EVRENSEL SEVGİNİN ÇEKİM YASASI

 

Konu Evrensel Sevgisi ise gönlüme ilk düşen her daim Muhammed Celâleddîn-i Rumi olmuştur. Yazımın birçok noktasında üstattan yapacağım alıntılarla derinlere doğru yolculuk yapacağız.

“Mevlana’ya göre sevgi ve muhabbet evrenin yaradılış sebebidir.”  Ne doğru bir anlam içerir bu sözler. Yürekler kayıtsız şartsız iyilik ve sevgiyle doluysa ve bu hisler ayrım gözetmeksizin herkese sunulabiliyorsa elbette tüm güzellikler evrenin tamamını kaplayacaktır.

Son dönemlerde hem ülkemizde hem de dünyanın birçok noktasında acılı, sıkıntılı günler yaşanmaktadır.  Doğal afetler, hastalıklar, savaş… Mutlaka bu olumsuzlar karşısında umutları kaybetmeden ayakta durmaya çalışmalıyız. Her zamankinden daha çok birlik ve beraberliğe kenetlenmeli insanları sebep her ne olursa olsun birbirinden ayırt etmeksizin desteklemeliyiz. Bir doğal afette, göçük altında ki bir canı daha önce hiç tanımsa da canla başla çıkarmaya çalışan ve onun kurtuluşlarına yardım eden o insanların gözlerinde ki müthiş mutluluk ve merhamet;  karşılıksız emek, yardım, sevgi değildir de nedir? Hepimiz bu anlara çok yakın zamanda şahit olduk.  İşte öyle bir anda o canın kim olduğunun, hangi dil, din ya da ırka sahip olduğunun hiçbir önemi kalmıyor. Sadece o bir canlı ve onun hayatta kalması için mücadele veriliyor, dualar ediliyor.  Gönlüm der ki biz bu kucak açmayı her zaman yapalım, illaki kötü bir an beklemeyelim sevgimizi sunmak için. Söyleyin ne kaybederiz iyi olursak, seversek ne kaybederiz, dualarımız sadece kendimize değil de tüm insanlığa olsa ne kaybederiz? Peki ne kazanırız? Mutluluğu, sevgiyi, dostluğu, evrensel barışı kazanırız tabi ki.

Öyle ki; gün geliyor kişi için her şeyin yolunda sıradan bir vakitte belki burun kıvırdığı, yüzüne dahi bakmadığı, görmezden geldiği bir insanın hayatını kurtarmasına muhtaç olabiliyor. Oysa hiç bu kötü hissiyatlar içinde olmasa yani başkalarını hor gören, onlarla barışık olmayan böyle bir insan olmasa dünya daha güzel olmaz mı? Ben de yazılarımda bu iç acıtıcı olumsuz insanları örnek vermek yerine sadece güzel insanlardan bahsederim. Gün gelecek bu da olacak. Benim inancım bu konuda tam, dualarım hep bu yönde herkes için iyilik ve sevgi…

Bir gün yolda yanımdan geçen bir hanımefendi olanca nezaketiyle bana bakıp kocaman gülümseyerek “sevgiler” dedi. Onun bu iyi dileği elbette karşılıksız bırakamazdım, bende aynı şekilde kendisine karşılık verdim.  Durdu ve ekledi : “İkimiz aynıyız birbirimizi tanımak zorunda değiliz. Evrene sevgiyi gönderdik .” Daha önce birbirimizi hiç görmemiştik, birbirimizin varlığından haberdar dahi değildik İşte bütün sır burada gizli, böyle küçük aydınlık zamanlarda…

“Mevlana der ki; Eriyen kar gibi ol, kendini kendinle yıka!” Bende dünyanın sevgiyle yıkanacağından eminim, çünkü dünya zaten sevgiden yaratılmıştır.

Çekim Yasası, hayatında gerçekleşen tüm olumlu veya olumsuz olayları senin kendine çektiğini söyler. Çekim yasasını uygulayarak evrene gönderdiğin olumlu düşüncelerin ve eylemlerin karşılığını alabilirsin.

Sevgi dünyada ki en büyük çekim alanına sahip güçtür ve çekim yasasının kaynağını oluşturur. Sevgi yerçekiminin ruhani halidir, çünkü bu duyguyu yaşan hiçbir insan boşlukta salınmaz, güçlüdür, sağlam zeminlere basar ve her daim diğer canlıları büyük bir güçle en güvenli yere çeker. O yer neresi mi? Tertemiz, sıcacık bir yürek…

Sevgi, onu alanı ve vereni aydınlatan Işıktır.
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

 

KALBİMDE NE VAR?

    

Herkes kalbine bakmalı ve durumunu kontrol etmelidir. Başkaları ve kendim için hislerim nasıl? Kalbimde dünya için ne hissediyorum?

Mutluluk yürekle bağlantılıdır ve yürek, beyin ve bakış arasında derin bir bağlantı vardır. Yüreğimde ne varsa aynı zamanda beynimde de olacak ve gözlerimden görünecektir. Yüreğim mutlulukla dolduğunda bu bakışımda görünür hale gelecektir. Sanki gözler bu mutluluğu paylaşıyor gibidir.

Mümkün olabileceğini hiçbir zaman rüyalarımızda bile göremediğimiz kadar çok yenilik ve mutluluk olmalı.

Bunun için ilk olarak kalbimiz temiz olmalı. İçine batmış herhangi bir diken, geçmişten gelen bir acı varsa, bitmeli. Eğer birine üzüntü vermişsem öylesine bir şekilde özür dilemeliyim ki benden aldıkları üzüntüyü unutabilmeliler.

Eğer bağışlayamıyorsam ne yapabilirim? Hislerimi kontrol etmeliyim. Gerçekten o kişinin beni bağışlamasını istediğini hissediyor muyum? Onlar için sevgi hissediyor muyum?

Kalp o kadar temiz ve dürüst olmalı ki… Yoksa benim af dileyişim başka bir tür alma şekli olacaktır. Hislerim şefkat, dürüstlük ve sevgiyle dolmalı. Kalbimizde bu üç niteliğin bulunması gerektiğini idrak edin. Herhangi bir çeşit sabırsızlık olmamalı. O zaman diğer kişi bu niteliklerin ona ulaştığını hissedecek, aynı bir bağışta olduğu gibi yaptığınızdan pişmanlık duymanız ve değişiklik yapma isteminizdeki samimiyeti görerek kabul edecektir.

O zaman sır şudur. İçimde herhangi bir bencil his var mı diye kontrol etmeli ve varsa onu yok etmeliyim. Bencillik benim en yüksek mizacımı deneyimlememin ve Allah ile bağlantımın önünü tıkar.

Kalbin gerçek cömert için bencillikten uzak ve dürüst olmaya ihtiyacımız var. Tezat olan şudur. Benliğimiz için mümkün olabilecek en iyi armağan bencillikten uzak olmaktır! Hislerim ve içgüdülerimde bencillikten uzaksam endişelenecek ne vardır ki? Kaybedecek bir şeyim yoktur.

Saf düşünce ve hislerle dolu bu tür bir ilişki hiçbir zaman korkulu hislerine yol açmaz. Ne korku duymama gerek vardır, ne de herhangi bir kimsenin benden korkmasına…

Bazen insanlar öylesine hassas bir kalbe sahiptirler ki en küçücük bir iğne dokunuşu bile onlar için çarmıha gerilmek gibidir.

Bazıları da o kadar katı kalplidir ki başkaları için küçücük bir merhamet damlası bile hissetmezler. Etraflarına taşlar fırlatırlar ve öfkenin o kadar etkisi altındadırlar ki verdikleri zararın farkında değillerdir. Hemen değil, fakat daha sonra mutlaka üzüntü hissederler.

Kalp, dürüstse ruh çok güçlüdür. Saf niyetle ve karşılık beklemeyen bir tutumla Allah’dan doğrudan yardım alır. Onlar Allah’dan sürekli rehberlik ve güç alırlar ve sürekli başkalarına verebilirler.

Temiz ve dürüst bir kalp aynı zamanda doğal olarak cömert ve iş birliği vericidir. Sonuç olarak ilişkiler de güçlü ve sağlıklı bir hale gelir.

(Dadi Janki-İçten Dışa Kitabından Bir Bölüm)

 

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

SEVGİYİ BAĞIMLILIKTAN UZAK TUT

Zaman zaman hepimizin aklından sevgiye dair sorular geçmektedir. Sevgi nedir? Sevgisiz yaşam mümkün mü? Sevgi bağımlılık mı? Sevgi verilir mi alınır mı? Sevgide net bir ayrım var mıdır?…

Sevmek sevilmek her insanın yaradılışında, doğasında var olan en güzel hissiyattır. Elbette çok çeşitli sevgiler vardır. Aileye duyulan, arkadaşlara duyulan, evlada, eşe, sevgiliye, doğaya, eşyaya, işe duyulan şeklinde art arda bir sürü sevgi çeşidi sayılabilir. Benim özellikle değinmek istediğim mevzu ise Sevgide Yaşanan Bağımlılık.

Grigory Petrov’un der ki; “Her çeşit bağımlılık, ruhsal kölelik getirir”. Buradan yola çıkarak sevgideki bağımlılığın aslında bizi öz benliğimizden nasıl kopardığına bakacağız. 

Sevgi bağımlılığında kişi ihtiyaçlarını karşılamak, acıdan korunmak, güçlü olmak, sorunlarını çözebilmek için başkalarına güvenir kendine değil. Bu durumda pasif tarafta yer almayı seçer ve aktif tarafa karşısındaki kişiyi koyar.  Kendiyle ilgilenilsin, sorunları çözülsün, kontrol edilsin, hayatına yön verilsin, mutlu edilsin ister. Tüm bunları o değil, karşındaki yapsın ister.

Düşünün bir birlikteliğiniz var, ancak gün gelip bir şeyler ters gidiyor ve bitiyor. Çoğu insan bitişin ardından zaman kaybetmeksizin yeni bir birliktelik arayışına başlıyor. Nedir kişileri bu ani harekete sürükleyen? Bağımlılık olabilir mi? Bir bağımlılıktan bir diğerine geçmek için amansız bir acelecilik niye?

İşte bu hikâyenin içindeki kişi teklik duygusunu asla yaşamak istememektedir.  Her daim birisi onun için etrafta olsun, sesine karşılık hep bir ses alabilsin, giydiklerine, yediklerine içtiklerine yorumlar yapılsın, telefonun bir ucunda hep o birisi olsun… Aslında tekliği yaşamaktan korkan kişi farkında değildir nasıl bir bağımlılık kıskacına kapıldığının. Bu duyguya sahip kişi gerçekte kendi öz benliğinden uzaklaşmış, başkalaşmış hatta beraberlik yaşadığı o kişiye dönüşüvermiştir. Eğer bu kişi doyumlu bir ruh haline sahip olabilseydi ilişki boyunca gerçek bir birey olabilir ve gidişin ardından teklik duygusunu hazmedip ilişkideki olan biteni doğru değerlendirebilirdi.

Üzülmek mi? Elbette gidenin ardından üzüleceğiz. Emek var ortada, yaşanmışlıklar var. Mevzu bu değil ki. Taştan değil yürekler. Mevzu bitişlerin ardından yenilenmeden yeni yanlışlara yol alacak kadar kör, sağır, dilsiz olmak.  Acı yaşanacak, hatta sonuna kadar yaşanacak. Yanacaksın kül olacaksın ve yeniden bir başlangıç için ayağa kalkacaksın. Ayakta kalabilmek için, kendini gerçekleştirme noktasına yaklaşmış kişilerden olunmalıdır. Her durumda hayattan tek başına mutlulukları bulup çıkartabilmek asıl olandır.  Tek başına izlenen bir film de, yenilen yemek de, içilen kahve de zevk vermeli insana. Yalnızlığın da tadı çıkarılmalı, dost ellerin, yakınınızdaki sıcak nefeslerin tadının çıkarıldığı gibi.

Gözler kapanınca yollar görünmez olur, ışık mı var karanlık mı bilinmez. Açın gözlerinizi ama en çok da kendinize bakmak için açın. Yüzleşin kendinizle, inanın kendinize ve sevin kendinizi. Bilin ki ruhlarımız korkuyla, kaybetme korkusuyla kaplıysa eğer bağımlılık kaçınılmaz bir süreçtir.  Her insan var olmanın mutlak gücünü kendi varlığından almalıdır. Şayet bunu kavrayıp hayata bu pencereden bakarsak sevginin bağımlılıktan öte yaşamlarımıza enerji katan en güzel duygu olduğunun keyfine varabilir.

Önce kendimizi sevelim ki, en güzel sevgiyi kendimiz, öz benliğimiz için yaşalım ve yaşatalım ki sevdiklerimizin gözlerinde kendi sevgimizi bulalım…Hiçbir sevgi çeşidi bize kölelik hissiyatına sürüklememeli, kendimize asla bu kötülüğü yapmamalıyız. Güzel sevelim, güzel sevilelim. Gün gelir tek başımıza kalırız, gün gelir sevdiklerimizle oluruz. Unutmayacağımız tek şey sadece bir omuzsa aradığımız en yakınımızda kendi omzumuz var.

Söylenecek çok söz değinilecek çokça nüans var. Bu yazımla bu konuya dair gelecekteki paylaşımlarım için kapıyı araladım. Anlatacaklarım için vakit yakındır…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

SU FELSEFESİ

 

Suyun doğası bir felsefe anlatır.

Mesela dağdan akan suyu düşünün. En az direnç gösteren yolu seçer akmak için. Yani önüne bir kaya çıkacak olursa onunla uğraşmaz, kayayla mücadele etmez, etrafından dolaşıp devam eder akmaya.

Suyun bu doğasından alınan ilhamla şöyle der Sufiler: “Seninle uğraşan hiç kimseyle uğraşma, eğer uğraşırsan onunla aynı yerde kalırsın. Etrafından dolanıp devam et yoluna.”

Diyelim ki dağdan akan su önüne çıkan kayanın etrafından dolaşamayacak bir yola denk geldi. O zaman ne yapar, birikip üstünden aşar. Yok eğer bu da olmuyorsa sabırla kayayı damla damla delmeye başlar. Kayayı delmeyi başaran suyun kuvveti değildir tabii ki, damlaların sürekliliğidir. Buna da “sabır” derler.

Sabretmek hiçbir şey yapmadan oturmak değildir. “Sabır dikenin içinde gülü, gecenin içinde gündüzü hayal edebilmektir.” der Şems-i Tebrizi. Suyun doğası imkansızın bile başarılabileceğini, bunun için sabırlı ve istikrarlı olduğunu öğretir. Kayayı delen su elbette yine yoluna devam eder.

Su hep akar. Bilir ki aktıkça temizlenir. Bazen dere kenarlarında su birikintileri oluşur, akmayan su bulanır, çamurlaşmaya başlar. Üzerine pislik birikir ve Sufiler bu yüzden derler ki: “Sen su gibi ak. Her daim yenilen. Her gün yenilen. İki günün aynı olmasın. Dünü dünde bırak yeni şeyler öğren.”

Mesela su değişimden hiç korkmaz. Ama insanlar değişimi sevdiklerini söyleseler de aslında bundan çok korkarlar. Su değişimi ne güzel de anlatır. Bazen yağmur olur, bazen kar olur, bazen buz olur, bazen buhar olur. Buhar olduğunda çıkar gökyüzüne yağmur olup iner yine yere.

Ayrıca su uyumludur. Çay bardağına koyduğunda çay bardağının şeklini alır, kovaya koyduğunda kovanın. Sürekli bulunduğu yere uyumlanır ama doğası hiç değişmez. Her yere her şeye uyum sağlar.

Unutma ki dünyada her zaman doğaya uyum sağlayanlar hayatta kalır. Uyum sağlayanlar esnektir çünkü. Değişime direnenlerse katıdır. Fırtına en sert en güçlü ağaçları devirir ama esnek fidanlara, otlara hiçbir şey yapamaz. O yüzden esnek olanlar, uyum sağlayanlar hayatta kalır. Aynı zamanda akışa teslim olur. Teslimiyet içindedir. Çünkü bilir ki bütün dereler eninde sonunda büyük denizlere, okyanuslara akar.

Elinden geleni yaptıktan sonra hayatın akışına teslim olmaktır bu.

Su berraktır, şeffaftır. Olduğu gibidir yani. Paylaşımcıdır. Hep besleyicidir. İnsanları, hayvanları, doğayı besler. Hayat suda başlar. Su olan her yerde bitkiler vardır, hayvanlar vardır, insanlar vardır.

İşte suyun bu yapısından dolayı sufiler birbirlerine “Su gibi ol Azizim” derler”…

ALINTI

 

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

KELİMELERİN ENERJİSİ

 

Dudaklarımızdan dökülen kelimelerin taşıdığı ve yansıttığı enerjiye,  güce dair birçok araştırma yapılmış ve nice bilim insanı -dil bilimci-, düşünür çok mühim verilere ulaşmıştır. Yazılan makaleler birçoğumuz tarafından okunmuş ve zihinlerimizde yerlerini almıştır.

Sigmund Freud’ un kelimelerin gücüne dair söyledikleri beni çok etkilemiştir. O der ki: “Modern bilim henüz birkaç kelimenin gücü kadar etkili ilaç üretmedi.” Böylesine derin mana içeren bir cümleyi içimde hissederek bende kendi hissiyatımla ve yaşanmışlık örnekleriyle Kelimelerin Enerjisini paylaşacağım.

Kelimeler bilincimizin ve bilinçaltımızın dışavurumudur. Bunun içindir ki konuştuğumuz kelimelerin enerjisi bizi konuştuğumuz kişi yapar. İşte burada devreye Kelimeler ve Çekim Yasası girer. Çekim Yasası istenileni de istenmeyeni de hayatımıza çeker. Çekim Yasası, enerji yasasıdır. Bu yasa, dikkatinizi neye yöneltirseniz, onu kendinize çekeceğinizi ifade ediyor. Bilincimizde ve bilinçaltımızda ne tür düşünceler ve inançlar varsa bu inançlara uygun deneyimleri hayatımıza çekiyoruz. Anlaşılacağı üzere iç dünyamız kelimeler ile gün yüzü görüyor, kelimeleri kullanma şeklimiz, onlara yüklediğimiz enerji başkalarına ve kendimize iyi veya kötü izler bırakmak için her daim adım adım ilerler.

Birçoğumuzun bir yerlerde mutlaka rastlamış olduğunu bildiğim bir deneyi sizlere yeniden hatırlatacağım. Bu deneyin aslında gerçek olmadığı söylenir, evet düzmece olabilir ve bilimsel anlamda çok da ciddiye alınmayabilir. Ama ister yazılı ister sözlü olsun kelimelerin ve iletilen mesajın gücünü anlatmak açısından işe yaradığı bir gerçek. “2004 yılında Japon bilim insanı Mesaru Emoto kelimelerin gücünü göstermek amacıyla bir araştırma yaptı. Deneyde pirinç kaynatılarak üç eşit kaba dağıtıldı. Birine pozitif, birine negatif ve diğerine ise nötr etiket yapıştırıldı. Bir ay boyunca her gün pozitif etiket olan kavanoza güzel sözler söylendi. Tam tersi ise negatif etiket taşıyan kavanoz için yapıldı. Bu kavanoza doğrudan hakaretler ve kötü sözler söylendi. Ay sonunda ise güzel sözler söylenen pozitif etiketli kavanozdaki pirinç aynı kalmış ve hiç kötü koku yaymamıştı. Öte yandan negatif etiket yapıştırılıp kötü sözler söylenen kavanoz küflenmiş ve kötü kokular yaymaya başlamıştı.”

Biz ne isek, kelimelerimiz de odur. Kelimeler hayatlarımızın gizli yargıçlarıdır. Sarf ettiğimiz her bir kelime gün gelir bize geri döner. Eğer çoksa iyi niyetli, sevgi dolu, şefkatli, mütevaziyse sözlerimiz onlarında bize dönüşü aynı enerjiyle olur, ancak olumsuz, karanlık, ah dolu, beddua yüklü ise onlarında bize dönüşü yine aynı enerjiyle olacaktır. Seçim bizim iyiye, sevgiye, ışığa sahip olmak istiyorsak yapılacak tek şey o enerjinin içinde yaşamaktır.

Kimileri vardır her zaman dünya güzel olsun, her şey yolunda gitsin, hep mutlu olayım der. Ama yaşam döngüsü boyunca hissettiği duygulara, beraberinde sarf ettiği kelimelere hiç bakmaz.  Oysa tek bir güzel söylemi yoktur o kişilerin, her şeyin her zaman en negatif yanını görür, en kötü hisleri besler, sevgiden yanaysa tamamen fakirdirler. İşte, bu kişiler kendi farkındalıklarına varamadıklarından kelimelerin enerjisini de keşfedememişlerdir.  Karanlık sözlerle ışığa nasıl ulaşılacak, senin etrafa sunamadığın güzel enerji nasıl sana kendini sunsun?

Danışanlarıma bunları anlattığımda kimi zaman şöyle bir soruyla geliyorlar: “Bir haksızlığa uğradığımızda (maddi ve manevi) pozitif duyguları nasıl besleyeceğiz, nasıl güzel sözler söyleyeceğiz?” Yaşanan kötü durumlardan sonra tabi ki kendimizi kötü hissederiz, hatta kötü kelimeler çıkabilir ağzımızdan. Böyle durumlarda hemen aklımıza şu gelmeli: “Yaydığımız her olumsuz kötü enerji bize geri dönecektir ve maalesef çoğu zaman sağlımıza da kötü etkilerde bulunacaktır. Bunun için bütün enerjimizi o insanın da şifalanıp başka birine haksızlık yapmasını, zarar vermesini önlemek adına dua etmeye yöneltmeliyiz.  En güzel dua Allah’a yapılan, o kişinin ıslah olup, yeni kötülüklere fırsat edinememesi şeklinde olacaktır. O kişilerin düşüncelerinin enerjisine girmemeliyiz. Ahları, bedduaları yüreklerimizden çıkartıp mutlak teslimiyetle bırakmalıyız kendimizi. Bunu başarabilmek çok kolay değildir, zaman alacaktır. Kendinizi özgür bırakın ve zamana içinde yol alacağınız ışıklı yola teslim edin. Düşünceleri ve kelimeleri parlak, temiz, sevgi dolu insanlara yönelin, olumsuz enerjilerden uzak durun. Enerji bumerang etkisine sahiptir, mutlaka döner dolaşır onu yayana geri döner.”

Bilin ki; tüm güzellikler siz onları paylaştığınız ölçüde size geri dönecek ve sizde yeniden yeni güzellikleri besleyerek muhteşem bir enerji seli oluşturacaktır. Çekim yasası her koşulda mutlaka sürekliliğini devam ettirecektir.

 Mekanlarımız, zamanlarımız, yaşamlarımız farklı olsa da kelimelerim size yol aldı. Ben kelimelerimi yazdım, onların aydınlık enerjisini sizlerle paylaştım…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

KISIR DÖNGÜDEN ÇIKIŞ

 


Bugünkü anlatacaklarımın kurgusunda daha öncekilerden farklı bir yol izleyeceğim.  Paylaşmak istediğim mevzuyu önce yaşanmışlıklarla ve örneklerle önünüze sereceğim.  Anlatacaklarımı nihayetlendirirken de konuyu açıklayıp önerilerde bulunacağım.

Bir sohbet esnasında ortak tanınan bir çiftin evliliğinin bittiğinden bahsediliyor. Sohbettekilerden biri “ne olacak başka birini bulur nasılsa, ayrılırsa ayrılsınlar diyor”. Böyle bir durumda mevzu gidenin yerine başka birini bulmak mıdır yoksa neden böyle bir bitiş yaşandı, neden bu olumsuz durum vuku buldu diye sorgulamalar yapılıp sonuca yol almak ve bu yolda kişinin kendisini şifalandırması mıdır? Elbette diğer taraftan o sohbet ortamında tanıdığının ayrılık olayına karşı umursamazca tepki veren, nasılsa başka birini bulur şeklinde düşünen kişide de büyük sıkıntılar olduğunu göz ardı edemeyiz. Oysa yapılması gereken; bu olumsuzluğu yaşayan taraflara destek olup, onların yeniden yanlış durumlar içine düşmesini engellemek, kendilerini anlayıp en doğru yolu bulmalarına yardımcı olmak değil midir? Bir birliktelik bitti, yenisi olur nasılsa şeklindeki bir yaklaşım bizleri bir sarmalın içine iter ve o kısır döngü sürekli hayatımızın içinde dolaşıp durur. Ardından olayların nedenine bakmaksızın sadece hayattan şikayet etmeler başlar. Benzer bir durum iş yerinde de yaşanabilir, işimizde sorunlar yaşarız ve bu sorunlar için sadece karşımızdakileri suçlar, “neden” sorusunun cevaplarını aramaz, “nasılsa başka bir iş bulurum” der o durumdan da dersler çıkarmadan yolumuza devam ederiz.

İşte yeni bir örnek daha: Bir işletme sahibinin gün geliyor işleri bozuluyor ve iflas ediyor. Bu kötü sonucun suçlusu kim, ilk kim suçlanmalı? Tabi ki buna sebep olan başkalarıdır, belki hükümetin aldığı kararlar, uyguladığı yasalar, belki çalışanları, belki, belki… Suçlu listesi uzayıp gider, lakin bu listede işletme sahibinin kendisi asla yoktur. Tamam, belki hakikatten haksızlıklar yaşamıştır, işin içinde kendi yanlışı olmadığı bir sürü olumsuz etkiye maruz kalmıştır. Bunlar kabulümdür. Ancak unutulmamalıdır ki olaylardan ders çıkarmanın en doğru yolu önce kendimize dönüp, doğru özeleştiriyle eksiklerimizi hatalarımızı bulmaktır. Ardından içsel değişim ve dönüşümü yaşamalı, kendi farkındalığımıza varmalıyız. Bu tarz iflasları yaşamış kişileri tanıdım ve o maalesef kişilerin iç dünyalarında bitmek bilmeyen kibre de şahit oldum. Yeri geldi bir markette çalışan kasiyerin emeğini hiçe sayıp kendi diplomalarıyla onların emeklerini kıyasladılar, yeri geldi maddi variyeti olmayan insanları küçümseyip onları sözde kendi zenginlikleriyle kıyasladır.

Birilerini suçlamak, hayata dair hep şikayet etmek, başkalarını küçümsemek, hakir görmek ne kolaydır. Ancak bu kolay yollar bizi yanlışa götürür, kibrin, egonun, sevgisizliğin, bencilliğin bataklığına saplanırız ve büyük bir kısır döngüde o güzel hayatlarımızı heba ederiz. Ben böyle yol alan kişiler için “kayıp nefesler” diyorum.

Eşimizden, sevgilimizden, işimizden ayrılırız, arkadaşımızla, komşumuzla tartışırız, işler bozulur iflas ederiz, tabi ki böyle şeyler yaşarken kendimize bakmaksızın hemen karşımızdakileri, şansızlığımızı ve hatta o gün içinde gezegenlerin olumsuz açılarını bile suçlarız. Her şeyin sorumlusu onlardır, bizde hiçbir hata, yanlış yoktur. Bu kadar mı yani? Olan oldu, suçlu belli, hadi yola devam edelim.  Maalesef “bunları neden yaşıyorum?” diye kendimize sormak çoğu zaman aklımıza dahi gelmez. Yaşanılanların ardından kendi sorumluluklarımızı görmeyiz, karmalarımızı irdelemeyiz, bilinçaltımız yoklayıp korkularımızı, hırslarımızı, negatif düşüncelerimizi ve duygularımızı düzeltmeye çalışmayız. Bu noktada bilinç seviyesi çok mühimdir, kendimizle yüzleşecek bilince ulaşmalıyız. Kolay değildir kendimizle yüzleşip yenilenmek, değişimi ve dönüşümü yaşamak. Bunun içinse cesaret olmazsa olmazımızdır.

Anlattıklarım gibi nice yaşanmışlıklar vardır ömür defterimizde. Bilinmeli ki; aydınlanmak, farkındalığa erişmek için esas olan her daim biziz, önce kendimizi yenilemeliyiz ve en çok da hayatlarımızda var olan algoritmaları anlamalı, keşfetmeliyiz. Nedir bu algoritmalar, onları bilmek bize ne kazandırır?  Algoritma; bir problemin çözümünün veya belirlenen amaca nasıl ulaşılacağının anlatıldığı yoldur. Hayat, içinde ki sırlarla ya da yaşanılan durumlarla bize birçok yol sunar. Yapmamız gereken bu sırları keşfedip ve yaşanılanları doğru analiz edip en iyi sonuca ulaşmaya çalışmaktır. Algoritmaları iyi anlayabilmemiz bizi sonuca götüren yolu keşfetmemizi sağlar. Mevzunun önemini gözler önüne serecek küçücük bir örnek vereceğim size; hemen herkesin yapabildiği çay demleme eyleminde izlenilen bir süreç vardır ve bu süreç aslında algoritma ile yapılan adımlardır. Sonuç şuna varıyor, yapacağımız her şey, alacağımız her karar doğru adımlarla bizi istenilene ulaştırır. Bırakalım onun bunun şunun söylemlerini ya da olumsuzluklarda her daim kendimizden önce başkalarını suçlamayı. Önce kendimize bakalım, biz kimiz, hayattan ne istiyoruz, nasıl bir hayat istiyoruz, ne tür deneyimler edindik, nasıl insanlarla ilişkiler kuruyoruz, isteklerimize ulaşmak için yeterince çabalıyor muyuz, nerelerde yanlış yapıyoruz, adımlarımızı atarken insanları üzüyor, onlara zarar veriyor muyuz, yalana mı yakınız doğruya mı, kıskançlığı, kibri çıkarabiliyor muyuz benliğimizden, öfkeden, nefretten arınabildik mi, verdiğimiz sözleri tutuyor muyuz, sevginin değerini, güzelliğini biliyor muyuz? Öyle çok soru var ki önce kendimize yöneltmemiz gereken…Sorularımızı soralım, dürüstçe cevaplarımızı verelim, sonra keşfettiğimiz eksikliklerimizi, yanlışlarımızı nasıl düzelteceğimizin kararlarını alalım, şifalanmak için yolları bulalım. Algoritmaları adım adım tamamlayalım ve bizi mutlak ışığa ulaştıracak kazanımları elde edelim ve kısır döngülerden kurtulalım. Gerçekliğimizi bulmamızın tek yolu sevgidir. Seven gönül kötü duyguların tamamından arınmıştır, yolu aydınlık yoludur. 

Mevlana der ki;
Kendine bak kendine…
Özüne, Sözüne, Benliğine
İlgilenme kimseyle,
Kim ne yemiş, ne giymiş
Bundan sana ne.
Sen kendini besle,
Bilgiyle, Sevgiyle, Şefkatle
Ancak o zaman ulaşırsın,
İnsan olmanın erdemine…
 
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

EN BÜYÜK DÜŞMAN

Bugün içine gireceğimiz, sınırları zorlayacağımız, düşüncelerimizi alt üst edeceğimiz yeni bir konumuz var. “Bencillik”. İşte konumuz bu. Genel geçer kelime anlamıyla yola çıkalım. Nedir bencillik? Bencillik, kişinin başkasını (ya da karşısındakini) dikkate almadan ya da önemsemeden yalnız kendi istek ve gereksinimlerini dikkate alarak hareket etmesidir. Bu durum kişinin kendi çıkarlarının ne olduğunu düşünmesini ve buna uygun hedefleri bulmasını gerektirir. Bencillik daima ve sadece ben ideolojisi olarak kabul edilmelidir. Bencillik, ben merkezli düşünme ve ben-merkezcilik iç içe geçen ve büyük oranda örtüşen kavramlardır. Bu düşüncenin esaretindeki kişi, çevresindeki insanları adeta bir figüran gibi görür. Sanki yaşam onun çevresinde, onu merkeze alarak sürmektedir. Diğer insanların adeta önemi yoktur. Diğer insanların da istek ve gereksinimleri olduğunu bilir ancak kendi istek ve gereksinimlerini hepsinin üstünde tutar.

Yüzyıllardır bencillik üzerine milyonlarca fikir üretilmiş, bencil insanların nasıl dönüşebileceği, onların nasıl bu karanlıktan çıkartılacağı konuşulmuş, yazılmış, çizilmiştir. Kimi toplum bilimciler, psikologlar bencilliği genetik bir hastalık olarak görürken kimileri de sonradan yaşam döngüsü içinde edinilen, ayakta kalma ya da direniş şekli olarak görmüştür.

Thomas Hobbes der ki; “İnsan insanın kurdudur”. Kişi kendi çıkarlarını korumak için eylemde bulunur. Doğa nimetlerinden elinden geldiği kadar kendisi için yararlanmak ister. Bu da başka insanlarla çatışmasına neden olur. Ve herkesin herkesle olan savaşı başlar.

Evet bütün mesele, olan biten bu değil midir? Bencilliğin özü; “sadece ben”, kayıtsız şartsız her ne olursa olsun “sadece ben”dir.

Birçok toplum, birçok aile, birçok dostluk, birçok ilişki bu bitmek tükenmek bilmeyen, iflah olmaz duygudan dolayı son bulmuştur. Hayatlarımıza günlük yaşantılarımıza bakalım. Gün gelir; aylardır yıllardır sizi arayıp sormamış bir tanıdığınız sizi arar, önce sıradan hal hatır sormalar gerçekleşir, ardından o kişinin hararetli sesinde sizi aramasının asıl nedenini işitirsiniz. Bir isteği vardır, bunu sizin yerine getirmenizi ister. İstediği gibide olur siz o sıcak sese inanmış ve yardıma ihtiyacı olan tanıdığınıza yardım etmeyi yürekten istemiş ve etmişsinizdir de. Ne var ki istekler yerine geldiğinde o tanıdık yine geçmişte ki yerine geri döner. Belki yine sadece kendi ihtiyacını karşılayabilmek için aylar yıllar sonra sizi arayabilir. Ne oldu şimdi? Bencil, sadece kendi çıkarını düşünen birisinin isteği yerine geldi. Sizi özlediğinden, sizi merak ettiğinden aramadı, sadece kendisi için aradı. Böyle kişilerin çoğu aslında bencillik yaptığını, çıkarı için sizinle iletişim kurduğunu kabul dahi etmez. Ona göre bunda ne vardır? Tanıdığım birini aradım ve oda benim sorunumu çözdü, bu gayet doğal der. Doğru olan bu mu peki?

Ne güzel demiş Mevlana: Bencillik, gözüne takılmış ayna gibidir. O gözler nereye bakarsa baksın kendinden başka birini görmez…

Bir arkadaşınızla konuşma halindesiniz. Siz kendinizi, içinde bulunduğunuz durumunuzu, mutluluğunuzu, mutsuzluğunuzu anlatırsınız. Beklersiniz ki oda sizin bu sohbetinize eşlik etsin, sizi canı gönülden dinlediğine emin olun. Ama karşınızdaki konuşmaya başladığında bir bakarsınız ağzından çıkan kelimeler bambaşka, o kişi sadece kendi söyleyeceklerine odaklanarak sizin karşınızda öylece oturmuş. Sizi dinlememiş, anlamamış. Bu tanıdık böyle davranmış, başka bir tanıdık da; sizin konuşmanıza dahi fırsat vermeden sadece kendisi konuşur, anlatır, anlatır, anlatır… Siz yoksunuzdur onun için, yalnız kendisi vardır. Böyleleri sadece kendi çıkarlarını beslemek için ilişkiler kurarlar ve işleri bittiğinde o insanlar onlar için yaşamamıştır bile.

Bencillikte kibir, öz beğeni vardır. Bencil insanlar bu yüzden mutlu olamıyor. Çünkü insanın psikolojik doğası yalnız yaşamaya göre odaklanmamıştır. İnsan ancak sosyal yapının bir parçası olursa mutlu olabilir. Bu özellikleri nedeniyle insan muhakkak yalnızlığını giderme arayışındadır, kendisine bağlanacak, kendisiyle bütünleşecek kişiler, nesneler arar. Ne var ki benciliğinden arınamadan bu bütünleşmelerin olması çok zordur. Başlangıcımız yine aynı yer: “İnsanın mutlu olabilmesi için kişinin kendisini tanıması gerekiyor. Zayıflıklarını, eksiklerini görüp kabul etmeli ve kendini arındırıp yeniden yapılandırmalı. Aksi durumda kişi yalnızlaşır ve mutsuzluğun içine düşer, durmadan düşer, bu düşüş hiç son bulmaz. Bencilliğe dair paylaşılacak öyle çok detay var ki, yeni örneklerle birlikte psikolojik detaylara dokunarak bu konuyu ilerleyen günlerde yeniden konuşacağız. Sevgisiz ve paylaşmayı bilmeyen insanların içinde bencilliğin kök salması kaçınılmazdır ve o kökler insanlığın en büyük düşmanıdır.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

GERÇEKTEN AFFET

 

Son dönemlerde insanların her zamankinden daha fazla “Affetmek” duygusunu yaşamayı ve bu eylemi gerçekleştirmeleri gerekliliğini görüyorum. Yeri gelmişken de uzun zamandır yazmayı istediğim, üzerine çokça düşündüğüm bu konu üzerine paylaşımda bulunacağım.

Öncelikle “Affetmek” eyleminin, hissiyatının genel geçer yargıda nereye oturtulduğuna değinmek isterim. Affetmek;  hayata dair bir davranış, tutum şeklidir. Şöyle ki; Affetmek yaşanılan kötü bir durumda başkalarının bize yaptıklarını umursamamak değil, duyulan rahatsızlığı, öfkeyi kontrol edip yolumuza kazanılan tecrübelerle devam edebilmektir.

“Affedebilmek kocaman bir yükün ağırlığından, eleminden kurtulmak, hafiflemek ve huzura kucak açmaktır. Hayatımın hemen her döneminde birçok haksızlık gördüm, kimilerini ben yaşadım kimilerine de şahit oldum. Bildiğim şu ki;  haksızlığa uğradığımızda ilk önce kendimizi sorgular, kendimize kızarız. “Ben nasıl böyle bir hata yaptım, neden gerçekleri göremedim, niye daha dikkatli değilim?.. Bunlar gibi farklı farklı sorularla kendimizi sorgular dururuz. Oysa haksızlığa uğrayan biziz, kendimizi sorgulamak, yargılamak yerine yapılması gereken şu değil midir?  Yaşadığımız talihsiz duruma bir şekilde kendi hatamız sebep olsa dahi, insan olduğumuz ve hataların bizim bir parçamız olduğunu unutmamalıyız ve önce kendimizi affetmekle başlamalıyız. Bunu yapmalıyız ki sıra karşımızdakine gelsin. Başlangıçta kendini affetmeyi başaramayan insan, içten içe yine kendine zarar verir. İçinde kin, öfke, nefret büyütür. Hatta bu hisler kişinin sağlığını dahi tehdit eder duruma gelir. Tüm bunlar için önce biz…İlk iş kendimizi özgür bırakmak, yüklerden kurtulmak, ferahlamak.

Eminim yeryüzünün var oluşundan bu yana tüm insanlar, bir kere dahi olsa, birilerini bir şekilde affetmek durumunda kalmıştır. Bu affedişler kimi zaman yürekten olmasa da durumu geçiştirmek adına da olsa mutlaka gerçekleşmiştir. Kimi zaman o kişiyi çok sevdiğimizden affederiz, kimi zaman bir ortamı paylaşmanın zorunluluğudur bizi affetmeye iten, kimi zaman engin yüreğimizdir her koşulda affetmeyi seçen. Bir sürü gerekçe sayabiliriz bağışlamaya dair. Bazen gönüllü bir süreçtir bu bazen gönülsüz. “Zordur gerçek affedişler”. Bizi üzmüş, zarar vermiş, canımızı yakmış, yüreğimizi dağlamış olanları affetmek kolay değildir elbet. İnsanlar bizi maddi, manevi birçok şekilde üzmüş olabilir. Yalanlar, iftiralar, iş yerlerimizde yaşadığımız haksızlıklar, haklarımızın suiistimal edilmesi, huzursuzluk vermek için yapılan entrikalar… Gerek sosyal hayatımızda gerek iş hayatımızda gerekse özel hayatımızda bunların birçoğunu yaşayabiliriz, yaşıyoruz da…Bize bunları yaşatanlara kırılırız, öfke duyarız, nefret hissederiz ve diğer taraftan olanlardan ötürü içimiz acır, üzülür, mutsuzluğu yaşarız. İşte bize tüm bunları hissettiren kişiler için kötü duygular beslemiyorsak, onlara dair duygularımız nötr olabiliyorsa, her şeyi bir kenara bırakıp o kişiye dair duyduğumuz iyi haberlere onun adına sevinebiliyor ve yolu açık olsun diyebiliyorsak affetmeyi başarmışız demektir. Bunu başarabilmek kolay sıradan bir durum değildir. Aşama aşama zamanla kendimizi eğitir, duygularımıza gerçekten sahip çıkabilirsek bunu başarmak hiç de imkânsız değildir. Eğer isterseniz, çabalarsanız gerçekten affedebilmeyi mutlaka başarırsınız. Sadece bunu yapabileceğinize inanın ve vazgeçmeyin. Çünkü bununda mükafatı büyüktür.

Gerçek affediş; rahatlatır, özgürleştirir insanı, kuş misali göklerde süzülecek kadar hafiflersiniz. Kinden arınırsınız, huzuru tadar, sırtınızda ki o kamburu yok edersiniz.  Ben tüm açık yürekliliğimle affettim, beni incitenleri geride, geçmişte bıraktım, onlar için iyi olabilecek her şey için onlar adına daima mutlu olurum. Duyduğum hiçbir şey aldığım hiçbir haber kalbimde negatif bir hissiyat oluşturmuyor. Sevgi ve ışıklı yoluma devam ediyorum.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

“SANA NERELİ OLDUĞUN SORULDUĞUNDA ASLA BİR MEMLEKET ADI SÖYLEME, DÜNYANIN BİR İNSANI OLDUĞUNU UNUTMA.”

Dünya insanı kavramını da belki de ilk kullanan kişi Epiktetos’tur. Bu bir yere ait olmamakla ilgili olduğu gibi aynı zamanda dünyanın içinde her yerde kendine bir yer bulabilmek, orada yaşayabilmek, yalnız hissetmemekle ilgilidir. Ama zaten Tanrı’dan bir parçayı içinde taşıyan insan hiçbir zaman yalnız değildir. En büyük yoldaşı  O’dur. Epiktetos insana dünyada bir başına olmadığını, olmaması gerektiğini, toplumun bir parçası olduğunu sürekli hatırlatmaktadır.

“Bu hatta tek başımıza mıyız? Herkesten ayrı? Bir ayağı sadece ayak olduğunu düşünün. Çamurda yürür, dikenlere dolanır ve bazen gerektiğinde bütün bir vücudun iyiliği için kesilir. Yoksa zaten o artık bir ayak değildir, görevi yeri geldiğinde kesilmektedir. Bazen biz de bir ayağız.

Kimisi kendini duvarların, evlerin arkasına saklayabilir. Kendisini karanlığa gömebilir. Saklanmanın pek çok yolu vardır. Bazısı kapısını kapar ve biri gelecek olursa gittiğimi söylersiniz der. Ama gerçek bir kinik bunların hiçbirini yapmaz. Bunun yerine kendini tevazu ile sarmalar: Yoksa utanacak ve açık gökyüzünün altında çıplak kalacaktır. Bu onun evidir, bu onun kapısıdır, bu onun kapısında bekleyen insandır ve bu onun karanlığıdır!

Bu dünya büyük bir şehirden ibaret. Bazı yerleri diğerleri daha iyi olabilsin diye yok oluyor, bazıları yer değiştiriyor, bazıları boyun eğiyor. Ama en nihayetinde hepsi dostlarla, doğanın birbirine bağladığı insanlarla dolu.

Sen nesin? Bir insan. Kendi başına sağlıklı ve zengin bir şekilde yaşaman doğal olandır. Ancak toplum içinde bir adam olarak gün gelir hasta olursun, gün gelir denizde bir kahraman olur, hatta belki bütün için erken bile ölürsün. O halde neden yakınıyorsun? Bir ayak bedenden ayrılırsa artık ayak değildir. Ve sen de eğer toplumdan ayrılırsan artık bir insan olmazsın. Peki bir insan nedir? Bir şehrin parçası. Hem vücudumuzun hem de bizi sarıp sarmalayan bir dünyada bizim ve diğerlerinin başına bir şeyler gelecektir. O halde payına düşen başına gelenleri anlatmaktır”

Epiktetos şüphesiz bununla topluma faydalı olmayı vurguluyordu. Toplum bir vücut gibi düşünülecek olursa her bir insanın bu vücudun bir uzvu olduğunu söylüyor ve buna uygun hareket etmesini söylüyordu. Ancak çok önemsediği bir ayrıntı vardı. O da aslında her insanın ağzına konan kelamın Tanrı’dan geldiğiydi.

“Benim sana söylediklerimi eve gidip düşündüğünde kendine şunu söyle: ‘Bana bunları söyleyen Epiketos değil. O olamaz. Hayır. Bana bunları söyleyen onun aracılığıyla cömert Tanrı’dır.’ Doğru, eğer bir karga geliyor ve sana gagasıyla bir şey söylüyorsa bunu söyleyen karga değildir, karga aracılığıyla sana haber gönderen Tanrı’dır. Tanrı sana bir şeyi söylemek istediğinde bir insana bunları söyletecektir.”

Epiktetos toplum içinde nasıl davranılması gerektiğine dair de öğütlerde bulunuyordu. Onun felsefesinde kimse birbirinden daha üstün ya da daha aşağı değildi. Zihnine önem verdiği, kendini geliştirdiği sürece herkes kıymetliydi. Maddi koşullar onları bir göstermiyor olabilirdi, ama zaten Epiktetos’a göre bu bir ölçüt de değildi. En nihayetinde kendisi bir köle olarak dünyaya gelmiş, ancak düşünceleri sayesinde önce kendi içinde sonra da toplum içinde özgürleşmişti.

“Benim neyim eksik?” diye soruyorsun.

Neyim mi eksik? Zihninin kararlılığı. Doğanın sana verdiği sakinlik.

Benim umurumda olmayanlar senin umurunda. Senden daha zenginim: Sezar benim hakkımda ne düşünecek diye endişelenmiyorum. Kimseyi övüp durmuyorum. Altınlar ve gümüşler yerine sahip olduğum şey bu işte. Senin altınların olabilir ama mantığın, ilkelerin, kabul edilmiş görüşlerin, eğilimlerin ve arzuların sadece kilden.

Kendine yapılmasının istemediğini bir başkasına yapma. Köle olmak istemiyorsan, o zaman başkalarını da köleleştirme.

İnsanlar seni hakkında iyi şeyler söylesinler istiyorsan onlar hakkında iyi şeyler söyle. Onlar hakkında iyi konuşmayı öğrendikten sonra onlara iyilik yapmayı öğren.”

Ancak ne olursa olsun, her şeyden önce gelen insanın kendini geliştirmesi, kendini bilmesiydi; ancak o zaman toplum içinde de değerli olabilirdi.

“Nasıl ki bazı şarkıcıların sesi sadece korunun içinde güzeldir, bazıları da yalnız olmaz.

Koronun içinde kaybolacağına kendi başına yürümeye ve sadece kendinle konuşmaya çalış. Uzun uzun düşün, etrafına bak, hareket geç ve kim olduğunu keşfet!

Kimse bir başkasının karakterini şekillendirmez. Kimse beni iyiliğe ya da kötülüğe teşvik edemez. Ben kendimin efendisiyim ve ne olduğuma ancak kendim karar veririm.”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

ULAŞILMAK İSTENEN

Dua dolu öyle çok söz söylenmiş, öyle çok yakarışta bulunulmuştur ki bolluk bereket yaşansın, yokluk gelmesin diye. Kimi söylemler toprak için, kimi söylemler evlerimizin mutfağı, rızkımız için, kimi söylemler ömürlerimizin bereketli olması için olmuştur. Peki ya yüreklerimizin bereketi…

Hepimiz isteriz ve dileriz ki evimiz aşsız kalmasın, istediğimiz malı mülkü edinelim, eksiksiz yaşantılar sürelim.  Asıl olan şu dur ki; sahip olunacak en büyük akarlar, mülkler bereketi içinde barındırmıyorsa kül olup gider. Değdiği yerler yeşermez, mutlak faydaya ulaşmaz. Ne sahibine ne de ondan rızıklanacak kişilere. En küçük akarımızda varsa bereket; değdiği yerler yeşerir, bollaşır, faydası hem sahibine hem de yeni rızık sahiplerine bolluk ulaşır.

Bereket, bolluk; elbette lütuftur ve herkese sunulmaz. Hele ki sevgiden yana berekete ve bolluğa sahiplik eden bir gönül her kapıda bulunmaz. O gönül ki, engin bir derya gibidir. Ne sevgisini paylaşmaktan ne de sahip olduğu maddiyatı paylaşmaktan asla geri durmaz. Paylaşmak hiçbir şeyimizi eksiltmez aksine yeri her zaman daha fazlasıyla dolar. Sorun kendinize sevgiyi paylaştık diye sevgimiz mi azalır(?), yüreğimiz mi kurur(?). Bunların olması mümkün bile değildir, o yürek ki; bereketli pınar gibidir, içmekle eksilmez.  Maddiyata gelince… paramızı paylaştık, ihtiyacı olan birini mutlu ettik… Evet reel olarak o ancak eksilmeye geçtik. Ama biz bir hayata umut olduk, onun mutluluğu, duası bize öyle kapılar açacaktır ki, bizim eksilenlerimizin yerine mutlaka ve mutlaka fazlası gelecektir, yeri dolacaktır. Paylaşılanlar için birçoğumuzun diline pelesenk olan “Allah yerini doldursun” diye bir dua vardır. Bu dua boşa edilmez ve sonsuzcasına kabul olmuş ve olmaya devam eden en güzel duadır.

Yüreklerimizin bolluğunu bereketini açalım bütün canlılara, asla cimrilik yapmayalım.  İşte çoğumuzun kaçırdığı detay burada gizli cimrilik her daim yokluğu getirir. Bu yokluk başta kendimize dokunur beraberinde de dünyamıza. Yaşantıların güzellikleri bir bir yitip gider. Başlangıçta her şeye sahip olduğumuzu düşünürüz. Ben duygusu büyüdükçe büyür, esas olan kişi biz oluruz. Dünya sadece bizim için dönüyor, her bir yaratılan bizim için varmış gibi gelir. Sanırız ki sınırsız bolluk, bereket içinde yaşıyoruz. Oysa gerçekle yüzleşmek çok yakındır. Ya bugün ya da yarın gelir o gerçek. İşte o andan sonra cimrilikten, varlığı karanlığa düşmüş olarak yapayalnız kalıveririz. Kimilerimiz “neden ben bu hale düştüm” diye sorar kendine. Kimilerimizse bunu kendine sormanın uyanışına dahi erişemeden yok olur gider. Eğer şanslıysak, bir umut varsa yüreğimiz için o soruyu sorabiliriz kendimize ve şayet bu sorunun doğru cevabını verebilirsek, işte o andan itibaren yeniden aydınlık yoluna girebiliriz.

Her şey birbirini takip eden bir sarmaldır. Bolluk bereket dedik ve oradan cimriliğe kadar geldik. Çünkü bir durum beraberinde yüzlercesini etkileyerek ilerler. Bereketli, bolluk içinde bir ömür istiyorsak eğer önce yüreklerimizi arındırmalıyız. İçimizde var olan ve belki de varlığından bugüne değin haberdar olmadığımız paylaşma eylemini gerçekleştirmek için adım atmalıyız. Sahip olduklarımızın cimriliğini yapmamalıyız. Başlangıçta sevgimizi, mutluluğumuzu, umutlarımızı paylaşmalıyız, maddi imkanlarımızı olabildiğince ihtiyaç duyanlara ulaştırmalıyız. İşte o zaman bereket ve bolluk kapıları ardına kadar bizim için açılacaktır. Bundan hiç şüpheniz olmasın. Hayat çok kısa, sonun kimin için ne zaman geleceğini hangimiz bilebiliriz?

Unutmayalım ki gülen yüzümüz, gülen sözümüz nice gönüllere merhem olur, nice umutları filizlendirir yeşertir. Paylaşacağımız bir parça aş nice sofralara nimet olur, yokluğu ortadan kaldırır. Zor olan şeyler değil bunlar sadece temiz ve aydınlık yürek her türlü güzelliğe ulaşmamızı sağlar. Yüreklerimizdeki sevginin mucizesine inanın. Bereketimiz bolluğumuz sonsuz olsun…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com