Sadece evin yolunu bulabilmiş olanlar bu yolu başkalarına gösterebilir. Kendi yolunu kaybetmiş bir kişi kötü bir rehberdir. Bilgisi olmayanların iyi niyetli oldukları sürece dünyaya iyilik edeceklerine inanan eşitlikçi iddiayı geçersiz kılan da bu gerçektir. Uzun vadede yalnızca bilenler işe yarar, iyilikler sunabilir, çünkü onlar yürüdükleri için yolu bilen kişilerdir.
Carl Gustav JUNG
Ruhumuzun da ve kalbimizde sevgi, ışık, aşk ve merhamet olduğu süreçte yaşamımız ona göre yol alır.
Dünyada cennetimizi de cehennemimizi de kendi duygu ve düşüncelerimiz yaratıyor. Herkesin problemleri var. Bir çoğu da ileriye dönük… Belki de yaptığımız en büyük yanlış o gün gelmeden sıkıntıları bugünde yaşamak. Bu davranış şekli, içinde bulunduğumuz günü dolu dolu, hissederek yaşayamadan elimizden uçup gitmesine neden oluyor. Tabii bu demek değildir ki problemlerimizi yok sayalım ve gerekli önlemleri almayalım. Önlemlerimizi elbette alalım; ama bu sorunların yaşamımızın akışını sekteye uğratmasına izin vermeyelim.
Peki, sizin mutluluk anlayışınız hangisi? Siz mutluluğu eksikleriniz tamamlanınca ulaşacağınız bir ruh hali gibi mi yoksa başınıza gelecek güzel bir şey olarak mı tanımlıyorsunuz?
En güzel bulaşıcı ruh hali nedir? Diye sorarsanız, hiç düşünmeden “mutluluk” diye cevap veririm. Evet mutluluk… Mutlu, pozitif, ışık saçan, gözlerinin içi gülen, yüreğiyle gülümseyebilen ve seven insanların yanında olan herkes kendini mutlu ve huzurlu hisseder. Mutlu olan insan herkesi mutlu eder.
Kendimizi olduğu kadar, çevremizi mutlu etmek de elimizde. Bir güler yüz, bir sevgi dolu söz, ufak bir tebessüm bile yetebiliyor bazen. Etrafımızda bakıp da görmediğimiz, bir gülümseyişe bile muhtaç ne çok insan var… Hiç düşündünüz mü? Küçük bir teşekkür, hiç beklenmedik bir anda açılan telefon, unutulmadığını hatırlatan, bir dosttan gelen mesaj bile yetiyor insanı mutlu etmeye.
Dünyadaki yoksul ülkelerin halkına baktığımız zaman inanın ki zengin ve gelişmiş ülkelerin halklarına göre daha mutlular. İnanması güç ama doğru… Mutluluk, sevgi ve şefkat ilişkileri içinde yaşanan bir duygu. Daha çok para sahibi olmak, daha iyi bir hayat yaşamak mutlu olmak anlamına gelmiyor. İnsan içinde sevgiyi ve şefkati büyüttüğü zaman mutlu oluyor.
Mutluluk nerede, ne şekilde, ne şartlarda yaşadığımızda değil; nasıl hissettiğimize bağlı biraz da… İnsan isterse her yerde mutlu olabiliyor. Mutluluk bazen küçük bir hediye, bazen sevgi dolu bir bakış, sıcak candan bir el, bir nasılsın, küçük bir teşekkür, ağlayabileceğimiz bir dost omzu, çocuğumuzun yanağımıza kondurduğu bir öpücük, kokusunu içimize çektiğimiz bir çiçek, sıcacık demli bir çay, okuduğumuz güzel bir kitap, seyretmekten zevk aldığımız bir film, yıllardır görüşemediğimiz dostlarla geçirilen bir gün, annemizin şefkatli kolları, harika bir manzarayı seyrederken en sevdiğimiz hobimizle uğraşmak, tanımadığımız, insan yolu gözleyen hastalara yapılan bir ziyaret, iş yerinde uyum için sarf edilen çaba, bitirilmesi gereken işlerin tamamlandığını görmek gizlice yapılan bir yardım ya da küçük sürprizler olabiliyor…
Elindekiyle yetinmesini bilmeyen insanın, dünyayı da bağışlasan mutlu olma şansı yok.
Hayat bir sınav bence. Sahip olmak istediklerimizle değil; aile, sağlık, para, güzellik, zeka, güç gibi elimizdeki mevcut değerleri mutlu ve huzurlu olmak için nasıl kullandığımızla sınanıyoruz…
Konfüçyüs’ün bir sözü ile bitirmek istiyorum yazımı:
“Mutlu olmak için, içinde bulunduğunuz andan daha iyi bir zaman olduğuna karar vermek için beklemekten vazgeçin. Mutluluk bir varış değil, bir yolculuktur. Pek çokları mutluluğu insandan daha yüksekte ararlar, bazıları da daha alçakta. Oysa mutluluk, insanın boyu hizasındadır.”
Rivayet Rivayet olunur ki, kuşların hükümdarı olan Simurg (Zümrüd-ü Anka ya da batıda bilinen adıyla Phoenix) , Bilgi Ağacının dallarında yaşar ve her şeyi bilirmiş. Bu kuşun özelliği gözyaşlarının şifalı olması ve yanarak kül olmak suretiyle ölmesi, sonra kendi küllerinden yeniden dirilmesidir.
Kuşlar Simurg’a inanır ve onun kendilerini kurtaracağını düşünürmüş. Kuşlar dünyasında her şey ters gittikçe onlar da Simurg’u bekler dururlarmış. Ne var ki, Simurg ortada görünmedikçe kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler. Derken bir gün uzak bir ülkede bir kuş sürüsü Simurg’un kanadından bir tüy bulmuş. Simurg’un var olduğunu anlayan dünyadaki tüm kuşlar toplanmışlar ve hep birlikte Simurg’un huzuruna gidip yardım istemeye karar vermişler. Ancak Simurg’un yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan Kaf Dağı’nın tepesindeymiş. Oraya varmak için ise yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekirmiş, hepsi birbirinden çetin yedi vadi… İstek, aşk, marifet, istiğna, tevhit, hayret ve yokluk vadileri…
Kuşlar, hep birlikte göğe doğru uçmaya başlamışlar. İsteği ve sebatı az olanlar, dünyevi şeylere takılanlar yolda birer birer dökülmüşler. Yorulanlar ve düşenler olmuş…
‘Aşk denizinden geçmişler önce…
‘Ayrılık vadisinden uçmuşlar…
‘Hırs ovasını aşıp,
‘kıskançlık gölüne sapmışlar…
Kuşların kimi aşk denizine dalmış, kimi ayrılık vadisinde kopmuş sürüden…
Kimi hırslanıp düşmüş ovaya, kimi kıskanıp batmış göle…
Önce Bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp; Papağan o güzelim tüylerini bahane etmiş (oysa tüyleri yüzünden kafese kapatılırmış): Kartal, yükseklerdeki krallığını bırakamamış; Baykuş yıkıntılarını özlemiş; Balıkçıl kuşu bataklığını. Yedi vadi üzerinden uçtukça sayıları gittikçe azalmış. Ve nihayet beş vadiden geçtikten sonra gelen Altıncı Vadi ‘şaşkınlık’ ve sonuncusu Yedinci Vadi ‘yok oluş’. Bütün kuşlar umutlarını yitirmiş… Kaf Dağı’na vardıklarında geriye otuz kuş kalmış. Sonunda sırrı, sözcükler çözmüş: Farsça ‘is’, ‘otuz’ demektir. …murg’ ise ‘kuş’…
Simurg’un yuvasını bulunca öğrenmişler ki; ‘Simurg – otuz kuş’ demekmiş. Onların hepsi Simurg’muş.Her biri de Simurg’muş.
ALINTI
Tıpkı 30 kuş’ un , aradığı sultanın, aslında kendileri olması gibi uzaklarda aranan çok şey kişinin kendindedir. Bunun içindir ki; kişinin gerçek yolculuğu içe doğru yapılandır. Her birimiz birer Simurg olmayı göze almadıkça bataklığımızda, tüneklerimizde ve kafeslerimizde yaşamaktan kurtulamayacağız. Belki çektiğimiz acı ve zorluklar kendimizi bulmak için yaşadığımız yanılsamalardır…. Kendimizi bulduğumuzda her şey yoluna girecek ve asıl varoluş o zaman başlayacak.
Artık kavgaları, nefretleri, kinleri, intikamları, hırsları, öfkeleri bırakıp… Sadece kendini ve her şeyi sev! Hayatı özünle yaşayıp, şükrederek YENİ BİR HAYATA ANKA KUŞU gibi başla!
Başkalarını başarılarını takdir ediyor musunuz? Yoksa başarı olduğunu düşündüğünüz bir olayın başrol oyuncusunu, özellikle de eleştirmek, yermek için çeşitli bahaneler mi buluyorsunuz?
Birinciyi başardığınız anda kendinizi takdir etmeyi ve kendinize saygı duymayı da başarmış olursunuz. Bu da size bolluğun, bereketin, sağlıklı düşünmenin ve ışıklı bir hayatın kapılarını açtıran anahtarlardan biridir. Bir başkasının başarısını gönülden takdir etmek, hatta daha iyi olmasını da dilemek bizi yüceltir.
Eğer kişi karşısındakini takdir etmekte zorlanıyorsa bu kıskançlık duygusu olabilir. Kıskançlık aslında korkudur bu korkunun altında birçok faktörler vardır. Aslında kendine zarar verir her konuda maddi ve manevi olarak bolluk bereketini kapatır.
Kıskanmamak, hatta aksine gönülden takdir edebilmek kendinizi gerçekten sevmenizle, kendinizle barışık ve dolayısıyla da kendinize öz-güveninizle alakalıdır. Kendini gerçekten sevebilmek olumsuz düşünce kalıplarını bırakmaktan geçer. Kendinizi gerçekten sevdiğinizde çevrenizde hep sevilesi varlıklar oluşacaktır. Eğer kendinize güvenmiyorsanız, kendinizi gerçekten sevmiyorsanız, kendinize olan saygınızı da kaybedersiniz. Kıskançlık bağımlılığı olan kimse, her özendiği şeye sahip olmayı ister ama sahip olamayacağına inandığı için de sahip olamama deneyimini sürekli kendine yaşatır. Kendine sürekli acı çektirir ve çektiği acıyı diğerine de çektirmeye çalışır. Eğer çok hırslıysa ve hatta bu yüzden gözü kararmışsa, o zaman arzularını elde etmek için çevresindekileri kolayca tüketip, hunharca yok edebilir; ama bu davranış ve saygısız yaşam biçimiyle, kendine olan saygısını yitireceği gibi bu durum onun mutluluğuna, sağlığına ve iyi ilişkiler kurmasına engel olacaktır.
Postmodern dünyanın satış yapmak için en çok kullandığı alet kıskançlık duygusu… Kimilerine göre eğer insanlarda kıskançlık duygusu olmasaydı yaratıcılıkları da gelişemezmiş. Bana göre kıskançlık ve haset etmek, bu ikisi oldukça yıkıcı duygular; insanların bu yüzden yıkıcı şeyler yaptıklarına şahit oldum. Hedef aldıkları kişiyi suçlamak için akıl almaz yalanlar söylediklerine, kendileri olmayan başka karakterleri oynamaya, en kötüsü de kıskandıkları kimseye zarar vermeye çalıştıklarını dahi gözlemledim.
Çevrenizdeki birinin başarısını görüp dirseklemeye, engel olmaya çalışmak hayatınıza başarıyı çekmez. Bu, sadece sizin kendinize olan özgüvensizliğinizin yansımasıdır. Çalışma hayatında belki böyle yıkıcı deneyimler yaşanılıyor, belki bu yolla banka hesaplarındaki rakamların haneleri giderek büyüyor ama beraberinde sağlıklı ve aydınlık hayatlar getiremiyor. Bu sadece ağır bir açlık korkusunun çevreye aç gözlülükle saldırmasıdır ve sonuçta kimse gerçekten mutlu olamaz. Olamaz çünkü insanın olabilmenin tek yolu gerçek sevgiyi deneyimlemektir; korku olan yerde sevgi barınamaz.
Eğer kendinizi sevemiyorsanız kendinizi beğendirebilmek için birçok yol deneyebilir, içinizde sinsi bir canavar besleyebilir, bunun için bir yığın şeyi satın alarak istediğinizi elde etmeye çalışabilirsiniz; ama beğenilme isteği sadece sevgi duygusundan gelen minik bir kıvılcımdır ve bir anda kaybolup gider. Siz yine kendi dünyanıza geri dönüp kendinizi eleştirmeye devam edersiniz. Kendinizi gerçekten sevip, olduğunuz gibi kucakladığınızda zaten siz bir çaba sarf etmeden, bu konuya dikkat bile etmeden sevilecek ve beğenileceksiniz; sevgi dolu, şefkatli ilişkileri kendinize çekebilirsiniz.
Bir başkasının yarattığı daha önce görmediğiniz bir tatlı hoşluğu kendi hayatınıza geçirme isteği ise özenmek demekse, özenmek yaratıcılığı destekleyen bir duygudur, size ve yolunuza ışık tutan bir güzelliği paylaşmaktır. Aynı şekilde siz kendiniz de bir güzellik yaratamış ve yeryüzüne koymuş olabilirsiniz; bunu paylaşmaktan çekinmeyin. Eğer yarattığınız ve özel olduğunuz bir şeyi paylaşmaya çekinirseniz, bu da korkudur; bir daha asla böyle bir şeye sahip olmayacağınızı zannetmektir ve o şeyin sizden alınma korkusudur. Aksine paylaşmak hayatınızı ve sizi her alanda zenginleştirir.
Siz kendinizi gerçekten sevdiğinizde zaten bütünlük duygusu kendiliğinden gelir; her ne yapıyorsanız bu sizi tatmin eder. Attığınız her adımda yüreğinize sevinç kıvılcımı düşer. Bizler bu hayatı, engin yaratıcılığımızla yarattığımız maceralarla deneyimlemekte özgürüz. Hayatımızı yaratırken ne kadar çok zihinsel engelden özgürleşirsek, o kadar evrensel zekanın yüce bilgeliğiyle sürekli bağlantıda olduğumuzun farkındalığında kendimize zengin bir hayat yaratırız. Kıskançlık da buna en çok engel olan zihinsel engeldir.
Kendini gerçekten seven ve kendi ile barışık olan insanlar başkalarının başarılarını takdir ederler. Çevrenizdeki insanların başarılarını canı gönülden takdir edin. Eğer çevrenizde sizden daha başarılı olduğunu düşündüğünüz insanlar görüyorsanız, onlar sizin bu konuda çalışma yapmanız, iyileşmeniz, büyümeniz ve olgunlaşmanız adına hayatınıza ışık tutmak için gelmişlerdir.
Kendi başarınız için olduğu kadar, başkalarının başarıları için de heves duyun.
Hep bildiğimiz bir atasözü var: Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır.
Vaktiyle iki arkadaş arıcılık yapıyor, ürettikleri balı da aynı pazara götürüp satıyorlarmış. Bunlardan birinin balı gayet tatlı, görünüşü de güzel olduğu halde fazla satılmıyormuş. Müşteriler hep arkadaşının balını satın alıyormuş. Ancak o, müşterilerin durumuna bir türlü anlam veremiyormuş. Daha fazla dayanamamış, bir gün arkadaşına sormuş:
– “Arkadaş, ikimiz de aynı yerde bal satıyoruz; ama müşteriler hep sana geliyor. Benim balım daha güzel olduğu halde bir türlü satamıyorum. Senin kalitesiz balın daha çok satılıyor, bunun sebebi nedir? Arkadaşı şöyle cevap vermiş:
– “Evet, doğru söylüyorsun, senin balın daha güzel, daha kaliteli; ama yüzün turşu satıyor. Balının güzel olması yeterli değil, yüzünün de güleç olması gerekir. Gelen müşterileri benim gibi güler yüzle karşılamıyorsun; onlar benim güler yüzüme, tatlı dilime geliyorlar.”
Dil insanın terazisidir. Dil söyletir, ağlatır, yaralar, kırar, döker; ama en güzel cümle de ondan çıkar. “SENİ SEVİYORUM” der.
Her gün onlarca insan yüzüyle karşılaşıyoruz. Bu insanların ilk bakışta yüzleri dikkatimizi çekiyor. Daha sonra ise gözleri… Eğer güzel bakan bir gözse gördüğümüz, iyi bir insana benziyor diye anlamlandırıyoruz, tabii çirkin bakan bir gözse de tam tersi. Bunlardan bazılarıyla anlık ilişkiler, bazılarıyla da uzun süreli ilişkilerimiz oluyor. Bu böyle yaşam boyunca devam edip gidiyor. Sonuç olarak şunu fark ediyoruz; kısa süreliğine gördüğümüz insanlarla eğer bir ilişki içinde olmazsak ister çirkin, ister güzel insan olarak adlandıralım, sadece silik bir iz olarak kalıyorlar ya da tamamen yok olup gidiyorlar. Kalıcı olan sözler oluyor. Kısa bir an için bile olsa, ilişkide bulunduğumuz bir insanın acı sözü yıllar geçse de içimizden çıkmazken, tatlı bir söz bizi tebessüm ettirebiliyor; sanki o anı şimdi yaşamış gibi hissettirebiliyor.
Çevrenizde nice insanlar vardır; tatlı dilleriyle herkesi kendilerine hayran bırakırlar. Dil, bilinç ve iradeyle kullanılması gereken bir organdır; kendi başına bırakıldığı zaman her dönüşünde bir kalp kırar; birçok yıkıma sebep olur. Dilin bu sonsuz etki gücünden dolayıdır ki, “Dil yarası yaraların en derinidir,” denilmiştir. İçimizde gür bir sevgi, şefkat ve merhamet kaynağı bulunduğu sürece kendiliğinden tatlılaşan dilimiz, hayatın güçlüklerini yenmede, insanları ikna edebilmede en büyük yardımcımızdır.
Tatlı dil, muhatabı ruhen etkileyecek tarzda, yumuşak, ikna edici, okşayıcı konuşma şekli olarak tanımlanabilir. Tatlı dil, bütün gücünü ruhtan alır. Ruhu iyiliklerle, güzelliklerle dolu olan, fazilet sahibi bir kimsenin dili de kendiliğinden tatlı olur. Tatlı dil ve güler yüz, ruh asaletinin sevimli belirtileri ve görünümleridir. Tatlı dilli insanlar bu özellikleriyle çevrelerindekileri arkalarından sürükleyecek çekici bir etkiye sahiptirler.
Bir diğer ifadeyle insan dilinin tatlı olması için gönlünün iyi olması lazımdır. Kötü bir adamın dökeceği tatlı dil, tilkinin kargaya döktüğü tatlı dil gibidir. İnsanları belki kısa bir zaman için aldatır; ama çabucak da foyası meydana çıkar. Gerçek tatlı dil iyi insanda olur. Yüreği merhametle, sevgiyle dolu insanın dili de kendiliğinden tatlılaşır. Bu da merhametli, yüreği sevgi dolu insanlarda olur. Onlar konuşurken ölçüp biçerler. Kalplerinin güzelliği doğal olarak onların dillerine, simalarına ve ahlaklarına yansır.
Sert ve kırıcı olmayan, yumuşak, hoşa giden, gönül alıcı, okşayıcı, etkileyici, inandırıcı ve yerinde söylenmiş söz insanın hoşuna gider. Olumsuz düşünce ve davranışlarında anlamsız biçimde inatla direnenleri, öfke ile sertlikle değil; gönül okşayıcı tatlı sözlerle yola getirmeye çalışmak, yumuşatmak en doğru yoldur. Rûhî asaletin temel taşlarından olan sabır ve hoşgörü, tatlı, yumuşak bir ses tonuyla işbirliği ettiği zaman aşılmayacak hiçbir engel, yenilmeyecek hiçbir zorluk yoktur.
Sözün özü; Tatlı dil insanlar için başlı başına bir kuvvettir. Güler yüz, tatlı bir dille tamamlandığı zaman, insana bütün kapılar açılır. Gerçekten dilin, tatlı dil olmak şartıyla açamayacağı kapı, çözemeyeceği düğüm yoktur. Gönüller onunla fethedilir. Sevgi ile dolu insanın dili kendiliğinden tatlılaşır.
Şu hiçbir zaman unutmamalıdır ki, hiç kimse gülümseme olmadan, tatlı dile ihtiyaç duymadan yaşayarak mutlu olamaz.
“Mutlu insanlar; her şeyin en iyisine sahip olanlar değil, sahip olduklarını kaybetmeyecek kadar çok sevenlerdir.” Charles Bukowski
Biz insanlar hayatta en çok mutlu olmak isteriz. Mutluluk ile ilgili yüzyıllardır çeşitli tanımlamalar, araştırmalar yapılmıştır. İsteklerimiz olduğu zaman mutlu olduğumuzu sanıyoruz (ev, araba, iş, seyahat, evlenmek, sevgili, para vb). Kendi içimize dönüp, şöyle bir düşünelim; tüm bu isteklerimiz gerçekleşmesine rağmen mutlu muyuz? Küçük şeylerden mutlu olmayı biliyor muyuz? Küçük olaylardan mutlu olmaya niyetli miyiz? Yoksa kalbimiz ve gözlerimiz bizi mutlu edecek “büyük hazineler” peşinde mi? Etrafımda gözlemlediğim kadarıyla, eve, arabaya, işe, zenginliğe sahip olsalar da mutlu olmayan milyonlarca insan var. İşte tam da bu noktada “Hayatımız boyunca bizi mutlu edecek şey nedir?” diye sorsam verebileceğimiz tek bir cevap var mıdır? Beni hayatım boyunca ‘şu’ mutlu eder diyebilir miyiz? Mutluluk arayışımızda genellikle dışarı bakarız. Bu yüzdendir ki bu sorulara net olarak bir cevap veremeyiz; bizi şu an mutlu edecek şeyin hayatımız boyunca hep mutlu edecek şey olacağından emin olamayız. Mutluluk denklemimizi “Her şeye sahip olmak = Mutlu olmak” diye kuruyoruz. Sonrasında daha büyük bir hayal kırıklığı yaşıyoruz ve daha da mutsuz hissediyoruz. Çünkü en ufacık bir olumsuzluk bakış açımızı etkiliyor.
Pek çok insanın yaşadığı türlü zor koşullara rağmen mutluluğunu, güven ve umutlarını koruyabildiğini biliyoruz. Her gün sayısız örnekle buna şahit olabiliyoruz. İşin sırrı; mutluluğu dışsal koşullarda değil içimizde aramakta. Çünkü dış dünya üzerindeki kontrolümüz her zaman mümkün değil. Olduğu zamanlarda ise bu kontrol geçici ve kısıtlıdır. Oysa iç dünyamızda hayatın bize sunduğu zorlu koşullar ve engellerin kontrolünü sağlamak daha kolaydır. Düşüncelerimize, zihnimize bakabilmek, yaşadığımız şeylere bakış açımızı değiştirebilmek bizim elimizde olan ve geliştirebileceğimiz bir yeteneğimizdir.
Hayatta büyük şeylerden herkes mutlu olur. Önemli olan küçük şeylerden mutlu olabilmektir. Eviniz de otururken radyoyu açtığınızda en sevdiğiniz şarkıya denk geldiğinizde yüzünüzde tebessüm oluştuğunda, size mutluluk vermiyor mu? Aylardır görüşmediğiniz bir arkadaşınızdan güzel haberler aldığınızda sizin o anda içinizde bir mutluluk oluşmuyor mu?
Kimileri mutluluğu maddi alanda, kimileri manevi alanda, kimileri ise hem maddi hem manevi alanda edinilebilecek bir ruhsal hal olarak ele almışlardır.
Her zaman, bizden daha iyi durumda olanları değil, bizden daha zor durumda olanları düşünmektir mutluluk.
Bir insana seni seviyorum demek, bir güzel söz söylemek, bir tatlı bakış kondurmak, bir demet çiçek vermektir mutluluk…
İnsanların gönlüne taht kurabilecek ahlak ve terbiyeye sahip olabilmektir mutluluk…
Bir hikâye aktarayım:
“İnsanoğlu mutluluğu hep hor kullanıyormuş…
Hep şikâyetçi hep bıkkınmış…
Bir gün melekler mutluluğu saklamaya karar vermişler…
Saklayalım, zor bulsunlar.
Zor buldukları için belki kıymetini bilirler diyerek başlamışlar tartışmaya.
Mutluluğu saklamak kolay değilmiş,
Çünkü kimisi ”Everest’in tepesine saklayalım” demiş.
Kimisi ”Atlas Okyanusu’nun dibine” demiş.
Tac Mahal’in kubbesi, Mekke sokakları, İtalyan sofrası…
Bir hastanenin yeni doğan odası, dondurma külahı, şarap şişesi..
Sigara paketi, lale bahçesi…
Pek çok yer düşünmüşler ama hiçbiri yeterince zor gelmemiş.
Derken meleklerden biri:
‘İÇLERİNE SAKLAYALIM ‘ demiş.
Kimsenin aklına gelmez içine bakmak!!!”
Meleklerin dediği gibi: Unutmayın ki mutluluk, içimizdeki bir durumdur ve dışardan gelen bir şey ancak geçici bir mutluluk getirebilir.
Mutluluğu hep kendi dışımızdaki unsurlarda veya kişilerde bulabileceğimiz yanılgısı içindeyiz. Onu, hep dışarda ve kendimizin uzağında arıyoruz. Mutluluğu, kendi dışımızda ve uzağımızda aradıkça da onu bulamıyoruz. Kalıcı mutluluk sizin kalıcı olarak mutlu olmayı seçmenizden gelir. Mutluluğu seçtiğinizde bütün mutlu şeyleri de kendinize çekersiniz. Mutlu şeyler pastanın üzerindeki süslerdir, pasta ise mutluluğun kendisidir.
Gerçek mutluluğun içinde yattığın fark eden insanlar, kendini seven ve kendisiyle barışık olan insanlardır; herkese kendi mutluluklarını ve pozitif enerjilerini verirler. Gözlerinin içi ışıl ışıldır. Aynı zamanda her zaman sahip olduklarının kıymetini bilirler ve minnet duyarlar. ALINTI
“Bir düşüncenin şekillenmesi için duygulara başvurulmalıdır.” Charles Haanel
Hayattaki diğer her şey gibi duygularımızda da ya olumlu ya olumsuzdur; iyi ve kötü duygularımız vardır. Tüm iyi duygular sevgiden gelir! Tüm olumsuz duyguların sebebi sevgisizliktir. Kendimizi iyi hissettiğimizde, sevinçli anlarda daha çok sevgi veririz.
Ne kadar kötü hissederseniz, o kadar olumsuzluk veririz. Daha çok olumsuzluk verdikçe, hayattan daha çok olumsuzluk almaya başlarız. Negatif duyguların içinde sevgi barınmaz.
Aslında bu negatif duygularımıza baktığımızda görüyoruz ki hepsinin altında korkularımız yatıyor. Bu korkularımızı şöyle listeleyebiliriz; Ölüm korkusu, hastalanma korkusu, yaşlanmak korkusu, başarısız olma korkusu, yalnız kalma korkusu, düşme korkusu, kaybetme korkusu, değersizlik korkusu, yetersizlik korkusu, parasız kalma korkusu, gelecek korkusu, kıtlık korkusu vb. Tabii ki bunları çoğaltmak mümkün…
Ne kadar iyi hissedersek, hayat o kadar güzelleşir ve kolaylaşır. Ne kadar kötü hissedersek de, hayat o kadar kötüleşir, ta ki duygularımızı değiştirene dek…
Aynı anda hem iyi hissedip hem olumsuz düşünemezsiniz! Aynı şekilde, kötü hissedip olumlu düşünmek de imkansızdır. İyi hissettiğinizde başka hiçbir konuda endişelenmenize gerek kalmaz; çünkü düşünceleriniz, kelimeleriniz ve hareketleriniz iyi olacaktır. Sadece iyi hissederek sevgi verirsiniz.
Olumlu duygular gerçekten iyi hissettiğiniz anlamına gelir. Düşünün, neşeli olduğunuzda neşe verirsiniz ve gittiğiniz yerlerde eğlenceli insanlarla karşılaşırsınız. Sinirliyken sadece öfke saçarsınız ve gittiğiniz her yerde sinir bozucu durumlarla ve sinir bozucu insanlarla karşılaşırsınız. Her iyi duygu sizi sevginin gücüyle birleştirir; çünkü sevgi tüm iyi duyguların kaynağıdır. Coşku, neşe, mutluluk hisleri sevgiden gelir.
Unutmayın, duygularınız verdiklerinizin aynasıdır! Hayatınızdaki temel konuları ağırlıklı olarak iyi duygularla mı, yoksa kötü duygularla mı yönettiğinizi hemen anlayabilirsiniz. Sağlık, para, iş ve ilişkiler gibi konulardaki duygularınız her bir konuda sizin verdiklerinizin yansımasıdır.
Örneğin parayı düşündüğünüzdeki duygularınız parayla ilgili ne verdiğinizi yansıtır. Eğer parayı düşünürken yeterince paranız olmadığı için kendinizi kötü hissediyorsanız, parasızlıkla ilgili olumsuz durum ve tecrübelerle karşılaşırsınız. Çünkü olumsuz bir duygu veriyorsunuz. Aslında para ile olumsuz bir duygu hissettiğinizde, onun altında yatan sadece korkunuz; sevginin yerine korku geçiyor.
Aynı şekilde bu durum ilişkiler konusunda da geçerli. Kişi, karşı tarafa olumsuz duygu beslediğinde, kişinin aslında kendisine karşı olumsuz duygusu var ve korkusundan dolayı bu olumsuzluğu yansıtıyor demek oluyor. (Kaybetme korkusu, yalnızlık korkusu, değersizlik korkusu, yetersizlik korkusu gibi)
Aslında her şey nasıl hissettiğinize bağlı… Hayatınızda aldığınız her karar nasıl hissettiğinize dayanır. Hayatınızda istediğiniz her şeyi onu sevdiğiniz için ve size iyi hissettireceği için istersiniz. Hayatınızda istemedikleriniz size kendinizi kötü hissettirenlerdir. Sağlık isterseniz, çünkü sağlıklı olmak iyi hissettirir ve hasta olmak kötü hissettirir. Para istersiniz; çünkü sevdiğiniz şeyleri satın almak ve yapmak iyi hissettirir ve bunu yapamadığınızda kötü hissedersiniz. Mutlu ilişkiler isterseniz çünkü size kendinizi iyi hissettirirler ve zor ilişkiler kötü hissettirir. Peki, bunları isterken duygularınıza bakıyor musunuz? Hangi duygular (olumlu, olumsuz) kendime, etrafa ve evrene veriyorum? Tabii ki bunlara kavuşmak için iyi duygular aracılığıyla sevgi vermek.
Sevgi, hayatın en üstün yönetici gücüdür, size iyi duygular verir. İyi duygularınız sevginin gücünü kullanır; yani hayattaki tüm iyi şeylere ulaşmanızı sağlayan gücü… Eğer hayatınızı “Daha iyi bir evim olursa mutlu olurum, daha iyi bir iş işim olursa ya da terfi edersem mutlu olurum, daha çok para olursa mutlu olurum, seyahat edebilirsem mutlu olurum” diye geçiriyorsanız, bu düşünceler sevginin işleyiş tarzına karşı gelir. Sevdiklerinizi almak için önce mutlu olup sevgi vermelisiniz! Yukarıda belirttiğim gibi, negatif duyguların ve korkuların egemenliğindeki bir atmosferde elde edilenler maalesef geçicidir. Hayatta ne almak istiyorsanız önce vermelisiniz!
Evren de sevgi enerjisinden, frekansı daha yüksek bir enerji yoktur. Bu da ulaşım hızının ne kadar hızlı ve güçlü olduğunu anlatır. Bu yüzden sevgiyle düşünülen bir şeyi yaratmak, olumsuzluklarla düşünülerek yaratılanlardan daha hızlı oluşum sağlar ve hayatımıza anında yansır.
Mevlana’nın şu güzel ifadesine kulak verelim: “Güzel bakan güzel görür, güzel gören hayatından lezzet alır”.
Güzel bakan güzel görür derler
Kötü bakan kötü..
Her şeyde bir güzellik var iken kötülükte gizlidir zira..
Bazen olumsuz bakan olumsuz görür olumlu bakan olumlu görür..
Nefretle bakan nefret edecek bir şeyler bulur elbet.
Ama sevgiyle bakan ufak nedenleri bile sever
Hayatın bize sunmuş olduğu pencerelerin hangisini kullanırsın..
Gözlerin iç dünyamızın dışa açılan pencereleri olduğu gerçeğin bir payı vardır mutlaka.
İnsan bakar da baktığını göremeyebilir. Çünkü bakmak ve görmek birbirinden ayrı şeylerdir. Bakmak, göz organının yüzeysel bir işidir. Görmek ise aklın, mantığın, kalbin, gönlün, ruhun, birlikte bakmasıyla karar vermesi ile olur. Bakmak her zaman yetmeyebilir, görmeyi de bilmek işin aslı.
Şöyle bir hikâyeyi da hatırlatmakta fayda var:
Doğuştan görme engelli olan bir adam gece karanlığında ezbere bildiği bir yoldan ilerlerken yolunu aydınlatmak için elinde bir fenerle yürüyor. Karşıdan gelen ve kendisini tanıyan bir şahısla karşı karşıya geliyor. Bu şahıs kendisine,” Kör adam sen zaten görmüyorsun ki, o fener ne işine yarayacak” diyor. Görme engelli adamın cevabı ise şöyle oluyor: “Feneri kendim için değil, senin gibiler için taşıyorum ki ben onları görmesem de onlar beni görsün ki çarpılmamış olalım. Benim gözüm kör ama senin kalbin körmüş. Asıl kör olan ben değil de sensin”.
“Gönül gözü görmeyen, can gözü neylesin” sözün ne kadar doğru olduğu bir gerçektir.
Her şeye olumsuz bakmak doğru değil, insanı çıkmaza sokar. Yarı dolu bardağa bakarken boş bölümünü değil, dolu tarafını görmektir önemli olan. Bardağın boş tarafını bakanlar her zaman eksiği arayanlardır, bu da mutsuzluk getirir, hiç bir faydası da olmaz. Yaşadığımız durumlarda bardağın dolu tarafını baktığımız zaman iyimser ve pozitif düşünen insanlar oluruz, bu da bize fayda getirir.
Konulara olumlu yaklaşmak, eksileri değil, artıları görmek, pozitif olmak doğru bir yaklaşımdır. Hayatta farklı durumlarla karşılaşıyoruz. Hep eksi yanlara bakarken, noksanlıkları bulmaya çalışırken, olumsuz etkileşim yerine, olumlu yanlara bakarak mutlu ve iyimser olmaya çalışılmalı. Hele gönül gözüyle baktığımızda ufkumuz açılır, dünyamız genişler, değerler gözümüz önünde önemini kaybetmez, her şey gerçek yönüyle görünür.
Gönül gözü açık olanların içi sevgi doludur, şefkatli ve merhametlidir, zihni, ruhu, yolu aydınlıktır. Kavgası, gürültüsü, çekişmesi yoktur. İntikam, bencilliği, kin, nefret, kıskançlık ve sinsi duyguları yoktur. Ana kuralları, bağışlamak, barışmak, yakınlaşmak, dost olmak, sevmek, saymaktır.
Gönül gözüyle bakmak, hayatın tadına varmak demektir. Aslında gönül gözü, insanlardaki arınmışlığın, saflığın, gerçekte sevmenin, hoşgörünün göstergesidir. Gönül gözüyle bakmayı bilen insan, baktığında ve okuduğunda asıl gayeyi görür ve anlar.
Görmekle bakmak arasında kurulan o ince bağ yaşamı algılamamızı sağlayan, bunun yanı sıra bizi gördüklerimizin ötesine geçirerek huzur bulmamıza, mutlu olmamıza ya da üzülmemize sebep olandır.
Gündelik hayatta göz göze geldiğiniz insanları düşünün. Göz teması sözsüz bir iletişim vasıtasıdır. Bir kişiyi dinlerken gözlerine bakmak bir saygının ifadesidir. Göz bakışlarından sevinci ve üzüntüyü, korkuyu ve cesareti fark etmek önemlidir. Bazen dil susar gözler konuşur. Çoğu kez insan, sözlerinin yetersiz olduğunu fark eder ve gözleriyle anlatmaya çalışır derdini, sevincini…
Göz hiç konuşur mu? Siz ne dersiniz? Siz hiç gözlerinizle bir şey anlatmadınız mı? Gözlerinizle konuşmadınız mı? Sözleriniz yetersiz kaldığında bakışlarınızla derdinizi ifade etmediniz mi? Sevginizi, saygınızı, acınızı, sevincinizi gözlerinizle ifade etmediniz mi?
Kültürümüzdeki şu deyimleri bir hatırlayalım: “gözler ile konuşmak”,” Sen sus gözlerin konuşsun”, “Gözler yalan söylemez.”, “Gözler kalbin aynasıdır”.
“Göz” insan ruhunun sır kapısıdır. Çoğu kez karşınızdakinin konuşması pek inandırıcı olmadığında, “Gözlerimin içine bakarak konuş” demiyor muyuz?
Sevincin, neşenin, mutluluğun var olduğunu, hırsı, kini, öfkeyi, intikamı da gözlerden anlamıyor muyuz ?
Şu gerçeği de hiç unutmamalı insan. Her şeyi gören göz kendini göremez. Marifet kendini görmektir.
Etrafımıza gönül gözüyle bakmak, dış görünüşte takılıp kalmamak ki dıştaki çirkinlikler yürekleri sarmasın, mani olmasın içteki güzellikleri görmeye.
Gönül gözüyle etrafa bir bakın, dıştaki güzellikler içteki çirkinlikleri gizlemisin ki o çirkinlikler ağızdan dökülürken kırıp incitmesin.
Gönül gözüyle bakın, bakın ki kendi ruhunuzu, yüreğinizi koruyup huzur içinde sarıp sarmalayın her yeni doğan günü.
“Dünya gözü ile bakan, yüzü; gönül gözü ile bakan özü görür” diyen Mevlana, gönül insanlarının derdi özü görmek olduğunu vurgular, çünkü özde hakikat var.
Gönlün bir ayna olduğunu ifade eden Mevlana, gönülde var olan duygu ve düşüncenin sahibinin yüzüne yansıdığını söyler. Yani yüz, anlayan için gönlün aynasıdır, gönülde olanı dışarı yansıtır. “Gönül, bakanın kendini gördüğü bir aynadır”.
Bir beytinde de; “Gözlerimiz, bakışlarımız gönülle uymuştur. Gönül isterse göz zehire bakar. Yılana bakar; gönül isterse ibret alacağı, ders alacağı şeye bakar.” Pencerenizden baktığınız zaman her zaman güzellikleri görmenizi ve her şey gönlünüzce olsun!
Her iyi düşünceniz, her iyi sözünüz, hissettiğiniz her iyi duygu ve her iyi davranışınız varlığınızın frekansını yükseltir. Siz frekansınızı yükseltmeye başlayınca yeni bir hayat ve yeni bir dünya kendini size gösterecek. Yayacağınız pozitif enerji, dünya gezegeni üzerinde yaşayan her bir canlıya ulaşacak.
Kendinizi yükselteceksiniz ve kendinizi yükselttikçe bütün dünyayı yükselteceksiniz.
Yazıma paylaşmanın önemini anlatan bir hikâyeile başlıyorum.
Zamanın birinde birbirini çok seven Halil ve İbrahim adında iki kardeş yaşarlar. Kardeşlerden Halil evli ve çocuklu, İbrahim ise bekârdır. İki kardeş de geçimlerini sahibi oldukları ortak tarladan sağlamaktadırlar. Çıkan mahsulü ikiye pay ederek, geçinir giderler. Yine bir hasat zamanı, buğdayı harmanlarlar ve eşit bir şekilde ikiye ayırırlar. Bundan sonra sıra buğdayları ambarlara taşımaya gelir.
Halil bu sırada iş bölümü yaparak, “Ben gidip çuvalları getireyim. Sen buğdayı bekle” der. Bunun üzerine İbrahim de “Peki Ağabeyciğim.” der.
Halil çuvalları getirmeye gittiğinde İbrahim düşüncelere dalar. Kendi kendine “Ağabeyim evli ve çocuklu. Bir sürü boğaz O’nun eline bakar. O’nun evine benden daha çok buğday lazım.” der. Ardından da küreği kaptığı gibi kendi payından O’nun payına ek yapar. Kısa bir süre sonra Halil çıkagelir ve der ki:
– Haydi İbrahim…! Önce sen doldur çuvalları da taşı ambara. – Peki ağabey…!
İbrahim, kendi yığınından bir çuval doldurup düşer yola. İbrahim yola koyulunca bu sefer de Halil dalar düşüncelere; “Çok şükür, ben evliyim, kurulu bir düzenim de var. Ama kardeşim bekâr. O daha çalışıp, para biriktirecek. Ev kurup evlenecek. Daha uzun bir yolu var.” der ve bu düşüncelerle kendi payından O’nun payına birkaç kürek ekler. Velhasıl birbirlerinden habersiz biri gittiğinde, öbürü, kendi payından atar onunkine. Bu, böyle sürüp gider… Nihayet akşam olur. Karanlık basar. Görürler ki, bitmiyor buğdaylar. Hatta azalmıyor bile…. Hak Teâlâ Onların bu halini çok beğenir. Buğdaylarına bir bereket verir, bir bereket verir ki … Günlerce taşır iki kardeş bitiremezler. Şaşarlar bu işe.. Aksine çoğalır buğdayları. Dolar taşar ambarları. Bugün “Bereket” denilince, bu kardeşler akla gelir. Bu bereketin adı: Halil İbrahim bereketidir…
Belki de hayatın anlamı bu küçücük kelimede gizli.
Paylaşmak…
Bir dilim ekmeği, bir yudum suyu, sofrada ki yemeği, bir nefes havayı…
Paylaşmak…
Sevgiyi, aşkı…
Üzüntülerimizi, dertlerimizi, sevinçlerimizi…
Paylaşmak…
Biliyoruz ki, acılar paylaştıkça azalır; mutluluklar paylaştıkça artar.
Bir kişinin acısını paylaşmak ve onunla birlikte hüzünlenmek paylaşmanın bir parçasıdır.
Bir kişinin sırlarını dinlemek ve muhafaza etmek paylaşmanın bir parçasıdır.
Bir kişiye tebessüm etmek paylaşmanın bir parçasıdır.
Bir kişinin olumlu özelliklerini övmek, takdir etmek paylaşmanın bir parçasıdır.
Bir kişiye selam vermek hal hatır sormak, sarılmak paylaşmanın bir parçasıdır.
Bir kişiye bilgilerini anlatmak, paylaşmanın bir parçasıdır.
Çünkü paylaşmak sevgidir, aşktır, kardeşliktir, cömertliktir, yardımseverliktir, huzur ve mutluluktur.
İnsanların günlük hayatlarında paylaşabilecekleri pek çok değerleri vardır. Paylaşmak, insan olmanın bir gereğidir.
Paylaşmak, karşılık beklemeden olur. Yani ben sana şunu vereyim, sende bana bunu ver ya da ben ona verdim fakat o bana bir şey yapmadı gibi bir anlayış paylaşmak değil o sadece değiş tokuştur. Ancak sevgi ve gönülden yapılan paylaşımlar anlam kazanır.
Paylaşmak zor durumda olanlara yardım etmek onların zorlukları aşmasına yardım eder. Paylaşımlar beraberinde hoşgörüyü yardımlaşmaları getirir. Zorda olan insanlara uzanacak bir el dahi mutlu olmalarını sağlar.
Gerçekten endişeye, kaygıya ve korkuya gerek yok. Evrenin hazinesinde o kadar bolluk bereket var ki birçok insan bunun farkında değil maddi ve manevi olarak başkalarıyla/ihtiyaç sahipleriyle hesapsız, çıkarsız ve gönülden paylaştıkça her türlü bolluk bereketi aktığını göreceksiniz. Düşünün insanlar bir dilim ekmeğinin yarısını paylaşsa belki şu anda dünya üzerinde aç, sefil yaşayan kimse kalmayacak.
Her şey gönlünüzce olsun! Sevgi ve ışıkla kalın!.. Nurgül AYABAKAN nurgul.ayabakan@gmail.com