ÖZGÜRLEŞMEDİKÇE ANDA KALMAN MÜMKÜN DEĞİL

Sevgili okuyucularım, siz de son zamanlarda sıkça duyuyor, sosyal medyada, televizyon programlarında rastlıyorsunuzdur. “Hayat kısa. Anı yaşayın,” diye tavsiyeler veriliyor. Bu söz size ne düşündürüyor? Size göre “anı yaşamak” nedir? Önce bunu kendinize sorun lütfen ve anı gerçek anlamda nasıl yaşıyorsunuz veya yaşıyor musunuz gözden geçirin. Pek çok insan hep “Andayım” diyor. Hâlbuki bu, o kadar da kolay değildir.

Anı yaşamak, bir nefesin bile şükrünü yaşamaktır. Elinde olanların kıymetini bilip o anın huzurunu almaktır.

Farkındalığı olan insan zaten anı nasıl yaşayacağını bilir. Anı yaşamak için geçmişteki bütün hesapları kapatıp, daha doğrusu geçmiş ile barışıp tamamen şifalandırmak gerekir. Geçmişte maddi ve manevi olarak uğradığınız zararları, yaşadığınız travmaları, korkuları şifalandırırsanız ve aynı zamanda zihninizi geleceğe dair endişe, kaygı ve korkulardan arındırırsanız anı yaşayabilirsiniz. Diyelim ki bir tatile gidiyorsunuz; eğer tatil dönüşü iş yerinde yapacağınız işleri düşünüyorsanız veya zihniniz korkularınızdan herhangi biriyle meşgulse ya da geçmişe ait bir konuyu hâlâ bırakmamışsanız, kendinizi veya başkalarını affetmemişseniz, olumsuz düşüncelere sahipseniz ve duygularınız içinizde kalmışsa o zaman anda olmanız mümkün değil. Sadece o anda kendinizi kandırmış olursunuz. Çünkü anda olmak, nerede olursanız olun zihnin susup, zamanı ve mekânı duyularla kavrayan ruhun, içinde bulunduğu bedenle bütünleşmesi ve huzuru yakalamasıdır. Evinizde kitap okurken, televizyon seyrederken, tek başınıza otururken zihniniz gerçek anlamda huzurlu ve dingin ise okuduğunuzun, izlediğinizin farkındaysanız andasınız ve işte o anın keyfini çıkarıyorsunuz demektir.

Bir arkadaşınızla sohbet ederken geçmişte yaşadığınız üzüntüleri anlattığınız sırada, size o üzüntüleri yaşatanlara karşı içinizde hâlâ öfke, kızgınlık ve hatta nefret duyguları varsa anda değilsinizdir. Arkadaşınızla sohbetten keyif almak yerine yaşadığınız travmayı tetikliyorsunuzdur. Ancak yaşadığınız o üzücü olayı anlatırken içinizde herhangi bir olumsuzluk hissetmiyorsanız, anlattıklarınız artık sizi etkilemiyorsa anda kaldığınızı söyleyebiliriz. Çünkü geçmişi şifalandırmış, artık içinizde temizlemişsinizdir.

Anda yaşayamamak bedensel sağlığı da etkiliyor. İnsanlar akşam yatarken ertesi gün endişesi, kaygısı ve korkusunu yaşadıkları için sağlıklı uyku uyumaları bile zorlaşmaya başlıyor. Zihin o kadar olumsuz düşünceyle dolu iken nasıl sağlıklı bir uyku uyuyabilir? Ertesi gün bedenin sağlıklı bir şekilde güne başlaması için önce zihnin rahat olması gerekiyor. Aynı şekilde yemek yerken bile acele ile ya da bir şeye yetişme telaşı ile tadını tam olarak almadan, zihin sürekli meşgulken yenilen yemeğin sağlıklı beslenmeye ne kadar katkısı olabilir. Son dönemlerde kimi beslenme uzmanlarının “Ne yediğiniz değil hangi ruh hâliyle yediğiniz önemli,” türünden açıklamalarına siz de rastlamışsınızdır.

Bir de aşırı kontrolcülük anı yaşamayı engelliyor. Öyle ki bir eşya alırken bile gelecek için plan yapıp o anın tadına varmaktan uzaklaşanlar var. Hayatı kontrol altında tutarak kendini güvende hissetmek alışkanlığının altında, aslında korku yatıyor. Zihnin içinde bu korkular olduğu sürece nerede olursa olsun insanın anı yaşaması mümkün değil.

İşin en acı yanı, anda kalamamanın güzel hatıraları da engellemesidir. Gittiğiniz bir yeri ve orada neler olduğunu ya da okuduğunuz kitabın içeriğini seneler sonra bile hatırlayabilmeniz o anda zihninizin orada olmasına bağlıdır. Arkadaşınızla yaptığınız sohbeti ya da patronunuzun anlattığı bir projeyi tüm ayrıntılarıyla hatırlıyorsanız zihnin anda kaldığını söyleyebiliriz. Sevdiğimiz insanlara dair ayrıntıları da anda kalamadığımız için unuturuz.

İçinde bulunulan anı kavramak, insana mutluluk verir, hayattan keyif almayı sağlar. Örneğin evde yemek yapmak bir iştir ve çoğu insana çeşitli nedenlerle angarya gibi gelir. Oysa yalnızca yemeği pişirmeye odaklandığınızda; zihniniz o anda olduğunda, yaptıklarınızdan zevk alırsınız.

Bir de anda yaşadığı iddiasında olanlar var. Bir bakıyorsunuz “Andayım,” diyor ama içinde mutsuzluk ve huzursuzluk var ya da elindekilerle yetinmeyip hep daha çok istiyor. Kalbini sevgiye açmamış ama “Anda yaşıyorum,” diyor. Gerçekte ise sadece günü kurtarıyor.

Son zamanlarda moda olan bir başka konu da anı yaşamakla bencilliğin karıştırılması. En ufak olayda insanlar birbirine “Hayat kısa, hayatını yaşa,” diye tavsiyede bulunuyor. “Anı yaşıyorum, hayatın tadını çıkarıyorum, hiç kimse ve hiçbir şey umurumda değil,” diyenler var. Fakat anı yaşamak demek, ne kendine ne başkalarına zarar vermek demek değildir. Anı yaşayacağım diye başkalarının hakkına girilmemelidir.

Hayat, dünyada yaşayan bütün canlılar için kısadır. Tabii ki her canlı iyi yaşamak ister. Ama hayat kısa, diye bir başkasının kalbini kırmak ya da vurdumduymaz ve bencilce yaşamak kabul edilemez. Bir arkadaşım birine bir şey olduğu zaman “Hayat kısa,” diyordu ve geçiştiriyordu. Derken bir gün oğlu işten çıktı, artık çalışmak istemiyor, evde oturuyordu. Bu duruma çok üzülen arkadaşıma “Hayat kısa ise sen de üzülme oğlun için,” dedim. 

Andan olmak için bir kere mutlu olmak gerekir. Anda olmak için geçmişe ve geleceğe sıkışıp kalmamalıdır. Kendini özgür hissetmelidir.

İnsan doğar, yaşar ve ölür. Ama ister kısa ister uzun olsun, önemli olan insanca ve insancıllıkla yaşamaktır. “Bir karıncayı bile incitmeden,” derler ya, işte o şekilde yaşamaktır. İnsanların birçoğu hayat kısa, diye önce kendini düşünüp bencilleşmeye doğru gidiyor. Buna da “Anı yaşamak” diyor. İyi yaşamak istiyor ama o anda kimin hakkını yediğine bakmıyor. Günü kurtarmak için ya da sırf işi görülsün diye zarar verdiği insana gidip “Boş ver, hayat kısa, konuşalım,” diyor. Bu sefer zarar verdiği insan tabii ki konuşuyor ama yaptığı davranışın yanlışlığını da görsün, farkına varsın, yanlışını tekrarlamasın istiyor ve araya mesafe koyuyor. Örneğin nezaket dışı davranan, hakaret içeren sözler söyleyen arkadaşınıza sınırınızı çiziyorsunuz. Bir başka arkadaşınız gelip size “Boş ver, hayat kısa üzülmeye değmez, o kişi ile konuş,” diyor. O zaman herkes birbirine hakaret dolu sözler söylesin, değer vermesin, sevgi göstermesin veya borç para aldığınızda karşı tarafa “Hayat kısa,” deyip borcunuzu ödemeyin. İşte kimi insanlar bu, anı yaşama konusuna yanlış açıdan bakıyor.

“Hayat kısa” derken kastedilen, hiç dert edilmeyecek şeyleri boşuna dert etmemek veya üzülmemektir. Her şeyi dert eden ve takıntı hâline getiren, sürekli her şeyden şikâyetçi olan insanlara, hayatın bunlarla vakit kaybetmeye değmeyecek kadar değerli olduğunu anlatmak içindir. Örneğin evinizde bir tabak kırıldı o anda onu o kadar büyütmeye ya da o kadar üzülmeye değmez. Sizin arkanızdan konuşuyorlar, dedikodunuz yapıyorlar. Duyduğunuzda üzülürsünüz ama sonra takıntı yapmazsınız ya da gitmek istediğiniz bir tatil olsun, almak istediğiniz bir eşya olsun; alamadığınızda, gidemediğinizde o kadar üzülmezsiniz.

Geçmişin pişmanlıkları, geleceğin kaygıları ve korkularıyla bir yere varılmaz. Olumsuzluklardan ve yüklerden kurtulmadıkça insanın anda kalması mümkün değildir.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

HER KARANLIK ŞAFAĞIN TOHUMLARINI İÇİNDE TAŞIR

Sevgili okuyucularım, bu ayki kitap paylaşımım ismi “Her Karanlık, Şafağın Tohumlarını İçinde Taşır”

Bu kitabın yazarı olan; Dante Alighieri, İtalyalı olup, dünya edebiyatının en büyük eserlerinden biri ola İlahi Komedya’yı kaleme alarak adı Batı edebiyatının üç büyük ustasından biri olarak tarihe kazınan usta bir yazdır.

Şimdi kitaptan bir bölümü sizlerle paylaşıyorum.

“…

Hayatın her alanında, evde, işte, okulda, ilişkilerde hayatın bir düzen içinde akabilmesi için kurallara ihtiyaç vardır. Aileyi bir ve bütün kılabilmek için, okulda başarılı olabilmek için, işyerinde sevilen personel olabilmek için, çok para kazanabilmek için, toplumda saygın bir yer edinebilmek için ve çok daha fazlası için izlenmesi gereken bir doğru yol vardır, bir de doğru yolu uzun bulan sabırsızlar için kısa yol. Kimi güzel yaşayabilmek için bu kurallara uyar, kimileri de yolu kısaltmak adına hile yapar. Kısa olan arzu edilen şeye ulaşabilmek adına doğru yolu tercih etmeyen insan bir kandırmaca tuzağının, aldatmaca günahının içine düşer, hile yaparak hedefine ulaşma çabasına girer.

Hile çerçevesinde bir çıkar uğruna birilerini aldatmak, sömürmek, dalkavukluk etmek, yalan söylemek, ikiyüzlülük, hırsızlık, arabozuculuk, bölücülük gibi kötü yönelimleri saymak mümkün. Her biri de erdemden uzak davranışlar. Mutlu ve erdemli bir yaşamın özlemini çeken, bu yolda bir arayışa çıkan insan için elbette uzak durulması gereken eylemler.

François de La Rochefoucauld’nun bir sözü vardır:

“Farkına varmadan başkalarını aldatmak ne kadar güçse, farkına varmadan kendini aldatmak o kadar kolaydır”

Hilekarlık bir kendini kandırma düzeneğidir. Başta muhatabını yanıltarak kazanmaya çalıştığı şeyi daha oyunun başında kaybettiğinin farkına varmayan kişi kendi kurduğu tuzağa günün sonunda yine kendisi düşer. Çünkü hilekarlık, karşıdakinin yanıltma, aldatma her dinde cezayla karşılık bulmuş erdem dışı bir davranıştır.

Bir işi yapmak ya da yapmamak karşılığında menfaat temin etmek, para almak haksız kazanç sağlamaktır ve ahlaka aykırıdır, ayrıca yasal olarak suçtur.

Söz konusu para olduğunda yapmayacağı şeylere tamam diyenler, üç kuruş için türlü türlü dolaplar çevirenler, çalıp çırpanlar, gaspçılar çağımızın hiç de yabancısı olmadığı suçlulardan. Kimi zaten görevi olan bir şeyi yerine getirmek üzere rüşvet alıyor, kimisi servetinin katlamak için yanlış kazanç yollarına sapıyor. Kimi yolsuzluk yapıyor, kimi çeşitli oyunlarla elde ettiği haksız kazancı doğru buluyor.  Kimi çalmayı alışkanlık haline getirmiş, kimim çalana göz yumuyor. Oysan insan vicdanının sesini dinleyebilse bahanelerini bir kenara bırakıp yanlıştan, günahtan uzak durmayı başaracak. Erdem kişinin aklı yoluyla ölçülü eylemlerde bulunması, erdemsizlik ise aşırıya kaçan davranışları seçmesi ise yukarıda bahsi geçen seçimlerin hiçbiri insana mutlu yaşam sağlayamaz….”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

MUTLU İKEN MUTSUZ OLMAK

Sevgili okuyucularım, üç hafta sonra ortaokul birinci sınıfa giden çocukla birlikte yeniden sandığın başına geçiyoruz. Sevdiği şeyleri sandıktan çıkarmaya devam ediyor ve şimdi elinde yarısını daha önce bizimle paylaştığı sevinci var.

Anneannemler ve dayımlar Malatya’dan İstanbul’a, yeni evlerine taşınmışlardı artık. Bu arada bahar mevsimi de gelmiş, bahar yağmurları başlamıştı. Öyle çok, öyle kuvvetli yağıyordu ki okula giderken giydiğim yağmurluğun içine bile geçiyordu. Genellikle şemsiye kullanmayı sevmezdim. Evden her çıkışımda annem şemsiye verirdi ama ben almazdım. Annem, “Bak, ablan bu havalarda hep yanında taşır,” diyerek ablamı örnek gösterirdi. “Fakat ben ablam değilim,” derdim. Çok mecbur olmadıkça yanımda fazla bir şey taşımayı sevmiyordum O yüzden şemsiyeyi de fazlalık olarak görüyordum, üstelik açıp elimde tutmak yük gibi geliyordu. Onun yerine yağmurluğun şapkasını takmak ya da ıslanmak daha çok hoşuma gidiyordu.

Annemin asıl korkusu, ıslanıp hasta olmamız ve sonra derslerden geri kalmamızdı. Ağabeyimin sağlık sorunu annemi ve babamı bu konularda iyice hassaslaştırmıştı. Bu yüzden özellikle ağabeyimin yapmaması gerekenleri sık sık hatırlatırlardı. Mesela ağabeyim yorulunca hastalanıyordu. Babam kaç defa beni ve kardeşimi uyarmıştır,  “Ağabeyinizle top oynarken dikkatli olun,” diye. Aslında o anda onun rahatlıkla oynadığını görünce çocuk aklınızla düşünemiyorsunuz fakat sonrasında hastalandığında tabii ki üzülüyorsunuz. Bu sefer kendinizi suçlamaya başlıyorsunuz. Neden? Çünkü hastalanmasına sebep olan davranışta bulunduğunuz için. İşte benim kendimi suçlamalarım da bir tanesinde ağabeyimin spor yaparken yorulup hastalanmasıdır. İlk kendimi suçlama 4 yaşında bahçede koşup düştüğümde çok kötü yüzüm yaralamıştır. Amcam neden dikkatli olmuyorsun diye sert konuşmaları ile suçlama başlamıştır. Aslında o anda farkında olmadan bilinçaltında kalan suçluluk duygusu, belli bir yaşa gelince bir başka olayda yeniden kendini gösterdiği zaman geçmişe dönüyorsunuz ve bazı davranışları bilerek yapmadığınızı fark ediyorsunuz. Daha doğrusu çocuk olduğunuzu ve bazı şeylerin sizin hatanız olmadığını kavrıyorsunuz. Ayrıca da başka herhangi bir olayda yapmadığınız bir şey konusunda kendinizi suçladığınızda, bunu çocukluk döneminizde ilk ne zaman yaptığınızı düşünüyorsunuz. İşte bu, haksız yere kendinizi suçlamanıza neden olan ve bilinçaltına yerleşen travmayı şifalandırdığınızda artık farkındalık ile olayları net görüyorsunuz. Kendimi suçladığımı ilerleyen yıllarda fark ettim ve ruhumu şifalandırarak suçluluk duygusundan arındım. Zamanı gelince bunun nasıl olduğunu anlatacağım.

Okul yolunun iki, en fazla dört katlı, bahçeli evlerle çevrili ve yeşillikler içinde olması daha çok yağmur almasına sebep oluyordu. Yağmura okul dönüşü yakalanmışsam ıslanmak çok hoşuma gidiyordu, ‘nasıl olsa eve dönüyorum,’ diye düşünüyordum. Bazen şapka takmaya bile gerek duymuyordum çünkü saçlarımın ıslak olması hoşuma gidiyordu. Yine yağmurlu bir gün trenden indikten sonra arkadaşlarımdan ayrılıp yürümeye başladım. Evimizin sokağına girmiştim ki bir teyze, “Kızım, gel benim şemsiyem var, gir altına,” diye bana seslendi. “Hayır, çünkü ıslanmak istiyorum,” diye cevap verdim. Onun söylediğini hiç unutmam, “Sen iyi misin?” dedi. Tabii ben onun ne demek istediğini anlamadan “Evet, iyiyim hasta değilim,” deyince gülmeye başladı. Eve gelince olanları anneme anlattım ve o da güldü. Meğer teyzenin söylemek istediği farklıymış. “Bu yağmurlu havada normal bir insan başını bile kapatırken neden şemsiyenin altına girmek istemiyorsun, hasta olacaksın” demekmiş. Aslında iyiliğim için, annem gibi söylemiş. Ama o anda bana karışmak gibi gelmişti. Zaten ıslandığımı biliyorum, kapatacaksam kapatırım; bir çocuk gibi davranılmasından hoşlanmıyordum. İçimden nasıl geliyorsa öyle olmasını istiyordum. Mutlu olduğum bir şey yaparken gelip o andaki mutluluğumu bozan insanlardan hemen uzaklaşıyordum. Ama bunu yapanlar bir sözü veya davranışıyla mutsuz olmamı isteyen kişilerse uzaklaşıyordum. İyiliğimi isteyenlerin niyetlerini biliyordum onlar tabii ki başkaydı ama gerçekten mutsuz olmamı isteyenler farklı insanlardı.

Dayımlar geldiğinde annem, ben ve kardeşim eşya yerleştirmeye yardıma gittik. Neşe içinde her işe yardım ettik. O gün dedemle bol bol sohbet ettik, bize yaşadıklarını anlattı. Çok mutlu oldum çünkü o güne kadar dedemle bu denli yakın olmamıştım. Uzakta oldukları için az görüşüyorduk, onlar gelemiyordu, biz de gitmiyorduk. Dedemi yalnızca annemin anlattıkları ile tanıyordum. O günün nasıl geçtiğini anlamadan akşam olunca babam işten dönmeden trenle eve gittik. Ertesi gün okul olmadığı için sabah erkenden kardeşimle beraber yine dayımlara gittik. Sevdiğim insanların artık yakınımızda olması beni çok mutlu ediyordu. Ayrıca anneannemin yemekleri çok güzel oluyordu. Tabii annem de o yöresel yemekleri çok iyi yapıyordu ama anneannemin yemekleri daha başkaydı. Bir de masa daha kalabalık olmuştu. Kalabalık aileye alışıp ileride o kalabalık kalmayınca işte o sofralara özlem duyulmaya başlanıyor. Çünkü sevdiklerini özlüyor insan. Sevgi olduğunda içinde mutluluk ve huzur da oluyor. O mutluluğu ve huzuru gördükten sonra da istediğin tek şey o oluyor.

Tabii böyle dayımlara gitmemiz, veli olan amcamın hoşuna gitmemişti. Bize geldiğinde anneme, “Bu çocukları gönderiyorsun, orada kalmaları derslerini aksatmalarına yol açacak,” demiş. Annemin, “Onlar çalışıyorlar derslerini, ben de biliyorum,” diye cevap vermesi amcamın hoşuna gitmemişti. Çünkü annem babam gibi değildi. Amcama, yapılması gerekeni söylerdi biraz. Babam, yapılmasını gerekeni bildiği hâlde ‘küser gider,’ diye amcama sesini çıkarmazdı.

Amcam, tabii ki bizim iyiliğimizi istiyordu fakat bu iyilik konusunu aşmıştı. Bu artık bilinçli ya da bilinçsiz olarak sürekli bir kontrol etme olayıydı. Bu da beni sıkıyordu. Okulda alacağım notları sanki kendim için değil de amcam için aldığım düşüncesine kapılmıştım. Hâlbuki ben kendim için ders çalışmak ve iyi notları almak istiyordum çünkü sevdiğim dersleri çalışırken daha başarılı oluyordum. Amcamın, iyiliğimiz için bütün derslerde başarılı olmak zorundaymışız gibi davranması ister istermez bilinçaltına başarılı olma duygusunu yerleştirmişti. İşte başarı kelimesinin bir süre sonra insanı yorduğunun farkına vardım. Bu yükten de nasıl kurtulduğumu zamanı gelince anlatacağım.

İnsan yaşı ilerledikçe çocukken bilinçaltına yerleşen ama farkında olmadığı yükleri görüyor aslında. Önemli olan bunları fark edip şifalandırmaktır. İster insan kendisi yapsın ister yardım alsın ama mutlaka şifalandırmalıdır.

Ruhu özgürleştirmek ancak ruha yerleşen yüklerden kurtulmakla mümkün oluyor.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

KENDİMİZDEN VE DİĞER İNSANLARDAN BEKLENTİLERİMİZ-2

Sevgili okuyucularım, 11 Haziran 2024 tarihinde birinci bölümünü okuduğunuz yazımı bitirirken yaşadığınız üzücü olaylarda sizi arayıp sormayan insanların yarattığı hayal kırıklığından söz etmiş bununla ilgili kendi hayatımdan bir örneği bugün sizinle paylaşacağımı belirtmiştim. Kaldığımız yerden devam edelim.

İnsanın bir şeyleri paylaştıklarından beklenti içinde olması normaldir. İyi ve güzel günlerde paylaşımda bulunduğunuz kişinin üzücü zamanda hiçbir şey olmamış gibi davranması hayal kırıklığı yaratıyor. Aslında üzücü zamanlarda ve olaylarda insanların kendiliğinden duyarlı davranması gerekir.

Ailem Malatyalıdır. Akrabalarım ve kuzenlerim orada yaşıyor. Geçen yıl 6 Şubat’taki büyük depremde oradaydılar. Depremden iki ay önce birlikte tatile gittiğim kişiler veya birçok şeyi paylaştığım kişiler olsun, akrabalarımın orada olduğunu bildikleri hâlde arayıp sormayınca paylaşımlarının menfaate dayalı olduğunu gördüm. Sonra bu kişilere bu konuda yüzleştirme yaptığımda bunu “alınganlık”  diye değerlendirdiler. Bunu söyleyen kişi kendisi de aynı durumu yaşayıp o tepki verdiği zaman kendisinin ki “alınganlık” olmuyor ve haklı görüyor. Hâlbuki burada konu benim beklentilerim değil onların ne kadar duyarlı olduğuydu. Kaldı ki paylaşımlarınızın olduğu insanların, iyi ve neşeli günler kadar acınıza ve üzüntünüze de ortak olduğunu görmek istemeniz yersiz olmaz. 

Aynı şekilde emek verdiğiniz bir konuda başarı görmek istersiniz. Bu doğru bir beklentidir. Ama bunun için de hiçbir şekilde kimsenin maddi ve manevi olarak hakkını yemeden emek vermiş olmanız gerekir.

Diyelim ki bir sevgiliniz var, ilişkiniz gayet güzel gidiyor. Gerçek anlamda hiçbir menfaat beklemeden onu sevip, anlaştığınızı görüp onunla bir aile kurmak istemeniz doğal olarak doğru bir beklentidir. Aynı şekilde bir çocuk sahibi olmak istemeniz veya evliğinizi kurtarmak için mücadele edip kurtulur, diye düşünmeniz de doğru bir beklenti.

İşin bir de niyet boyutu var. Bir arkadaşınız, komşunuz veya akrabanızın; oğlunuzun veya kızınızın düğün veya nikâh merasimine katılmasını istemeniz doğal bir beklentidir. Ama burada neden istediğiniz, beklentinize hangi niyetin yön verdiği önemlidir. Sevincinizi paylaşmak mı maddi olarak bir şey beklemek mi ya da yine maddi olarak bir şey göstermek mi?

Örneğin düğün, sünnet gibi törenlerde iş yerlerinde özellikle patronlara davetiye verirler. Burada da niyet önemlidir. Gerçekte o mutluluğu paylaşmak mı yoksa bir yardım beklentisi midir gerçek niyet?

Yaşanmış bir örnek vereyim. Bir arkadaşımın torunu olmuş, bunu da sosyal medyadan duyurmuş. Bana, “Şu arkadaşım tebrik etti, şu arkadaşım tebrik etmedi,” diye mesaj yazıyor. “Peki,” dedim, “sen tebrik etmeleri için mi paylaştın? Kimler tebrik ediyor, kimler etmiyor görmek için mi? Ayrıca sen, beklediğin o kişileri, mutlu bir paylaşımlarında tebrik ettin mi?” Çünkü insan, önce kendi almak ister; vermekten çok almak ister. Bu yüzleştirmeyi yaptığımda kendisinin de onları tebrik etmediği ortaya çıktı. Bu sefer, “Sosyal medyada önüme düşmedi,” dedi. “İşte o zaman o kişilerin de önüne düşmemiş olabilir,” diyerek bir farkındalığa varmasını istedim. Hiçbir zaman ön yargılı davranmamak gerekir.

Sosyal medyada bu tür örnekler çok oluyor. İnsanlar genellikle kendi başarılarını paylaşıyor. Tebrik ve takdir alma beklentisiyle mi yoksa mutlukları paylaşmak amacıyla mı bunu yapıyorlar? Buradaki niyet önemlidir.

Aynı şekilde bir bilgiyi paylaşmak da önemli. Birileri faydalansın diye mi yapıyorsunuz bunu yoksa kendinizi göstermek niyetiyle mi?

Sosyal medya olmadığı zamanlarda insanların kendi yaptıkları kendileri içindi, bir başkasının bilmesine gerek yoktu. Kendimden örnek vereyim. Tenis oynadığım yıllarda henüz sosyal medya yoktu. Ben tenis oynarken bir beklentim vardı: Turnuvalarda iyi sonuçlar almak, kazanmak; daha doğrusu başarı elde etmek. Bu da kendim içindi. Bir kere, tenisi çok seviyordum. Aynı zamanda yaptığım işin hakkını vermek, iyi bir şekilde oynamak istiyordum. Turnuva sonuçlandığında seyredenler veya sonucu duyanlardan beni tebrik edenler oluyordu. Ama benim öyle bir beklentim yoktu. ‘Tebrik eden ediyor etmeyen etmesin’ diye düşünür, umursamazdım. Ama o kişiler başarımı kutlamıyor diye onlar kazanınca kutlamamazlık da etmezdim.

Şimdi de web sayfamda ve sosyal medyada yazdığım yazıları paylaşırken beni beğenmeleri ya da “Çok iyisin, çok başarılısın,” demeleri beklentisinde değilim. Çünkü benim amacım yazmak ve bu bilgileri paylaşmak; faydalanmak isteyenler faydalansın, diye. Aynı şekilde seyahatlerimle ilgili paylaşım yaparken o mekânları görmek isteyen görsün ve o bilgileri paylaşsın amacındayım. Yoksa niyetim gittiğimi göstermek veya beğeni almak değil. Aynı şekilde canlılara yaptığım dokunuşlarla (şifa, enerji, rehberlik) bunların gelen sonuçlarına göre bazen bazılarını paylaşırken amacım hem kendi mutluluğumu hem de insanların mutluluğunu paylaşmak. Aynı zamanda Allah’ın vermiş olduğu bu yeteneği eğitimlerle geliştirip çok emek vererek sonucunu başarılı şekilde alabiliyorsam bu beni tabii ki mutlu eder. Aslında buradaki tek beklentim verdiğim emeğin karşılığını almak.

Son olarak yanlış beklentilerin daha doğrusu bizi özgürleştirmeyen beklentilerin; canı gönülden yapılmayan, bir beklenti hâli ile yapılan iyilik ve yardımların neler olduğuna değinmek istiyorum.

Bir insana hediye almanız, bir yemek ısmarlamanız, bir seyahate götürmeniz, hatırını sormanız, evini taşınmasına yardım etmeniz, hasta iken ona bakmanız, onun yanınızda olmanız, maddi ve manevi olarak yardım etmeniz… Bunları geri dönüşü olacağı beklentisiyle yapmanız yanlış olur. Bir arkadaşınız seyahate gitmiş, ondan bir hediye beklemek yanlış bir beklentidir. Benzer biçimde gittiğiniz seyahatten bir arkadaşınıza hediye getirdiniz diye ondan da öyle davranmasını ummanız da yanlış bir beklentidir.

Örneğin bazı insanlar ibadeti bile cennete gitmek için yaparlar. İşte bu bir beklentidir. Oysa ibadet beklentisiz olmalıdır.

Aynı şekilde birisine yardım ederken kendi hanesine iyilik yazılır, kendisi de bir gün o durumda olursa birisi yardım eder diye bir beklenti içinde olanların beklentisi de yanlıştır. Eğer bir insanın gerçekten mutluluğunu istiyorsanız zaten yaptığınız şeylerden bir karşılık beklemezsiniz. Ama kendinizi düşünerek yaptığınız iyilikler beklenti olur.

Beklentileriniz ne kadar az olursa kendinizi o kadar çok özgürleşmiş hissedersiniz.

Ayrıca şunu unutmamak gerekiyor: Yapılan her şeyin altında yatan niyet çok çok önemlidir. Niyetiniz güzel olsun.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

KENDİMİZDEN VE DİĞER İNSANLARDAN BEKLENTİLERİMİZ-1

Sevgili okuyucularım, 6 Aralık 2022 tarihinde iki bölüm hâlinde beklenti ile nezaket arasındaki farkı yazmıştım. O yazımda beklentiler hakkında ayrıca detaylı bir yazı yazacağıma değinmiştim. Şimdi o yazımı yazma vakti geldi.

Hayatımız boyunca maddi veya manevi, birilerinden mutlaka bir şey beklemişizdir. Çünkü insanoğlu her zaman önce kendini düşünür ve empati yapmadan bir beklenti içinde olur. Peki, kendimize hiç sorduk mu? Kimlerden ne bekliyoruz veya kimlerin bizden neler beklentisi var? Bu konuda herhangi bir yüzleşme yaptık mı?

Beklenti deyince ne anlıyoruz? Beklentilerimiz doğru mu (haklılık payı var mı) yanlış mı? Bunu ayırt etmek için önce aradaki çok ince çizgiyi fark etmemiz gerekiyor. Çünkü beklentiyi niyet şekillendiriyor. İnsan, farkındalığı artıkça ve kendini tanıdıkça zaten beklentilerinin ne olduğunu ve bunun kendisine ve etrafa ne kadar olumuz etki bıraktığını görüyor. Beklentilerden ne kadar kurtulursanız o kadar özgürleşmiş olursunuz. Şu küçük ayrıntıyı da unutmamakta yarar var: Yardım istemek başka, beklenti içinde olmak başka bir şey.

Siz de ailenizden, arkadaşınızdan, akrabanızdan, komşunuzdan, iş yerinizde vb. mutlaka bir beklenti içinde olmuşsunuzdur. Özellikle özel günlerde ya da üzüntülü ve sevinçli gününüzde mutlaka beklemişsinizdir. O kişiler bunları yapmadığında ister istemez hayal kırıklığı ve bir alınganlık oluyor. Bunun sonucunda da o kişi veya kişilere verdiğiniz değer ve hayatınızdaki öncelik sıraları değişiyor.

Siz sevgili okuyucularımın bazılarından “Konuyu örnekleriyle yazmanız daha iyi anlamımıza, farkındalığımızın oluşmasına vesile oluyor,” diye mesajlar alıyorum. O nedenle her zamanki gibi yine yaşadığım örneklerle konuyu detaylandırmaya devam edeceğim. Tabii ki yazarken kendi düşüncelerimi ve duygularımı dile getiriyorum. Herkesin bakış açısı ve düşüncesi farklıdır ve kimse benim yazdıklarımı onaylamak zorunda değil. Doğru olanı da budur. 

Şimdi konumuza geri dönüp hayat boyunca nelerle ilgili beklenti içinde olup bunların hayal kırıklığını yaşayabileceğimize örneklerle bakalım.

Bu, iş yerinde terfi olabilir, mutlu bir evlilik yapmak isteği olabilir, çocuk yapmak, aile kurmak, özel günlerde hatırlanmak, verilen sözlerin tutulmasını beklemek olabilir. Bunlar doğal beklentilerdir ve karşılanmaması hayal kırıklığı yaratır.

Tabii burada dikkat etmeniz gereken karşı tarafta sizin ne verdiğinizdir. Başkasından haklı bir beklenti içinde olabilmek için önce kendi verdiklerinize bakmalısınız.

Örneğin birisinin zor durumunda yanında olmamışsanız zor zamanınızda o kişinin yanınızda olmasını bekleyemezsiniz. Aynı şekilde sevinçli döneminde, özel günlerinde, bir başarısında kutlamamışsanız o kişiden beklenti içinde olmamanız gerekiyor.

İnsan tabii ki üzüntülü, sevinçli olduğu zaman ya da bir başarı ettiği zaman bir başkasından; en yakınlarından, arkadaşlarından bir teselli, bir tebrik, bir iyi dilek hatta bazen sadece yanında olmasını bekliyor. Ama işte bunun için içimize dönüp bakmalıyız; ben hangi koşulda kimin yanında olabildim, diye.

Diyelim ki iş yerinde bir emek verip işinizi gayet düzgün şekilde yapıyorsunuz. Ne beklersiniz? Maaşınızın hak ettiğiniz ölçüde artmasını ve terfi almayı. Bu yanlış bir beklenti mi? Hayır çünkü en doğal hakkınız yaptığınızın karşılığını almaktır. Bunu göremeyince bu sefer hayal kırıklığı oluşuyor. Sizi terfi ettirmeyip hak etmediği hâlde başkasına terfi ve sizden fazla maaş veriliyorsa o zaman hem o kişiye hem de müdürünüze başka gözle bakıyorsunuz çünkü beklentinizin karşılığını alamıyorsunuz.  Bu sefer kendi kararınızı kendiniz vermek zorunda kalıyorsunuz. Bu doğru beklentidir.

İnsan ilişkilerinde örneğin, nerede, hangi koşullarda ve kim olursa olsun; ister sık görüşün ister seyrek görüşün, tanıyın ya da tanımayın; ahlaklı ve erdemli davranılmasını beklersiniz. Aynı şekilde sizden de ahlaklı ve erdemli davranmanız beklenir. İşte bu doğru bir beklentidir.

Sağlığınız ile ilgili bir sonuç bekliyorsunuz. Tedavi sürecinde heyecanla doktordan iyi bir haber almayı umuyorsunuz. Bu doğru bir beklentidir çünkü sağlığınıza kavuşmak istiyorsunuz.

Çocuğunuza iyi bir gelecek için iyi eğitim vermek, başarısını, mutluğunu, yuva kurduğunu görmeyi istemek de doğru beklentidir çünkü onun iyi ve mutlu bir hayat sürmesi için hem maddi hem de manevi olarak fedakârlık yapıyorsunuz.

Bir iş kuruyorsunuz; iyi sonuç almak ve işinizi ilerletmek istiyorsunuz. İşte bu, doğru bir beklentidir.

Bir tatile çıkıyorsunuz. Tur şirketinden, otellerden, gittiğiniz restoranlardan iyi hizmet almak konusunda bir beklentiye giriyorsunuz. Tabii ki bu da doğru bir beklenti fakat burada verdiğiniz ücret kadar iyi hizmet alacağınızı da göz ardı etmemelisiniz. Çünkü bütçenize uygun bir tatil seçeneğini belirleyip sonra da çok fazla beklenti içinde olursanız hayal kırıklığı yaşarsınız. Ama bu demek değil ki yüksek ücret ödediğinizde mutlaka iyi bir tatil yaparsınız. Bazen ödediğiniz ücret karşılığında iyi bir hizmet almamış da olabilirsiniz ki bu da hayal kırıklığı yaratır çünkü beklentilerinizin karşılığını vermemiştir.

Bazen de üzücü şeyler yaşarsınız ve etrafınızda üzüntünüzü paylaşan, duyarlı insanlar olmasını istersiniz. Bu çok doğal ve doğru bir beklentidir çünkü paylaşmak sevinçleri çoğalttığı gibi acıları hafifletir, dayanma ve yaşama tutunma gücü verir. Üzücü bir olay yaşamışsınızdır ama bir şeyleri paylaştığınız kişi bu üzücü olayla ilgili sizi aramış sormamıştır. O zaman tabii ki ona farklı bakarsınız, hayatınızdaki yerini sorgularsınız. Bununla ilgili olarak yaşadığım bir örneği ve hayatın diğer yanlarına dair örnekleri ise bir sonraki yazımda paylaşacağım.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

MUTLU İNSAN “HAYAT CAMBAZI” OLARAK DENGEYİ BULANDIR!…

 

Sevgili okuyucularım, bu ayki bilge hikâyemiz ile beraberiz.

Hayatı boyunca mutlu olmadığını fark eden bir adam, artık mutlu olmak istiyorum demiş ve aramaya koyulmuş. Ne yaptıysa da mutluluğu yakalayamamış. Kimden yardım istesem diye düşünürken, uzak bir diyarda, zengin bir bilgeyi önermişler. Bu bilge aklı, bilgisi ve malı ile ün salmış zengin birisiymiş. Kim yardımına gelse sorularına cevap verip derdine derman bulmadan geri göndermezmiş.

Bu bilgeden yardım istemeye, mutluluğu nasıl yakalarım diye sormaya karar vermiş. Uzun bir yolculuktan sonra bilgeyi bulmuş, ancak kapısında derdine derman arayanlardan oluşan çok uzun bir kuyruk varmış. Bilgenin gerçekten sorusuna doğru cevap vereceğine inanmış, beklemeye başlamış.

Sonunda sıra ona da gelmiş ve bilgeye mutluluğu nasıl yakalarım diye sormuş. Bilge bu soruyu cevaplarsa sıradaki diğer insanların beklemekten sıkılacağını düşünmüş, adamlarından bir kaşık istemiş ve içine iki damla yağ damlatmış sonra demiş ki:

– Sarayımın her yerini gez ve sonra tekrar gel ama sarayımı gezerken yağı dökmeden bu kaşığı ağzında taşıyacaksın.

Adam sorusuna hemen cevap alamadığı için biraz şaşkın tamam demiş, sarayı gezmiş gelmiş bilge bakmış yağ hala kaşıkta, demiş ki:

– Aferin yağı dökmemişsin güzel, peki sarayımın güzelliklerini anlat bakalım, sarayımda neler gördün.

Adam yağı dökmeyeceğim diye uğraşmaktan pek dikkat edememiş, bir şey diyememiş. Sonra bilge:

– Olmadı, yağı dökmeden, kaşığı tekrar ağzında taşı, bu sefer sarayımdaki güzelliklere dikkat et, sonra tekrar gel.

Adam ne yapalım diyip tekrar kabul etmiş. Her yeri gezmiş, bu sefer sarayın güzelliklerinden çok etkilenmiş. Sonra ağzında kaşıkla gene bilgenin yanına gelmiş.

Bilge sormuş:

– Sarayımın güzellikleri gördün mü, anlat bakalım.

Adam bu sefer hayran kaldığı güzellikleri anlatırken bilge onun sözünü kesmiş ve demiş ki:

– Güzel, peki ama yağ nerede?

Adam sarayı hayran hayran dolaşırken yağı tamamen unutmuş, utana sıkıla bilgeye demiş ki:

– Şey… yağı dökmüşüm.

Bilge bizimkine anlamlı bir bakış atmış ve demiş ki:

– Mutluluk hayatın bütün güzelliklerini yaşamak, tadını çıkarmak ve sorumluluklarına, kaşıktaki yağ gibi sahip çıkmaktır.

Adam mutluluğun sırrına ulaştığı için sevinmiş, bilgeye teşekkür etmiş ve bilgenin huzurundan ayrılmış.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

SEVİNÇ

Sevgili okuyucularım, iki hafta sonra anılarımı anlatmaya kaldığım yerde devam ediyorum. Bu sefer sandıktan çıkan güzel bir anı var sırada.

Derslerin yoğunluğu, basketbol takımına girmek için heyecanla katıldığım antrenmanlar derken bitkin hâlde eve dönüyordum. Yine böyle bir okul dönüşü kapıyı açan erkek kardeşim, “Biliyor musun anneannemler İstanbul’a taşınıyorlar,” diye müjdeyi verdi. Yorgunluğum bir anda gitti. Sevinçten havalara uçacağım ama bir yandan da inanmakta güçlük çekiyorum. Hemen anneme sordum, “Evet,” yanıtını alınca inanılmaz sevindim. O gün evde bir bayram havası vardı. Anneme sürekli “Ne zaman gelecekler?” diye sorup duruyorduk.

Anneannem ve dedem doğma ve büyüme Malatyalı oldukları için hep orada yaşamışlardı. Tabii ki teyzem ve dayım da öyle. Hatta dayım evlendikten sonra da onlarla birlikte yaşamaya devam ediyordu. Nasıl olmuşsa dayım İstanbul’a gelip yaşamak istemiş ve böylece hep birlikte İstanbul’a yerleşmeye karar vermişler. Oturacakları evin bize yakın ve büyük olmasını istiyorlardı. Önce dayım geldi, annemle birlikte ev aramaya başladılar ama yakınlarda istedikleri gibi ev yoktu. Bir süre sonra dayım işi için Malatya’ya dönmek zorunda kaldı. Annem, ev arayışını tek başına sürdürdü. Sonunda Erenköy’de bahçe içinde, iki katlı, önceden bir akrabanın oturduğu yeri buldu. Evin boş olduğunu da başka bir akrabadan öğrendi çünkü o da oraya çok yakın oturuyordu.

Annem evi önceden bildiği için kaçırmak istemiyordu. Tam anneannemlere göreydi; odaları çok ve büyük, ayrıca bahçe içinde. Bir an önce ev sahibiyle konuşup anlaşmak istiyordu annem. O yüzden havanın çok soğuk olduğu bir cumartesi günü annem ve ben trenle evi görmeye gittik. O günü hiç unutmam; hem hava çok soğuk, çok kar yağmış hem de bir yandan evi kaçırmamak için telaş var. O elverişsiz havaya rağmen içimizde sevinçle gittik.

Köşkü andıran evin alt katında oturan sahipleri iki kız kardeşti. Kapıyı çaldık, açtılar. Annemi daha önce orada oturan akrabamıza gidiş gelişlerinden tanıyorlardı. Buyur ettiler. Annem durumu anlattı. Beş kişilik bir ailenin oturacak olması ev sahiplerinin hoşuna gitmedi önce. “Hem aile kalabalık hem de gelen giden misafirleri çok olur, eve zarar verirler” dediler. Annem, “Merak etmeyin, buna ben kefilim, eğer bir zarar olursa öderim.” dedi. Hiç rahatsız etmeyeceklerini söyledi, dayımın sadece iki yaşında bir kızı olduğunu anlattı. Sonunda ikna oldular ve ev tutuldu.

Annemle birlikte bir hafta sonu temizletmek için yanımıza bir yardımcı alarak dayımların yeni evine gittik. Kardeşim de geldi çünkü evin bahçesi çok büyüktü ve oyun oynamaya çok elverişliydi. Benim çocukluluğumda oturduğumuz iki katlı evin bahçesi gibi büyük ve güzeldi. Tabii bu evimizin de bahçesi büyüktü ama eski evdeki gibi ve dayımların taşınacağı bu evdeki gibi değildi. Kardeşimle arka bahçede doyasıya top oynadık. Evin odaları gerçekten büyük, tavanları yüksek ve pencereleri çoktu. Annem telefonda bunları anlattığında dayım çok mutlu olmuştu çünkü ev tam istediği gibiydi.

Ben de çok sevinmiştim. Bahçede salıncak kurulmuştu, ayrıca basket potası vardı. Okuluma da çok yakındı. ‘Okul çıkışında yürüyerek gelirim ve anneannemde kalırım,’ diye düşünmüştüm. Anneannemi ve dayımı sevdiğim için kalmak istiyordum. İnsan rahat ettiği yere gitmek ve orada kalmak ister. Çocukluğumdan beri bir insana yardım etmek gibi önemli bir mecburiyet olmadıkça ya da o insan çağırmadıkça gitmem. Üstelik çağıran insanı kesinlikle sevmem gerekir. Kendim bu bahçeden faydalanayım, diye gitmeyi düşünmem. Hâlâ öyleyimdir. Birinin evine gidip kalıyorsam ya çok ısrar etmiştir ya da o anda yardıma ihtiyacı olduğu içindir.

Dayım, amcamlarım gibi değildi. Espriyi, şakalaşmayı seven, güler yüzlü bir insandı. Öyle sert ve öfkeli cevap vermez, tartışmazdı. Bende bıraktığı bu intiba çok önemliydi. Anneannem ve dedem de öyleydi, ikisiyle de iyi anlaşıyordum. Onlar Malatya’da yaşarken sık sık görüşemiyorduk. Biz gitmiyorduk, anneannem senede bir kere ya geliyordu ya gelmiyordu. Dedem hiç gelmezdi. Dayım da işi olunca uğrardı. Artık hep görecektim onları; sevdiklerim geliyor, diye çok seviniyordum.

Dayımların gelme gününü dört gözle bekliyordum. Anneme “Ben artık dayımlar da kalıp oradan okula gidip gelirim. Daha yakın, yürüme mesafesinde,” dedim. Annem olumlu baktı ama “Her zaman değil,” dedi. Çünkü babam bu konularda annem gibi olumlu düşünmüyordu. Belli kuralları vardı. Özellikle her zaman belirttiğim gibi sofrada hep birlikte yemek yemek ve pazar günleri ve akşamları yaptığımız gezmelerde birlikte olmak. Babam ev gezmesini sevmezdi, sıkılırdı. O dışarıda gezmeyi severdi; görüp öğrenmek isterdi. Annem ve ablam ev gezmesini de severdi. Ben ise sadece gerçekten sevdiğim kişilere ev gezmesine gitmek isterdim. Annem bazen mecbur edince gitmek zorunda kalıyordum ama mutlu olmuyordum. Çünkü onların konuşmaları ve davranışları bana göre değildi; olumlu bulmuyordum. Onun yerine evde yalnız vakit geçirmeyi ya da kardeşimle olmayı seviyordum çünkü kardeşimle her şeyi paylaşıyordum.

Amcam ile dayımı kıyaslayınca ister istemez dayım ağır basıyordu; dayıma gitmek, onun evinde kalmak istiyordum. Çünkü en başta öfke yoktu, sert konuşmak yoktu; esprili ve neşeliydi ve bunlar benim için önemliydi. Amcamın otoriter oluşu beni sıkıyordu. Babam, amcamın çocuğu olmadığı için bize bu kadar karışmasına izin veriyordu; onu kırmamak için. Yoksa üzerimizde bu kadar otorite kurmasına izin vermezdi.

Çocukken özün ne ise yaşın ilerlese de aynı kalıyorsun. O dönemlerde herkesle arkadaşlık yapmazdım, hele benim karakterime uymayanlarla hiç yapmazdım. Yalnız kaldım, diye arkadaşlık yapmazdım. Sezgilerimi dinleyip kimlerle arkadaşlık yapacağımı bilirdim. Hâlâ öyleyim… Etrafımda olsunlar, diye arkadaşlık etmem. Her zaman az ve öz olsun, derim. Çünkü her daim yalnızlığımdan keyif alıp kendimle yetiniyorum. Sevginin olduğu yerleri tercih ediyorum.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

İÇİNDEKİLER DAVRANIŞLARA YANSIR.

30 Mayıs 2023 tarihinde “İçi Başka Dışı Başka Olanlar” başlıklı bir yazı kaleme almıştım.

Aradan bir yıl geçti, dünyada çok şey değişti; çok mutluluklar çok acılar yaşandı ve yaşanıyor. İnsanlık sınavımız ise sürüyor. Daha iyi, daha erdemli olma yolunda ilerleyişimiz, çabamızla orantılı bir hızda sürerken bir yıl sonra, aynı konuya farklı örneklerle yeniden değinmek istedim çünkü insanlık sınavımız devam ettikçe yeniden hatırlamak ve kendimizle yüzleşmek zorundayız.

İletişim kurduğunuz insanları nasıl değerlendirirsiniz? Davranışlarıyla, söylediği sözlerle, kullandığı kelimelerle; öyle değil mi? Eğer biri size olumsuz davranışta bulununcaya kadar onu dış görünüşüyle değerlendiriyorsanız yanılma ihtimalini de her zaman göze almanız gerekir.

Bakalım o dış görünüşte neler var? O insan, son derece kültürlü, iyi bir konumda çalışıyor, kendini geliştirmiş, iyi yerlerde oturmuş, gezip görmüş, kıyafetleri gayet iyi. İçinin nasıl olduğunu görmediğiniz bu insan hakkında dışarıdan gördüğünüz özelliklerine göre değerlendirme yapıp puan vermeniz istense muhtemelen 10 üzerinden en az 8 veririsiniz. Ne demek istediğimi yaşadığım iki örnek ile daha ayrıntılı anlatmaya çalışacağım.

Bundan altı sene önce bir arkadaşımla konuşuyoruz; insanlar hakkında düşüncelerini anlatıyor. Bu orta yaşlı arkadaşım, hep dış görünüşe göre değerlendirme yapar. İnsanlarla ilişkilerinde maddi ya da manevi olumsuz bir olay yaşadığında hemen onları eğitimsizlikle, cahillikle, iyi yerde yetişmemekle suçlar. İşte o konuşmamızda böyle birkaç kişinin olumsuz davranışlarından bahsederken bana ilk sorduğu soru şu oldu:

“Onların eğitimi nedir? Hangi okulları bitirmişler?”

Ben de onun beklemediği bir cevap verdim.

“Siz,” dedim “zihninizde ‘eğitimli olan olumsuz bir davranış sergilemez,’ diye bir kalıp, bir takıntı veya bir şekil geliştirmişsiniz. Fakat söz ettiğiniz bu kişilerin hepsi de çok çok iyi eğitimler almış, çok yerler gezmiş ayrıca da sizin söylediğiniz gibi aydın görünen insanlardır.”

“Nasıl olur?” dedi şaşkınlıkla.

Hz. Mevlâna’nın sözünü paylaştım kendisiyle:

“Nice insanlar gördüm üzerinde elbisesi yok, nice elbiseler gördüm içinde insan yok.”

Onu şaşırtan şey bakış açısıyla ilgiliydi. İnsanları dış görünüşlerine ve toplumdaki konumlarına göre değerlendirme yanılgısına düştüğü gerçeğiyle ilk kez o gün yüzleşmişti.

İkinci örneğim ise içi ve dışı başka olan bir insanla ilgili. Yıllar önceydi. Eğitimi, giyim kuşamı, kültürü ve aydın düşünce yapısıyla dış görünüşü gayet iyi, diyebileceğimiz bu kişi, bir gün bir olumsuzluk yaşattı. Kendisine yanlış davranışta bulunduğu söyledim.

“Bu, senin ruhunu ve karakterini gösterir,” dedim.

“Sen Tanrı değilsin; beni ruhum yargılayacak,” diyerek tepki gösterdi.

Ben ona şu cevabı verdim:

“Tabii ki değilim, yargılama da yapmıyorum. Sadece senin içini gördüm ve yaptığın bu davranışın da içini yansıttığını biliyorum. Seni, yaptığın davranışa göre değerlendiriyorum. Sen bir insanı neye göre değerlendirirsin? Sana yapılan davranışa göre, değil mi? İşte ben de aynı şekilde davranışına bakarak değerlendiriyorum. Dış görünüşün beni ilgilendirmiyor.”

Söylediklerim hoşuna gitmemişti.  Çünkü dışarıdan görünen niteliklerinin aksine sözünün arkasında durmayan, inkâr eden, “Söylemedim” veya “Unuttum” diyerek bahaneler üreten bu insan samimi, açık, dürüst olmayan ruhuyla yüzleşmekten rahatsız olmuştu.

Birincide, gördüğüyle yargılayan; ikincide ise göründüğünden başka davranan bu iki insan örneği bize çok şey anlatıyor. İşte bu yüzden insanların içlerine bakmak gerekiyor. Dış sadece bir makyajdan ibaret… Elbette hem dışı hem de içi güzel nice insan var. Bu yazımda sadece ve sadece dış görünüşe göre değerlendirme yapmanın, ön yargılı davranmanın yanlışlığını belirtmek istedim.

İçte olan nedir? Kalbin ve ruhun güzelliğidir. Kalbi ve ruhu güzelleştiren nedir? Dürüstlük, sevgi, saygı, merhamet, vicdan, hoşgörü, sadakat, vefa, güven, yardımseverlik, paylaşımcılık, açık sözlülük, iyilik, görgülü, adaletli davranmak, hümanistlik, samimi olmak, vb. Bunların olmadığını görünce insanın aklına halk arasında kullanılan “Dışı başkasını yakar, içi beni yakar” sözü geliyor.

Hayatınızda hiç beklemediğiniz kişilerden olumsuz davranış gördüğünüzde kendinize sorarsınız “Ben ne yaptım ki?” Aslında sormanız gereken soru şudur: “Bu insanın dışına aldanıp içi de güzeldir, diye mi baktım?”

Mesela, takdir ettiğiniz siyasetçiler, spor kulüplerinin başkanları, şirket yöneticileri öyle bir davranış gösterir, öyle sözler söylerler ki yapıcı olmak yerine yıkıcı olmalarından rahatsızlık duyar “Hiç yakışıyor mu?” dersiniz. “O kadar aydın, o kadar tanımış biri bunu bu yaparsa hiç eğitim almayan insan neler yapar?” diye eleştirmeye başlarsınız.

İnsanların değeri ne giyim kuşamları ile ne malı, mülkü ile ne mevkisi makamı ile ne aldığı eğitim ile ne gezmesi ile ne kültürü ile ölçülür. Esas cevher ruh ve kalptedir. Ruh ve kalp ne kadar zenginse insan da o kadar kıymetlidir. Kişinin değerini ölçen yegâne unsur budur. Ruhu, kalbi boş olanın cüzdanı dolu olsa da bu hiçbir şeyi değiştirmez. İyilik, güzellik, doğruluk gibi kavramlar zenginlik ile ölçülmez.

Nice zengin, güzel kıyafetli insan vardır ki kalbi vicdan ve merhametten yoksundur. Böyle insanların ne kendilerine ne de diğer insanlara faydası vardır. Ancak nice kimse vardır ki üstünde ucuz, kalitesiz kıyafet; ilmiyle ve doğruluğuyla taş çıkartır. Kalp gözü açık olanlar, dışarıdan görünene asla önem vermezler,  kişiliğe ve karaktere bakarlar.

Değerli olan insanlıktır, doğruluktur, güzelliktir. Dünyasını bu temeller üzerine kuran bir insan en değerli insandır.

Çünkü insanı insan yapan da her zaman anılacak olan da ruhun ve kalbin güzelliğidir.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın !..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BARIŞ BENİM İLE BAŞLAR – 13

Sevgili okuyucularım, bu ay ki “ho’oponopono” adı verilen bir arınma çalışmasını paylaşıyorum. Bu ay da farklı konular için aynı şekilde yapmanız gereken bu arınma çalışmasını dört madde hâlinde paylaşıyorum. Düzenli olarak yaptığınızda gerçekten kendinizde inanılmaz bir olumlu değişiklik göreceksiniz. Özellikle zihniniz, ne kadar berraklaşırsa o kadar huzurlu olur. En önemlisi berrak bir zihin her zaman doğru karar almanızı sağlar. Çünkü zihin olumsuzluklarla dolu olduğu zaman doğru karar bile alamıyorsunuz. Disiplin ve azimle yapılan çalışmalardan her zaman olumlu karşılık alınır. Çalışmaya geçmeden önce bununla ilgili kısa bir bilgi vermek istiyorum. Geçen ay bu bilgiyi paylaşmıştım fakat belki ilk defa okuyacak olanlar vardır. Onlar için yinelemekte fayda görüyorum.

Ho’oponopono yöntemi; karşımızdaki insanın yaşadığı bir sorunu duyduğumuz, öğrendiğimiz anda bizim sorunumuz olarak algılayıp kendi içimizde bundan arınarak karşımızdakini de arındırma yolunu öğretiyor. Sadece insanları değil her şeyi arındırıp temizlemenin yoludur bu. Olumsuz durumlardan kurtulmanın bir yöntemidir.

Ho’oponopono, Havai halkının kullandığı bir kendini arındırma yöntemidir. Bu yöntemi Joe Vitale’in kitabı “Zero Limit” aracılığı ile batı dünyasına tanıtan ve meşhur eden kişi Dr. Ihaleakala Hew Len oldu. Doktorasını Iowa Üniversitesi’nde yapmış olan Dr. Ihaleakala Hew Len, uzun yıllar Havai Devlet Hastanesi’nin suç işleyen akıl hastaları ile ilgilenen adli biriminde uzman psikolog olarak çalışmış. Hastalarıyla elde ettiği mucizevi sonuçlar çok ilgi çekmiş. Kullandığı yöntemler öyle etkiliymiş ki zamanla yatan hastaların tümü taburcu edilmiş, sonunda dört yıl içinde birim kapatılmış. Dr. Len’in kullandığı bu yöntem, 1982 Kasım’ından beri güncelleştirilmiş Ho’oponopono uygulaması yapan Hawaiili şaman Morrnah Nalamaku Simeona sayesinde ortaya çıkmış. Tüm dünyada bu yönteme ün kazandıran, öğrencisi Dr. Ihaleakala Hew Len ve Joe Vitale oldu.

Şimdi çalışmaya geçelim:

1) Gücümü kullanmaktan korkmama yol açan içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana

Seni Seviyorum

Özür Dilerim

Lütfen Beni Affet

Teşekkür Ederim

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

2) İyi ve güzel şeyleri hayatıma kabul etmemi ve almayı bilmemi engelleyen içimde bana, aileme, atalarıma ait içimde her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono

Seni seviyorum

Özür dilerim

Lütfen beni affet

Teşekkür ederim.

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

3) Bugün yaşadığım veya alanıma giren bütün düşük frekanslı enerjiler, veriler ve anılar içimde her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono

Seni seviyorum

Özür dilerim

Lütfen beni affet

Teşekkür ederim.

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

4) Sevgiyi ve şefkati hayatımda doya doya deneyimlememi engelleyen içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono “

Seni seviyorum

Özür dilerim

Lütfen beni affet

Teşekkür ederim.

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

Kaynak: Dr.Ihaleakala Hew Len ve Berna Özcan


Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

YARIM KALAN KAZANMA SEVİNCİ

Sevgili okuyucularım, on beş gün aradan sonra tekrar anı yazımızla birlikteyiz. Sandık bu, içinde her şey saklanır; sevinçler de üzüntüler de haykırılmış coşkular da kimseye söylenmemiş sözler de. Bakalım bugün sandıktan ne çıkacak?

Oldum olası spora âşığım, özellikle bütün futbol maçlarını takip ederim. Çocukluğumda mahalledeki erkek arkadaşlarım, ağabeyim ve kardeşimle futbol oynardık. Ortaokulda basketbol oynamama rağmen futbol tutkum hiç bitmedi. Hem Avrupa maçlarını hem millî takım maçlarını hem de lig maçlarını üstelik ikinci lig maçlarını bile takip eder, televizyonda yayınlanan maçların tümünü seyreder, mümkün olduğunca kaçırmazdım.

Ablam, müzik ve magazine ilgi duyar, Ses ve Hey dergisi alırdı. Ben onları okumazdım. Daha doğrusu ilgimi çekmezdi. Çünkü onların yaşantısı bana bir şey katmayacağı gibi zamanımı boşa geçirdiğimi düşünürdüm. Sadece sevdiğim müzikler olursa dinlerdim. Daha çok spor sayfalarını okurdum. Spor ile ilgili her şeyi takip ederdim. Hâlâ da öyleyim.

Futbol maçları ile ilgilendiğim için her hafta düzenli olarak ”Spor toto” oynardım. Kuponları bazen yatırırdım bazen yatırmazdım. Amacım para kazanmak değil o haftanın maç sonuçlarını bilmekti. Kendime bir istatistik tablosu yapmıştım. Hangi haftanın maçlarını bildiğimi takip ediyordum. O zamanlar sadece birinci lig değil ikinci lig maçları için de kupon doldurulabiliyordu. Ağabeyim ile oynuyorduk; her bir kolonu bir ben, bir ağabeyim dolduruyorduk. Genellikle 8-9 kadar maç sonucunu doğru tahmin ediyordum. Bazen 11’e kadar çıktığım da oluyordu. Spor toto oynarken sadece takımların performansını değerlendirmiyordum; kalbimin sesini, sezgilerimi de dinleyip oynuyordum.

Bir hafta yine kupon doldurdum fakat yatırmadım. Maçlar pazar günü bitince sakladığım kupona baktım. Gördüğüme önce inanamadım sonra hemen ağabeyimi çağırdım ve “Bilmişim,” dedim. Ağabeyim de baktı, evet, tam 13+1 bilmiştim. O zaman 13+1 bilen tam kazanmış sayılırdı. Kazanana iyi de para verilirdi. Tabii üzüldüm ama parayı alamadığıma değil sadece tüm sonuçları bildiğime dair kuponumun yayınlanmasını istediğimden. Bir yandan da çok sevinmiştim çünkü o hafta oynanan tüm maçların sonuçlarını doğru tahmin etmiştim. Aslına bakarsanız ilgilendiğim her spor dalında hedefim hep kazanmaktı ama para değil; takımları takip edip kazandıklarını görmek. O günden sonra da bir süre Spor toto oynamaya devam ettim, kuponu yine bazen yatırdım bazen yatırmadım ama sadece bir kez 13+1’i tutturdum.  Bir gün size, Avrupa’daki futbol takımlarını takip edip Avrupa ligine dair Spor toto oynadığım dönemleri de anlatırım.

Koyu Beşiktaşlıyım. Sınıftaki arkadaşlarım çoğunlukla Fenerbahçe takımını tutarlardı. Bana “Sen Kadıköy’de doğmuşsun, orada yaşıyorsun. Nasıl olur da Beşiktaş’ı tutarsın?” derlerdi. O dönemde Beşiktaş o kadar iyi oynuyordu ki sürekli lider olarak devam ediyordu. Şampiyon olmak için yeteri kadar güzel futbol sergiliyordu.

Ablam Galatasaraylı olduğunu söylerdi, ağabeyim ise Fenerbahçeliydi. Biz ağabeyim ve kardeşimle her hafta kimin kazanacağı konusunda önceden konuşur, tahminlerimizi birbirimizle paylaşırdık. Fakat en çok da bir Fenerbahçe hastası olan ağabeyimle futbol konusunda ayrıntılı konuşup değerlendirme yapardık. Babam, futbola çok uzaktı. Aslında ilgilenmesini isterdim çünkü babamla futbol hakkında konuşmayı çok isterdim.

Babamın aksine amcalarım futbola sıcaktı, o yüzden onlarla çok rahat konuşurduk. Fakat her konuda olduğu gibi futbolda da farklı düşünürdü ikisi de. Okulda velimiz olan ortanca amcam koyu Fenerbahçeli diğer amcam ise Galatasaraylıydı. İkisi bir araya gelip maç konuşmaya başladıklarında tuttukları takımların yanlışlarını söylemeden öyle bir savunmaya yaparlardı ki bilmeyen kardeş değil, rakip takımların yöneticisi olduklarını sanırdı. Aslında onların fanatikliği tuttukları takımın hatalarını görmemelerinden, hep haklı olduklarını düşünmelerinden kaynaklanıyordu. İşle ilgili meselelerde de öyleydiler. Hep kendilerini haklı görürlerdi.  Biri de “Hayır, ben haklı değilim bu konuda,” demezdi. Bu siyaset için de geçerliydi. Tuttukları partiye toz kondurmazlardı. İleri yaşlarda anladım, sporda da siyasette de ne kadar fanatik olduklarını.

Tutuğum takım kaybettiği zaman ben de üzülüyordum. Fakat biz kardeşler arasında öyle amcalarım gibi tartışma ve fanatikçe davranışlar olmuyordu. Sadece şaka olarak birbirimize takılıyorduk. Zaten aksi olsa babam karşı çıkardı. Çünkü babamın amcalarıma nasihatini hep duyuyordum, “Bir futbol takımı bir de siyaset yüzünden birbirinizi kırmayın. Ne gerek var?” diyordu. İkisi de babama, “Tabii sen futbolla ilgilenmediğin, Fenerbahçe’yi öylesine tuttuğun için öyle söyleyebilirsin,” diyorlardı. Hâlbuki babam onların tartışıp küs kalmalarını istemiyordu. Çünkü iş konusunda sık sık tartışıp küsüyorlardı, bir de böyle değmeyecek konular için birbirlerini üzmelerine üzülüyordu. “Bu sene senin takımın şampiyon olur, diğer sene başka takım olur. Ne var bunda?” diyordu. Bazen Beşiktaş yenildiğinde üzüldüğüm için babam bana da “Üzülme,” diyordu. O zaman amcalarıma hak veriyordum ve insanın elinde olmadan üzüldüğünü anlıyordum. Çünkü insan istiyor ki takımı hep başarılı olsun hep kazansın. Ama gerçek hayat öyle değildi ki.

Bazen de arkadaşlarım dalga geçiyorlardı benimle; Beşiktaş yenildiği zaman “Artık Fenerbahçe’ye transfer olursun” gibi sözler söylüyorlardı. “Yine bu hafta üzüldü,” diyorlardı ya da “Fenerbahçe’yi tut üzülmezsin.” Aslına bakarsanız kaybetmeyi kimse istemez. Ama önemli olan kaybederken de karşındakine saygı duyabilmek. Arkadaşlarımın takımı kaybettiği zaman ben onlara hiçbir şey söylemiyordum. Bazen kendi takımlarının maçları için aralarında iddiaya giriyorlardı. Beni de bu iddialaşmaya dâhil etmek istiyorlardı ama geri çeviriyordum çünkü iddiaya girmeyi sevmiyordum. Sadece kendi takımım kazandığı için seviniyordum ve bu bana yetiyordu.

Tutuğumuz takım veya siyasi parti için kimseyi kırmamak gerek. Babam bunu amcamlara söylerken çok haklıydı. İster futbol takımı olsun ister siyasi parti; tabii ki olumlu ve olumsuz yanları vardır. Nasıl ki bir insan olumlu ve olumsuz tarafları olduğunu fark ettiğinde öz eleştiri yaparak olumsuz yönlerini dönüştürüyorsa aynı şey takımlar ve siyasetçiler için de geçerlidir.

Herkes istediği takımı ve partiyi tutmakta özgürdür. Ancak takım veya parti tutmak, sevmek başka bir şey fanatik olup hiç eleştiri yapmamak başka bir şey. İnsanın açık görüşlü olup yeri geldiğinde tuttuğu takımı veya sevdiği siyasetçiyi eleştirmesi doğaldır. Sadece bir farkındalıkla bunu göstermek gerekiyor. Hâlâ “O siyasetçi, yok yapmaz öyle şeyler,” deyip iddia edenler var veya “Bu takıma hep haksızlık yapıldı,” ya da “Bu takımı hep korudular,” diye savunanlar var. Oysa objektif olarak değerlendirmek gerekir. Tabii ki kimse kaybetmek istemez ama kazanmak kadar kaybetmek de var ve insan en çok kaybettiği zaman öğrenir.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com