ÖZGÜRLÜĞÜN YOLU; “HAYIR”

Evet – Hayır birbiriyle sırt sırta duran iki düşman kelime. Biri varsa diğer yok, biri yoksa diğer var gibi. İkisi iki heceden oluşuyor ve ağızlarımızdan bir çırpıda çıkıveriyor. Bu günkü yazımı “Hayır” kelimesi üzerine kurguladım bakalım neler çıkacak karşımıza.

Kimilerinin diline pelesenk olmuştur, kolaycacık her zaman Hayır derler, kimileri ise bu kelimeyi neredeyse lügatlarından çıkartmışlardır, çok zorda kalmadıkça kullanmamaktadırlar. Aslında bu kelimeyi kullanmalı mıyız, kullanmamalı mıyız ya da nerede, ne zaman, ne sıklıkta kullanmalıyız, bu kelimeyi hiç kullanmadığımızda kendimize zarar verdiğimiz olur mu, yerli yersiz kullandığımızda da neleri kaybederiz? İşte bu detayların üzerinden küçük dokunuşlarla geçeceğiz.

Dünya dillerinin tamamında en zor, en güçlü, en keskin, en olumsuz ve en büyük etki yaratan kelimenin ‘hayır’ olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bunun içindir ki özel ilişkilerimizde, arkadaşlıklarımızda, iş hayatımızda bu kelimeyi kullanmaktan olabildiğince kaçınırız. Oysa bu kelimeyi kullanmamız gereken öyle çok sebep, öyle çok durum var ki.

Peki, neden “hayır” diyemiyoruz? Bu soruya cevapları şöyle sıralayabiliriz; “kaba olmamak, karşımızdakini kırmak istememek, bencil olarak algılanmaktan korkmak, ilişkimizi bozmaktan, kaybetmekten, o bağımlılığımızı yitirmekten korkmak, herkesi memnun etme ihtiyacı hissetmek, çatışmalardan kaçınmak, uyumlu biri olmayı istemek…”

Tamam, ilk değerlendirmede bunlarda hiçbir yanlış yok gibi. Ancak eğer bir sınır koyamıyorsak ve ‘hayır’ demek istediğimiz halde diyemiyorsak, eğer başkaları için hayat dengemiz bozuluyor, stres yaşıyorsak ve en çok da “hayır” diyemediğimiz için kendimize kızıyorsak önceliklerimizi gözden geçirmemizin zamanı gelmiş diyebiliriz.  Hayatımızın her hangi bir noktasında, iş ya da özel hayatlarımızda gerektiği zaman “hayır” diyememek ve zamanla bu “hayır”ların sayısının artması; kişinin kendisine olan saygısının azalmasına, yaşama ve insanlara karşı ciddi öfkeler biriktirmelerine, gerginliklerin üst düzeye tırmanmasına neden olabilir ve bu gerginlikler uygun olmayan zamanlarda ve aşırı dozlarda tepkilere neden olur. Kimimiz etrafımızdakileri kırmamak için kimimiz ise belki farkında bile olmadan bize sunulan birçok öneriye ‘Evet’ diyoruz. Bu ofiste bize verilen ekstra bir proje ya da aynı hafta sonu davet edildiğimiz üç ayrı doğum günü partisi olabilir. Tüm bunların sonucunda, kendimizi belki de çok istemediğimiz bir şeyi yaparken bulabiliyor ve daha da önemlisi asıl yapmak istediklerimizden vazgeçebiliyoruz.

Benim de negatif enerji yayan insanlara karşı dahi onları kırmamak adına “hayır” diyemediğim, onları hayatımdan çıkartamadığım zamanlarım oldu. Maalesef ki onların varlığı hayatıma ağır yükler getirdi, bu yüklerse beni bir kafesin içine itti ve özgürlükten uzak kaldım.

Yıllar önce bir dostum yaşadıklarını paylaşmıştı benimle. Şöyle anlatmıştı: “Bir arkadaşım var ve her seyahatimde mutlaka benimle birlikte oluyor, ruhunun negatifliğini de her zamanki gibi beraberinde getiriyor. Seyahatler tatsız tuzsuz geçiyor, negatifliğini bana da geçiriyor mutsuz oluyorum. Ama o kırılmasın, gücenmesin diye seyahatlere onunla gitmek istemediğimi söyleyemiyorum, ona “hayır” diyemiyorum. Bir gün bütün cesaretimi topladım ve ona artık seyahatlere beraber gitmek istemediğimi söyledim, ona “hayır” dedim. Bunu duyar duymaz sadece seyahatlerimden değil, hayatımdan da çıktı. ”İşte böyle bazen “hayır” kelimesinin etkileri çok da farklı olabiliyor.

Nasıl “Hayır” diyeceğiz? ‘Hayır’ diyebilmeyi öğrenmek aslında düşündüğünüz kadar zor değil, burada hatırlamamız gereken önemli bir nokta var: İletişimin her alanında olduğu gibi bu konuda da ‘hayır’  sözcüğünü nasıl kullandığımız önemli; yani söyleme şeklimiz, üslubumuz fark yaratabiliyor. Kırmadan yakıp yıkmadan en makul şekilde hayır diyebilmeliyiz. Bunu öyle bir söylemeliyiz ki, “hayır” kelimesini duyan kişi bu söze hak vermeli.

“Hayır” yerine “Evet” dediğimizde hayatımızdaki hangi öncelikleri ötelemek veya onlardan vazgeçmek zorunda kalıyoruz. Bu bazen ailemiz, bazen daha önemli bir proje, başkalarına verdiğimiz sözler, bazen de kendimize ayırmamız gereken bir vakit olabilir. Her zaman kendimize sormamız gereken soru “şu anda en önemli olan ne?” sorusu olmalıdır. Kendi yaşantınızın dümenini elinizde tutabilmek için “hayır” diyebilmek gerekiyor.  Kendine güvenebilmek için “hayır” diyebilmek ve “hayır” diyebilmek için de kendine güvenmek gerekiyor. “Hayır” diyebilmenin özgülüğünüzün yolunu açacağını unutmayın.  Bu paylaşımımla farkındalığınızın artmasını, kendiniz için en iyi olanı nasıl yapmanız gerektiğini unutmamanızı diliyorum.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

HAFTANIN MESAJI (SEBEPSİZ VERİLEN HEDİYE PAHA BİÇİLMEZ)

Hayat insanların birbirlerine sunacağı, kimi zaman ansızın, kimi zaman sebepsiz, kimi zamansa belirli bir güne atfen verilen hediyelerle renklenir, keyiflenir… Hediye alanın mutlu olması kadar hediye verende onun mutluluğu ile mutlu olur çünkü o kişinin mutluğunu paylaşmak. Köşe başındaki çiçekçiye, simitçiye, apartmanınızın görevlisine, sokaklarımızı temizleyen emekçilere, market çalışanlarına, kuaförünüzde çalışanlara küçük hediyeler vermek ne güzel olur… 

Büyük maddi değerli hediyeler değil, evde yaptığınız bir kek, kurabiye, aldığımız bir çikolata, tatlı, bir çorap, eldiven… Hediyeyi alan kişinin mutluluğunu görmek en büyük servettir. Onun yüzündeki gülümseme, kalbindeki mutluluk bilin ki evine gittiğinde hane halkında geçecektir. İşte domino etkisi. Hayat paylaştıkça güzel, sevgi paylaştıkça özel…

 

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

SINIFLANDIRILDIK MI? SINIFLANDIRDIK MI?

  İnsanları sınıflandırma konusuna iki açıdan yaklaşılması gerektiğini düşünüyorum. Birincisi bilişsel açıdan sınıflandırma. Bu sınıflandırma kişileri hep belirli özelliklerine göre sınıflandırırız. İyi, kötü, yardımsever, anlayışlı, nazik, dışa dönük, içe dönük, ya da kaba, öfkeli, kinci, bencil, kibirli şeklinde davranışlarına göre belirli kararlar veririz. Bu kararlarımız bilişsel açıdan bizlere kolaylık sağlar çünkü her seferinde karşımızdaki kişiyi yeniden değerlendirmeye almamız bizi içinden çıkılmaz bir hale sokar ve zihnimiz yorulur.

Şimdi diğer açıdan sınıflandırmaya bakalım. Bu sınıflandırma şeklide insanları maddesel olarak, varlıklarına, statülerine göredir. Nedir bizi ‘sınıflaştıran’ ya da ‘kategorize eden’?

Sosyal sınıf ayrımcılığı, işte başa bela olan, insanları karanlığa sürükleyen bir konu. Hepimiz yaşantılarımızda, çevremizde çok defa karşılaşmışızdır bu durumlarla. Birkaç hafta önce sizinle paylaştığım bir yazımda insanları dilleri, dinleri, ırkları, varlık durumları gözetmeden eşit olarak görmek gerektiğini onları bu şekilde sınıflandırmanın yanlış ve acımasız bir davranış olduğundan bahsetmiştim. Demiştim ki çoğumuz  “ben böyle bir ayrım yapmam herkes eşittir” der ancak iş sosyal hayatlarda uygulamaya geldiğinde iş değişmektedir. Şimdi konuyu bu noktadan alalım ve örneklerle, durumlarla hatta toplumsal yaklaşımlarla değerlendirelim. Tıpkı matematikte ki sayıların çözümlenmesi gibi bizde konuyu çözümleyelim.

Toplumsal sınıflar, çeşitli biçimlerde tanımlanmışlardır. Üst sınıf; toplumdaki ekonomik kaynakların büyük bir kısmının sahibi olanlardır. Orta sınıf; nitelikli işçi ve serbest meslek sahipleri. Alt sınıf ise; ücretli sanayi işçileri, köylüleri kapsar. Aslında bir nevi insanların kültür seviyesi, ten rengi ve ekonomik durumları sosyal sınıflandırmayı doğurmuş ve beslemiştir. İnsanlıkta bu kategorize konusunu ister bilinçaltı diyebilirsiniz ister bilinç üstü, bir şekilde kendilerini “sen – ben kavgaları”, “ben senden üstünüm düşünceleri”, “benim gücüm var çünkü paraya sahip olan beni yaklaşımlarıyla” dolu bir dünyaya köle olmaya itmiştir. Bu keşmekeş kavga, en ilkel kabilelerden tutun kendini en gelişmiş ülke ya da medeniyet olarak gören, sözde gelişmiş birçok toplumda maalesef kök salıp büyümektedir. Bizim toplumuzda da doğuda ayrı batıda ayrı sürer gider bu karanlık dolu insanları sınıflandırma mevzusu.

Yeri gelmişken aklıma gelen bir örneği paylaşayım hemen. Çok zaman önce bir tanıdığım sosyal medyaya bir ünlü fotoğrafını koymuş, altına da sanki yıllanmış bir dostluğu ve paylaşımı varmışçasına bir sürü methiye dolu sözler sıralamıştı. Bir başkası da bu fotoğrafı ve yazılanları yorum yapmış, sanki o ünlü o kişinin de can dostuymuş gibi; “ben onu çok seviyorum ne olur benim için sarıl ona, öp onu” şeklide yazmıştı. Peki, şimdi soralım. Paylaşılan o fotoğraf ünlü birine ait değilse, paylaşan kişinin evinde ki yardımcısına ait olsaydı yine aynı sözler yazılır mıydı? Başka bir soru daha geliyor. Ünlü fotoğrafı paylaşan o kişi yardımcısınınkini paylaşır mıydı? Ünlülere duyulan sevgi hayranlık tamam kabul edilebilir bir şeydir. Ancak haddinden fazla bir ilgi alaka hiç de makul değildir, hele ki örnekte olduğu gibiyse durum. Çünkü resmi paylaşan sadece bakın ben kimlerle aynı ortamda demek için yapmıştır bunu, yorumlayanda paylaşanla aynı mantıktadır. O kişiyi tanıdığım için söylüyorum bunu. Sadece boş bir statü çılgınlığına kapılmış kişiler… Gariptir ki bu statü ve sınıflandırmaya meraklı insanlar içten içe bilirler; aslında ne denli öz güvensiz yitik insanlar olduklarını.

Dikkat edin.! Taksiye bindiğinizde o taksiyi kullanan kişi bir makine mühendisi ya da kendi fabrikası olup şimdi o takside çalışmak zorunda olabilir. Aynı şekilde markette istemiş olduğunuz siparişi getiren kişi atanamamış bir kimya öğretmeni olabilir. (Bunlar gerçekten yaşanmış olaylar) 

Bütünü parçadan ayıran, insanı yozlaştıran yeğane tabudur sınıflandırmalar. Unutulamamalıdır ki, her bir insan bu evrenin en özel yaratılmış parçasıdır ve her bir parça bütünü oluşturur. Rahat bırakın birbirinizi, çıkarıp atın, tüm etiketleri, sınıfları kaldırın, herkes sadece insan olduklarını hatırlayarak bakın. Kendinizi de karşınızdakileri de özgür bırakın… Yüreklerinizi temizleyin… Siz sınıflandıran mısınız yoksa sınıflandırılan mı? Buna gerçek cevabı verin.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

GERÇEK OLAN KÜRK Mİ YOKSA SİZ MİSİNİZ?

Eminim vatanımız toprakları üzerinde yaşayan herkes o büyük üstadın söylediklerinin bir şekilde duymuş, yüzlerinde kimi zaman muzip gülüşler, kimi zaman düşündürücü ifadeler bıraktıklarına şahit olmuştur. Evet, ondan Nasrettin Hoca’ dan bahsediyorum. Onun muhteşem hikayelerinden birini örnek alarak bu yazımı sizlerle paylaşıyorum. Bu hikaye eminim gibi sizlerde de hem gülümsemeye sebep olmuş, hem de düşünceler alemine kısa da olsa bir yolculuğa çıkmanızı sağlamıştır.

Akşehir’in beyleri Hoca’yı yemeğe davet etmişler. Hoca nereden bilsin; davete, günlük kıyafetiyle katılmış. Katılmış ama ne hoş geldin, ne sefa getirdin diyen var. Herkes, allı pullu kıyafetlilere el peçe duruyormuş. Hoca, bir koşu evine giderek, sandıktaki işlemeli kürkünü giyip yemeğe geri dönmüş. Az evvel hoş geldin bile demeyenler, önünde yerlere kadar eğilmişler. Hoca’yı, yere göğe sığdıramayıp başköşeye oturtmuşlar. Kuzunun en hasını önüne koymuşlar. Herkes Hoca’nın yemeğe başlamasını bekliyormuş. Hoca, bir taraftan kürkünün kolunu sofrada sallamaya, bir taraftan da “Ye kürküm ye, ye kürküm ye!” demeye başlamış.

– İlahi Hoca, demişler, kürkün yemek yediğini kim görmüş?

Hoca taşı gediğine koymakta gecikmemiş;

-Kürksüz adamdan sayılmadık… İtibari o gördü, yemeği de o yesin.

Kim şahit olmamıştır Hoca’nın olayıyla benzerlik gösteren durumlara? Hikaye her ne kadar gülümsetiyorsa da aslında inceden dokunuyor yüreklere. Maalesef para, şana şöhrete verilen amansız değerler birçok insanın ruhunu, hayatının heba olmasına sebebiyet vermiştir. Nice değerli insanlar sırf cebi boş diye hor görülmüş, dışlanmış, insan yerine dahi konulmamıştır. Sonunda da kişinin değeri anlaşılamadan yitip gitmiştir hayattan. Bu durum sadece bizim toplumumuzda görülen bir durum değildir elbette. Yüzyıllardan beri hatta insanlık tarihinin başından biri her daim gücün karşılığı para olmuş ve bunun içinde aslında insanlığa hiçbir faydası olmayan, bencil, ego tutkunu insanlar başköşelerde ağırlanmıştır.

Nedir insanlığı paranın gücüne hayran bırakıp da gerçek insanı unutturan şey? Para, çoğumuzun hayatında, satın alma gücü sağlamanın ötesinde bir anlama sahip.  Parayı değerli kılan satın alma gücü kadar temsil ettiği sembolik anlamlardır. İşte hatalarda bu sembolik anlamları hayatlarımızın merkezine oturtmakla başlıyor. Bunu o metaya (paraya meta demekte sakınca görmüyorum, çünkü dilimizde, gündelik yaşamda, sanatta, ekonomide birçok farklı ifadenin yerine kullanılmıştır, bende para yerine kullanıyorum, oldukça da uygun oldu.), sahip olanda yapıyor, o metaya sahip olanın etrafındakilerde yapıyor. Aslında kişiye değil metaya değer veriliyor. Ancak yazı ki insanlar bu gerçekliği görmüyorlar. Üzgünüm ama gözlerinizi açmanız gerekiyor her şey paradan ibaret; yani ona verilen değerden. Şayet sizinle gönülden bir bağ kurmamış kişi, herhangi biri sizi kapılarda karşılıyorsa ve size bir ikram, bir ağırlama, kocaman bir gülümseme sunuyorsa size düşünmenizde fayda var derim. Konu siz misiniz yoksa banka hesabınız mı? Bir tanıdık anlatmıştı kendine dair benzer bir şeyi, o da sanıyordu ki asıl olan kendisi. Oysa…

Kimileri doğup büyüdükleri evde görüyor maddi güçle her şeye erişilebileceğini (sanki gerçek buymuş gibi). Her istediği alınıyor, gezmek, almak, yemek, içmek çok kolay onun için. Para hep satın almış istenileni. Tabi çocukluk bu, her şey çok kolay olur. Ancak yetişkinlik günleri geliyor ve o kişinin çocuk dünyası bir yerlerde durduğundan ansızın çıkıveriyor ortaya. Zannediyor ki para var, her şey tamam, alırım, yaparım, güç benim. Ama gerçek bu değil ki?

Çünkü insanın parayla satın alabileceği şeylerin sayısı da sınırlıdır. Parası olan insan çok pahalı bir ev satın alabilir ama evin içindeki insani ilişkileri, o evi yuva yapacak sevgiyi, bir evi güzelleştirecek zevki satın alamaz. İnsan çok lüks bir tatil satın alabilir ama hiç unutamayacağı güzellikte anılar satın alamaz.

Aristo’nun dediği gibi inşaat malzemeleri güzel bir evin nasıl yapılacağını söylemeyeceği gibi, para da insanın nasıl daha iyi bir hayat yaşayacağını söyleyemez. Daha rahat için para elbette önemlidir ama “güzel bir bakış açısı ve sahip olduklarımızın kıymetini bilmek para kadar hatta paradan daha değerlidir.  

Çocuklarımıza en çok da bunları öğretmeliyiz, kürkler eskir, yitip gider, yetersiz kalır, sona ulaşır. Ama sevgi öylemi, merhamet, dostluk, paylaşmak öyle mi? Onlar bitmez, yitip gitmez. Her durum ve koşulda sahip olduğumuz en büyük değer insanlığımızdır, gerçek olan, asıl olan ve esas aydınlığı taşıyan şey biziz…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

BAĞIMLILIKLARI BIRAKIN GİTSİN

Sevgiyi Bağımlılıktan Uzak Tut adını verdiğim yazımı sonlandırırken, bağımlılık konusunda dair söyleyecek çok söz var ve yeni anlatımlarım için vakit yakındır demiştim. O vakit geldi, bağımlılığa yeniden dönüyoruz. Bağımlılığı farklı açılardan ele alacağız, bakalım bu sefer ne hikayeler çıkacak karşımıza. Sizleri benim baktığım pencereden konuya bakmaya davet ediyorum.

Çoğu zaman sorun olarak görmediğimiz, zihnimizde meşrulaştırdığımız her türlü bağımlılık bizi kendisine bir şekilde aşık ederek kendisini vazgeçilmez kılmaktadır. Bu durumlar da maalesef onları hayatlarımızda çok büyük yerlere koyup onlardan oluşturduğumuz sahte gölgeliklerde yaşayabiliyoruz.

Bilim genelde bağımlılıkları duygusal ve fiziksel bağımlılıklar olarak ikiye ayırır. Fakat bütün bağımlılıkların esasında bir duygu kontrolü-idaresi vardır.

Dolayısıyla her bağımlılık önce psikolojiktir. Bağımlılıkların fizyolojik altyapısı bir süre sonra oluşmaya başlar. Fizyoloji bağımlılıklarda kişi kendisini rahatlatmak ve ona ağır gelebilen duygu yükünden uzaklaşmak için çeşitli maddeleri kullanmayı tercih edebilmektedir. Duygusal bağımlılıklardaysa kişi kendini değerli hissetmek, çevresinden sevgi görebilmek ve onay alabilmek için bitmez bir arayış içindedir. Bu durumda da kişi çevresindekilerin kendisiyle ilgili duygusal ilişkisini yönetmeye ve onları sürekli kontrol etmeye odaklayabilir. Bağımlılıklar insan hayatında küçük küçük, yavaş yavaş girmeye başlar. Önce kaçıştır, sonra sığınmadır, sonrasında parçan olmaya başlar. Öyle ki kişinin tüm hayatı, bağımlılıklarına odaklanır. Fiziksel ya da duygusal hiç fark etmez, ikisi birbirinin şekil değiştirmiş halleridir ve ikisi de bir şekilde kişiye zarar verir.

Başka bir ifadeyle konuyu irdelersek şu sonuca varmak kaçınılmaz oluyor; bağımlılıklar birçok davranış bozukluğunda ki gibi bir duygusal açığın-açlığın yerinin doldurulma çabasıdır. Bu duygu çeşitli kritik zihin oyunlarıyla değişimlere uğrayarak kişinin hayatına sinsice yerleşir ve içten içe onu kemirmeye, yok etmeye, bir başkasına dönüşmeye iter. Gerek fizyolojik gerekse duygusal bağımlılıkların kişinin çocukluk dönemleriyle ilintili olduğu söylemek yanlış olmayacaktır. Çünkü zihnin kritik oyunları çocukta henüz oluşmadığından aşamalı şekillenmenin en mümkün olduğu dönemdir. Örneğin oldukça başarılı bir kişi eleştirilme kaygısı üzerinden beğenilme ve onaylanma ihtiyacı geliştirmiş olabilir. Kişi, sevgiyi hak etmek için başarılı olmak zorunda hissedebilir kendisini. Belki de bu hissiyatı daha çocuk yaşlardayken o kalabalık ailesinde fark edilmek için, bende varım  diyebilmek için verdiği mücadele sonucunda oluştu. Yıllar boyunca da çeşitli etkilerle değişimlere uğradı ve beğenilmeye, onaylanmaya, başarılı olmaya karşı bağımlılık duygusunu oluşturdu. Sadece bu örneğimiz adına söylemiyorum, çoğunlukla bağımlılıklara baktığımızda buna köle olan kişi durumun şuurunda dahi değildir. Çünkü sorunun temelinde şu yatıyor: farkında olmadan, birilerine, bir şeylere veya bazı duygulara ve düşüncelere bağımlı olunabiliyor. Kişi negatiflerini, eksikliklerini korkularını, endişelerini veya kuşkularını geçiştirmek için bağımlılıklarını kullanıyor. Gerçek olanı yüzleşmek istemiyor. İstememenin ötesinde onları göremiyor bile. Maalesef gözlerinde ki bu perde ile yaşamaya devam etmek isteyen birçok insan tanıyorum.

Derler ya her zaman bilinçaltında neler yatıyor, her şey orada gizli. Evet, orada neler olduğunu, neyin nereye hangi olay sonunda hangi sebepten ötürü gizlendiğini kolay kolay bilemezsiniz. Ama bir pusulamız olmalı bilincimiz gün yüzüne çıkartacak, bizi zaaflarımızdan, negatiflerimizden, korkularımızdan arındıracak. Hadi bırakalım bir tarafa arınmayı, en azında farkında olmamızı sağlayacak. Çünkü fark etmeye uyanışın başlangıcıdır. Kendini izlemek farkında olmaktır. Duygularımız elimizde oturalım ve kendimizi izleyelim, anlamaya çalışalım. Bağımlılıklarımızı fark edip onlardan arındıkça özgürleşeceğiz.

Okuduğum ve hakikatten bağımlılığı en ince yerinden yakalamış bir hikayeyi de sizlerle paylaşarak Bağımlılıkları Bırakın Gitsin diyorum.

Bir gün adamın biri zamanının Sufi üstatlarından birini ziyarete gelmiş ve ona şu soruyu sormuş:

“Bağımlılıklarımdan nasıl kurtulabilirim?”

Üstat ona cevap vermek yerine ayağa kalmış ve yakınında bulunan bir sütuna kollarını dolayarak bağırmaya başlamış:

“Beni bu sütundan kurtarın!!! …

Adam şaşkınlıkla bakarak, Üstadın deli olduğunu düşünmüş ve ona şöyle demiş:

Neden böyle yapıyorsun? Ben senin akıllı birisi olduğunu düşünerek ruhsal bir soru sormaya geldim. Ama görüyorum ki sen delinin tekisin, Sütunu Sen Tutuyorsun, Sütun Seni Tutmuyor! Bırak Gitsin !”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

İÇTE OLAN DIŞTA, DIŞTA OLAN İÇTEDİR

Eylül ayında paylaşımda bulunduğum Her Şey İçimizde Saklı adını verdiğim yazıma devam niteliğinde ki, bu yeni yazımda yeniden bolluk ve bereket konusuna farklı notalardan yaklaşacağım. Bu yeni notaların ahengiyle düşüncelerimi kelimelendireceğim.

Bolluk ve bereket hem maddiyat hem de manevi zenginlik demektir. Ben konunun manevi tarafına değinip onu yine yaşanmışlıklarla örneklendirip, anlatacağım.

Başlangıcımız anlamak, değer vermek, kıymet bilmek noktasında gerçekleşir. Öyle ki; sahip olduğumuz her bir duygunun manasını, onu nasıl yaşadığımızı ve hayatımızda ki yerini kavramalıyız. Bu bilinç bize iyice yerleşmeli, ancak bu şekilde yönümüzü tayin edebilir ve yolumuzu seçebiliriz. Seçilen yollar hayatımızda ki kayıpların ve kazanımların belirlenmesinde çok büyük etkiye sahiptir. Çünkü hep bahsettiğim gibi kayıplarımızdan dersler çıkartarak ve kazanımlarımızı arttırarak rahatlığa, huzura ve mutlak mutluluğa erişebiliriz.  

Bolluk ve bereket bir enerjidir. Biz bolluk ve bereketi çekecek enerjiyi üretirsek bolluk ve bereket bize gelmeye başlar. Peki; “bu enerjinin kaynağı nedir?” dersek… Elbette cevabımız “kayıtsız şartsız kişinin kendisidir” olacaktır. Neye nasıl bakarsak, neyi nasıl yaşar ve yaşatırsak o gerçeklik gün gelir bir yerlerde, bir şekilde bizi bulur ve karşımıza dikili verilir. Karşımıza çıkan şeyin karanlık mı aydınlık mı olacağını yine biz belirleriz. Yani yaptıklarımız, yaşadıklarımız, yaşattıklarımız belirler, kısacı “biz” belirleriz.

Kıssadan hisse diyelim ve bir yıllar öncesinden tanıdığım bir kişi ile yaşadığım bir olayı paylaşayım sizinle. Onunla aramızda geçen diyalog şu şekilde olmuştu:

O: Pazardan alışveriş yapıyorum, sebze veya meyve alıyorum, bir bakıyorum 2 gün geçmeden hepsi bozulmuş ve çöpe atıyorum bunca para verip de aldığım her şeyi.  Bu bir değil iki değil hep böyle oluyor. Bu pazarcılarda bütün suç, hep kötü, çürük çarık ne varsa onları veriyorlar bana.

Ben: Sende oradan alma her hafta başka bir pazarcıdan al.

O:  Zaten hep aynı pazarcıdan almıyorum. Bunların hepsi böyle, hepsi bana kötülerini veriyor. İşte her aldığım meyve sebze iki günde çürüyor, hep aynı şey.

Ben: Birçok insan pazardan alışveriş yapıyor herkesin aldığı iki günde bozulsa kimse pazarlara bu kadar rağbet göstermez. Bana kalırsa başka bir sebep olmalı.

O: Ne sebebi olacakmış, insanlar kötü, bana da kötülük yapıyorlar bu kadar basit.

Bu son cümlenin ardından sustum.  Onu tanıyordum ve bu vakitten sonra ona söylenecek her hangi bir sözün hiçbir faydasının olmayacağını biliyordum. Çünkü o henüz kendi içsel karanlığının farkına varmamış ve bu karanlığı ona anlatsanız da asla kabul etmeyecek ve her daim kayıtsız şartsız karşısındakini suçlayacak birisiydi.

Oysa ona şunları söylemeyi isterdim. (Ben):Yaptığın alışverişin sana faydalı olmamasının sebebi, bolluk ve bereketin sana yaklaşmaması ya da yaklaşamaması. Çünkü senin negatif enerjin, kaybetme korkuların(en çok da para kaybetme, parasız kalma korkun) oldukça kazancının bolluğunu ve bereketini yaşayamazsın. Başkalarının aldığı bir kilo domates onların sofrasında sanki kilolarca alınmışçasına bereketli olurken senin aldığın beş kilo domates sana iki gün bile fayda sağlamıyor, çürüyüp gidiyor. Kazancının sana sağlaması gereken bolluk ve bereketi yaşayamıyorsun. Ancak burada ki durum maddi olan değil, maneviyatta eksik kaldığın için bolluk ve bereket eksikliği hayatının her noktasında bir şekilde kendini gösteriyor.

Zaman zaman hepimiz konuşuruz kişilerden örnekler veririz. Filancanın aylık geliri çok yükseksen yine ayın sonunu getiremiyor, sürekli olur olmaz bir yerlere para harcıyor, başından sıkıntı gitmiyor. Filanca da kazandığı azıcık parayla neler yapıyor, evini bile aldı… Nasıl oluyor bunlar, bir yerlerde bir karışıklık var sanki? Aslında her şey gün gibi ortada “Paylaşarak çoğalma, sevgiyle büyüme”.

Ruhunuzu arındırın, yaptığınız her şeyi sevgiyle yapın, işinize sevgiyle gidin, arkadaşlarınıza, ailenize, tüm insanlığa, evrene sevgiyle bakın, onlara içinizden geldiği için hediyeler alın (boyutu hiç mühim değil), çıkar duygusu gütmeyin, sınırsız gülümseyin… Yüreğiniz ne denli temizse ömrünüze bolluk da bereket de o denli temiz gelecektir. 

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

KOŞUL YOK! SADECE SEVGİ

 
“Kalbinle yaptığın her şey sana geri dönecektir.” Mevlana. Bu sözü her okuduğumda yüreğimde farklı kıpırtılar oluşur, yeniden, yeniden ve yeniden… Her yaptığımız, her hissettiğimiz, her düşündüğümüz, kayıtsız şartsız bizim bir parçamızdır ve bu parçalar bizden hiç bir zaman uzak olmayacaktır. Gerçeğimiz şu ki; yolumuz nereye giderse gitsin kalbimizin emeği her daim bizimle birlikte olacaktır. 
 
Yüreğime dokunan ve ömrümün son demine kadar bende yaşayacak koşulsuz sevgi hikâyemi paylaşacağım sizlerle. Onu varlığını bilmezden önce böylesine sıcak bir dostluğun aslında çok yakınımda olduğunu düşünmemiştim bile. Çiçekleri her zaman çok sevmişimdir. Her bir çiçek bir birinden farklı hissiyatları, anlamları içinde taşır. Onlarında tıpkı insanlar gibi kendilerine özgü dilleri vardır. Kimi çiçek efsanelere konu olmuştur ve ne acıları, sevinçleri, aşkları, dostlukları, kardeşlikleri taşımıştır günden güne, asırdan asıra, nesilden nesile… 
İşte bu birbirinden güzel manalara sahip çiçekleri tezgâhında misafir eden dostumun koşulsuz sevgisini anlatacağım size. Daha önce ki bir paylaşımımda (Ruhun Aydınlanma Çizgisi) kendilerinden bahsetmiştim size. Şükretmeyi kendine kılavuz edinerek nasıl bir değişim ve dönüşüm yaşadığına sizleri de ortak etmiştim. Şimdide bu dostumun tertemiz, koşulsuz sevgi dolu yüreğini anlatacağım. 
 
Altı güzel yılı birlikte geçirdik ve inanıyorum ki daha birçok paylaşımda bulunacağımız yıllarımız olacak. Birkaç gün evvel yanına uğradım çiçekçiler kraliçesi dostumun. Yine her zaman ki küçük bir selamlaşma muhabbetinin ardından derin mevzuların içinde buluverdik kendimizi. Menfaatlerin içinde kaybolan sevgilerden bahsettik. Kırgınlıklarımızı, zaman zaman hissettiğimiz çıkmazlarımızı konuştuk. Öyle sözler söyledi ki bana yüreğimin derinliklerinde yankılandı her biri. “İster bana gel, ister gelme, ister benden çiçek al, ister alma, Allah’ın sana sunduğu şifayı ister benimle paylaş, ister paylaşma… Her ne olursa olsun, ben ve ailem ömürlerimiz yettikçe sana her gün sağlıklı olman ve hep iyiliklerle karşılaşman için dua edeceğiz. Seni yüreklerimizde sevgi ve muhabbetle her an taşıyacağız. Sana olan sevgimizde hiçbir zorlama yok, hiçbir koşul yok. Biz sadece seni yürekten seviyoruz.” Bu sözleri duymak beni hem çok mutlu etti hem de biraz sarstı. Bir taraftan böylesine koşulsuz, çıkarsız sevilebilmenin tatlı ferahlığını hissettik bir taraftan böyle bir sevgiyi ömrüm boyunca layığıyla taşımam ve sahiplenmem gerektiğinin verdiği sorumluluğunu hissettim. Beni dinlerken hiçbir zaman yargılamayan ailemin sevgisinden sonra gerçek sevgiyi hiçbir menfaat görmeksizin bulduğum, benden duasını asla esirgemeyen böylesine güzel bir insanın dostluğuna sahip olduğum için çok mutluyum. Dostlukların ne zaman, nerede ve ne şekilde kapımızı çalacağını hiçbir zaman bilemeyiz… Bende bilemezdim. 
Koşulsuz sevgiye sahip olabilmek en büyük zenginliktir aslında. Hele ki sana yürekten bağlı dostların varsa senden zengini yoktur bu dünyada. Çünkü o dost sevgisi senin en temiz kapındır ve o kapı senin için hep açıktır. Güvendiğin, dinlendiğin, huzur bulduğun, muhabbeti, sadakati, vefayı sonuna kadar sınırsızca yaşayabildiğin yer o koşulsuz sevgisini sana açan yürektir. 
 
Çok değil ömrünüz boyunca bir kere dahi olsa sizi koşulsuz seven insanlarla karşılamanızı dilerim. Bu çok kıymetli bir hazinedir. O hazineye sahip olanın dünyası öylesine değişir ki, aydınlık onun için artık hayatının her anına nakşedilmiştir. Unutmayalım önce biz kayıtsız şartsız, hiçbir menfaata dayanmadan sevmeyi öğrenelim. Açalım yüreklerimizin pencerelerini, her yanımız ışıkla dolsun, aydınlansın, nefes alsın yürekler… Ne yaşatırsak, onu yaşatır ne hissettirirsek onu hissederiz… Hiçbir koşul yok! Sadece sınırsız, koşuluz sevgi var… Yüreklerinizin koşulsuz sevgiye yelken açmasına izin verin…
 
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

BENCİLLİK MUTLAKA YOK OLACAK

En Büyük Düşman adını verdiğim ve Bencillik konusunu değindiğim bu yazımın devamının geleceğini söylemiştim. Bugün “Bencilliğe” yeni örneklerle ve psikolojinin gözünden bakacağız.

Bencilliği daha önce tanımlamıştık. Şimdi o tanımlamayı biraz daha açacağız. Bencillik, başkasını (ya da karşısındakini) dikkate almadan ya da önemsemeden yalnız kendi istek ve gereksinimlerini dikkate alarak hareket etme olarak tanımlanabilir. Bencil insanlar sürekli olarak yalnız kendi çıkarlarını düşünür, kendi çıkarlarını herkesinkinden üstün ve önemli tutar, o çerçevede davranırlar. Başka bir deyişle menfaatçi ve çıkarcıdırlar

Bencillikle ilgili doğru ve aydınlatıcı akademik bilgileri sizlerle paylaşmak için birçok yazı okudum. Çok sayıda bilim adamı ve felsefecinin kimi zaman birbiriyle çelişen kimi zaman birbirlerinin düşüncelerini çürüten ve kim zamansa onları ortak noktada buluşturan ifadeleriyle karşılaştım. Kimileri bencilliği psikolojik bir durum olarak açıklarken, kimileri genlerimizde olduğunu açıklamıştır, kimileri ruhumuzda olduğunu söylerken kimiyse yaşam içinde öğrenilen doğal bir tavır olduğunu ifade etmiştir. Tüm bu farklı yaklaşımlar her ne olursa olsun nihayetinde ortak bir noktada buluşuyor.

Bencillik, ben sevgisidir, kişinin sadece kendisinin öne çıkarılmasıdır, yani genel anlamıyla bireyin kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmesidir. Net tanımıyla bencillik ki günümüzde ki kullanımıyla egoizm, bireyin kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmesi ile ilgilidir.

Bencillikte kibir vardır ve bu, bitmek tükenmek bilmeyen öz beğenidir. Yazıktır ki, bencil insanlar bu yüzden mutlu olamıyor. Çünkü insanın psikolojik doğası yalnız yaşamaya göre odaklanmamıştır. İnsan ancak sosyal yapının bir parçası olursa mutlu olabilir. Bu özellikleri nedeniyle insan muhakkak yalnızlığım giderme arayışındadır. Ve kendisine bağlanacak nesneler arar. İnsanın mutlu olabilmesi için kişinin kendisini tanıması gerekiyor. Öz beğeni de şu vardır; kişi kendi kusurlarını görmez. Sadece iyi taraflarını görür ve kendisini çok önemser. Bencil bir insan için, başkalarının yaptığı katkılar ve başkalarının ihtiyaçları, kendilerininkinden daha az önemli ya da daha az değerlidir. Bencil insanlar kendilerini direk ya da dolaylı olarak etkileyen her şeyi kontrol etme ihtiyacı hissederler. Bu kontrol etme kaygısı onları başkalarına karşı aşırı eleştirel hale getirir ve sorumluluk paylaşmaları gereken ya da kontrolü biraz kaybetmelerine neden olan her şey onları zihinsel olarak durdurur. Bu durum onu insanlarla gerçek ve doğru iletişim kurmasını imkansız hale getirir. Dünyada öyle çok insan var ki bu duyguların pençesinde. O duygu ki tabi ki, şüphesiz Bencillik.

Birçok örnekte bencilliğin sonradan öğrenilen, edinilen bir davranış olduğunu da rastlıyoruz.  Küçücük bir çocuktan, yaşını almış bir yetişkine kadar birçok yaş gurubunda karşılıyoruz bencillikle. O zaman kaynak gözlerimizi açtığımız evimiz, ailemiz olabilir mi diye sorabilir miyiz? Ben bu soruya “evet, mutlaka büyük oranda etkilidir” cevabını vermekten kendimi alamıyorum.

Varlığımızın ilk oluştuğu yer evimizdir, ailemizdir. Orada bize neyi yaşatırlarsa onu yaşatırız, neyi duyururlarsa onu duyururuz, neyi hissettirirlerse onu hissettirir. Ağacın yetiştiği toprak ne denli temiz ve arınmışsa, büyürken ve olgunlaşırken de heybeti ve dünyaya vereceği nefes de o denli saf olur. Güzel insanlar yetiştirelim, evlatlarımızı sevelim, sayalım, onlara değer verelim, mutluluğu yaşatalım ki onlarda sevmeyi, saymayı, değer vermeyi, mutlu etmeyi öğrensinler ve gelecek her bir nesle bu silsile ulaşsın. Yüreklerde sevgi varsa, bencillik hastalığı asla yoktur.

Bir danışanım; “bencil insanlardan kaçmalıyım yoksa onları bu hastalıktan kurtarmak için uğraşmalı mıyım” diye sormuştu. Aslında zor bir soruydu bu. Çünkü bunun cevabı ne bende ne de bir başkasındaydı. Bu soruya cevap verebilecek tek kişi aslında benciliğin tutsaklığını yaşan kişidir. Siz ne kadar o kişinin yanında olmaya çalışırsanız çalışın o kişi bencil olduğunun bilincine varmadıkça, bunu kabullenmedikçe hiçbir desteğe yeşil ışık yakmayacaktır.  Maalesef insan bencil olduğu sürece ateş sadece düştüğü yeri yakmaya devam edecek şüphesiz. Ta ki bu o ateş bizi yakana kadar.

Umut ediyor ve inanıyorum ki, saf sevgi var oldukça ve yayıldıkça bencilliğin yok olmaktan başka çaresi kalmayacaktır.

Her şey gönlünce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

YARGILAMAK NİYE

 

 

       “Benim hayatımı yargılamadan önce benim ayakkabılarımı giy ve benim geçtiğim yollardan, sokaklardan, dağ ve ovalardan geç. Hüznü, acıyı ve neşeyi tat. Benim geçtiğim senelerden geç, benim takıldığım taşlara takıl. Yeniden ayağa kalk ve aynı yolu tekrar git, benim gittiğim gibi. Tüm bunları sende, benmişçesine yaşarsan o zaman bana dair söyleyeceklerin olabilir, belki ancak o zaman beni yargılayabilirsin.”
    Din, ırk ve dil ayrımı gözetmeksizin herkese eşit davranmalı sözü herkesin diline pelesenk olsa da gerçekte bu sözün ne kadar arkasındayız? Bu sözü ne kadar yaşamlarımıza işleyebiliyoruz?
 
   Başkalarını anlamanın en iyi yolunun, kendinizi onun yerine koymak olduğunu her zaman söyleriz. Ancak iş yargılamaya gelince, hiçbirimiz böyle yapmayız. Bu düşüncemizi tamamen unutur, her şeyin en iyisi, en doğrusu bizim tekelimizdeycesine bir tavır takınır, yargıç olmaya soyunuveririz. Giyilen kıyafetleri, alınan ya da alınamayan eğitimleri, oturulan muhitleri, meslekleri, saçını, boyunu, gözünü, kaşını, aklını, zekasını her şeyi ama her şeyi yargılayabiliyoruz. Düşünmüyoruz o insan o hayatın içinde doğdu, imkanları ne ise öyle yaşadı ve öyle de yaşamaya devam ediyor. Oysa insanların ruhlarının tanımaya çalışmak onlara sadece insan oldukları için değer vermek en doğru en güzel olandır. Gerçek insan olmaya yakışan böyle bakmayı bilmektir. Her bir insan eşsiz ve farklıdır. İnsan böylesine özel yaratılmışken biz hangi hakkı kendimizde görüp de aşağılıyor ya da yargılıyoruz onları. (Tek mükemmel Allah’tır ve sadece ona mahsustur yargılamak)
 
  Başkasının gözündeki çapağa dikkat eden kendi gözündeki çöpü, merteği göremez. Başkalarını bırakın, siz kendi eksikliklerinize odaklanın. Kendi eksikliklerini görüp, düzelten insanlar kaliteli yaşamın basamaklarını hızla tırmanırlar. Bırak bir başkası senin partine oy vermesin, senin dinine, mezhebine inanmasın, senin takımı tutmasın. Senin gibi düşünmesin. Bırak başkaları farklı olsun. Bir çiçek bahçesinde binlerce çiçeğin olmasına izin ver. Sadece o bahçede gülün olması bir güzellik değildir. Herkesin farklı düşünme, giyinme, yaşama hakkı var. Lütfen saygı duyalım ki, saygı duyulan olalım. Eğer ki faydalı olmak istiyorsak insanlara yermeyelim, yapıcı eleştirelim. Ancak o zaman faydamız dokunur insanlığa. 
 
  Hayatı, insanları en çok da kendimizi okumayı bilmediğimiz sürece ve insanları, olayları, durumları dikkatli değerlendiremediğimiz sürece anlamsız yargılamaları yapmaya köle oluruz tıpkı tarih sayfalarında anılan Cengiz Han’ın komutanı gibi…  “Cengiz Han’ ın bir komutanı varmış. Bu komutan bir gün askerlerine  “Askerlerim, içinizden beş kişinin çok tehlikeli bir göreve gitmesi gerekiyor. Bunun için bu riski göze alan beş kişinin bir adım öne çıkmasını istiyorum” demiş. Komutan konuşurken bir atlı onlara doğru geliyormuş. Komutanın dikkati o atlıya kaymış. Atlı komutana bir haber getirmiş. Komutan o haberi okumuş. Sonra kafasını kaldırıp askeri birliğe bakmış. Kimsenin öne çıkmadığını görünce küplere binmiş. Gözlerinden alevler çıkarcasına bağırmaya başlamış. “Sizi korkarlar, sizi işe yaramazlar! İçinizde öne çıkma cesareti gösterecek kimse yok mu? Bir yığın laf söylemiş askerlerine. Onları cezalandırmakla tehdit etmiş. Nice sonra bölüğün durduğu yere dikkat edince gerçeği anlamış ve biraz evvel söylediği sözlerden pişmanlık duymuş. Meğer komutan o atlı ile meşgul iken bütün bölük bir adım öne çıkmış.”
 
 Eğer birilerini yargılıyorsanız sorun onlarda değil sizdedir. Sizin kendini düzeltmeniz gerekiyor.
 
 Bilen için en zor şey, bilmeyen için en kolay şey yargılamaktır. Gerçek olan şu ki, başkalarını yargılayan biri, aslında yargıladığı kişiden daha çok kendisi hakkında bir şeyler söyler. “Kendini beğenmiş  çığlık, kendi dolabında gizli iskeletlerin seslerini saklamak için başkalarını yargılar”. (John Mark Green) Kayıtsız şartsız bilinmelidir ki; Herkesin her yargılama, bir gün kendi sınavı olacak.
 
 Üzülerek görüyorum ki; çoğalan bir merhametsizlik var ve bir ayaz sürüp gidiyor vicdanlarda. O vicdanlar ki insanları buruşturup kenara atılacak bir kağıttan da işlevsiz, değersiz görüyor. Ki o kağıt bile ne kıymetlidir. Bu kişiler için; diğerleri oluveriyor kendince, kendine eş değer bulmadığı o insanlar. Osmanlıca da “ayn-ür rıza” diye bir kavram vardır. “Kusuru görmeden bakan muhabbet gözü” demektir. Bunu hiç denediniz mi?
 
Her şey gönlünce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
 

RUHUN AYDINLANMA ÇİZGİSİ

Bizim değineceğimiz konu kişinin aydınlanması olsa da aydınlanma ifadesini birçok farklı konuda duymuşsunuzdur. Öyle ki aydınlanma; her mevzuda bir şekilde birbiriyle benzerlik sağlar.

Dünyanın kendi ekseni etrafındaki dönüşü ve güneş etrafındaki yörüngesindeki seyahati esnasında bir yarısı güneş ışıklarıyla aydınlanırken, diğer yarısı karanlıkta kalır.  Dünyanın karanlık yarısı ile aydınlık yarısını birbirinden ayıran çember şeklindeki hat aydınlanma çemberidir. Aydınlanma çemberi gece ile  gündüz arasındaki sınırı oluşturur. Dünya dönüşü esnasında bir tarafı aydınlıkta kalıp diğer tarafı karanlıkta kalsa da döngü devam ettikçe aydınlık karanlığa, karanlıkta aydınlığa yerini bırakmaya devam etmektedir.  İnsan ruhunda da tıpkı dünya da olduğu gibi karanlık ve aydınlık tarafların olduğu aşikardır. Mevzu insan ruhunda ki bu iki taraf arasında ki aydınlanma çemberini büyütmek, karanlık tarafı da aydınlığa kavuşturmaktır. Unutulmamalıdır ki, insan ruhu yaşadığı devinimlerden dolayı kimi zaman umutlarının yerine umutsuzluk, mutluluğunun yerine mutsuzluk, anlayışın yerine öfke yerleştirebilir. Ancak bu geçişleri kalıcı kılmamak, olumsuzlukları olumlu şeylerin yerine sürekli olarak koymamaktır. Bu da kişinin yenilemesinden ve mutlak aydınlanmayı yaşamasından geçer. 

Konunun ruhani arınmayla özdeş olduğunun anlaşılması için yine yaşanmışlara değinmenin vakti geldi.

Dostluğuna değer verdiğim çiçekçi tezgâhı olan bir arkadaşım çoğu zaman şikâyet ederdi kazancının az olduğundan istediklerini yapamadığından. Bu şikayetleri bir şekilde dinmek yerine sürekli artış eğilimindeydi. Onu bu sıkıntılı duygularından arındırmam, ruhuna belki de daha önce hiç bilmediği hissiyatları, güzellikleri tanıtmam gerekiyor diye düşünmeye başlamıştım. Bir sohbet esnasında ona şükrediyor musun diye sordum. Aldığım cevap beklediğim şekilde oldu “Hayır”. Bu cevabın ardından ona usul usul, onu sıkmadan şükretmenin insan ruhuna nasıl iyi geldiğini, nasıl huzurlu hissettirdiğini ve şükrettikçe bolluğun bereketin nasıl artacağını anlattım. Dinledi beni, hak verdi ve şükretmeyi kendine kılavuz seçmeyi kabul etti. Günler geçti, benim çiçekçi dostum, daha bereketli kazanç elde etti, tezgahını büyüttü, çiçek satmadan gününü sonlandırdığında bile şükürler olsun bu günüme, bugün olmazsa yarın olur demeyi öğrendi. Artık o da şükretmeyi evlatlarına, torunlarına, dostlarına öğretir oldu. İşte onun aydınlanması böyle başladı. Birçoklarımızın düşündüğü gibi aydınlanma eğitimli, varlıklı insanların dünyasında olmuyor, benim dostum gibi okuma yazma dahi bilmeyen hiç okul yüzü görmemiş insanlarda en güzel aydınlanmayı yaşayabiliyor. Yeter ki insanlarda o farkındalık oluşabilsin, değişimi ve dönüşümü yaşamayı istesin.  Böyle güzel gönüllü insanlar eninde sonunda iyi olana ulaşır.

Bu hikayesi güzel biten bir dostumdu, bir de maalesef halen yüreklerine aydınlanmayı yaşatamayan tanıdıklarım var. Onlara da değinelim biraz. Bu kişi ya da kişiler her şeyin okulda alınan öğrenimden ve varlıktan ibaret olduğunu sanırlar ve öz benliklerinden habersiz yaşamaya devam etmektedirler. Sosyal statüye takılıp kalmışlar, kendilerinde ki azlıkları, şuursuzlukları görmezler. Ne var ki bunları esas kabul ettiklerinden sebep, o kişiden yana hayal kırıklığına uğradıklarında da sadece söyledikleri “ne yapayım karakterinde sorun varmış” nahoş ve yetersiz bir ifadeden öteye gidemiyor. Sıradan bir sohbette herhangi birinden bahsedildiğinde dahi bahsi geçen kişiye dair sordukları şeyler diploması ve varlık durumudur.

Kişinin diploması ya da parası o kişinin ruhunu aydınlık yapmaz, kişiyi mükemmel nitelikli biri haline dönüştürmez. Kişiyi iyi yapan, doğru yapan temiz ruhudur, işte asıl anlaşılması gereken şey bu denli basit ve apaçık tüm saflığıyla ortada duruyor. Çoğu zaman bu insanlara en doğru dille yaklaşmaya çalışıyorum, onlara asıl olanı anlatmaya çalışıyorum. Ancak onlar değişimi ve dönüşümü istemedikçe benim ya da benim gibilerin yapacağı pek bir şey olmadığını üzülerek görüyorum. Böyle durumlarda onlar için dua etmekten başka yol yok.

Onlar da ruhlarında ki paslı katmanların farkına varmalılar, bu, aydınlığa ulaşmaları için ilk farkındalık hareketi olacaktır.  Ardından adım adım ilerleyiş devam edecek, paslı katmanlar bir bir temizlenecek tam uyanış gerçekleşecektir. Uyanışın verdiği rahatlıkla yeniden yapılanma başlayacak ve tam aydınlanmaya erişilecektir.

Ruhlarımızın geceleri gündüz olsun, gündüzleri de daim olsun… 

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN