YARGILAMADAN ÖNCE NASIL BİR YOLDAN GEÇTİĞİNE BAK

İnsanlar bazen birbirini aceleyle yargılar. Bir insanın neler yaşadığını, nasıl bir hayatı sırtladığını bilmeden ön yargı ile ağızdan dökülüverir sözler: “Hayat sana güzel”, “Çok şanslısın”, “Dört ayağının üstüne düştün”, “Sendeki keyif beyde, paşada yok”… Hâlbuki bunları söylemeden önce iki kere düşünmek gerek.

Yargılamak kolaydır, önemli olan anlamaya çalışmak, görünenin ötesi; nedenleri üzerine düşünebilmek.

Sevgili okuyucularım bir insanın hayatını tam olarak bilmeden ön yargıyla yorum yapmak size karma yaratır. Bir evin ocağında tencere kaynadığını gördüğünüzde hemen hüküm vermeyin; et mi pişiyor dert mi bilemezsiniz. Çünkü bazı insanlar yaşadığı olumsuzlukları kimseye anlatmaz, sadece kendi içinde kalır.

Yargılama insanı empatiden uzaklaştırıyor. Yargıladığınız kişinin yürüdüğü yola siz çıksanız belki bir dakika bile gitmeden geri döneceksiniz.

Kızılderili atasözü o kadar güzel ifade etmiş ki bunu:

“Benim hayatımı yargılamadan önce benim ayakkabılarımı giy ve benim geçtiğim yollardan, sokaklardan geç. Benim takıldığım taşlara takıl, yeniden ayağa kalk ve aynı yolu tekrar git; benim gittiğim gibi. Ancak o zaman beni yargılayabilirsin.”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

MERMER YONTUCU HİKAYESİ

Sevgili okuyucularım, bu ayki bilge hikâyemiz ile beraberiz.

Bir mermer yontucusu, dağın tepesinde, kızgın güneşin altında, mermer yontmaktan son derece yorulmuş.  Kendi kendine söylenmeye başlamış:  

” Bıktım artık mermer yontmaktan. Hayat mı bu yaşadığım sanki… Devamlı mermer yontmaktan başka bir şey yapmıyorum…  Yontmak zaten zor bir de yetmezmiş gibi hep bu kızgın, yakıcı güneş! Ah! Güneşin yerinde olsam keşke… Ne güzel yükseklerde her yere hakim olacaktım. Işığımla her yeri aydınlatacaktım.”

Yontucunun dileği mucize eseri kabul olunur ve yontucu o an güneş olur. Dileği kabul edildiği için çok mutludur. Fakat bu sırada bulutlar ortaya çıkar ve ışığını her yere yaymasına engel olur.  Bu duruma isyan eder:

“Şu basit bulutlar benim ışınlarımı engelleyecek kadar kuvvetli olduklarına göre güneş olmanın ne anlamı var. Mademki bulutlar bu kadar kuvvetli bulut olmayı isterdim.”

Dileği kabul olur ve hemen bulut olur. Dünyanın üzerinde özgürce gezinmeye başlar, oradan oraya gider, yağmur yağdırır, toprağa bereket verir. Fakat birdenbire rüzgar çıkar ve bulutları dağıtır.

“Rüzgar nerden çıktı da geldi ve beni dağıttı, demek ki rüzgar daha kuvvetli öyleyse ben rüzgar olmak istiyorum. “

Dileği yine kabul olur, güçlü bir rüzgar olur. Dünyanın üzerinde eser durur, fırtınalar estirir, tayfunlar meydana getirir. Fakat birdenbire önüne kocaman bir dağ çıkar ve ona mani olur..

Basit bir dağ beni durdurmaya yettiğine göre benim rüzgar olmanın ne anlamı var.”

Dileği kabul olur ve bir anda koca bir dağ olur. Bazı sesler duyar, ona durmadan vurulduğunu hisseder. Ondan daha kuvvetli olan, onu içten içe oyan, bir de bakar ki…

Sadece küçük bir mermer yontucusudur.

Hayat akarken, bazen hayatımızdan, olduğumuz yerden memnun olmayıp, başka biri olmak isteriz. Mutluluğu başka yerlerde arar, onun kendi içimizde olduğunu unuturuz. Kendimizden uzaklaştıkça mutluluğu arama telaşında hiçbir şey yeterli gelmez daha da mutsuz oluruz.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BARIŞ BENİM İLE BAŞLAR – 19

Sevgili okuyucularım, bu ay ki “ho’oponopono” adı verilen bir arınma çalışmasını paylaşıyorum. Bu ay da farklı konular için aynı şekilde yapmanız gereken bu arınma çalışmasını dört madde hâlinde paylaşıyorum. Düzenli olarak yaptığınızda gerçekten kendinizde inanılmaz bir olumlu değişiklik göreceksiniz. Özellikle zihniniz, ne kadar berraklaşırsa o kadar huzurlu olur. En önemlisi berrak bir zihin her zaman doğru karar almanızı sağlar. Çünkü zihin olumsuzluklarla dolu olduğu zaman doğru karar bile alamıyorsunuz. Disiplin ve azimle yapılan çalışmalardan her zaman olumlu karşılık alınır. Çalışmaya geçmeden önce bununla ilgili kısa bir bilgi vermek istiyorum. Geçen ay bu bilgiyi paylaşmıştım fakat belki ilk defa okuyacak olanlar vardır. Onlar için yinelemekte fayda görüyorum.

Ho’oponopono yöntemi; karşımızdaki insanın yaşadığı bir sorunu duyduğumuz, öğrendiğimiz anda bizim sorunumuz olarak algılayıp kendi içimizde bundan arınarak karşımızdakini de arındırma yolunu öğretiyor. Sadece insanları değil her şeyi arındırıp temizlemenin yoludur bu. Olumsuz durumlardan kurtulmanın bir yöntemidir.

Ho’oponopono, Havai halkının kullandığı bir kendini arındırma yöntemidir. Bu yöntemi Joe Vitale’in kitabı “Zero Limit” aracılığı ile batı dünyasına tanıtan ve meşhur eden kişi Dr. Ihaleakala Hew Len oldu. Doktorasını Iowa Üniversitesi’nde yapmış olan Dr. Ihaleakala Hew Len, uzun yıllar Havai Devlet Hastanesi’nin suç işleyen akıl hastaları ile ilgilenen adli biriminde uzman psikolog olarak çalışmış. Hastalarıyla elde ettiği mucizevi sonuçlar çok ilgi çekmiş. Kullandığı yöntemler öyle etkiliymiş ki zamanla yatan hastaların tümü taburcu edilmiş, sonunda dört yıl içinde birim kapatılmış. Dr. Len’in kullandığı bu yöntem, 1982 Kasım’ından beri güncelleştirilmiş Ho’oponopono uygulaması yapan Hawaiili şaman Morrnah Nalamaku Simeona sayesinde ortaya çıkmış. Tüm dünyada bu yönteme ün kazandıran, öğrencisi Dr. Ihaleakala Hew Len ve Joe Vitale oldu.

Şimdi çalışmaya geçelim:

1) Reddedilme ve terk edilme korkularımı yaratan, koruyan, sürdüren içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono”

Seni Seviyorum

Özür Dilerim

Lütfen Beni Affet

Teşekkür Ederim

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

2) Duygusal, enerjik veya ruhsal olarak kendimi kısıtlamama, hapsetmeme veya engellememe yol açan içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono”

Seni Seviyorum

Özür Dilerim

Lütfen Beni Affet

Teşekkür Ederim

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

3) Hayatımda kararsızlıklar ve ikilemler yaşamama yol açan, netleşmemi engelleyen içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono “

Seni seviyorum

Özür dilerim

Lütfen beni affet

Teşekkür ederim.

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

4) Hayatımda çatışmalar, savaşlar, gerilimler yaratan içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono”

Seni Seviyorum

Özür Dilerim

Lütfen Beni Affet

Teşekkür Ederim

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.
Kaynak: Dr.Ihaleakala Hew Len ve Berna Özcan

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

SEVGİNİN 3 TÜRÜ

Sevgi konusuna, Japon düşünür ve yazar Masumi Toyotome´nin bakış açısı:

“Herkes sevilmek ister, ama sevgi nedir, nerede bulunur, biliyor muyuz?” diye soruyor.
Sonra anlatmaya başlıyor…
Masumi´ye göre, dünyada üç tür sevgi vardır: eğer, çünkü ve rağmen sevgi türleridir.

Birincinin adı ´Eğer´ türü sevgi:

Belli beklentileri karşılarsak bize verilecek sevgiye bu adı takmış yazar. Örnekler veriyor:
Eğer iyi olursan baban annen seni sever. Eğer başarılı ve önemli kişi olursan seni severim. Eğer eş olarak benim beklentilerimi karşılarsan seni severim. Toyotome en çok rastlanan sevgi türü budur diyor. Bir şarta bağlı sevgi.
Karşılık bekleyen sevgi.

Sevenini istediği bir şeyin sağlanması karşılığı olarak vaat edilen bir sevgi türüdür bu diyor yazar. Nedeni ve şekli bakımından bencildir. Amacı sevgi karşılığı bir şey kazanmaktır.
Yazara göre evliliklerin pek çoğu ´Eğer´ türü sevgi üzerine kurulduğu için çabuk yıkılıyor.
En saf olması gereken anne baba sevgisinde bile ´Eğer´ türüne rastlanıyor.

İkinci türe geçiyoruz; ´Çünkü´ türü sevgi.

Masumi bu tür sevgiyi şöyle tarif ediyor:
Bu tür sevgide kişi bir şey olduğu bir şeye sahip olduğu ya da bir şey yaptığı için sevilir.
Başka birinin onu sevmesi sahip olduğu bir niteliğe ya da koşula bağlıdır. Örnek mi?
“Seni seviyorum. Çünkü çok güzelsin” (Yakışıklısın Başarılısın). “Seni seviyorum. Çünkü o kadar popüler o kadar zengin o kadar ünlüsün ki.”
“Seni seviyorum. Çünkü bana o kadar güven veriyorsun ki.”
Yazar ‘’Çünkü’’ türü sevginin ‘’Eğer’’ türü sevgiye tercih edileceğini anlatıyor. Eğer türü sevgi bir beklenti koşuluna bağlı olduğundan ağır bir yük haline gelebilir. Zaten sahip olduğumuz bir nitelik yüzünden sevilmemiz egomuzu okşayan hoş bir şeydir. Bu tür olduğumuz gibi sevilmektir. İnsanlar oldukları gibi sevilmeyi tercih ederler. Bu tür sevgi onlara yük getirmediği için rahatlatıcıdır. Ama aslına bakarsanız “Çünkü” türünün “Eğer” türünden temelde pek farklı olmadığını görürsünüz.
Kaldı ki “Çünkü” türü sevgi de yük getirir insana.

İnsanlar hep daha çok insan tarafından sevilmek isterler. Hayranlarına yenilerini eklemek için çabalarlar. Sevilecek niteliklere onlardan biraz daha fazla sahip biri ortaya çıktığı zaman sevenlerinin artık ötekini sevmeye başlayacağından korkarlar. Böylece yaşama sonsuz sevgi kazanma gayretkeşliği ve rekabet girer. Ailenin en küçük kızı yeni doğan bebeğe içerler. Sınıfının en güzel kızı yeni gelen kıza içerler.

“O zaman Çünkü türü sevgide güven duygusu bulunabilir mi ?” diye soruyor Masumi.
“Çünkü” türü sevgi de gerçek ve sağlam sevgi olamaz diyor. Bu tür sevginin güven duygusu vermeyişinin iki ayrı nedeni daha var.
Birincisi “Acaba bizi seven kişinin düşündüğü kişi miyiz?” korkusu.
Tüm insanların iki yanı vardır: Biri dışa gösterdikleri öteki yalnızca kendilerinin bildiği. İnsanlar sandıkları kişi olmadığımızı anlar ve bizi terk ederlerse korkusu buradan doğar.
İkincisi de “Ya günün birinde değişirsem ve insanlar beni sevmezse?” endişesidir.
Japon yazar; toplumlardaki sevgilerin çoğu ‘’Çünkü’’ türünde olup bu tür sevgiler kalıcılığı konusunda insanı hep kuşkuya düşürür diyor.
Peki o zaman gerçek sevginin güvenilebilecek sevginin özellikleri nedir?
Ve işte sevgilerin en gerçeği. (Tabii Masumi’ye göre.)

Üçüncü tür sevgi benim ´Rağmen´ diye adlandırdığım türdür diyor yazar.

Bir koşula bağlı olmadığı için ve karşılığında bir şey beklenmediği için? “Eğer” türü sevgiden farklı bu.
Sevilen kişinin çekici bir niteliğine dayanıp böyle bir şeyin varlığını esas olarak almadığı için “Çünkü” türü sevgi de değil.
Bu üçüncü tür sevgide insan bir şey beklediği için değil bir şeyler eksik olmasına rağmen sevilir.
Esmeralda Quasimodo´yu dünyanın en çirkin en korkunç kamburu olmasına rağmen sever.
Asil yakışıklı zengin delikanlı da Esmeralda´ya çingene olmasına rağmen aşıktır.
Kişi dünyanın en çirkin en zavallı en sefil insanı olabilir. Bunlara rağmen sevilebilir. Burada insanın iyi çekici ya da zengin bir konum elde ederek sevgiyi kazanması gerekmiyor.
Kusurlarına, cahilliğine kötü huylarına ya da kötü geçmişine rağmen olduğu gibi o haliyle sevilebiliyor.
Bütünüyle çok değersiz biri gibi görünebiliyor ama en değerli gibi sevilebiliyor. Japon yazar yüreklerin en çok susadığı sevgi budur diyor.
Farkında olsanız da olmasanız da bu tür sevgi sizin için yiyecek içecek giysi ev aile zenginlik başarı ya da senden daha önemlidir. Bunun böyle olduğundan nasıl emin olacaksınız?
Haklı olduğunu kanıtlamak için sizi bir teste davet ediyor. “Şu soruma cevap verin” diyor.
“Kalbinizin derinliklerinde dünyada kimsenin size aldırmadığını ve hiç kimsenin sizi sevmediğini düşünseydiniz yiyecek, elbise, ev, aile, zenginlik, başarı ve üne olan ilginizi yitirmez miydiniz? “

Kendi kendinize yaşamamın ne yararı var diye sormaz mıydınız? Devam ediyor Masumi ; şu anda en sevdiğiniz kişinin sizi sadece kendi çıkarı için sevdiğini anladığınızı bir düşünün. Dünya birden bire başınızın üstüne çökmez miydi? O an yaşam size anlamsız gelmez miydi?

Diyelim sıradan bir yaşamınız var. Günlük yaşıyorsunuz. Günün birinde gerçek derin ve doyurucu bir sevgi bulacağınızdan umudunuz olmasa kalan hayatınızı nasıl yaşardınız? diye soruyor ve yanıtlıyor; Öyleleri ya iyice umutsuzluğa kapılıyor ya da kendilerini iyice dağıtıp yaşayan ölü haline geliyorlar.
Masumi iddialı savunuyor “Rağmen” türü sevgiyi.
Bugün yaşamınızı sürdürebilmenizin nedeni “Rağmen” türü sevgiyi şu anda yaşamanız ya da bir gün bu sevgiyi bulacağınıza olan inancınızdır. Son sözlerinde biraz umutsuz Masumi.
“Bugün yaşadığımız toplumda herkesi doyuracak bu sevgiyi bulmak zor. Çünkü herkesin sevgiye ihtiyacı var. Kimsede başkasına verecek fazlası yok” diye açıklıyor. Yakınımızda olan birinin bu sevgiyi bize vermesini bekleriz. Ama o da aynı şeyi başkasından beklemektedir.
Peki bu dünyada sevgi ne kadar var ? Yazara göre açlığımızı biraz bastıracak kadar. Ve de yemek öncesi tadımlık gelen iştah açıcılar gibi.
Bu minnacık tadım bizi daha müthiş bir sevgi açlığına tahrik ve teşvik ediyor. Bu minnacık tadım sevgiye ne kadar muhtaç olduğumuzu anlatıyor.
Büyük bir hırsla ana yemeğin gelmesini ve bizi doyurmasını bekliyoruz.
Hani nerede?
Hepsi o.
Ve asıl çarpıcı cümle en sonda;

DÜNYADAKİ EN BÜYÜK KITLIK “RAĞMEN TÜRÜ SEVGİNİN ” YETERİNCE OLMAYIŞIDIR.

HAYATINIZDA “RAĞMEN” SEVDİĞİNİZ KAÇ KİŞİ VAR?

Masumi TOYOTOME

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

SÜREKLİ YALNIZ OLMAKTAN BIKMIYOR MUSUN?

Bir gün insanlardan kaçan, yalnız yaşamayı tercih eden yaşlı bir adama sorarlar.

“Sürekli yalnız olmaktan bıkmıyor musun?”

Yaşlı adam cevap verir:

” Yapacak çok işim var. İki şahin eğitmem gerekiyor.

Ve iki kartal.

İki tavşan sakinleştirmek ve yılanı eğitmek.

Eşeği motive etmek ve aslanı evcilleştirmek.”

”-Ama senin etrafında hiç hayvan göremiyoruz!”

“-Neredeler?”

“Onlar içinizde yaşayan hayvanlardır.”

“İki Şahin” gördükleri her şeye saldırıyorlar.

İyi-kötü, faydalı-zararlı onlara ayırt etmeyi öğretmeliyim. Çünkü onlar benim GÖZLERİM.

“ İki kartal” dokundukları her şeyi mahvediyor, yaralıyor, parçalıyorlar. Onlara hizmet etmeyi ve zarar vermeden yardım etmeyi öğretmeliyim. Çünkü onlar benim ELLERİM.

“Tavşanlar” her zaman korkarlar, kaçarlar ve saklanırlar. Onları sakinleştirip, zor durumlarla başa çıkmayı öğretmeliyim, beladan kaçmayı değil. Çünkü onlar benim AYAKLARIM.

En zor kısmı “yılanı” izlemek.

Sıkı bir kafeste, güvenli bir şekilde kilitli olsa da her zaman saldırmaya, sokmaya, yakın olan herkesi zehirlemeye hazır. Bu yüzden onu takip edip, disiplinli olmalıyım. Çünkü bu benim DİLİM.

“Eşek” herkesin bildiği gibi çok inatçı, sonsuza kadar yorgun ve işini yapmak istemiyor. Bu yüzden ona şükretmeyi ve akışta olmayı öğretmeliyim. Çünkü bu benim VÜCUDUM.

Ve sonunda kral olmak ve herkese emretmek isteyen bir “aslanı” evcilleştirmek istiyorum. Gururlu, kibirli ve dünyanın kendi etrafında dönmesini istiyor. O aslanı terbiye etmeliyim. Çünkü bu benim EGOM.”

“Gördüğünüz gibi yapacak çok işim var”

Soru sorulan yaşlı adam,

Lev Nikolayeviç TOLSTOY’dur.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

 

RUHSAL HAYVAN REHBERİ

İnsanın, hayvanlarla günlük yaşamdaki iletişiminin yanı sıra ruhsal iletişimi de vardır. İnsan dünyaya geldiği andan itibaren birçok hayvanla iletişim hâlinde olur, bazıları bunu bilinçli olarak bazıları ise bilinçdışı olarak yapar. Bu iletişim, insanın dünyadaki ruhsal yolculuğu esnasında erk (ruhsal) hayvanların rehberlik yapmasıdır. Tabii bu rehberliği bilmeye ilişkin en önemli nokta, onu fark etmektir. Erk (ruh) hayvanları bir yol gösterici olarak hep yanımızdadır ve mesajlar verir.

Erk hayvanlardan rehberlik almak Şamanizm öğretisinde yer alan bir uygulamadır. Özellikle şifalandırmada erk hayvanlardan rehberlik alınır. Rehberliğe göre şifa yaparsınız. Şaman öğretisine göre, her insanın hayatı boyunca sürekli rehberlik alabileceği birden fazla erk hayvanı vardır.

Şaman iseniz ister istemez kendilerini gösterirler.

Gerçek olarak size meditasyon, rüya ve gün içinde hep görünürler ve duru görü ile siz bunları görürsünüz, duru biliş , duru işitti ve duru sezgi ile almanız gereken mesajları her zaman alırsınız. Bu hayvanların objelerini kullanabilirsiniz.

Paylaşacağım erk (ruhsal) hayvan kartal hakkında bilgiler kaynak olarak;  anadolumistisizmi.blogspot.com ve mayaburcum.com/ (maya astrolojisi)

KARTAL

Kartal ruhu hayvanı ilham verici bir elçidir. Kartal şamanik geleneklerde oldukça önemli bir hayvandır. Kişiyi karanlıktan aydınlığa çıkartır, korur, şifacıların yardımcısıdır. Kartal haberci olarak kabul edilir ve kişiye bilgiler, haberler getirir. Eğer ruhsal rehberiniz kartal ise size bilgelik, uzakları görme gücü, yükselme yeteneği, tek başına ayakta kalma gücü ve keskin bir zeka verecektir. Kartal, hayatı daha geniş bir perspektiften görmek için en ince ayrıntısına kadar yakından bakma konusunda dersler sunar. Bu zarif avcı hayatına girdiğinde, dikkatli bir gözle içe bakmanın zamanı geldi demektir. Kalbinin sana rehberlik etmesine izin ver. Hayal etmediğin fırsatlar mümkün olduğunda en azından beklediğinde kendini gösterecektir. Kartalların dört parmağı olan pençeleri vardır. Dört, sağlam bir temele sahip olmak ve topraklanmak için bir semboldür. Kartal ruhu hayvanı tarafından yönlendirilenler topraklanır. Kartal yüksek zirvelere uçabilse de, hala dünyaya güçlü bir şekilde bağlılar. Topraklanmış ve toprağa bağlı olmak arasında, Kartal tarafından yönlendirilenler de dayanıklıdır ve yaşamlarının manevi yönleri ile tam bir uyum içindedir.

 Bir güç hayvanı olarak, Kartal en çok bilgelik ve özgürlükle ilişkilidir.

  • İyileştirme
  • Sezgi
  • Yaratıcılık
  • Kuvvet
  • Cesaret
  • Umut
  • Dayanıklılık
  • Vizyon

Kadim geleneğe sahip kültürler nesiller boyunca, kartalı bilgelik ve güç ile ilişkilendirmiştir. Yırtıcı ruh hayvanı, kişinin eylemleri sonucunda sorumluluk almayı, doğayı iyileştirmeyi ve doğaya saygılı davranmayı sembolize eder.

Neredeyse tüm dini ve manevi gelenekler, kartalı bir kurtuluş ve umut sembolü olarak görmüştür. En güçlü toplumların ve kültürlerin bazıları kartalın imajını bir güç ve özgürlük işareti olarak benimsemiştir. Aztekler, Sümerler, Hititler, Romalılar, Mısırlılar ve Amerika Kıtası Yerlileri gibi kültürlerin hepsinin kartal ile ilişkili güçlü bir sembolizmi vardı. Çift başlı kartal gibi semboller çokça kullanılmış, hatta kullanılmaktadır.

Kartal gerçek bir avcıdır. Yırtıcı hayvanlar doğanın dengesini sağlıklı tutmaya yardımcı olur. Kemirgen, yılan gibi tehdit unsuru olarak görünen hayvanları avlaması nedeni ile hastalıkları önlemede etkili bir unsur olarak görülmüştür.  Bu nedenle kartal şifacılık ile bağdaştırılır.

Kartal ruhu hayvanlarıyla çalışanlar genellikle şifacı özelliklere sahiptir.  Eğer bir şifacı değilsen ve kartal ruhu hayvanı seni seçti ise yakında kendi kendini iyileştirmeye başlayabilir veya iyileştirici güçlerin ortaya çıkabilir.

Hayat ağacını koruyan kartal, göklerin elçisi; şamanların, kamların görü rehberidir. 

Kartal Ruh / Cesaret / Azim / Baktığınız şeyleri gerçekten görebileceğiniz net bir vizyonun armağanıdır. O sabırlıdır. Doğru anı bekleyin. Kartal; yer ve gökle denge içinde yaşamaktadır.

Bilge olarak Kartal tüm ruhların sözcüsü ve adalet dağıtıcısıdır. Ruhları yer küreden evrene taşıma görevi vardır. Kartal kolay bir rehber değildir. Frekansı çok yüksektir. Sürekli evren ile gökyüzü arasında ruhlar diyarında dolaşmaktadır. O koruyucu ve şifacıdır. Ruhların öte diyara geçmesine yardımcı olurken canlıların şifa bulmasını sağlar. Rehberlik ettiği kişide şifacılık ve farkındalık gücü verecektir. Adalet ve cesaret duygusu rehberliği ettiği kişiye ilk vereceği özelliktir. Kartal rehberler zor zamanlarda yargılar ve adaletini adil bir şekilde ortaya koyar.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

KALİTELİ RUH KUMAŞ GİBİ BELLİ EDER

Sevgili okuyucularım, diğer insanlarla bağ kurmak insanın doğasında vardır. Yaşadığınız sürece insanlarla iletişim kurarsınız. İletişim hâlinde olduğunuz insanlarla hem olumsuzluklar hem de olumlu anlar yaşamışsınızdır. Bazı insanlar sizi üzmüş bazıları ise mutlu etmiştir.

Bir kıyafet alırken önce kumaşına bakarsınız. Eğer kumaş gerçek anlamda kaliteli ise o kıyafeti senelerce giyeceğinizi bilirsiniz ve giyersiniz de. Kumaş hiçbir zaman deforme olmaz. Hatta seneler geçer sıkıldığınız için bir başkasına verirsiniz, o da uzunca bir süre kullanır. Kaliteli kumaş öyledir; değerini korur. Aynı şekilde kullandığınız eşya, ne kadar kaliteli malzeme ile üretilmişse o kadar dayanıklı olur.

İnsanın da kalitelisi her zaman çizgisini korur. Kalite, aslında insanın ruhunda başlar. Aldığı eğitimlere (okuduğu okullar) ve diplomalara, mevkisine, makamına, maddi gücüne, yaşadığı ülkeye, şehre veya semte, gezdiği yerlere gittiği mekânlara bakmaz. O, insanın ruhundadır.

Öyleyse ruhun kalitesini belirleyen nedir? Kaliteli ruh, bana göre ahlaklı ve erdemli olmaktır. Bir kere, hangi şartlarda olursa olsun her konuda dürüst olacak. Empati kuracak. Hayatına ve çevresine pozitif enerji katacak. Saygılı ve nazik olacak. Küfürlü konuşmayacak, argo kelimeler kullanmayacak. Haklı olsa bile karşısındaki insana güzel üslupla cevap verecek. Kendi gerçekleri ile yüzleştirildiğinde hakaret etmeyecek. Karşısındaki yanlış da söyleyebilir o yanlışa argo ile karşılık vermek daha büyük bir yanlıştır. Menfaat üzerine ilişki sürdürmeyecek, kendi çıkarları doğrultusunda insanları kullanmayacak. “Hayır” denildiğinde nezaketsiz davranışta bulunmayacak. Zaten kaliteli ruha sahip insandan asla nezaketsizlik görmezsiniz, vefasızlık görmezsiniz.

Siyaset, spor, sanat; hangi konu olursa olsun düşünceleriniz ve fikirleriniz diğer insanlarla ayrı düşebilir fakat önemli olan düşüncelerin saygı çevresinde dile getirilmesi, sabit fikirli olunmaması, başkalarının düşüncelerine de saygı gösterilmesidir. Farkındalık verirken hakaret etmemek, küfürlü ve argo konuşmamaktır.

Buna siyasetçiler de dâhildir. Görüşleri, konuşmaları ve icraatı yanlış gelen siyasetçiler, kulüp başkanları; daha doğrusu hangi makamda, mevkide ve kim olursa olsun, yanlışını dile getirirken o insana beddua etmek, argo konuşmak, küfretmek, hakaret etmek kaliteli ruhun yapacağı şeyler değildir. Yanlış yapana anlık öfke ve kızgınlık duyulabilir ama işte öfke ile ağızdan çıkacak kelimelere dikkat etmek, yanlış üslup kullanmamak gerekir.

Kendi menfaatini önde tutan, empati kurmakta güçlük çeken kişiler, kendilerine “hayır” denildiğinde kalitelerini, daha doğrusu kalitesizliklerini belli ederek nezaketsiz davranışta bulunur. İnsanın, çevresine tutamayacağı sözleri kesin olarak vermesi ya da yalandan “Evet” demesi kalitesini gösterir.

Sürekli her şeyden şikâyet eden, hiçbir şeyden memnun olmayan, kendisine ve etrafına negatif enerji veren insanın kaliteli ruha sahip olduğunu söylemek maalesef mümkün değil.

Yukarıda belirttiğim gibi kendi menfaatlerine göre başkalarını kullanan insanlar konusunda daha açık örnek vereyim.

Zor durumda olduğunu düşündüğünüz insanlara yardım maddi olarak ettiğinizde sizin merhametli ve vicdanlı olduğunuzu görüp bu imkânı kullanmaya çalışanlar oluyor. Manevi yardımlarınızda da nasıl olsa “Hayır” diyemez düşüncesiyle aynı şekilde davranalar oluyor. Siz kendi bütçenize göre hediye verirsiniz veya o anda imkânı olmayan insanı yemeğe götürürsünüz. Fakat o, ne hediyeyi beğenir ne de götürdüğünüz restoranı. Size “Başka yere gidelim,” deyip çok lüks bir restorana götürür ve ödemesini size yaptırır. Zaten siz kendi bütçenize göre iyilik yapıp bir değişik olsun diye yemeğe götürüyorsunuz, üstelik kötü bir yer de değil fakat sizin merhametli olduğunuzu bildikleri için “Nasıl olsa buraya gider, öder,” diyorlar. İşte, verdiğiniz ile yetinmeyip sizden daha çok faydalanmak isteyen insanlar, ruhunun kalitesini bu şekilde gösterir.

Siz mesaj yazarsınız okurlar fakat size hiçbir şekilde cevap vermezler ya da telefon ile ararsınız dönmezler. İşte bu, insanın ruhunun kalitesini gösterir. Eğer birinden mesaj almak veya iletişimde bulunmak istemiyorsanız açık olarak ve nazik bir üslup ile söylersiniz.

Televizyonda izlediğiniz bir program size yanlış geliyorsa argo kelimelerle veya küfürle eleştirmek yerine seyretmesiniz olur biter.

Kaliteli ruha sahip olanlar yüzeysel konuşmalar yerine derin konuşmalar yapmak ister. İnsanların dedikodusunu yapmaz, özel yaşantılarıyla ilgilenmez, başkasının malı ve mülkünde gözü olmaz ve konuşmaz. Yine yaşadığım bir örnekten söz edeyim. Yurt dışında yaşayan bir tanıdığım, “Kırk yıllık dostum,” dediği kişileri rehberlik almaları için bana gönderdi. Fakat gelenler o tanıdığım hakkında “O kadar çok malı mülkü var ki yedi sülalesine yetecek kadar,” diyerek konuşmaya başladı. Kırk yıllık dostluğa uymayacak bu sözleri söyleyenler çok iyi eğitim almışlar ve yurt dışına gitmişler fakat ruh işte, bunlara bakmıyor.

Zor durumda olduğunuzda bunu bilen yakın çevrenizdeki insanlar size yardım etmeyip bencilce davranıyor ve sormuyorsa sadece kendi menfaatlerine göre telefon edip konuşuyorsa ruhlarının kalitesinden söz edilemez. İnsan hata yapar fakat hatayı anlayıp özür dilemek ve affedici olmak ruhun kalitesindendir. Platon’un söylediği gibi “İnsan her şeyin ölçüsüdür.” Onlar isterlerse kalite ortaya çıkacaktır, istemezlerse kalite onların içinde yok olup gitmeye mahkûmdur…

Bundan iki sene önce trekking ve yurt içi kültür turu düzenleyen arkadaşıma, ”Yaptığın işte, insanlara fatura veriyor musun?” diye sormuştum öyle bir argo yanıt vermiş ve yine argo içerikli karikatür göndermişti ki rahatsız oldum bundan. O insanın etrafındaki insanlar da onun çok pozitif olduğunu, iyi insan olduğunu düşünüyor. Çünkü onlar bu soruyu sormuyor, ben o kişiye yapmadığı olayı söylediğim için kendisinin hoşuna gitmedi ve bana böyle bir yanıt gönderdi.  Ben ona “Sen her şeyi dürüst olarak yapıyorsun,” demiş olsam o zaman bana da diğer yüzünü gösterecekti.

İnsana kendi ruhun kalitesi kalacak.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

ÇOCUK VE AYNA

Sevgili okuyucularım, bu ayki bilge hikâyemiz ile beraberiz.

Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zamanların birinde, kendinden başkasını sevmeyen bir çocuk varmış. Dünyadaki en güzel, en iyi insan benim diyormuş. Aynaların bozuk olduğunu, kendisini aslından farklı gösterdiğini düşünüyormuş.

Talih bu ya.. Her zaman insanın peşinden koşar. Nereye gitse talihi de peşinden gidiyormuş. Talihi her yerde karşısına bir ayna çıkarıyor, ona hatalarını gösteriyormuş. Çocuk bu konuda pek inatçıymış, aynanın gösterdiği hiçbir kusuru kabul etmiyormuş. Sonunda çareyi aynalardan kaçmakta bulmuş.

Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Sonunda aynaların olmadığı ıssız bir ormana gitmiş. Az ötede şırıl şırıl akan bir dereyi görmüş. Eğilip dereden tam su içecekken, birden sudaki aksini görmüş. Kendini geri çekmeye çalışmış ama derenin pırıl pırıl, masmavi suları onu kendine çekiyormuş. Dereden suyunu içmiş ve anlamış ki, gerçeklere sırt çevirmenin bir anlamı yok. Kendi kusurlarımızı başkalarına yüklemek bizi değiştirmiyor. Aynalar bizim kusurlarımızı her zaman olduğu gibi gösterir. Önemli olan kendi hatalarımızın farkına varıp bunları kabul ederek, onları düzeltme yoluna gitmektir.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

NOKTA KOYMAK

Bazen yaşamımızdaki belli olaylara nokta koymak o kadar kolay değildir ve bunun yerine biz genelde kendimizi virgül ve ünlem işaretleri eklerken buluruz.

Niçin bazen bu küçücük konuyu uygulamak ve ilerlemek bu kadar zordur?

Dil bilgisinde nokta, bir konunun normalde sona erdiğini belirtmek için ve bir sonrakine başlamadan önce durmamız gerektiğini hissettiğimiz uygun yerlerde cümle sonuna konur.

Yaşamımızda da bu ‘son’ haline zihnimizde ulaşmamışsak, yaşam cümlemizi fazladan virgüllerle sonsuza kadar uzatırız. Ve aslında bir cümle çok uzadığında, ağır ve anlaşılması mümkün olmayan bir hale gelebilir. Böylelikle birinin hayatında bir şey çok uzun sürüp devam ettiğinde, yalnızca sinir bozucu olmakla kalmaz, kişinin o eski enerjinin olumsuzluğu içinde saplanıp kalmasına neden olabilir.

Bir hikâyeden ya da güzel bir metinden keyif almanın en iyi yolu sıkça durmak ve düzenli aralıklar vermektir. Bu bize öncesinde olanları kavramamız ve gelecek olana hazırlanmamız için bir süre verir. Noktaya yalnızca eski düşünceyi bitirmek olarak değil, yenisine bir başlangıç olarak da bakın. Geriye değil, ileriye bakın. Geçmişten ders alın ve bırakın gitsin. Geçmişi değiştirmenin tek yolu daha iyi bir gelecek yaratmaktır.

Virgül yerine bazen de yaşadıklarımızı ünlem işaretleriyle vurgularız.  Bunlar hayret, şaşkınlık ve inanmayışın yüksek tonlardaki ifadeleridir. Buna rağmen, kusurlarla karşılaştığımız zaman, mükemmel bir insan ya da durum yanılsaması yaratmış olduğumuz için şaşırır ve hayal kırıklığına uğrarız. Mükemmel bir dünyada yaşamadığımızı ve hepimizin yanılabileceğini bilmek, aşırı beklentilerimizin olmamasına, duygu ve tepkilerimizde dengeli kalabilmemize olanak tanır.

Tüm bu yaşam oyununun sadece bir sahne üzerinde hep birlikte kendi rollerini oynayan bir aktörler ekibinden oluştuğunu bilmek, darbeleri, şokları ve gereksiz düşünceleri azaltır. Bu günkü ‘süpermen’ yarın o kadar süper olmayabilir. Oysa ki onlar sadece kendi rollerini oynamaktadırlar. Oyunu suçlayın, oyuncuyu değil. Rolü ve kostümü ruh ile karıştırmayın. Raja Yoga meditasyonu bize her ruhun kendi orijinal doğasında saf ve ilahi olduğunu öğretir. O orjinalliğe bakın, ruha, şimdi sahnede oynayana değil.

Şayet nokta koymak fren yapmaksa, o zaman hatalı frenler bizim doğru zamanda ve yerde duramadığımız anlamına gelir. Dolayısıyla şu soru akla gelir, biz ilk olarak aslında frene basabildik mi yoksa yaşam boyunca asla çarpışmayacağımızı mı umduk! Zihnimizde her gün saf, pozitif ve güçlü düşünceleri tutmak çarpışmayacağımızın ve kendi yolculuğumuza odaklanacağımızın garantisidir.

Sonuncu nokta ‘Son’un göstergesidir. Tüm eylem ve düşüncelerden sonra sessiz, sakin, tefekkür aşamasına geçilen yerdir. Hikâye biter, artık ona hiç bir şey eklenemez. Huzur ve dinginlik deneyimleyebilmek için, gün içinde ne kadar sıklıkla aklımızda dönen çeşitli hikâyelere bu noktayı -yarım bir nokta değil- koyabiliyoruz.

Tam bir ruhsal farkındalıktayken nokta koyabilmek daha kolaydır ve yalnızca bir saniye alır. Sonsuzlukta, maddesel hiçbir şey gerçekten önemli değildir. Beden bilincinde kendi imajımızı korumak için büyük bir mücadele veririz. Eylemlerimizle, egomuzu haklı çıkarır ve süsleriz, kabul ve onay arar, tartışır ve kavga ederiz ve hikâye asla bitmez.

Nokta bir son vermedir, diğer kişiyle pek ilgisi yoktur, daha çok kendine duyulan saygıdır. Eğer nokta koyamıyorsanız, yeni bir bölüme nasıl başlarsınız? Gereksiz düşüncelere ve yaşamınızda daha fazla oyun ihtiyacına nokta koyarak kendinize saygı duyun. Eğer hala duygular silsilesini sürmek istiyorsanız, o zaman devamlı size kendinizi iyi hissettirecek o yüksek duyguları deneyimlemek sizin için zor olacaktır.

Şimdi tamamen bir nokta koymanın zamanı. Geçmişten dersinizi alın ve bırakın gitsin. Eylemlerinizin kalemini kendi elinize alın ve yaşamınızda yeni bir dönemi yazmaya başlayın. Zihninizde yeni hikâyeler belirdikçe, onları kısa tutun ve frene basın. Ve yaşamınızın Son Bölümünde son noktayı koyduğunuz zaman, sizin romanınız tekrar ve tekrar okunmaya değer olsun.

Dadi JANKI

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

ÖFKELİ İNSANLARA BAKIŞ AÇIM

Sevgili okuyucularım, en son 18 Mart 2025 tarihinde yazdığım anılarıma kaldığım yerden devam ediyorum. Ortaokul 3. sınıf öğrencisi olduğum o günlere gidiyor ve sandıktan bir anıyı daha serbest bırakıyorum.

Anneannem ve dayımların Malatya’dan İstanbul’a taşınması tam 2,5 sene olmuştu. İlişkilerimiz oldukça iyiydi, güzel şeyler yaşıyorduk birlikteyken. Aslında güzel şeylerin yaşanmasına vesile olan insanlardır. Dayım, şakacı ve neşeliydi. Öfkesine hiç şahit olmadım. Bu benim için önemliydi. Çünkü bana göre en olumsuz davranış öfkedir.

Etrafımda öfkeli insanların olmasından, öfke anında seslerini yükseltmelerinden rahatsız oluyordum. Buna okuldaki birkaç öğretmen de dâhildi. Öfke ile otorite kurmaya çalışıyorlardı. Bazı öğretmenler ise öğrencinin hatalarını söylerken hiç öfkelenmiyor, sesini yükseltmiyordu. Örneğin basketbol antrenmanlarında öğretmenimiz yumuşak üslupla yapmamız gerekenleri söylüyordu. Bu yüzden onunla rahat iletişim kurabiliyor, istediğim soruyu sorabiliyordum. Öfkeli insanlarla iletişime geçmek, sorum varsa bile sormak istemiyordum. Çünkü cevabı öfkeli bir üslupla alacağımı biliyordum.

O yaşta, bu insanların neden bu kadar öfkeli olduklarını soruyordum kendime. Ortanca amcam için de soruyordum. Niye diğerleri hataları öfkelenmeden söylerken bunlar öfkeli ve sesini yükselterek, kırıcı üslupla söylüyor, diye çok düşünüyordum. Sonra nedenin kendilerinde olduğunu anladım. Tabii farkındalık artıkça insanların davranışlarının temelinde sadece başkalarının hatalarının değil kendileri ile olan sorunlarının yattığını anlıyorsunuz.

Ablam, iş hayatına atıldığı için iş hayatında karşılaştığı insanları ve onların davranışlarını anlatırdı. Onu dinlerken kendi farkındalığımla okul ve iş hayatının benzemediğini o yaşımda kavramaya başladım. Bu durum beni iş arkadaşlığı ile okul arkadaşlığının farkını irdelemeye, daha çok sormaya yöneltti. Ablam da arkadaşlıkta seçicidir ama ben çok seçiciyim. Ablam, “Okul arkadaşlığı çok farklı,” diyordu. İş hayatında para kazanmak söz konusu olduğu için rekabet ve hırsın kaçınılmaz olduğunu söylüyordu.

“Çünkü iş hayatında yükselmek, maaşının artması ve en önemlisi o işte kalmak için çalışmak zorunda kalıyorsun. Tabii ki okulda da başarılı olmak, iyi notlar alıp sınıfını geçmek için derslerine çalışmak zorundasın ama okulda rekabetin sadece kendinle oluyor. İş hayatında ise rekabet insanlar arasında. Hele büyük bir şirkette çalışıyorsan bu kaçınılmaz,” diyordu ablam.

Okuldaki arkadaşlıkların daha saf olduğunu anlatıyordu. “Ama iş hayatında çok farklı insanlarla karşılaşıyorsun,” diyordu, “çünkü senden yaşça büyük ve tecrübeli insanlarla çalışıyorsun. Okul arkadaşların ise ya seninle aynı yaştadır ya da en fazla 1 yaş büyük veya 1 yaş küçüktür. Aslında iş hayatında insanların egoları ön plana çıkıyor, “diyordu.

Çalıştığı şirkette yaşadıklarından örnekler veriyordu. Birkaç arkadaşıyla daha yakın görüştüğünü, diğerlerine mesafeli davrandığını, mesleğinde ilerlemek ve daha çok öğrenmek, bilgi sahibi olmak için öğlen aralarında, yemek saatlerinde tecrübeli insanlarla vaktini geçirdiğini anlatıyordu. Bana, “Okuldaki arkadaşlıkları iş hayatında bekleme,” diyordu.

Merakla soruyordum ablama, “Beraber iş yaptığın arkadaşların öfkeliler mi veya müdürün öfkeli mi?” Ablam, müdürlerin bazılarının öfkeli olduğunu söylüyordu: “Bazı müdürlerin kendi aralarında bile öfkelenip ses tonlarını yükselttiğine, bağırdıklarına şahit oldum zaman zaman.”

Bu kez, onlar öfkelendiğinde kendisinin ne yaptığını soruyordum. “İşimi yapıyorum,” diye yanıt veriyordu.

Ablamın anlattıklarından şu sonucu çıkarmıştım: Demek ki iş için öfkelenen yalnızca amcamlar değil, iş gereği öfkelenen başkaları da varmış.

Tabii insanın çalışması, kendi parasını kazanması, mesleğini yapması çok güzel fakat böyle olumsuz davranışlarda bulunan insanların olması iş hayatını benim gözümde olumsuz kılmıştı bir anda. “Öyle öfkeli insanların olduğu yerde çalışmam ben,” dedim. Çünkü küçüklüğümden beri öfkeli insanlar beni çok rahatsız etmiştir, hemen o ortamdan uzaklaşırım. Arkadaşlıklarda da öyle; öfkeli insanlarla arkadaşlık etmem. Ablam, işini çok seviyordu ve ona verilen imkânlardan memnundu. Bu yüzden diğer insanların öfkeli olmasını önemsemiyordu, “Kendi aralarında,” diyordu.

Ablamın yaşça benden büyük olması, önümde bir örnek oluşturuyordu, kendimi bu konuda şanslı hissediyordum, deneyimlerini benimle paylaşıyor, ufkumu açıyordu. O, iş hayatına atıldığında ben henüz ortaokul son sınıftaydım. Bu benim için önemli bir hayat tecrübesiydi. Anlattıkları farkındalığımın artmasına ve var olan farkındalıklarımla kıyaslamalar yapmama olanak veriyordu.

Bu farkındalıklarla babamın, ortanca amcamın öfkesine karşı neden sabırlı olduğunu ileri yaşlarda daha iyi anladım. Babam öfkeye karşı öfkelenmezdi. Bu beni üzerdi ama o yaşlarda öfkenin bu kadar zararlı olduğunu bilmiyordum. Yaşım ilerledikçe öfkenin ne kadar yıkıcı bir şey olduğunu ve çocukken öfkeden ve öfkeli insanlardan rahatsız olmakta ne kadar haklı olduğumu kavradım. Ailede, babam biraz sinirliydi ama öyle öfkeli değildi. Sinirlediği zamanlarda bile kırıcı olmaz, üslubunu bozmazdı. Annemin de hiç öfkesini görmedim. Sadece yanlış bir şey olduğunda uyarırdı.

İnsan aslında öfkelendiğinde kendine zarar veriyor. Çünkü negatif bir enerji yayıyor. Herhâlde hiç kimse negatif enerjiden hoşlanmaz. Ama öfke duygusu maalesef insanda çocukken başlıyor.

Zamanı gelince bu öfke konusunda insanlardan gördüklerimi, yaşadıklarımı anlatacağım.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com