ESAS OLANA DOĞRU

Yüzyıllardır birçok bilim adamı, filozoflar, felsefeciler, düşünürler madde ve maneviyat çizgilerinin üzerinde dans edercesine fikirlerini açıklamışlar. Bu fikirler üzerine de yüzlerce sayfalık değerleri tartışılmayacak makaleler, kitaplar yazmışlar. Her bir düşünce şekli kimi zaman bir diğeri çürütmek adına çalışmış, kimi zaman sadece kendilerini ortaya koymuş, kimi zamansa farkında olmaksızın ortak payda da buluşmuşlar.

Maddeci bakış açısında maddesel realite ön plandadır. Şöyle ki;“her şeyin maddeden oluştuğunu ve bilinç de dahil olmak üzere bütün görüngülerin maddi etkileşimler sonucu oluştuğunu öne süren bir inanışa sahiptir.

Maneviyatçı bakış açısı ise çok boyutlu bir olgudur. “Madde ve mana bütünlüğünün esas olması üzerinde durur ve buradan hareketle bütüne ulaşır. 

Benim niyetim hiçbir düşünce şeklini yermek değil, sadece kendi bakışımı anlatmak. Yaşanmışlıklar ve günümüze bakarak ulaştığım olguları ve düşünceleri paylaşacağım. Ben her zaman esas olanın maneviyat olduğuna inanarak yaşadım ve gördüğüm her bir yaşanmışlık örneği bana bu düşünce şeklimin ne kadar doğru olduğunu gösterdi.

Madde elimde olan, maneviyatsa ta derinlerde, yüreğimde olandır. Yüreğim dediğim; “aklın ve maneviyatın tek bir merkezde toplanıp, iç içe geçip bir bütün olduğu yerdir”.

Sebep ve sonuç zincirleriyle harmanlanmış hayatımızda kimi zaman yaşananlardan ötürü kopmalar, devinimler, değişimler, farkındalıklar meydana gelmektedir. Her bir durumda bizlerde yeni hissiyatların oluşmasına yol açmaktadır. İnsanlar öyle bir yapıyla yaratılmıştır ki; kişinin bireysel hissiyatları sadece kendine değil, etrafında ki o büyük halkaya sirayet eder. Kişinin olumlu ya da olumsuz her hangi bir durumu sadece kendinde yankılanmaz etrafındaki o halkaya da ulaşır. O halkada da birey kendi halkasındakini etkiler, o da bir diğerini. İşte böylece sarmal büyüdükçe büyür. Ne kadar temiz ne kadar teslimiyeti esas almış bir yüreğe sahipsek o ölçüde varız demektir.  Teslimiyet için inanmak gerekir. Yaratana inanç esastır ve teslimiyet için tevekkül gereklidir. Durmayacağız, şayet hayatın karanlık döngüleriyse karşımıza çıkan, onları bertaraf etmek, aydınlatmak için uğraşacağız, çalışacağız ve karanlığın yerini iyiliğe teslim edeceğiz.  Kalplerde ki karanlık tarafları yok edip manevi temizliğimizi yapacağız. Bu yenilenmeyi önce kendimize sonrada etrafımızda ki o halkalara borçluyuz. Tam da burada karşımızda maneviyat olusunun içinde ki bütünlük çıkıyor. Hiçbir oluş tek bir şeyin için etkin değildir. Bildiğimiz ya da bilmediğimiz hatta bilemeyeceğimiz birçok şey için etkindir. İşte her bir insan böylesi bir büyük bir sorumluluğu üzerinde taşır.  Bu durumda yapılması gereken kişinin kendini bilmesi, yanlışlarını düzeltmesi, hatalarını telafi etmesi kısacası kendisini törpülemesi gerekir.

Dünya var olduğunda bu yanan insanlık her bir olumsuzlukta tutunacak dallar aramıştır ve en büyük güç kaynağının inanmak, bir hissiyata ait olmak olduğunu görmüşlerdir. Son dönemlerimize bakalım; insanlık yani hepimiz bizden öncekilerin de yaşadığı gibi büyük bir imtihandan geçiyoruz. Öncesinde değer verilen çok şeyin aslında hiçbir manası olmadığını görüyor, değer verecek tutunacak dallar arıyoruz. İşte bu da bir uyanış, farkında olma durumudur. Çoğumuz sevginin ve inancın değerini keşfetmeye başladı ve bu yolda çaba sarf ediyor. Umudum o ki; bu zor ve kötü günlerimiz en kısa sürede bitecek ve aydınlığın yolunu anlamış insanların güzelleştireceği yeni bir dünya bizim olacak. İnsan en özellikli yaratılandır ve yaşama dair borcumuz doğru insan olmaktır. Esas olanı içimizde yaşatalım, maneviyatın gücüne inanıp, o yolu kendimize klavuz edinelim.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

“İSTEKTEN ARINMIŞ RUH GİZLİ OLANI GÖRÜR. HEP İSTEYEN RUH İSE YALNIZCA İSTEDİĞİNİ.”

 Arzular, istekler, tutkular… Her şey gibi bu duyguların da azı karar, çoğu zarardır. Belki de bir nevi yoldan çıkarış olan bu duygular ne kadar yoğunlaşırsa bizler de hayata karşı o kadar körleşiyoruz. Hayatın bize sunduğu tüm potansiyeller bir anda sis bulutunun içinde kayboluyor, silikleşiyor. Onların farkına varmamız, yaşamımızın bir parçası haline getirmeden yaşamamız gitgide imkansızlaşıyor.

Kaçımız o çok istediği terfi yüzünde ailesi ile olan güzel bir anı kaçırdı… Kaçımız deli gibi tüketim çılgınlığında kendini kaybetmiş varını yoğunu mala mülke harcarken yanı başındaki asıl ihtiyaç sahibini görmezden geldi, hatta fark etmedi bile… Daha yakışıklı, daha zengin, daha güzel, daha hamarat derken gerçek aşk gözlerden kaçtı. İçinizdeki potansiyel yaratıcılığa sarılmak varken doyumsuzluğun girdabında kaybolup sevmediğiniz, ruhunuzu, bedeninizi adeta hapiste hissettiren işlerde yıllarınızı harcadınız…

Buda’nın, “Gökten altın yağsa insanın arzuları doyurulmaz. İsteğin küçük bir zevk verdiğini ve aslında acıya neden olduğunu bilen kişi, bilge kişidir.” sözünde de anlatılan insanı ele geçirmeye başlar. Doyumsuzluk denizinde gitgide boğulmaya, bu girdabın içinde doğaldan uzaklaşmaya başlarız. Oysa sadece deneyimlemeyi seçen, kendi varlığının ve değerinin farkına varmış, özü ile barışık ruh aslen anda bulunmanın farkında olan ve akışta olmayı seçendir. Hayatın sihirli bütünlüğü bu insanın ruhuna akar. Hayata karşı, doyumsuzluğun pençesinde verdiğimiz bu savaş bizleri aynı zamanda özümüzden, kendi potansiyelimizden de uzaklaştırırken sadece olmayı deneyimlemiş ruh doğa ile senkronize bir şekilde hayatı idame ettirir.

Lao Tzu’nun belki de doğa ile uyumu savunması, ruhlarımızın az ve öz ile yetinmeyi bilmesi gerektiği gerçeğini birçok öğretisinde dile getirmesi geleceği öngörmüş olmasından kaynaklıyor olabilir. Bizlerin her türlü tüketim çılgınlığına karşılık, hiçbir canlı ihtiyacından fazlasını ne arzular ne de tüketir. Doğaya baktığımızda tok bir aslan bir ceylanı avlayayım ve daha sonra acıkınca yerim demez, durduk yere hiçbir kunduz bir yuva daha yapmam lazım diyerek ihtiyacından fazla ağacı kesmez. Her şey kendi doğasında ihtiyacı olan kadarının tüketir, daha fazlasını arzulamaz, doğanın müthiş uyumu ve dengesini sadece deneyimlerler. İşte bu tüm arzu ve isteklerinden arınmış bir ruh kendi potansiyelinin de açığa aslında herkese bahsedilmiş sihrine tanık olur.
Lao TZU

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

ARDINIZDA Kİ GERÇEK GÜÇ “ARKADAŞ”

 

    “Arkadaş” kelimesi bir çok ilişki tipi için kullanılmaktadır. İş arkadaşı, sosyal medya arkadaşı, mahalle arkadaşı… Hal böyle ise bir sürü arkadaşlık tipi sayılabilir. Oysa ben derim ki; bu ilişki tiplerinden dünyanın en güzel yürek birliğinin adını yani “Arkadaş” ifadesini kaldırıp onun yerine “Tanıdık” ifadesini kullanmak daha yerinde olabilir. Bu durumda sonuç söyle olur: İş tanıdığınız, sosyal medya tanıdığınız, mahalle tanıdığınız…
 
      Asıl olan bu değil midir zaten? Kişiler bir şekilde hayatlarınızın bazı dönemlerinde vardır ve her kişi sadece o dönem ya da o durum için vardır. Elbette bu demek değildir ki edindiğiniz bu insanlar sizin için arkadaş olamaz. Tabii ki olur, lakin “arkadaşlık” öyle anlık, dönemlik, geçici bir süreç değil. Ağırdır yükü, büyük emek ister, yürek ister. Nice tanıdıklar olmuştur hayatlarınızda, hatta siz onlara “arkadaş” bile demiş olabilirsiniz. Çünkü öyle hissetmiştir sizin engin gönlünüz. Kucak açmışsınızdır, hayatlarına ortak olmuşsunuzdur. Lakin karşınızda ki gerçekte sizin gibi hiç hissetmemiştir, hissedememiştir. Sonuç kayıptır… Ama kayıp size değil sizin güzel yüreğinizi göremeyen karanlık yüreğe aittir. Kazançsa sizindir, çünkü gün gelir görürsünüz o kişinin sizin güzelliklerine hiç de layık olmadığını. İşte o andan itibaren uyanış başlar “arkadaşlığınızı” sadece gerçek insanlara sunarsınız.
 
     Nedir “Arkadaş” ?
 
     Arkadaş kelimesinin ilk hali Arka-taş şeklindedir, zaman içerisinde bugünkü halini yani Arkadaş şeklini almıştır. Arka, ardınız anlamında, taş da güç anlamındadır. Açılımına baktığımız Arkadaş kelimesi tam da anlamının karşılığına layık bir ifadedir. Arkanızın, ardınızın taş gibi sağlam olması. İşte budur; arkadaş arkanızda en güçlü en sağlam şekilde durandır, katıksızca sahiplenmiştir sizi, gücünüzün üzerine güç, yüreğinizin üzerine yeni bir yürektir.
 
    Yılgınlıklarınızı, kırgınlıklarınızı, üzüntülerinizi, kederlerinizi paylaşacağınız sığınağınız, limanınızdır o… Mutluluklarınızı, sevinçlerinizi, kahkahalarınızı arttıran, keyfinize keyif katan bereketli toprağınızdır o… Çılgınlıklarınızın suç ortağı, haylazlıklarınızın sessiz şahididir… O ki;”Arkadaş”; altında dolaştığımız ancak bizi hiç ıslatmayan, dört bir yanda gökkuşağı oluşturmak için yağan sevgi yağmurudur.
 
     Konuştuğunuzda sükunetle dinler, dinlediklerini tartar, değerlendirir, anlamlandırır. Acele etmez, sabırla bekler, gönlünüzü yeşertecek sözlere, ancak, siz sustuğunuzda başlar.  Sizi o karanlık diyarlardan, yanlışlara düşeceğiniz hallerden çıkarır aydınlık bir gökyüzünde nefes almanıza yardım eder. Dertlerinizi yüklenir, omuzlarınızın çökmesine asla müsaade etmez.  Arkadaş; ilaçtır, devadır, yollarınızı aydınlatan neferdir, candır, yürektir, kardeştir, sizdendir, sizdir.
 
     Yüzlercesine, onlarcasına ihtiyacınız yok… Bir tane dahi olsa; gerçek olsun, asıl olsun, gölgesinde dinlenebileceğiniz, kederinizi dağıtıp, sevinçlerinize ortak edeceğiniz çınar ağacı gibi köklü, sağlam bir yüreği olsun, sizin olsun… Arkadaş olsun…
 
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

SINIRSIZ ŞEFKAT

 

    ” Şu anda zevk ile okuduğum Dr.Rick Hanson ve Dr.Richard Mendius (Nörolog) yazmış olduğu “Buda’nın Beyni” kitabında “SINIRSIZ ŞEFKAT” konusunu sizlerle paylaşmak istedim.

Kitabın içeriği, zihin işleyişini, mutluluk, empati ve birbirine bağlılığın nörolojik kökenlerinde bahsediyor. Her bölümün temelini oluşturan öğretileri-yüce gerçekler, farkındalığın temelleri ve erdem, merhamet, bağışlayıcılık ve içsel huzur-Buda’nın herkesin anlayabileceği şekilde sunduğu netliktedir.”

Dünyadaki tüm neşe başkalarının mutluluğunu istemekten, tüm acılar da yalnızca kendi mutluluğunu istemekten kaynaklanır. —Shantideva

Merhamet varlıkların acı çekmemesini dilemekse, şefkat de onların mutlu olmalarının dilemektir. Merhamet öncelikle acıya karşılık verir; ancak şefkat her zaman, insanlar iyi olduklarında da devrededir. Şefkat gündelik, ufak tefek durumlarda kendini gösterir; iyi bir bahşiş bırakmak, yorgun olmanıza rağmen çocuğunuza bir masal daha okumak veya trafikteyken diğer sürücüye geçmesi için yol vermek gibi.

Şefkatin içinde, eşanlamlı sevencenlik sözcüğünün de belirttiği üzere sevgi dolu bir nitelik mevcuttur. Şefkat, bir yabancıya yardım etmekten bir çocuğa ya da eşe duyulan derin sevgiye kadar değişik durumlarda mevcuttur.

Şefkat, prefrontal niyetlere ve ilklere, limbik sisteme dayalı duygulara ve ödüllere, oksitosin ve endorfin gibi nöro-kimyasalara ve beyin sapının uyarılmasına bağlıdır. Bu faktörler, şefkat duygunuzu beslemek için size bu bölümde inceleyeceğimiz çeşitli yolları sunar. Başkalarının iyiliğini istemek ve iyi davranmak.

Mükemmel niyetler ve yaşamınızı onların yönlendirmesine izin vermekten başka bir şey yapmanıza gerek yok!

Her sabah, o gün şefkatli ve sevgi dolu olacağınız niyetiyle uyanın. İnsanlara şefkatle yaklaşmanın getireceği iyi hisleri hayal edin; bu hisleri, zihniniz ve beyninizi, kendiliğinden şefkat hissine yönlendirecek ödüller olarak içselleştirin. Sonuçlar dalga dalga yayılabilmektedir.

İyi niyetlere odaklanma ve bunları ifade etmenin yollarında biri, sadece düşünmek, yazmak ya da hatta şarkı söylemek ifade edebileceğiniz şu geleneksel dileklerdir:
          Güvende olmanı dilerim.
          Sağlıklı olmanı dilerim.
          Mutlu olmanı dilerim.
          Rahat yaşamanı dilerim.

Dilerseniz bunları değiştirebilir, içinizde şefkat ve sevgi uyandıracak güçte başka ifadeler kullanabilirsiniz. Örneğin:

    İçsel ve dışsal zararlardan korunmanı dilerim.
        Güçlü ve dinç olmanı dilerim.
        Tamamen huzurlu olmanı dilerim.
        Senin ve sevdiğin herkesin refah içinde olmasını dilerim.
        Güvende, sağlıklı, mutlu ve huzurlu olmanı dilerim.

Çok daha belirgin ifadeler de kullanabilirsiniz.:

    İstediğin o işe girmeni diliyorum.
        Annenin sana iyi davranmasını diliyorum.

Şefkat pratiği, birkaç açıdan merhamet pratiği gibidir. Hem dilekleri hem de hisleri içerir; şefkat, beyninizde prefrontal dil ve niyet ağlarının yanı sıra limbik duygu ve ödül ağlarını harekete geçirir. Kalbi, özellikle de büyük bir acı veya öfke anında sevgi dolu kılmak adına ılımlılığı davet eder. Şefkat herkes içindir; kimseyi dışlamadan, tüm varlıkları kalbinizdeki “biz” çemberi içinde dahil eder.

Kendi içinizdeki bazı yanlarınıza bile şefkat gösterebilirsiniz. Örneğin, içinizdeki küçük çocuğa sevecen davranmak oldukça etkili ve güçlü bir eylemdir. İlgi arzusu, öğrenme zorluğu ya da belirli durumlarda korku duymak gibi kendinizde değiştirmek istediğiniz huylarınız karşı bile sevecen olabilirsiniz.

Gün içinde bilinçli ve aktif bir şekilde eylemlerinize, konuşmalarınıza ve en önemlisi de düşüncelerinize şefkat katın. Zihninizin arka planında, simülatörde oynayıp duran mini filmlerde sevecenlik temasına daha çok vurgu yapmaya çalışın. Simülatörün sinir ağları, şefkat mesajlarıyla gittikçe daha çok “ateşlendikçe”, başkalarına karşı bu hisler ve davranışlar beyninize daha çok yerleşecektir. Ayrıca kendinize karşı da şefkatli davranıp bunun nasıl bir his olduğunu gözlemleyin! Buda’nın ifadesinin olduğu gibi “zihnin, şefkat yoluyla özgürleşmesi’dir.

Buda’nın Beyni Kitabı

Okuduğumuz bilgileri sadece okumakla kalmayıp içselleştirmek gerekir. İçselleştirilmemiş bir bilginin hiçbir değeri yoktur.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

İYİLİĞE DAİR

     

 
 


    Bugün iyilik şarkılarını sadece dilimizle değil yüreğimizle nasıl söyleyeceğimizden bahsetmek istiyorum. İyilik için yapılan birçok tanımlamanın özü; önce kendimize ve beraberinde her canlıya, her duruma, her olaya karşı doğru davranmak noktasında birleşir. Peki asıl olan sadece bu mudur? Bu kadar düz bir ifade yeter mi ki iyiliği anlatmaya?

Oysa benim cebimde bir sürü yeni söylem var iyiliği anlatmaya ve şimdi başlayalım cebimizdekileri su yüzüne çıkarmaya. İyi” ışıklı bir kelimedir, “İyilikse” bu ışıklı kelimenin can bulmuş halidir.

Yürek temizse, sıcaksa, aydınlıksa ve hele ki sevgi doluysa işte o orada başlar ışıklı kelimenin can bulmuş hali… Her zaman gibi önce kendimiz için en iyi olana koşmalı, ruhumuzu arındırmalı ve iyilik duygusunu tüm hücrelerimize yaymalıyız. Şifalanmadan şifa verebilir miyiz? Döngü bundan sonra devam edecektir. Güne, geceye, aldığımız nefese, gökyüzüne, yani içinde olduğumuz doğaya, yaşamı paylaştığımız her bir canlıya bu güzel hissi yaşatmak ve yaymak için çaba göstermeliyiz.  Doğru olan sadece tanıdıklarımızın, etrafımızda ki insanların yüreğine dokunmak onlar için iyilik istemek, iyi şeyler yapmak demek değildir. Her bir canlı için bunu istemeliyiz ve yapmalıyız. Büyük  paralara ihtiyaç yoktur yapılacak güzellikler için. Bazen sadece darda olanların dertlerini dinlemek, inceden onların yüreklerine dokumak bile yeter. İnsanların yüreklerine umutlar yeşertmek en ulvi iyiliğe en güzel örnektir. Yaşadığımız dünyayı paylaştığımız her bir canlıya karşı yaşam borcumuz var. Hiçbir varlığı kendimizden ayrı tutmadan kayıtsız hoş görülü davranmalı herkes için dileyeceğimiz ya da yapacağımız iyiliğinin bir gün yolumuza da ışık tutabileceğini aklımızdan çıkartmamalıyız.

İyilik öylesine tılsımlı bir güce sahiptir; “En olmaz dediklerimizi oldurur, en kötü dediklerimizi iyi yapar, en çirkin dediklerimizi güzelleştirir.” Yıllar öncesinde seyrettiğim bir dizi hatırıma geldi, onda da bu durum çarpıcı bir örnek vardı. Dizinin iki kahramanından biri güzel bir kadın diğeri de aslanla insan birleşimi sonucu ortaya çıkmış bir yaratık idi. Yaratık öyle bir yüreğe sahipti ki ve öylesine iyilik doluydu ki onun o korkutucu yüzü zihinlerimizden silinip gitmiş yerini dünyanın en güzel, en sıcak, en iyilik dolu yüzüne bırakmıştı. İyilik kalp yoludur, kalbin dili ise anlayana hissedene konuşur… İşte bakın çirkin diyebileceğimize bile güzellik katıyorsa bu davranış ve his yumağı, güzeli daha da güzel kılmaz mı?

İçinde iyilik olan her şey beraberinde yeni umutları doğurur. O umutların üzerine konuşulacak öyle çok şey var ki… Şimdilik zihinlerinizde yapacağınız umuda dair seyahatle sizi baş başa bırakıyorum. Bir sonra ki buluşmamızda bende size eşlik edeceğim…

İyi olmak, iyiliklerle dolu bir yüreğe sahip olmak uçsuz bucaksız bir derya ise, bırakalım o deryaya kendimizi sınırsızca hesapsızca kendimizi teslim edelim. O aydınlık yolda hep birlikte yürümek dileğiyle…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

KARANLIĞIN SON BULACAK

 

İnsanlığın var oluşundan beri çaresi bulunamayan en büyük hastalık nedir diye sorsanız; şüphesiz sadece
bir kelime gelir aklıma:
“KISKANMAK”.

Maalesef kıskanmak öyle karanlık bir duygu ve hatta öyle bir hastalıktır ki en büyük zararı yine onu hissedene verir. Yazık ki bunun zararını bilemeden, anlayıp keşfedemeden karanlık koca bir ömür yaşarlar; büyük bir hastalığın pençesinde olduklarını bir türlü fark edemedikleri için bu konuda tedavi de olmaz ve düzelemezler.

    Bu hissi hepimiz bir şekilde bilir veya öğreniriz: Kimimiz küçücük geçişler anlık zaman dilimi içinde hisseder ve bir şekilde ruhuna yaymadan onunla baş edip ondan kurtulur; kimimiz ise belki hiç hissetmemiştir o duyguya sadece başkalarında görmüştür kimimizse o kıskanmak ateşinde yandıkça yanar ilişkilerini bozanın aslında kendisi olduğunun farkında bile olmaz. İşte asıl kötü olanda budur: O ateşte yandıkça yanmak ve yangını hiç fark edememek…
    Çocuklukta yerine oturmayan taşlar gençlik ve yetişkinlik evresinde maalesef büyük depremlere yol açmaktadır. Çocuklukta yaşananlarda saklıdır geleceğimizin adımları… Daha küçücükken yaşanmış olan bir yalnızlık, terk edilmişlik hissi, yeterli değer görememe durumları, kendini ifade edememe ve hiç olmayan ya da yarım kalan sevgi dolu paylaşımlar, çok isteyip de elde edinilmeyen oyuncaklar…
    Milyonlarca durum sayılabilir kıskançlık tohumlarının yüreklere nasıl atılıp büyütüldüğüne dair… Evet her istenilene sahip olamayabiliriz.  Tüm bunların yanı sıra elbette sahip olunan ama değeri fark edilemeyen birçok şeyde vardır. Mühim olan daha çocukken; sahip olduğumuz güzellikleri nasıl göreceğimiz ve sahip olduklarımızın kıymeti nasıl anlayacağımız anlatılsa şimdiki bizlere… Bizim olmayan ancak başkalarının olan o şeylerin aslında bizim mutsuzluk sebebimiz olmadığı aynı zamanda hayatın her zaman herkese eşit davranmayacağını ve bunların çoğumuzun kişiliklerinin gelişip güçlenmesi için bir sınav olduğunun öğretilmesidir. Böylece her şey daha anlaşılır, daha kabul edilir olmaz mı?
    Gelelim detaylara…
   Kimileri sanki güzel ve gurur verici bir şeymişçesine eşini, sevgilisini kıskanmayı sevgiden sayar. Türlü durumları, karşısındakini kısıtlamayı, onu bir kafesin içine hapsetmeyi açıklamak için  “Sevdiğim için kıskanıyorum” der, gururla ellerini kavuşturur geçer kenara. Oysa bu mudur sevgi? Kişinin, ruhunda ki karanlık ve kötü duygularını yaşama şeklidir bu.
   Yıllarca aranızda ki o duygulara arkadaşlık hatta hisleri daha da büyüterek dostluk demişsiniz. Ama gelin görün ki gün gelmiş o yıllarca içeride saklanan karanlık duygular birdenbire ortaya çıkmış… Hem de hiç umulmadık zamanlarda… Belki bir akşam beraber çıkacağınız yemekte boynunuza taktığınız fuların size çok yakışması, belki birçok insanın kalbine dokunacak güzel sözleri söyleyebilmeniz, belki tertemiz gülümsemeniz, belki gittiğiniz keyifli seyahatleri anlatmanız… Ne acı hiç ummadıklarınızın, hiç umulmadık zamanlarda o hastalığa sahip olduğuyla yüzleşebiliyorsunuz.
   Ah o iş ortamları. Elbette oralarda kıskançlık kol gezmektedir. Başarınızı kıskanırlar, çalışma arkadaşlarınızla kurduğunuz diyalogları kıskanırlar, size yapılan bir doğum günü sürprizini kıskanırlar… Onlarcasını sıralamak mümkün…
   Yürek ister ki bu kötü duyguyu gördüğünüz anda onu ulu orta gözler önüne sermek, açıkça dile getirmek, ama olmuyor maalesef. İşte bir arada yaşamanın ya da yaşamaya çalışmanın handikabında bu zaten.
   Yaşam zor zanaat, eğrisiyle doğrusuyla, iyisiyle kötüsüyle… Dileğim o ki, yüreklerimiz kıskançlıkla değil sevgiyle dolsun, kıskanç yürekler bizlerden uzak olsun. Onlar içinde dilerim ki kendilerini arındırma yollarını bulsunlar ve yine bizim ışıklı yolumuzda bizimle olsunlar.
   İnsanlığı kabusu, katran kokulu, karanlık bir duygu olan “KISKANMAK” hepimizin yüreğinden uzak olsun. Sahip olduğumuz güzelliklerin kıymetini bilelim, başkalarının sahip olduğu güzellikler için de onlar adına sevinelim, mutlu olalım. Her zaman ki gibi her daim yolumuz Sevgi ‘ye çıkıyor. Yaşanan hissedilen her ne olursa olsun esas olan, gerçek olan Sevgi ‘dir. Onun olduğu hiçbir yerde kötü hisler yaşayamaz, yok olmaya mahkumudur…
 
  “KISKANMAK” Çok karanlıksın ve bizim yüreklerimizde yoksun…“SEVGİ” bizim sevgimiz tüm aydınlığıyla seni yok edecek… Karanlığın Son Bulacak…
 
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

GÖNLÜMÜZDEKİ ÇİÇEK

”Adamın birine bir çiçek hediye edilir. Çiçeği hediye eden çiçeğin çok özel bir orkide olduğunu ve çok özel bir çiçek açtığını söyler. Hediyeyi alan teşekkür eder ve çiçeği evine götürür.

Çiçeği diğer çiçeklerin yanına koyar. Yıl boyu ara sıra çiçek açan bitkilere bakar, sonra da bu çiçeğe bakar ve bir değişiklik görmez. İçinden der ki “demek bu baharda açacak”, bahar gelir, diğer tüm çiçekler açar ama bu çiçek açmaz. Bugün der yarın der, bugün der yarın der…ama..çiçek bir türlü açmaz…adam hüzünlenir ve zamanla umudunu yitirir.

Seneye bahar yaklaştığında tekrar umutlanır, belki der bu sene açacak, ama yine hayal kırıklığı, diğer tüm çiçekler açılır ama bu çiçek açılmaz. Adam, çiçek için vitamin alır, toprağını değiştirir ve daha fazla güneş alması için yerini bile değiştirir…ama çiçek açmaz…aylarca her baktığında gözü bu çiçeğe kayar ama hiç bir işaret ve değişiklik göremez. Hem hüzünlenir hem umutsuzlaşır ve üçünce sene tekrar baharda çiçek açmayınca, artık bu çiçeğin açmadığını veya kısır olduğunu düşünür.

Bu yıllarca devam eder…

Yıllar sonra bir bahar sabahı adam çiçeklerini incelerken bir de bakar ki aaa bu “çiçek açmış”! gözlerine inanamaz, çok çok şaşırır…evet inanılmaz ama gerçek çiçek açmıştır…çiçekte çok güzel bir çiçektir…dayanamaz gözleri dolar…ben bu kadar süre sana inanmadım, senden umudumu kestim, hatta umut etmekten vazgeçtim ama sen açtın, açtın da niye şimdi açtın…

Bu sorunu cevabını bulmak için adam çiçeğin resimlerini çeker ve bir üniversitede çiçek uzmanına götürür… çiçek uzmanı resimleri inceler, kütüphanesinden bir kaç kitap indirir ve inceler, tekrar resimlere bakar ve gözlüğünü çıkartır, derin bir nefes alır ve der ki “ beyefendi bu çiçek, nadir bir orkide kaktüsüdür ve 6 senede bir çiçek verir.” Adam cevap verir “ciddimisiniz?” Herbalist cevap verir “evet efendim, 6 senede bir.” Adamın gözü düşer ve bir süre sessiz kalır. Sonra söz alır “..ben bu çiçekle çok uğraştım, bazen hüzünlendim, bazen umutsuzlandım, ama asla böyle bir şey olacağını bilemedim…nereden bilebilirdim ki…ben ona karşı ön yargılı davrandım…ama o yine çiçeğini açtı, zaten zamanında açtı…”

Herbalist der ki “özel bir çiçek olduğunu ben bile kitaplardan öğrendim…sizde kendinizi üzmeyin, böyle bir çiçeğe sahip olduğunuz için çok şanslısınız…” adam teşekkür eder ve eve döner. Çiçeğe bakar bir daha bakar..bakmaya doyamaz ve içinden der ki “geç açtın ama değdi”.””

Her gönülde bir çiçek vardır…

ALINTI
Gönlünüzdeki çiçeğinizi bulmanız dileğiyle…
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

ZAMANA KARŞI

 
 

   Büyüklerimiz, uzun yılları geride bırakmış olanlarımız hele ki 70’ lerine  80’ lerine gelmiş olanlarımız, hep derler ki “Hayat çok hızlı geçiyor, ne ara bu yaşa geldim hiç anlamadım”. Aslında bu yaşlara gelmeden bile çoğumuz demez miyiz benzer söylemleri.

  İşte zamanın akıp gitme hikayesi burada başlıyor. Döngü sürekli seyrinde devam ediyor aslında. Yani sahne aynı sadece oyuncular farklı. Zaman sahne, bizler oyuncular… Bugün biz, yarın başkaları ve bizden öncede yine başkaları. Sürekli yer değiştirerek zamana arkadaşlık eden bizler…

 Böylesine bir döngüde mühim olan tek şey, zamanı yakalayıp, hakkıyla yaşama tutunmak, yaşamda kalmak ve olabildiğince mutluluğa erişmek. Öyle büyük şeyler aramamalı mutluluğa erişmek için. Bazen küçücük bir çocuğun yüzündeki gülümseme, bazen bir çiçeğin üzerine konan arının bal yapmak için hevesli hareketleri, bazen sadece ama sadece çok susadığımız bir anda içtiğimiz bir bardak suyun verdiği ferahlama hissiyle mutluluğa erişebiliriz. Bu örneklere binlercesini eklemek mümkündür. Aslında anı yakalamayı başararak keyifli hislere, mutluluğa erişmek hiç de sanıldığı kadar zor değildir.

 Öyle bir şeydir ki gülümseme, adeta bulaşıcı bir etkiye sahiptir. Ne denli gülümser ne denli keyifle bakarsanız yaşama o denli insanları alırsınız bu çemberin içine ve onları da gülümsetir, mutlu edersiniz. İşte bakın sizi yine bir mutluluğun kucağına düşürecek bir sebep. Gülümsemek dediğimde hep aklıma gelir  2019 yılının Eylül ayında Ormana Köyü’ ne yaptığım seyahatte tanıştığım çoban demişti ki: “ Ben hep güler, insanlara şakalara yaparım, hem ben mutlu olurum hem de onları mutlu ederim, böylece enerjim hiç düşmez.”

 Hayatın sırrı apaçık ortada değil mi? Sadece kendinizi bırakın, teslim edin güzelliklere, böylece her bir an da mutluluğu yanına alarak size gelecektir.

     Akıp giden kontrolünü hiçbir şekilde elimde tutamadığımız zamana karşı tek gücümüz, anı yakalamak, andan zevk almak ve mutluluğu iliklerinize kadar hissetmek.  Sıra sizde hadi gülümseyin, enerjinizi etrafınızda ki herkese yayın, mutlu edin, mutlu olun…


Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

NEDEN?

 

 

    5 Temmuz 2020 önemli bir tarih. Çünkü hem ay tutulmasını hem de dolunayı bir arada yaşayacağız. Çoğu insan ayın belirli döngülerinde ritüeller yaparlar. Aslında bu ritüeller dileklerin gerçekleşmesi için bir çeşit dua çalışmasıdır.

Dilekler, istekler, beklentiler, ritüeller…

Tüm bunlar söz konuyken esas olan şu ki; olmasını istediklerimizin gerçekleşmesi için ben ne yapıyorum ve neyi ne kadar hak ediyorum? İş yine her zaman olduğu gibi kendini bilmeye, kendini tanımaya gidiyor.

Ritüeller söz konusu olsun olmasın hayatımızın neredeyse her anında kendimiz için bir şeyler isteriz, dileriz, dua ederiz. Yazımızda biz bu hissiyat grubuna “ışık yolu” diyelim. Bu ışık yolunun sonu her zaman istenilen gibi olmaz. Bir yerlerde bir şeyler olduğundan gerçekleşmezler. İşte mevzu burada başlıyor:  “Her bir insanın ışık yolu aslında diğer birçok insanın ışık yoluyla kesişmektedir, bunlar görüntülü bir yapıya sahiptir. Örneğin istediğimiz bir ayakkabı mağazada bir adet kalmış ve tek istediğimiz o gün o ayakkabıyı başka birisi almadan alabilmektir. Hatta bunun için yani mağazaya yetişebilmek için o kadar agresif davranmışızdır ki, yol boyu birkaç kişiyle çarpışmış, hatalı olmamıza rağmen onları azarlamışızdır.  Ne var ki mağazaya gittiğimizde bizden ancak birkaç dakika önce başka biri gelmiş o ayakkabıyı almıştır. Üzüntü, hayıflanma, hatta o kişiyi kıskanma hisleri oluşabilir. Bilmeyiz ki o ayakkabı aylardır hasta yatağından kalkamayan ama nihayetinde iyileşen bir kişiye sokağa çıkacağı ilk gün için verilen armağandır. Bu ayakkabıyı kim hak ediyor? İşte kişiler arası ışık yollarının örüntüsü böyle bir şey…

Zengin ya da değil, eğitimli (diplomalı da diyebiliriz) ya da değil, iş sahibi ya da değil… Duaların gerçekleşmesi için bunlara ihtiyaç yok. Sadece yüreklerimizi temizlemeliyiz, ruhlarımızı arındıralım böylece ışık yollarımız dara düşmesin. Sadece kendimize değil diğer insanlara da değer verelim. Dualarımız sırf kendimize olmasın, herkes için en iyisini isteyelim. “Ben sadece kendime, çocuğuma dua edeceğim, şu anda senin için dua edemem” diyebilecek kadar karanlığa düşmüş olanlardan olmayalım

Nihayetinde insanın her şey bizim için, türlü darlıklar, türlü ferahlıklar yaşayabiliriz. Ama güzel yürekli insanlar biriktirelim ki ışık yolu örüntüsünden bizlere güzel paylar düşsün.
     Unutmayalım hiçbir karanlık düşünce karşılıksız, bedelsiz kalmaz, her bir kötü duygu gün gelir su yüzüne çıkar ve zehiri yine o kişiye doğru akar. Tabi ki hiçbir aydınlık düşünce de yerini bulmamazlık etmez.

Arındığımız kadar dualarımız, isteklerimiz, ritüellerimiz gerçek aydınlığa erişir…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

CESUR YÜREKLER

 

 
 
Bugünkü sözlerimize minik bir ama bir o kadar da büyük dersleri edinebileceğimiz bir masal alıntısıyla başlayalım, elbette ardından söyleyecek bir sürü söylem olacak…
 
Bir Hint masalın da kahramanımız olan fare kedi korkusundan devamlı endişe içinde yaşarmış. Bu korkusundan sebep kapısını çaldığı büyücü onu bir kediye dönüştürür. Ne var ki; fare, kedi olmaktan son derece mutlu olacağı yerde bu kez de köpekten korkmaya başlar ve yine büyücünün yolunu tutar ve büyücü bu kez onu bir kaplana dönüştürür. Kaplan olan fare şimdi de avcıdan korkmaya başlamıştır.  Fare her ne olursa olsun korkmaktan bir türlü kurtulamamaktadır. Nihayetinde büyücü şu sözleriyle duruma son noktayı koyar: “ Sen cesaretsiz, korkak birisin, bedenin her ne şekle bürünürse bürünsün ruhunu yenilemedikçe sonuç hep aynı olacaktır.”
 
Nedir cesaret? Gözü kapalı hesapsızca her durumun içine dahil olmak, ben her şeyi sınırsızca kayıtsız şartsız yaparım demek midir? Ben hiç de böyle düşünmüyorum. Benim Cesaret için tanımlamam; yüreğini yanında tutup bir durumun başlangıcından sonuna kadar her aşamasında dik durup, durumu özümseyip kabullenip kararlar verebilme, sonuçlarına da yine aynı şekilde sahip çıkabilme durumudur.
 
Öyle çok şey yaşarız ki hayatımız boyunca, ister özel hayatımızda, ister sosyal hayatımızda, ister iş hayatımızda… Milyonlarca durum olur ki bunlarda cesur ve korkusuzca ayakta kalabilmeyi gerektirir.
 
Bazen “Evet” diyebilmek olur cesaret bazen de “Hayır” diyebilmek. Seçim bizimdir. Sevdiğimiz adama ancak hayır diyebilmeyi başarabildiğimizde aslında mutluluğu yakalayabileceğimiz anlar gelir ama cesaret yok ki, çıkamaz ağzımızdan o kelime ve mutluluk kayar gider ellerimizden… Ya da evet demeye cesaret edemediğimizden kaybederiz o mutluluğu. Böyle anlarda yüreğimizle baş başa kalmalıyız, her bir detayı düşünüp tartmalıyız ortaya çıkabilecek sonuçları hesaplamalıyız. Ancak böylelikle cesareti hissedip dimdik durabilirim. Çok kırılgandır ilişkilerin yapısı, mutlu olmaktır istenen, o zaman istediğimiz şeyi kazanmak için cesur olmalıyız. Bazen bir an yaşanır “Seni Seviyorum” diyebilmek bile büyük bir cesaret gerektir. Söyleyiversek o sözü öyle bir mutluluğa erişeceğizdir ki… Ama cesaret yitip gitmiş çıkmıyor o sözler ağzımızdan… Yapmayın sakın gönlünüzün dilini cesaretle serbest bırakın…
 

Hayatlarımızın uzun saatlerini geçirdiğimiz iş yerlerimiz. Oralarda yaşadıklarımız, işte yine cesarete ihtiyaç var her şey için… Haksızlık görürüz, görmezden geliriz, korkarız… Bu haksızlıklar bize ya da başkasına yapılsın ne fark eder ki… Bugün ona yarın bana… İş hayatı gariptir kimi zaman. Bazen asıl susmak cesarettir, bazen de konuşmak, doğru yolu bulmak adına. Çünkü türlü faktörler vardır karar vermek için ve her iş ortamının kimyası farklıdır. Onun için en iyi o ortamı yaşayanlar bilir. Cesaretin ne şekilde davranmak olduğuna orada kişi karar verir. Özel hayatımızda ki gönül dünyamızın cesaretiyle aynı değildir burada ki cesaret…

 

Sosyal hayatımızda bir sürü cesaret gerektiren durumlar için imtihanlarımız vardır, ailelerimizle, arkadaşlarımızla, anlık hayatımıza giren çıkan insanlarla…
 
Cesaret öyle bize birilerinin öğretebileceği bir şey değildir. Hadi şimdi cesur olayım bakalım ne olacak denilebilecek türden bir şey de değildir. Cesaret yürektedir, özdedir, ruhtadır. Onu ortaya çıkartabilecek olan sadece kişinin kendisidir. İş bu yüzdendir ki asıl cesaret kendini bilmek, anlamak ve kendimizi yaşamaktır. Bırakalım kendimizi kanımızda ki cesaret güneşe kavuşsun ve yolumuz gerçek aydınlığa, özgürlüğe ulaşsın…
 
Söylemler bitmez elbet, daha ne hikayeler anlatılabilir cesaret için, cesur yürekler için. Sıra sizde, bilirim ki sizde de ne çok yaşanmışlıklar vardır… Satır aralarına da sizinkileri gizledim…
 
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN