hayat enerjisi ortaya çıkmış olur.
İçimizden akan enerjiye baktığımızda bu enerjinin hangi yöne gittiğinin farkına varırız. Öfkeli bir insanın enerjisinin aktığı yön sevgiden uzak olur çünkü öfkenin verdiği enerji karanlıktır ve ruhun ışığını örterek her türlü iletişimde insanların kendisinden uzaklaşmasına sebep olur.
İnsanlar genelde kendi kusurlarını görmezler ve hatalarını kabul etmezler. Hatalarını söylediğiniz zaman özür dilemek yerine kendilerini haklı çıkarırlar. İşte burada kişinin kendi enerjisi bir savunma mekanizması bilincinde olur ve kendini haklı çıkarmak için elinden geleni yapar. Bu durumda hayat enerjisi kendine olumsuzluk olarak akar. Hâlbuki hatasını kabul etse; kusurunu görüp kabul etse ve düzeltse iç dünyasını güzelleştirecek, ruhunun ışığı dünyayı aydınlatacak.
Yaptığınız işte başarı elde etmiş olursanız bazı insanlar bu başarıdan rahatsız olur ve size negatif enerji verir, sizi aşağı çekmeye çalışır. İşte burada devreye giren duygu kıskançlıktır. Ya da sizinle rekabete girer, sürekli bir kavga ve mücadele içinde olur. Bu da hayat enerjisini karanlığa yönlendirir. İmrendiği insanın yaşantısı kendisinde olmadığı için kıskançlık göstererek kendi iç güzelleşmesini engeller. Yaptığınız işi takdir ve teşvik etmeden hemen sizi eleştiren, motivasyonunuzu bozan ve sinsice sizi kıskanan insanların hayat enerjisi maalesef kirli akan bir nehre benzer.
Aslında hayat enerjiniz nereye doğru akarsa yaşamınız oraya doğru akar. Sürekli birini eleştirmek, yargılamak olumsuzluk ararsanız kendi yaşamınızda olumsuzlukları yaşarsınız.
Olumsuz duyguları beslediğinizde kendi içinizi simsiyah bulutlarla kaplarsınız. Simsiyah bulutların arkasından güneşin çıkmasını beklemek gibi, böyle olumsuz duygulara sahip birinin güneş gibi sevgi vermesini, ışık vermesini beklemek boşunadır. Ama imkânsız da değildir. Bu nasıl olur? Elbette o insanın kendi bilinciyle bunları bilip (olumsuz duyguları) özgür iradesi ile değişmeye çalışmasıyla olur.
İnsan, “Hep ben en iyisini bilirim”, “Benim dediklerim doğru” iddiasıyla kendini dev aynasında görüp kibre kapıldığı anda hayat enerjisi düşer.
Hata yapan birine karşı olumsuz üslupla konuşan da hayat enerjisini maalesef kaybeder. Bu sefer çevresindekilere “İşte, bana hatalı davrandı onun için böyle üslup kullanıp enerjimi düşürdüm” diye dert yanar.
Benzer şekilde öfkeli bir davranışta bulunan insana aynı öfke ile karşılık verip saldırgan bir tavır sergilemek de insanın iç dünyasını çirkinleştirir. Bu sefer hayat enerjisi düşer ve “O böyle davranmasa ben bunu demeyecektim” türünden karşı tarafı suçlamalar başlar. Aslında iç dünyanızı güzelleştirmek için yüzde yüz haklı bile olsanız önce sessiz kalıp sakinleşmeyi ve sonra güzel üslupla davranışının yanlışlığını anlatmayı denemenizde yarar var.
Hayat enerjiniz olumlu olduğunda havayı güzelleştirirsiniz. Kapkara bulutların arkasındaki güneşi çıkartırsınız. Bu olumlu enerji tabii ki sevgi ve şefkat ile olur. Ruhunuzun aydınlığı ile dünyaya ışık olursunuz.
Her şey gönlünüzce olsun! Sevgi ve ışıkla kalın!.. Nurgül AYABAKAN
Sevgili okuyucularım bu haftanın yazısı, Param Pujva Dadashri öfke ile düşüncelerini dile getiren yazısını paylaşıyorum.
Hindistan’ın Gujarat eyaletindeki Tarsali köyünde manevi açıdan yüksek bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelen Param Pujya Dadashri, doğumundan itibaren şiddetsizlik, empati, cömertlik ve manevi çilenin faydaları konusunda derin bir anlayışla yetiştirildi.
Param Pujya Dadashri, küçük yaşlardan itibaren kendine özgü manevi özellikler sergiledi ve büyüdükçe manevi amaca adanmış bir öncelik sürdürdü. O, ebedi hakikati ve Kendini Gerçekleştirmeyi arayışına tek bir noktada odaklanmıştı.
Kişi genellikle işler istediği gibi gitmediğinde, karşı taraf onu anlamadığında veya farklı bir bakış açısı olduğunda öfkelenir. Çoğu zaman, haklı olduğumuza inandığımız halde haksız olmakla suçlandığımızda öfkeleniriz. Algılarımız yüzünden haklı olduğumuzu düşünürüz ve karşı taraf da haklı olduğunu düşünür. Çoğu zaman, ne yapacağımızı bilmediğimizde, öngörü veya sezgiye sahip olmadığımızda öfkeleniriz. Bizi en çok seven insanlarla olan ilişkimize zarar veririz. Çocuklarımıza tüm desteği, rahatlığı ve güvenliği vermek isteriz, ancak öfkemiz çocuklarımızı kendi evlerinde korkutur. Öfkeli insanlarla nasıl başa çıkılır? Bir makine çok ısındığında, onu bir süre yalnız bırakmalısınız ve kısa sürede soğuyacaktır. Ancak onunla uğraşmaya devam ederseniz, yanarsınız.
Öfke, kendi evinizde bir kibrit yakıp önce kendinizi yakmanız, sonra da başkalarını yakmanız anlamına gelir. Bir tarlada büyük kuru ot yığınları toplanıp, içine sadece tek bir kibrit atıldığında ne olur? Şiddetli bir yangında tüm otlar yanmaya başlar ve etrafındakiler de yanar. Benzer şekilde, evinizde otlarla dolu bir kibrit yakmaya öfke denir. Önce siz yakarsınız, sonra komşunuzu yakarsınız. Öfkenin ne olduğuna dair en açık cevap budur!
Öfke, anlayış eksikliği demektir. Param Pujya Dada Bhagwan, bir kişinin durumla nasıl yüzleşeceğini bilmediğinde öfkelendiğini söyler. İnsanlar “Ne yapacağımı anlamadım, bu yüzden öfkelendim!” demezler mi? Kişi, karşısındaki kişiyle nasıl başa çıkacağını anlayamadığında ve işini bitirmeye çalıştığında öfkelenir.
Öfkenin en yaygın nedenlerinden biri görememektir. Diyelim ki karanlıkta yürüyoruz ve önümüze bir duvar çıkıyor; göremeyince ona çarpıyoruz. Benzer şekilde, bir iç görümüz olmadığında, belirli bir durumda yolu bulamadığımızda, yani göremediğimizde öfkeleniyoruz.
Çoğu zaman düşüncelerimiz hızlı, karşımızdakinin düşünceleri ise yavaştır. Bu yüzden, karşımızdaki kişi söylediklerimizi anlamadığında veya anlamadığında sinirleniriz. Diyelim ki bizim düşünce devrimimiz 5.000, karşımızdakininki ise sadece 500. Böyle bir durumda, onun seviyesine inip nasıl açıklayacağımızı bilemez ve sabrımız tükenir. Sonuç olarak öfkeleniriz.
Bu, öfkenin en yaygın nedenlerinden biridir. Dikkatlice incelersek, çoğunlukla isteğimiz yerine getirilmediğinde öfkeleniriz. Örneğin, evde çocuklarımız bizi dinlemediğinde öfkeleniriz. Eşimiz beklentilerimizi karşılamadığında öfkeleniriz. Çocukken, ebeveynlerimiz isteğimizi yerine getirmediğinde öfkeleniriz. İş yerinde bile, alt kademedekiler istediğimizi yapmadığında öfkeleniriz. İsteğimiz yerine getirilmediğinde, karşımızdaki kişiyi korkutarak bir işi yaptırmak için öfkelenir ve sonunda onlarla kavga ederiz.
Bu, öfkenin yaygın bir nedenlerinden biridir. Bazı insanlar bize kötü davransalar bile onlara kızmayız. Oysa bazı insanlar bize iyi davransalar bile onlara kızarız. Peki bu neden olur? Bunun nedeni, daha önce onlarla yaşadığımız deneyimler nedeniyle onlar hakkında bir fikir veya önyargı geliştirmiş olmamızdır.
Mesela evde iki oğuldan biri çok yaramazlık yaparsa; anne baba onun hakkında “hep yaramazlık yapar” diye bir kanaat oluşturur. Diğer oğul akıllıysa, onun hakkında “bu oğul çok iyidir” diye bir kanaat oluşur. Daha sonra iyi çocuk eve büyük bir yaramazlık yapsa bile anne baba ona bu kadar kızmaz. Yaramaz çocuk ise en ufak bir yaramazlık yapsa bile anne baba ona çok kızar.
Bu, en sık sorulan “Neden bu kadar kolay sinirleniyorum?” sorusuna verilen en yaygın cevaplardan biridir. Öfke, gurur tutkusunun bir bekçisidir (koruyucusudur). “Çok zekiyim, her şeyi anlıyorum” diye düşünüyor olabiliriz; sonra biri bize hakaret ettiğinde, başkalarının önünde saygısızlık ettiğinde, çalışmalarımızda kusur bulduğunda, bize gereken saygıyı göstermediğinde gururumuz incinir. İşte o zaman öfke, karşımızdaki kişiye yönelir.
Param Pujya Dada Bhagwan şöyle diyor: “ Bir kimse gururuna bir engel bulduğunda, gururu incindiğinde, işte o zaman öfkelenir.”
Öfke, kendi bakış açımızı koruyarak karşımızdaki kişinin kusurlarını gördüğümüzde ortaya çıkar. Herkes kendi inançları doğrultusunda, karşısındaki kişiyi kendi bakış açısıyla görür ve buna dayanarak karşımızdaki kişiyi haklı ya da haksız olarak değerlendiririz. Karşımızdaki kişi inancımıza aykırı bir şey yaparsa öfkeleniriz. Karşımızdaki kişinin bakış açısı görüldüğünde ise öfkemiz azalır.
Öfkelenmemizin yaygın bir nedeni de budur. Bazen haklı olduğumuz halde “yanılıyorsun” diye suçlandığımızda öfkeleniriz. Örneğin, hiçbir şey çalmamış olsak bile, “bunu sen çaldın” diye suçlanırız; bu başkasının suçudur ve bize “Bu senin suçun!” dendiğinde öfkeleniriz. Çünkü görünüşe göre orada adaletsizlik yapıldığını hissediyoruz.
Yolda yürüyoruz ve aniden tepeden aşağı bir taş düşüp kafamıza çarpıyor, kanıyoruz, sinirleniyor muyuz? Hayır, çünkü kimin hatası olduğunu göremiyoruz. Ama çocuklar kriket oynarken top kafamıza çarptığında sinirleniyoruz. Çünkü çocuğun topa vurduğunu orada görebiliyoruz.
Param Pujya Dada Bhagwan şöyle der: ” İnsana, ‘Bunu gerçekten yapan kişi bu’ gibi gelir. Hiç kimse bir başkasına bilerek vuramaz. Dolayısıyla, ister bir tepeden yuvarlanan bir taş olsun, ister biri size taş atsın, ikisi de aslında aynıdır. Ancak, yanılsama nedeniyle, ‘Bunu yapan kişi bu’ gibi görünür. Bu dünyada hiç kimse [istediği zaman] tuvalete gitme yeteneğine sahip değildir… “
Birçok kişi “Öfkeleniyorum. Asabiyim” der. Ama öfke, asabi yapınızdan kaynaklanıyorsa, herkese eşit şekilde yansır. Evde çocuklarımıza, eşimize, komşularımıza veya alt kademedeki çalışanlarımıza hemen öfkeleniriz. Ama ofisteki patrona öfkelenmeyiz. Polis bizi ehliyetsiz yakaladığında ona öfkelenmeyiz. Yani, üstlerimizin önünde sessiz kalırız. Dolayısıyla öfke, asabi yapımızdan kaynaklanmaz.
Evde damadın elinde bir çay bardağı kırıldığında, “Sorun değil. Umarım yanmamışsındır?” deriz. Ama hizmetçinin elinde bardak kırıldığında, öfkeyle onu azarlarız. Bu, kendimizden aşağı gördüğümüz kişilere çabuk öfkelenmemiz anlamına gelir.
Kaynak: Param Pujya Dada Bhagwan
Her şey gönlünüzce olsun! Sevgi ve ışıkla kalın!.. Nurgül AYABAKAN
Sevgili okuyucumlarım bugün ki yazım edindiğim kaynaktaki bilgiyi sizlerle paylaşıyorum. Tekamül, kelime anlamı olarak ‘olgunlaşma, gelişme, evrim’ gibi anlamlara gelmektedir. Tekamülün, ruhsal literatürde anlamı ise; Ruhun insani kâmil seviyesine ulaşması için geçirdiği aşamalar ve olgunlaşma sürecidir.
1. BOYUT Bu aşamada birey ben bilinçlidir ve farkındalığı fiziksel düzeydedir. Birey kendisinin ruhsal yapısına ve spiritüel realitelere dair geçerli bilgilere sahip değildir. Birey kendini beden ve zihin ile güçlü bir şekilde özdeşleştirmiştir ve fiziksel ihtiyaçlarını tatmin etmek için çabalamaktadır.Geleneksel inançlara, kalıplara, kavramlara ve eylemlere bağlıdır. Kişi iyi ve dürüst bir insan olsa da zihinsel tutumu genellikle dar ve sınırlıdır. Ruhsal konularla ilgilendiğinde gelenekçi, dinsel ve sabit inançlara yönelir. Eğer böyle bir insan doğru biçimde meditasyon yaparsa spiritüel yönde tekamül etmeye başlar.
2. BOYUT Bu aşamada değişken ruh halleri, zararlı alışkanlıklar, kaprisler ve dünyevi arzular davranışları etkiler ve düşünme tarzı yanılgılar yüzünden karmakarışıktır. Mantık yetersiz, düşünceler hatalıdır. Birey sürekli gerçekçi olmayan hayaller kurar ve bir fantezi dünyasında yaşar. Aşırı duygusallık, kendini kandırma, bağımlılık yaratan ilişkiler ve kendini geçersiz kılan davranışlar yaşamı karmaşık hale sokar. Ruhsal konularla ilgilendiğinde birey egzotik, farklı, yabancı ve pratik olmayan uygulamalarla ilgilenir. Bu aşamada olan kişi doğru biçimde meditasyon yaparsa, ayaklarının yere basmasını sağlayacak eylemlere yönelecek, ilişkilerde ve eylemlerde pratik bir rotada ilerleyen bir hayat tarzı geliştirecektir.
3. BOYUT Bu aşamada birey, hür iradeye ve benlik konusunda net bir algıya sahiptir. Birey ayırt etme kapasitesine sahip, başarılı, temel ihtiyaçları sağlayabilen ve hedeflerine ulaşabilen bir insandır. Genellikle ben merkezcil eğilimler yüzünden birey kaderinin kontrolünün tamamen kendi elinde olduğuna inanır. Kişi güç, kontrol ve statü elde etmek için çabalar. Ruhsal konularla ilgilendiğinde birey “Yaşamın amacı nedir?” yerine “Bu amaca ulaşmanın bana ne yararı var?” tarzında soru sorar. Bu aşamada birey varoluşun metafiziksel ilkelerini anlayabilir fakat bu bilgileri eylemlere dökmek için fazla motive olmaz. Bilgi ve bilgelik arasında önemli bir fark vardır; Bilgi doğru enformasyondur; bilgelik ise onun belirli hayat koşullarında nasıl kullanıldığını bilmektir. Bu aşamada meditasyon yaşamı zenginleştiren yararları için uygulanabilir. Düzenli uygulama sayesinde birey kendisinin, başkalarının ve dünyanın yararları için yeteneklerini kullanmaya başlar.
4. BOYUT Bu aşamada farkındalık fiziksel ve zihinsel sınırları aşar ve ruhsal benliği bedensel benlikten ayırt etmeye başlar. Bireyin ruhsal uyanışı ve spiritüel tekamülü hızlanır. Zihinsel süreçler, hayal ve illüzyonlar aşılmaya başlandığı için zekaya ait güçler uyanmaya başlar. Sezgisel yetenekler çok daha belirgin olur. Bu aşamada insan gerçek bir Üstadların değerini anlamaya başlar. Üstadın rehberliği altında geriye kalan bedensel ego hissinin çözülüp dağılmasını sağlar ve bilincin daha genişlemiş hallerini deneyimler. Bu aşamada birey ideal bir öğrenci olup hızla öğrenir ve öğrenileni etkili biçimde uygular.
5. BOYUT Bu aşamada meditatif eylemler sayesinde beden ve zihin o kadar arınıp saflaşır ki bilincin genişlemiş halleri artık normal olur. Ruhsal özün varlığı gerçeğinin algılanması birlik farkındalığını sağlar. Spiritüel tekamülün ilk aşamalarında birey bir tür bilinç hali deneyimler, yani genel yaşam içinde aşkın realitelerin de algılanması ve bu realitelerin bilgisi ortaya çıkar. İnsan kozmik bilinçte sabitleştiğinde bu bilincin her yerde olduğu, her şeye gücünün yettiği ve her şeyi bildiği farkındalığı kalıcı olur. Meditasyon hali artık kendiliğinden oluşur ve odaklanma aşkın düzeylere doğru serbestçe akar. Hayat, doğa olgularının tam desteği ile bencilliğin ötesine geçerek yaşanır. Arzular çaba harcamadan gerçekleşir, istekler doyuma ulaşır ve ihtiyaçlar kolaylıkla karşılanır. Ölüm, boşluk ve yok oluş gibi sınırlayıcı kavramlar kaybolur. Sınırsız yaşam gücü ve koşulsuz sevgi ortaya çıkar.
6. BOYUT Bu aşamada tanrı olarak bilinen Öz Kaynak’ın realitesi algılanır. Öz Kaynak kendisinden evrenlerin ve ruhi varlıkların yayıldığı tek tezahür ettirici Güç, Varlık, Temel, Varoluştur. Bu aşamada ruhsal uyanış daha da hızlanır. İçgörüler ortaya çıkar ve zeka gücü deneyimlerin de geçerli kıldığı evrensel bilgileri sağlar. Bu aşama öğrenmekle ilgili en arınmış zekasal yeteneğin de ötesindedir; bu aşamada bilinmeyen algılanmaya başlanır. Yani genellikle öğrenme sürecinde bilgi önce sezgisel olarak idrak edilir ve sonra doğrudan tecrübe edilir ve gerçekleştirilir. Bu aşamada bireyin farkındalığı açık olur ve kişi kendiliğinden en sağlıklı yaşam tarzına uyum sağlar. Spiritüel tekamülün ilk aşamalarında birey dünyevi hayalleri ve yanılsamaları zihinden silmek için meditatif teknikler her gün uygulamalıdır. Bu aşamada ise düzenli uygulama kendiliğinden gerçekleşmektedir.
7. BOYUT Bu aşamada saf varoluş yani mutlak, değişmeyen gerçeklik hali meydana gelir. Maddi, astral, nedensel düzeylerden Öz Kaynak düzeyine kadar bilinç birliği kusursuzca gerçekleşir ve tam spiritüel bilgeliğe ulaşılır. Bu aşama temellenince deneyimlenecek hiçbir şey bulunamaz ve bilinecek başka hiçbir şey kalmaz. Bu evrende tamamen aydınlanmış ruhi varlıklar dünyada sadece spiritüel tekamül ile ilgili görevlerini icra etmek ve diğer ruhi varlıkların spiritüel tekamülüne yardımcı olmak için yaşarlar.
Kaynak: Mehmet Tansel YILDIZ
Her şey gönlünüzce olsun! Sevgi ve ışıkla kalın!.. Nurgül AYABAKAN
Sevgili okuyucularım, ruhsal uyanış & aydınlanmanın ikinci bölümünü paylaşıyorum.
Ruhsal uyanış nasıl hissettirir?
Ruhsal uyanış deneyimi çoğu zaman bunaltıcı olabilir ve kişinin kendisini izole edilmiş ve kafası karışmış hissetmesine neden olabilir.
Ruhsal uyanışla ilişkili en yaygın hislerden bazıları, artan empati, sezgi ve etraflarındaki dünyayla bağlantı kurma duygusudur.
Diğer yaygın hisler arasında kişinin eski kimliğinden veya öz imajından kopma hissi, duygusal durumda ani değişimler, kişinin kendi düşünceleri ve duyguları hakkında artan bir farkındalık ve derin bir iç huzur sayılabilir.
Bazı kişiler yorgunluk, baş ağrısı veya vücut ağrıları gibi fiziksel semptomlar da yaşayabilir. Her bireyin uyanış sürecinin kendisine ve içinde bulunduğu duruma özgü olacağını unutmamak önemlidir.
Ruhsal uyanış, hem zorlu hem de ödüllendirici olabilen bir kendini keşfetme ve büyüme sürecidir. Bu aşamada, bir kopukluk, kafa karışıklığı ve depresyon hissi yaşayabilirsiniz. Bu süre zarfında aynı zamanda sezgilerinizde artış, empati ve derinleşen bir öz dürüstlük ve kişisel sorumluluk duygusu da yaşayabilirsiniz.
Kendinizi kendinizle, başkalarıyla ve etrafınızdaki dünyayla daha bağlantılı hissedebilirsiniz. Ruhsal uyanışın diğer belirtileri arasında bulanık görme veya insanların etrafında auralar ve ışıltılı parçacıklar görme yer alır.
Boşanma, ayrılıklar, ölümler, doğumlar veya evlilik gibi travmatik olaylar tarafından da tetiklenebilirler.
Süreç zor ve rahatsız edici olsada, diğer tarafta aydınlanma için umut vardır.
24 Ruhsal Uyanış Belirtileri ve Semptomları
Ruhsal uyanış yaşayan birçok kişi çeşitli belirti ve semptomlar yaşar. En yaygın belirtiler arasında sezgilerin artması, empati ve duyarlılığın artması, yaratıcılığın gelişmesi, rüyaların ve vizyonların artması, evrenle derin bir bağ hissetmek, kendine karşı dürüst olmak için yoğun bir istek duymak, küçük konuşmalar yapmakta zorlanmak ve negatif enerjiye tahammül edememek sayılabilir.
Bilinçte bir değişim
Bilinçte küçük veya büyük bir değişim yaygın bir deneyimdir.
Bireyin sınırlı, ego temelli bir bakış açısından daha geniş, daha aydınlanmış bir gerçeklik görüşüne geçtiği içsel bir yolculuk başlatılır.
Bu süreç boyunca birey daha büyük bir içsel bilgelik ve bilgi kaynağına erişim kazanır. Bu bilgeliğe erişildikçe, birey her şeyin birbirine bağlı olduğunu anlamaya başlayabilir ve kendisine ve başkalarına karşı daha fazla şefkat, empati ve sevgi geliştirebilir.
Ruhani alemin kabulü
Ruhani alemin farkındalığı ve kabulü, ruhani uyanışın önemli bir ilk aşamasıdır.
Bu aşama meditasyon, yoga veya dua gibi ruhani yolların keşfedilmesini içerebilir. Ayrıca dini deneyimler, mistik deneyimler ve hatta beden dışı deneyimler gibi fiziksel deneyimler gibi doğrudan ruhani deneyimleri de içerebilir.
Tüm bu deneyimler derin ve zenginleştirici olabilir ve ruhani dünyaya yepyeni bir anlayış ve bağlantı düzeyi açabilir.
Kaynak:
10 Signs of Spiritual Enlightenment & Awakening, Tamara Lechner
Spiritual Awakening: Definition, Signs and Symptoms, TIMOTHY BURGIN, 2023
21 Signs You’re Going Through A Spiritual Awakening + How To Embrace It, Sarah Regan
Her şey gönlünüzce olsun! Sevgi ve ışıkla kalın!.. Nurgül AYABAKAN nurgul.ayabakan@gmail.com
Sevgili okuyucularım, bu ayki kitap paylaşımım ismi “Sen Dünyasın”
Bu kitabın yazarı olan; Jiddu Krishnamurti (12 Mayıs 1895 – 17 Şubat 1986), Hindistan doğumlu bir filozof, konuşmacı ve yazardır. Krishnamurti’nin eğitim felsefesi, bireyin korkudan arınması ve önyargılardan sıyrılması için eğitimin önemini vurgular. Eğitimin, bireyin kendi içsel özgürlüğünü ve farkındalığını keşfetmesine yardımcı olması gerektiğini savunur.
Şimdi kitaptan bir bölümü sizlerle paylaşıyorum.
“…
Kendini anlamak dünyayı anlamanın ilk adımıysa bu yolculuğun başlangıç noktası tam burada. Dünya ne ise sen osun; sen ne isen dünya da o. Jiddu Krishnamurti bu yalın ama etkili ilkeyle insan ve dünya arasındaki ayrılmaz bağı gözler önüne seriyor. Bireyi düşünce, korku ve şidder döngüsündeki rolünü anlamaya, bu yolla uyanmaya ve köklü bir dönüşümü başlatmaya çağırıyor. Dünya neyse biz de oyuz çünkü toplumun karmaşası, dünyanın kaosu bireyin iç çatışmasından doğar. Krishnamurti burada okura bir ayna tutarak iç dünyasını olduğu gibi gözlemleme olanağı sunuyor.
Dünyadaki kaosu düzensizliği (hem içsel hem de dışsal) düşünen, bunca acıyı, açlığı, savaşı, nefreti, vahşeti gören çoğu insan ne yapmalıyım diye soruyor olsa gerek. Bu kargaşayla karşılaşan bir insan olarak ne yapabilirim ne yapabilirsiniz? Soruyu bu biçimde sorduğumuzda, bir tür siyasal ya da sosyolojik eyleme veya bir tür dinsel arayışa ve keşfe kendimizi adamamız gerektiğini düşünüyoruz. Kişi kendini bir şeye adaması gerektiğini düşünüyor. Öyle ki dünyanın her yerinde bu adanma isteği çok önemli bir hale geldi. İnsanlar ya eylemci oluyor ya da toplumsal kaostan elini eteğini çekip kendi yolunda ilerliyor. Bence bir şeye kendini adamak yerine yaşamın yapısına ve doğasına tümüyle katılmak çok daha önemli. Kendinizi adadığınızda, bir parçaya adarsınız. Bu yüzden de o parça önem kazanır ve bu da ayrım yaratır. Oysa bütün yaşam uğraşına tamamen, bütünüyle katıldığınızda eylem tamamen değişir. O zaman eylem yalnızca içsel değil, aynı zamanda dışsal olur. Eyleminiz bütün yaşam sorunuyla ilişki içinde olur. Katılmak, her sorunla, insan zihninin ürettiği her düşünce ve duyguyla tam bir ilişki kurmayı ima eder. İnsan yaşamın belli bir kısmına ya da parçasına kendini adamak yerine yaşamın bütününe katıldığında, işte o zaman bir insan olarak gerçekten ne yapabileceğini görür.
Çoğumuz için eylem ideolojiden kaynaklanır. Önce ne yapmamız gerektiğine ilişkin bir düşünceye, ideoloji, kavram ya da kural olarak bir düşünceye sahip oluyoruz. Ne yapmamız gerektiğini tasarladıktan sonra o ideolojiye göre hareket ediyoruz. Dolayısıyla eylem ile eylemin nasıl olması gerektiğine ilişkin tasarı arasında her zaman bir bölünme, dolayısıyla da çatışma vardır. İnsanın yaşamının çoğu yalnızca bir dizi çatışmadan, çekişmeden oluşunca, insan kaçınılmaz olarak, yalıtılmış bir manastırda değil de bu dünyada yaşama her yönüyle katılarak yaşayıp yaşayamayacağını kendine soruyor.
Bu da kaçınılmaz olarak başka bir soruyu doğuruyor: İlişki nedir? Çünkü ilişki içinde-başka insanlarla ilişkiye giren bir insan olarak-yaşama bütünüyle katılıyoruz. Eğer hiç ilişki olmasaydı, eğer insan kendini dış dünyadan tamamen soyutlayarak yaşasaydı o zaman yaşam sona ererdi. Yaşam ilişki içindeki bir devinimdir. Bütün sorunumuz bu ilişkiyi anlayıp bu ilişki içindeki çatışmaya son vermektir. İnsanın yalnızca kendi içinde değil, toplum içinde de barış ve huzur içerisinde yaşayıp yaşamayacağını öğrenmektir bizim sorunumuz.
“ Her şey gönlünüzce olsun! Sevgi ve ışıkla kalın!.. Nurgül AYABAKAN
Sevgili okuyucularım olgunlukla ile ilgili 2013 yılında okuduğum yazıyı sizlerle paylaşıyorum.
Olgunluk insan için çok güzel bir niteliktir. Fakat bu niteliği taşımak kolay değildir, ağır sorumluluklar yükler. Olgun denilen bir kişi, yalnızca aklıyla ve kendi hesaplarıyla yaşayamaz. Aklıyla kalbini birleştirmeli, her ilişkisine sevgi, şefkat, merhamet yol göstermelidir. Olgun kişi sahip olduklarıyla gurur duymaz, kendini kibre kaptırmaz, ölçüsüz söz söylemez, ölçüsüz davranışlarda bulunmaz… Eline, beline, diline hakim olur.
Olgun insanlar ilk bakışta hemen anlaşılırlar. Yüzlerinde nur, bakışlarında şefkat vardır. Duruşları dimdik, fakat tevazuları yüksektir. Sözleri olumlu, kararları adildir. Yüreklerinden etrafa yayılan olumlu enerjiyi adeta görür, hisseder, yarattığı olumlu ortamı fark ederek yaşarsınız. Sevgilerini ulu orta ifade etmez, yüreklerinde saklarlar ama sevgileri bakışlarından bile dışa yansır bulundukları her yer onların sevgisiyle şenlenir. Onlar için insan ayırımı yoktur. Çünkü onlar sorun yaratmak için değil, sorunsuz yaşamak için çalışırlar. Olgunluğa ulaşmamış insanlardan farklı bir yol izlerler; vererek, severek, cömertlik içinde ama karşılığında hiçbir bir şey beklemeden yaşarlar.
Olgun insanların kısmeti açık, bereketi boldur. Onlar almayı değil vermeyi düşündükleri için Allah da onları düşünür ve düşünmedikleri kadar verir. Onlar her durumda bilinçli bir tatmin duygusu içindedirler. Tok gözlü davranırlar, hayatlarına yokluk değil bolluk ve şükür duygusu egemendir.
Olgun insanların en büyük zevki bilgiye, gelişime, bütünlüğe doğru yürürler. Ne bilgileriyle, ne servetleriyle, ne güzellikleriyle övünmezler. Sevgiyi, şefkati, merhameti, hayır ve hizmet yapmayı insanlıklarının bir gereği olarak görürler. Ruhsal zenginlik ve cömertlik içinde yaptıklarına karşı hiçbir beklenti içinde olmazlar. Hele gurura ve kibre hiç kapılmazlar. Bilirler ki gurur ve kibir yüksek egodan kaynaklanır. Oysaki onların çabası egonun yaşamlarına olan etkisini en aza indirmektir.
Olgunluğa erişmemiş kişiler çok şey bildiklerini ve her bildiklerinin de önemli olduğunu zannederler. Bildiklerini her yerde ortaya dökerler. Bildiklerinin doğruluğunu iddia eder, farklı bir şey söyleyenle sert tartışmalara girerler. Oysaki olgun kişiler az konuşur ve tartışmaya ise hiç girmezler. Tartışanlar bildiklerinden endişe duyanlardır. Hem her şeyi bildiklerini iddia ederler, hem de bildikleri yanlış çıkacak diye korkarlar. Tek sermayeleri bildiklerini zannettikleri şeyler olduğu için, gözü kara tartışmaya girer ve cansiperane korumaya çalışırlar. Olgun kişiler bilmek kadar, her şeyi bilmemenin de doğallığına ulaştıkları için tartışmaya gerek duymazlar.
Kaynak İnal AYDINOĞLU
Her şey gönlünüzce olsun! Sevgi ve ışıkla kalın!..
Sevgili okuyucularım, 5 Ağustos 2025 tarihinde yazdığım “İçsel Barış İçin Ruhsal Gelişim Şart” başlıklı yazımda insanın ışığına değinmiştim. Bu yazımda da aynı konuya devam ediyorum.
Her insanın bir içsel ışığı vardır. Önemli olan bu içsel ışığın farkına varmak ve ortaya çıkarıp parlatmaktır. Bireyin kendi özünü derinlemesine anlayarak içsel huzur aydınlanma sürecini ifade eder. İçsel ışığımız aslında doğduğumuz andan itibaren var fakat yaş aldıkça daha doğrusu çocukluktan itibaren hayatın içine daldıkça; okul yılları, iş hayatı, çevremizle olan iletişimler derken aile ve toplumların dayattığı kalıplar, korkular, davranışlar yüzünden ışığımızsöner, âdeta ışığımızın üstü toprakla kapatılmış gibi yaşarız. Zaman içinde de toprağı açmayı; o ışığı ortaya çıkarmayı düşünmeyiz ya da içsel ışığımı kendime ve etrafıma nasıl veriyorum, verebiliyor muyum diye kendimize sormayız. Kendimizi ışıklı olarak görürüz ya da dışarıdan o ışığı almaya çalışırız. Yani kendi içsel yolculuğumuza başlamayız.
Puslu günlerin ardından doğan güneş etrafı aydınlatıp içimizi ısıttığında nasıl seviniyorsak kendi içimizdeki ışığı çıkarıp neden sevinmeyelim? Neden kendi rotamızın pusulası olmayalım? Niçin kendi ışığımızın yaşadığımız gezegeni de aydınlatmasınaizin vermeyelim?
Çoğu insan kendi içsel ışığı yerine güneşin doğması ve ısıtması gibidışarıdan gelen ışığı tercih eder. Her bireyin kendi içsel ışığının kolektif olarak dünyaya şifa dalgası yayacağını bilmez.
Hepimiz kelimelerin ötesinde bir dille sürekli yayın yaparız. Bu yayın bizim içsel durumumuzu, ruhsal sağlığımızı, kendimizle olan ilişkimizin kalitesini yansıtır. Kendiyle barışık, korkularıyla yüzlemiş ve içsel bütünlüğe doğru yol alan bir insanın yaydığı o sessiz frekans son derece güçlüdür ve ışığı,doğası gereği yüksektir. İçsel ışığı bulan insanlarla konuşmasına gerek yoktur, o frekans zaten kendisini aydınlatıyordur.
Kendi içimizdeki o canavarlarla yüzleşmeden aydınlanma yoluna girmemiz, içsel ışığımızı çıkarmamız mümkün değildir.
Carl Jung, “Sadece kendi iç cehenneminden geçenlerin ruhu cennetini bulabilir,” demiş.
“Bu yaşıma kadar ailemin, toplumun ve çevremin bana dayattığı korkular, kalıplar nelerdir? Hangi konuda baskı yapıyorlar?Onlar için mi yaşıyorum?” İşte bu soruları kendinize sorabildiğinizde ve yanıtlar verebildiğinizde kendi içsel ışığınızı çıkarmak için adım atıyorsunuz demektir.
Her gün 10 dakika yalnız kalıp hiçbir iletişim aracına bakmadan tek başınıza zihninizden geçen düşüncelere ve duygulara bakın. Şu anda ne geçiyor zihninizden; geçmişe mi takılmış yoksa gelecek kaygısı mı var?
İçsel ışığı olan bir insan inanılmaz bir iyileştirme ve yükseltme potansiyeli de taşır.
Enerjinin en temel yasalarından biri yüksek frekansı olanın düşük frekansı olanı etkileyip yükseltmesidir.
İçsel ışığı olan bir insan çevresini yeniden düzenler. Artık kendisine hizmet etmeyen o frekanslarda kalmak istemez. Ayrıca enerjiyi bir kas gibi düşünür.Nasıl ki kasımızı güçlendirmek için çalışırız, enerjimizin temiz ve saf olması için olumsuzluklarımızdan ve düşüncelerimizdende arınmalıyız.
İçsel ışığı olan insan zihnine sadece faydalı bilgiler koyar; insanların dedikodularıyla, başkalarını ilgilendiren olaylarla doldurmaz. Olumsuz duyguların, düşüncelerin ve dedikodunun enerjisini, neşesini çaldığını çok iyi bilir.
İçsel ışığı olan, pozitif enerjide kalarak kolektif bilince katkı sağladığı için daha çok ödül alır.
İnsanların o drama ve şikâyet torbalarında kalmaz. Çünkü orada kalırsa enerjisinin düşeceğini, o ışığın söneceğini ve diğer canlılara yardım edemeyeceğini bilir.
İçsel ışığı olan insan yalnız kalmaktan hiç korkmaz çünkü o bilir ki dünyanın gürültüsünden çekilip kendi içine dönmesi gerekir. Bu, duyarsız olduğu anlamına gelmez. Bu sadece ışığını yansıtmasıdır. Dünya üzerinde oluşan olumsuzlukları pozitif enerjisive ışığı ile dönüştüreceğini bilir. O,kaos ortamında insanların oluşturduğu negatifte kalmaz. Sürekli bir çözüm üretir.
İçsel ışığı olan insan hayatı bir çırak gibi yaşar.Her daim bilgiler öğrenmek ve kendini geliştirmek için ruhsal yolculuğunu yapmak ister. Ayrıca dışarıya bağımlılığını kestiği zaman ışığının parlayacağını bilir. Mutlu olmak için sürekli dışarıya veya birine ihtiyaç duymaz. O, gemisini nasıl yöneteceğini,fırtınanın içinde zihinsel ve duygusal alanınınasıl koruyacağını bilir.
İçsel ışığı olan insan, kendi zihnine doğru soruları sormaya başlar. “Bu neden başıma geldi?” diye sormak yerine “Bu olay bana ne öğretmeye çalışıyor?” diye sorar. O, sınavını verip okuldan mezun olmaya bakar.
Kendi sezgileri ile gider. Sezgi artık onun ruhunun pusulası olmuştur. İnsanlardan sevgi dilenmez ve onu sevmeleri için bir şey yapmaz; o ışığı zaten görülür. Hayatında neyi bırakacağını bilir çünkü artık o konfor alanından çıkmıştır, cesaret ile adım atar. Kimseden onay beklemez çünkü zaten kendi içsel ışığının farkındadır. Aydınlatan bir spot ışığı gibidir, diğer insanlar o ışığı fark eder ve ona doğru çekilir.
Ruhun huzurununne olduğunu çok iyi anladığı için artık karamsar ve negatif insanların söylediklerini dinlemez. Bir bahçeyi güzelleştiren şeyin, bahçıvanınher bir çiçeğe su vermesi olduğunu bildiği gibi kendisinin de birlik bilincine ulaşarak iyileşeceğini bilir. Hiçbir şeye direnmeden tam teslimiyetle hayatını olduğu gibi kabul eder.
İçsel ışığı olanlar artık kimseye kızmaz çünkü karşısındaki insanların bilinç seviyelerini ve hangi boyutta olduklarını gördüğü için ona göre davranır.Çünkü bazı insanlar içsel ışığı olan insanlardan hoşlanmaz. Bunun nedeni ışığı olanın o içsel ışıkla birçok insanın karanlığına ve gölgesine aynalık yapmasıdır. Onların yüzleşmekten kaçtığı korkularına, konfor alanından çıkmamak için sıkı sıkıya bağlandığı karanlıklarına ve gölgelerinebir fener gibi ışık tutmasından rahatsız oldukları için hiç beklenmedik anda saldırılara maruz kalır ışığı olan insan. Bu saldırının nedeni aslında kendileri ile ilgili sorunlarıdır. İçsel ışığı olanın yaydığı aydınlık bu insanların gölgeyanlarını aniden tetikler. Işığı olanın varlığında kendi yaşayamadığı hayatın, kendi olamadığı insanın yansımasını görür.Bu tabii ki dayanılmaz acı verir.Bu yüzden hedef ışık saçan olur.
Örneğin kendi içsel ışığı olmadığı için en küçük olayda, olay konusunu, kişiyi, durumu suçlar. Kendi içindeki kıskançlığı, iş yerinde veya dışarıda yaptığı kıskançlığı, bencilliği görmeden yaşanan olumsuz olaylarla ilgili hemen sosyal medyada paylaşım yapan insanlar önce “Acaba benim ışığım nasıl?” diye sormaz. Çünkü o kendini ışıklı biliyor. Tabii ki paylaşım yapılır ama etrafında ve sosyal medyada gördüğü olumsuzluklara tepki gösterirken örneğin iş yerinde yaptığı kıskançlıklar, bencillikler aklına gelmez.Vefasızlığa isyan ederken bir hatır bile sormayan, yalnızca işi düştüğünde arayan,verince “Sen iyisin”diyerek sahte sevgi pıtırcığına dönüşen, gerçekleri duymaktan ve yüzleşmekten rahatsızlık duyan insanlara şahitolunca ister istemez içsel ışıklarının nasıl olduğunu, bilinç seviyelerinin hangi boyutta olduğunu görüyor insan. Apartmanda bir komşusuna yardım etmezken empati yapmadan insanları zor durumda bırakan, kibirli davranışta bulunup insanları ayırt eden, küçümseyen, maddiyata önem veren, borçlarına sadık olmayan, emeği hiçe sayan, maskelerin arkasına saklanıp sizi sevdiğini söyleyen ama bir gün hatırınızı sormayan, samimi olmayan insanlara çok şahit oldum. Bu insanlar yaşanan her olumsuz olayda ah vah deyip başkalarını suçlarken, kızarken, kötülerken kendi içsel ışıklarını bilmezler.
Bu tür insanlar gölgesini tetikleyeni bir tehdit olarak algılanırken kendiyle savaş hâlinde olmayan belki sadece yorgun, kaygılı veya hayatın yükü altında ezilmiş bazı insanlar için ise içsel ışığı olan insanın varlığı bir sığınak hâline gelir. Çünkü o ışığı taşıyan güven ve huzur verir. Farkından olmadan bir şifa istasyonu olur bu insanlar için.
Şimdi bir nehri düşünün, kendimizi bu nehrin içinde hayal edelim.Nehir eski suları alıp götürüyor ve taze kaynaklardan beslenerek yoluna devam ediyor. Bizler bu nehrin bir parçasıyız. Fakat bazılarımız sadece nehirde sürüklenenler değil aynı zamanda nehre temiz ve berrak su taşıyan kaynaklar gibidir. İşte içsel ışığını parlatmayı başarmış her birey bu nehre hayat veren o temiz kaynaklardan biridir.
Zaten her birey kendi içsel yolculuğunu yapmış olsa; o içsel ışığı bulsaneden dünyada bu kadar olumsuzluk olsun ki?
Her şey gönlünüzce olsun! Sevgi ve ışıkla kalın!.. Nurgül AYABAKAN
Sevgili okuyucularım geçenlerde sosyal medyadaki hikâyemde şunu paylaşmıştım: İnsanlar istediği kadar taklit edebilirler ama asla o insanla aynı ışığa, auraya ve enerjiye sahip olamazlar.
Taklit etmek, kendi olmaktan çıkıp başkasının kimliği ile dolaşmaktır.
Özellikle sosyal çevremizde, sosyal medyada ve günlük yaşantıda insanların birbirlerini taklit ettiğini görürüz. Kıyafetler, yaşam tarzları, yazılar, paylaşımlar, konuşmalar, gülüşler hatta fotoğraf çektirirken verilen pozlar bile tanıdık, bilindik. Bakıyorsunuz ki bir anda o kişi değil başka birinin taklidi karşınızda duruyor, sanki ikiz gibi.
İşte insanlar, başkalarına benzemeye çalıştığında kendi kimliği dışında başka birinin kimliğini taşıyor. Çünkü kendi özünün istediğini değil başkasının özünü yaşamaya başlıyor. Kendinden uzaklaşıyor.
Taklit eden insan, neden kendisi olmaktan hoşnut olmadığını bulmalıdır. İçine dönüp “Neden taklit ediyorum? Özümden uzaklaşarak birisini taklit etmeme zihnimdeki hangi duygu ve korku neden oluyor?” diye sorması ve vereceği yanıta göre çözüm bulması gerekiyor.
Başkalarının yaptıkları hoşa gidebilir, yeni fikirler üretmeye, yeni bir bakış açısı edinmeye yardımcı olabilir. Bunda bir sorun yoktur. Örneğin, birinde görülen kıyafet ya da saç modeli hoşa gider. Kişi, kendi fiziksel özeliklerini, yaşadığı ortamı, kişisel zevklerini dikkate alarak bunların farklı biçimlerini kendi hayatına göre uyarlayabilir. Ama birebir aynısını yapıyorsa bu taklit olur. Aynı şekilde başkasının paylaştığı yazıları aynı üslupla ve aynı içerikle yazıyorsa bu taklittir. Tabii o yazılardan ilham alıp kendi yaratıcılığını ortaya koyabiliyorsa o zaman gerçekten özünü korumuş olur.
Eğer insanın içinde yaratıcılık yoksa istediği kadar taklit etsin bir yerden sonra zaten taklit olduğu anlaşılıyor. İnsanın kendi özünü yaşamak için hiç kimseyi taklit etmesine gerek yok. Sadece kendi yeteneklerini, kendi yaratıcılığını keşfetmesi yeter. Herkesin kendine ait bir giyinişi, bir duruşu, bir konuşması ve gülüşü vardır ve onu biricik kılan da bu özellikleridir. Önemli olan bu özellikleri korumaktır.
Burada çok ince bir çizgi var; ilham almak başka taklit etmek başka! Taklit ne demek? “Bir kimseye benzemeye, onun gibi yapmaya, onun gibi olmaya çalışmak. Veya bir şeyin benzerini yapmaya çalışmak.”
Bir insanı taklit edenler şunu unutuyorlar: O insanın ışığının, enerjisinin, aurasının aynısı olamaz; istedikleri kadar yapsınlar.
Oysa ilham almak farklıdır. Örneğin bir insan yazı yazmak istediğinde bakar kendi içinde gerçekten o yazı yazacak yetenek varsa yaratıcılığını konuşturur, kendi bilgeliği ile mutlaka yazar ve sürekliliği olur. Başkasını taklit edenin ise ne üslubu üsluptur ne yaratıcılık içerir ne de sürekliliği olur.
İhtiyaç sahipleri için evinde yemek yapan, örgü ören veya dikiş diken biri başkalarına örnek olabilir. Biri, ondan ilham alıp ben de ihtiyaç sahiplerine yardım edeyim, diyebilir. Fakat gördüklerini birebir yapması taklit yani kopya çekmek olur. Kendisinde bu yetenekler yoksa veya içinden gelmediği hâlde sırf taklit etmek için yapıyorsa zaten bir süre sonra yapamayacak ve bırakacaktır.
İnsanların seyahat edişleri de öyle. Başkası oraya gitti diye kendisi de oraya gidiyor. Kendi özü gerçekten oraya gitmek istiyor mu? Orası olmak istediği yer mi? Elbette herkes her yere gidebilir, görmek isteyebilir. Fakat her insanın zevki başkadır. Gerçekten orayı görmek mi istiyor yoksa orada bulunmak mı istiyor? Yoksa tek amacı etrafa göstermek mi? Seyahati sevmeyen insan başkası seyahat ediyor diye etmez. İşte bu soruların cevabı, o kişinin içindedir.
Benim bir arkadaşım gerçekten çok güzel şarkı söyler. Kendisine doğuştan verilmiş bir sese sahip; hiçbir şekilde eğitim almamış. Bende bu yetenek yok. Sırf onun gibi şarkı söylemek için eğitimler alıp bir de onun tavrıyla söylemeye kendimi zorlarsam taklit etmiş olurum. Çünkü ben kendime baktığımda zaten öyle bir sese sahip değilim ne kadar eğitim alsam da olmayacağını görüyorum.
Spor da öyle; tenis oynarken birçok arkadaşım biz de sporu seviyoruz, deyip tenise başladı fakat sonra hepsi vazgeçti. Çünkü o anda bir özenti oluyor, nasıl olsa oynarız, diye cazip geliyor sonra başkalarının vuruş tekniklerini taklitler başlıyor ama yetenek olmayınca taklitle bir yere kadar gidiyor ve sonunda sıkılıp bırakıyorlar.
Sporu sevebilirsin fakat içindeki yetenek ona elverişli mi? Özünde sabır, disiplin, azim, çalışkanlık var mı?
Meslek seçiminde de buna çok rastlanır. Bir meslekte başarılı olan insanın hemen taklitleri ortaya çıkar. Birebir benzemeye çalışırlar. Aslında onun kendi mesleğine koyduğu yaratıcılığının, zekâsının payı hesaba katılmaz. Bu yüzden de asla aynısı yapılamaz. Sen o meslekte ısrar etmek yerine özünü bilirsen başka meslekte başarılı olursun.
Taklit, insanın var olan yeteneğini de köreltir, yaratıcılıktan uzaklaştırır. Ama maalesef bazı insanlar başkaları tarafından beğenilmek, özgüvenli hissetmek ve onaylanmak istediği için taklit etmeyi seçiyor.
Aynı şekilde dil öğrenmek bakımından yeteneklisinizdir. Hiç dil bilmeyen bir insan en çok sevdiği dili öğrenmeye çalışırsa sizden ilham almış olur ama hiç ilgisini çekmediği hâlde sizin bildiğiniz dilleri öğrenmeye kalkarsa bu taklit olur.
Bir de kıyafetler ve ev eşyaları konusunda taklitçiler vardır. Taklitçilikleri yüzünden kendilerini yansıtmayan eşyalarla dolu bir evde yaşamaya, içinde hiç de rahat edemedikleri kıyafetler giymeye kendilerini mahkûm ederler.
Son zamanlarda türedi kişisel gelişimciler furyası başladı. Aynı şekilde yaşam koçları, sprituel eğiticimleri, astroloji eğitimcileri… Daha kendi gelişimini tamamlayamamış ama başkalarına kişisel gelişim vadediyor, kendi ışığını çıkarmadan başkasına o ışığı vermeye çalışıyor. İçinde o yetenek olmadığı hâlde ticari amaçlarla başkalarına şifacılık yapmaya kalkıyor, taklit ediyor. Başkalarını taklit ederek ne kadar yol alınabilir ki? En fazla karma alırlar.
O insan o konuda başarılı ise kendisi de başarılı olmak istiyor. Aslında bu bir yarışa, rekabete dönüşüyor. “O şifada başarılı oluyor neden ben de başarılı olmayayım?” deyip eğitimlere gidiyor fakat sonuçta o kişi gibi başarılı olamıyor. İşte burada bir hırs var. O kişi kendi özünde olanı sergiliyor, senin kendi özünde yoksa zoraki yapman başarı getirmez, bir başkasının başarısının gölgesinde dolaşmak olur o.
Taklit yapan insanlar hiçbir şekilde samimi gelmez. Maske ile kendi özünü kapatmış olur.
Başkasında görüp özeniyor, kendisi de alıyor ya da yapmak istiyor fakat sonunda olmadığını görüyor.
Sosyal medyada insanlar kendi düşüncelerini veya başkalarından alıntıları paylaşıyor. Fotoğraflar paylaşıyor. İnanın ki herkes kendi enerjisini o yazıya ve fotoğrafa aktarıyor. Örneğin aynı fotoğraf ve aynı yazıyı 10 kişi sayfasında paylaşsın; hepsinin enerjisi paylaştığına yansır. Eğer negatif bir enerjiye sahip ise o anda paylaştığı çok güzel bir fotoğraf veya yazı olsa da ilginizi çekmez. Fakat bir başkasında hiç ilgi çekici olmayan bir yazı ve fotoğraf olur ama baktığınızda o enerjiyi alırsınız.
İşte kıyafetler ve saç modellerinde de böyle oluyor. Aynı kıyafeti giyiyorlar; taklit edilenin yüksek enerjisiyle o kıyafet başka duruyor ama taklit edende kıyafet ne kadar güzel olursa olsun hiç göstermiyor. Çünkü burada gerçeği gösteren sadece kişinin ışığı, enerjisi ve aurasıdır.
Bir arkadaşında gördüğü eşyayı alıyor; evini aynı renk boyatıyor; aynı biçimde dekore ediyor fakat o evden aldığınız enerjiyi taklit edenin evinden alamıyorsunuz.
Çünkü taklit yapan, kopya çeken oraya kendinden bir enerji katmıyor sadece başkasının gölgesi ile dolaşıyor.
Aslında taklidin altında yatan duygular nelerdir?
Kendini yetersiz görme
Özgüvenin olmayışı
Kendini ispatlamak, onaylanmak, beğenilmek arzusu
Yaratıcılığın olmayışı
Kendinin o konuda yeteneklerin olmayışı fakat zorlaması
Hırs
Kıskançlık
Rekabet etmek
İlham almak insanı geliştirir taklit ise insanın kendini olduğundan farklı göstermeye çalışmasıdır.
İlham almak, kendindeki olumsuzlukları görüp başkasının nasıl olumluya nasıl dönüştürdüğünü fark ederek değişim için kendine has fikirler, yöntemler üretmektir. Örneğin kendi negatif ve diğer kişi pozitif ise onun nasıl pozitif olduğundan ilhamını alır ya da o kişinin öfkesini nasıl yendiğinden ilhamını alır. Pozitif olayım derken diğer kişi gibi konuşur, güler ve davranırsa taklitçi olur. İlham alan ise yine pozitif düşüncede ve duyguda olur fakat kendi gibi konuşur ve güler.
Eğer başkasını taklit edersem veya başkaları için yaşarsam o zaman Nurgül değil başka biri ile yaşarım.
İlham vermek ışık tutmaktır.
Her şey gönlünüzce olsun! Sevgi ve ışıkla kalın!.. Nurgül AYABAKAN