KENDİYLE DOST OLMAK

 

“Hiçbir şey insanın kendine düşman olmasından daha çok acı veremez.” C. G. Jung (Anılar Düşler Düşünceler Kitabında)

Bu yazımda Wilhem Schmid’i kitabı olan kendiyle dost olmaktan bahsedecem.

Etrafımızda hep arayış içinde oluruz, hepimiz hakiki ve iyi dostlar/arkadaşlar isteriz fakat biz kendimize dost muyuz? Hayatımızdaki en önemli ilişki kendimizle sahip olduğumuz ilişkidir. Kendimizle ve hayatla baş başa kaldığımız zaman, ne kadar dostluk ediyoruz kendimizle? Kendi benliğimiz ile anlaşıyor muyuz? Hatalarımızla,  pişmanlıklarımızla yüzleşebildik mi? Mutluğumuzu, huzurumuzu ne derece yaşayabiliriz? Kendi sınırlarımızı, anlam arayışımızı, yapabileceklerimizi ve yapamayacaklarımızı keşfetmemiz nasıl bir süreçtir, ne kadar mümkündür?

Gerçekten insan insanın molasıdır. Bu mola bazen uzun bazen kısa olur.Kimi bize iyi gelir, kimi bize kötü gelir. Yolumuza devam ederiz. Mola iyi gelmedi diye yolumuzdan vazgeçmeyiz, insan “yol boyunca” gider, durur, devam eder. Her şey gelir geçer, geriye insan kalır.
Hayatımızda öyle dönemler olur ki bazen işaret edilenden değil, işaret edenden başlarız.

Wilhem Schmid, kitabında insanı kendine doğru düşünmeye yönlendiriyor. Hani o hiç sevmediğimiz “Ben ne yapıyorum? Ne durumdayım?” sorularıyla başlayan bir yönlenme…
Kitap “kendini sevmek mi kendine dost olmak mı?” sorusuyla başlıyor. Kendi kendiyle dost olmak çoğu zaman yanlış anlaşılıyor. Kendini sevmeye, beğenmeye, yani bir aşırılığa doğru tanımlanıyor. Oysa kendiyle dost olmak ve kendini sevmek, bilhassa aşırı sevmek birbirinden çok farklı şeyler. Schmid kitabında şöyle diyor: “Kendini aşırı seven; kendi kendine hazla sarılmış, bir sahilde korkuluğa yaslanıp düşlere dalmış vaziyette suya bakıyor, bu arada kucaklarken adeta eziyordur kendi kendisini, bundan bir hoşnutluk hissettiği de yoktur. Oysa kendiyle dostlukta benlik, tıpkı başkalarıyla dostlukta olduğu gibi, idealleştirmeden kaçınır, kendi kendisinin gerçekçi bir değerlendirmesini yapabilecek durumdadır. Yakınlık, her zaman mesafeye de izin verir. Kendi kendisiyle dost olan kişi, olsa olsa şen sarhoşluk anlarında veya hayatındaki ciddi bir kriz esnasında kendi kendisiyle kol kola girip, pragmatist bir destek alır buradan. Öncelikle velveleli zamanlarda güvenilir bir dost olarak kendi kendiyle kalmak üzere geri çekilme imkânının tadını çıkartır. Neşesiz zamanlarda, kendi kendisiyle olmanın tanıdık bildik halinden çok sevinç devşirir.” 

Böylece insan geriye veya şimdiki anına bakıp kendimizi seviyor muyuz yoksa kendimizle dost muyuz  sorularına cevap bulabiliriz. Ama burada bir kritik mevzu daha var. O da kendimizi algılamak, kendimizi tanımlamak. Bir kolaylık sunuyor Schmid, kendimizi tanımlamak üzerine yedi formül çıkarıyor.


1. Hayatımızdaki en önemli ilişkileri tanımlamak: Hangi aşk, arkadaşlık ve akrabalık ilişkileri benliğimizin bir parçası olacak kadar önemli?

2. Şimdiye kadar olan hayatımızın en önemli tecrübelerini tanımlamak: Benliğimizin sabit bileşenleri, onlar olmasaydı olduğum kişi olamayacağım unsurlar nelerdir?

3. Şahsî hayatımızdaki 3N’yi (nereye, niçin, niye) tanımlamak: Hayatımız boyunca peşinden gideceğimiz anlam nedir, hedefimiz olsun ya da olmasın yürüyeceğimiz bir yol var mı?

4. Davranışlarımızı şekillendiren değerleri tanımlamak: Bir tercihte bulunurken neye öncelik veriyoruz? Risk, emniyet, güven, cesaret, huzur ya da akıl ve kalp hayatımızda nerede duruyor?

5. Alışkanlıklarımızı tanımlamak: Hangi alışkanlıklarımız bizim için önemli? Hangilerine bakım yapıp yeniden özümüzle bütünleşiyoruz?

6. Tecrübelerimizi oluşturan korkularımızı, yaralarımızı ve travmalarımızı tanımlamak: Olumsuzlukları unutmanın yollarını mı aramalı mıyız yoksa onlarla barışıp benliğimizle mi bütünleşmeliyiz?


7. Bizim için neyin güzel olduğunu tanımlamak: Bizim için güzel nedir? Güzeli nerede arıyoruz? Bir kitabı, fotoğrafı, filmi, şarkıyı neden güzel buluyoruz?

Bu sorulara cevap ararken, başkalarıyla kurduğumuz ilişki de aslında kendi halimizi değerlendirmiş oluruz. Kendimizi ne kadar anlatıyoruz, başkalarını ne kadar dinliyoruz, gerçek bir dostluğum var mı, insan ilişkilerindeki hassasiyetlerim neler, aşırı bir olumlamaya ve olumlanmaya mı ihtiyacımız mı var?  Bunlara baktığımızda kendimizle olan ilişkimiz derinleşir ve güçlenir. Schmid’in bu konudaki yorumu şöyle: “Bir dostun da baştan aşağı olumlanmaya değer olması gerekmez, yine de arkadaşımdır, bu başlı başına güzel bir şeydir; insanın kendiyle dostluğunda da öyledir. Kendim için olabileceğim güzel Ben, aynı zamanda arkasında durabileceğim hakikatli Ben’dir. Tıpkı hakiki dostların ilişkisindeki gibi, kendine karşı dürüst olur, kendine yalan söylemez, kendini aldatmaz; bunu da ahlaki sebeplerle değil, böylece hayatını güvenilir bir zemine oturtabildiği için yapar.”
Schmid, yazdıklarını çeşitli başlıklara ayırsa da bir konu var ki onun üzerinde özellikle durur. Sık sık da hatırlatır. Bu, yaşadığımız hayatı bütünüyle kabul edebilmek üzerinedir. “Neticede” der, “yaşadığınız her şey, çekilen bütün o acılar, yapılan bütün hatalar, hayatı oluşturan daha büyük bir bağlamın parçalarıydı, oraya giden bir seyahatteki istasyonlardı.” Her insanı hayatımızdaki bir istasyon olarak düşünebiliriz. Belki hedefimizde bile yoktur o istasyonda durmak ama zaman zaman dururuz. Bu iyi bir şeydir. O istasyon, yani o insan bize iyi gelmeyebilir, o zaman da yolumuza devam ederiz. Arada başka istasyonlara, insanlara uğrarız. Mühim olan o trenden indiğimizde geri dönmeyi de bilmektir. İnsan sadece şu an yürüdüğü yolu değil, daha önce yürüdüğü yolları da sevmeli. Bazen aradığın anlam en geride yatar. Sakladığın, taşıdığın geçmiş hikâyende. Keşfettiğimiz şey ne kadar acılı, sancılı olsa da. Kıymet, güldüren şeylerde olmaz zira: “Tam da birçok zorluk ve başarısızlıkla dolu bir hayat, sahiden yaşıyor olma ve hayatı bütün bereketiyle yaşama duygusunu verebilir insana.”
Hiçbir şeyde kesinlik olmayışı, daha doğrusu insanın kesin olarak hiçbir şeye inanmaması, daha büyük bir inanca olan ihtiyacı açığa çıkarır. Hayatımızda kesinlik olmayan dediğimiz şeyler, belki de teslim olduğumuzda geldiğini görürüz. Arayışla gelen şifa, denebilir buna. Schmid, “serendipity’i şiar edinmeli” diyor. Yani tesadüfen ilginç-faydalı buluşlar yapma yeteneğine erişmeli. İddialı taleplerde bulunmak ve onlara cevap aramak yerine karşılaşmanın, tesadüfün, talihin ve tevafukun kıymetiyle buluşmanın çok daha anlamlı olduğunu söylüyor. Bu buluşmalar tek bir kesinliğe ihtiyaç var, o da yolda olmak: “Tavsiyeye şayan olan şey, sonrasında benliği yapayalnız bırakacak olan tek bir hedefe bağlanmak yerine, sürekli yolda olmak, süreç hâlinde olmaktır; bir hedefe varsa da varmasa da…”
Wilhelm Schmid’in sürekli bahsettiği olaya geliyor. Kendimize doğrudan dokunan o şeye. Kendi yolumuzda ilerlediğimizi farkında olarak yaşamak. Bu, gelişim anlamında değerlendirilecek bir şey değil. Yol insanı zaten dönüştürür, geliştirir, törpüler. Bu; doymak, tatmin olmak, olgunluğa ulaşmanın farkına varmakla ilgili bir şey: “Hayatta gerçekten önemli olan nedir? İnsana kemale erme hissi veren şeydir. Ona doygunluk veren her şeyde, bir anlam gördüğü, gözüne güzel görünen, onu derinden tatmin eden her şeyde bulur bunu.”
Önemli olan özümsemek ve yaşama değer katacak ölçüde sürekli yararlanabilir hâle getirmek.

Wilhelm SCHMID (Kendiyle Dost Olmak Kitabı)

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

KENDİMİZİ DEĞİŞTİRMEK YERİNE BAŞKALARINI YARGILAYIP-SUÇLAMAK

 
 
İçinin derinliklerinde ne varsa dışarı da o yansır. İçinde düzen uyum güzellik ve huzur varsa bu yaptığın söylediğin ve düşündüğün her şeye yansır. Oysa eğer içinde kargaşa düzensizlik ve uyumsuzluk varsa bu saklanamaz ve tüm yaşamına ve yaşantına da yansır.
 
Değişim gerçekleştiğinde bu içeriden başlayıp ondan sonra dışarı yayılmak durumundadır. İşte o zaman kalıcı olur ve hiçbir şey onun dengesini bozamaz. Öylece oturup yaşamının değişmesini bekleme; harekete geç ve bunun için bir şeyle yap.
 
Hemen şimdi işe kendi içsel düzeyinle ilgili çalışmaya başlayarak koyulabilirsin. Başka birinin değişmesini beklemene gerek yok; daha fazla ertelemeden kendi değişimini gerçekleştirebilirsin.
 
Bunun için engellemeler olmadan bir şeyler yapabildiğin için sonsuz şükran duy. Eğer engellemeler varsa bunlar senin içindedir; o nedenle bunlar için bir şeyler yapacak olan da sensin.
 
Eilee CADY (İçimizdeki Kapıları Açmak Kitabından)
 
Yaşam yolculuğu değişimlerle doludur. Yaşam, değişim, hareket ve büyüme demektir. Değişimin ve gelip geçiciliğin fırtınaları etrafımızda dönüp durduğunda dinginlik ve sağlamlığın içsel gözüne ihtiyaç duyarız. Bu bize, karşımıza çıkan yeni ve farklı durumlarla mücadele etme gücünü verir; net kararlara ve güçlü düşüncelere yer açar. Ruhsallığın ebedi ve değişmez hakikatine demir atmışken değişime direnmeye ihtiyaç duymayız ancak onu kucaklayabiliriz. Bu, bizim için bir uyanma çağrısı ya da bir işaret olabilir ve her şeyden öte erdemli olmaya giden yol değişimin yoludur-içsel dönüşümün ve kişisel olarak güçlenmenin yoludur.
 
Yaşıyoruz ama nasıl? Şu an bizi mutsuz eden, hayallerimizin gerçek olmasına engel olarak gördüğümüz ne var? Yaşamımızda neyi değiştiririz? İşimizi, eşimizi, maddi durumumuzu, evimizi, arabamızı, arkadaşlarımızı bunları çoğaltabiliriz. Şu an bütün bu saydıklarım olsa ve hayallerimizdeki gibi bir yaşamımız olsa çok mutlu olur muyuz değil mi? Peki bütün bunlara sahip olan kişiler şu an neden mutsuz? Neden iç huzurları yok? Neden hala bir şeylerin arayışı için de?
 
Her şeye sahip olan ama yine de mutsuz olan insanlar bunlar… Birçok insanın özendiği, hayallerini süsleyen hayata sahip insanlar bunlar… Bir şekilde hedeflerimizi gerçekleştireceğimiz ama içimizdeki o olumsuz düşünceler ve duygular değişmeden anlamsız, sadece maddi hedeflerimiz gerçekleştiği, özde her şeyin aynı olduğu bir hayatımız olacak… Belki geceleri yatağımıza girdiğimiz zaman ağlayacağız… Dostum dediğimiz insanları bazen çıkarcılıkla suçlayacağız. Güvensizlik içinde yaşayacağız… Belki de şan ve şöhretin, sahip olduğumuz kariyerin, maddi mutsuz eden sebepler ne? Ne yapmamız gerekir? Yaşıyoruz ama yaşamımızı bize özel kılmak için yapmamız gerekenler ne? Ne kadarını yaptık ? Bu soruları sorduğumuzda genelde sormaktan kaçınırız çünkü kendimizden alacağımız cevaptan korkarız. Bazen bir buz kalıbı gibi durdururuz yaşamlarımızı. Nice kıyılara ulaşacak suyu bereketli kaynağından, beynimizden uzaklaştırırız. Manevi faturalarımızı ne aralıkla masamızın üzerine yayıp hesap kitap yaptık en son?
 
Kaç kere ruhumuzdaki aynaların tozunu silip, biz kendimize yaşadıklarımızdan ne pay biçmeliyim diye sorduk? Kolay olan yargılamaktı, kolay olan suçlamaktır, kolay olan değiştirmek yerine üstünü örtmekti zaten.
 
Değişimin engelleyen tek şey kendimizdeki egolarımızdan, olumsuz yönlerimizi fark etmemiz, korkularımızla yüzleşmemek ve değişime direnmemizdir. Korkaklığın ve tembellik en sevmediği şeydir değişim. Elbette içinde sevgiden ve dürüstlükten kökleşen değişimler. Değişen her şey büyür, denemek ve yanılmak kökleri diplere çeker, dipten beslenen bitki, suyu daha da iyi özümser. Değişim yolculuğuna oturduğumuzda kendimizde hiç fark etmediğimiz yönlerimizle ile tanışmak eğlenceli olacaktır. Bu yolculuğa çıkmadan önce gönül gözümüzle kendimize bir ayna tutup eksik veya fazlalıklarımızı bilmek en iyisi olacaktır. Kabullenmek bu yolculuğun biletidir.
 
Sürekli değişimi destekleyecek kadar öğrenmeli, hayattan her an ders alacak kadar dinlemeli, hayatın söylemek istediklerini. Her gün bir şeyle katmalı öğrendiklerimiz yanına. Böylece değişir insan. Mücadele ettikçe aralanır yeniliklere. Sabırla beklemek gerekiyor, değişim için verdiğimiz mücadelenin sonuçlarını. Çünkü insan kendini değişime zorlamadığı takdirde, kendi tekrarlarının içinde hapsolması kaçınılmaz.
 
Bazen değişim hissettirmeden işliyor insana, yaşadıkları, öğrendikleri yavaş yavaş değiştiriyor insanı. Bir de çaba isteyen değişim var. Sinyal yandığı zaman değişmeli insan. Bu sinyal hayatımızın olumsuz gidişatının ilerlediğini gösteren, mutsuzluk beslenen sinyaldir. Eğer mutsuz isek, hep bir arayışın içinde kendimizi hissediyor isek değişimin depremini başlatmalı kendimizde. Temelini değişmeyecek inançlarından alıp yeniden bina edebilmeli insan kendine. Yıkıldığı an yükselecek değişim kararlarını alabilmeli. 
 
Mücadeleye başladığımız zaman küçük değişmeler başlayacaktır. Her gün aslında değişimi baştan doğuruyor. Elbette bu değişim olumlu yönde olmalı, kişinin kendini keşfetmesi yolunda ilerletmeli. Bu da kendisiyle ve etrafı ile barışık olmasından geçer. Kendimizi değiştirmemiz, kendimizin keşfetmede çıktığı yolculuktur. Değişimden kast ruhu taze tutacak, yeniliklere açacak değişimdir. 
 
Düşündüğümüz zaman, değişime ve gelişime karşı, çok sayıda başka engeller bulabiliriz. Önemli olan bu engellerin farkında olmak ve kendi kendimizi engellediğimizin farkına vararak, değişim ve gelişim yönünde kendimizin ve yakınlarımızın yoluna konan taşları (engelleri) ortadan kaldırmaktır.
Bu nedenle etrafımızdaki olumsuzlukları ve dünyamızın değişmesini istiyorsak kendimizi değiştirmeliyiz.

Her şey gönlünüzce olsun!

Sevgi ve ışıkla kalın!..

Nurgül AYABAKAN

nurgul.ayabakan@gmail.com

 

HAYATTA BAŞIMIZA GELEN OLAYLAR BİZE TUTULMUŞ AYNALARDIR.

 
 
 
Güzel bir hikaye;
 
Uzun yıllar önce, uzaklardaki bir ülkede ‘Bin Aynalı Dağ’ denilen bir dağ vardı. Bu dağın zirvesine gerçekten de bin tane irili ufaklı ayna yerleştirilmişti. Herkes zaman zaman bin aynalı dağa çıkıp, ilginç görüntülere şahit olmayı ve daha sonra gördükleri hakkında arkadaşlarıyla konuşmayı isterdi. Bir gün, bu ülkede yaşayan küçük mutlu bir köpek, bu dağı duydu ve oraya gitmeye karar verdi. Dağın eteğine ulaştı ve sonra neşeyle yukarı tırmandı. Yorulmuştu, ama yeni şeyler göreceği için keyiflenmiş ve yorgunluğunu çoktan unutmuştu.

 

Aynaların bulunduğu zirveye geldiğinde kulaklarını dikmiş, kuyruğunu hızlı hızlı sallıyordu. Zirvede az kalsın hayretten dilini yutacaktı! Bin tane küçük mutlu köpek kendisi gibi kuyruklarını hızla salıyordu. Kocaman bir gülümseme gönderdi onlara. Karşılığında bin tane sıcak ve dostane gülümseme aldı. Mutluluğu kat kat artmıştı.
 
Oradan bir türlü ayrılmak istemiyordu. Türlü türlü sevinç ve dostluk hareketleri yapıyor, yaptıklarının bin katı fazlasıyla karşılığını görüyordu. Nihayet gün karardı ve oradan ayrılması gerektiğini anladı.
 
Dağdan inerken kendi kendisine ‘Burası harika bir yer! Bu yere sık sık geleceğim’ diye düşünüyordu. Bu arada, aynalı dağın çıkışındaki anlamlı levhayı da okudu ve mutluluğu bin kat arttı…
 
Aynı ülkede yaşayan başka küçük bir köpek daha vardı. Ama ilki kadar mutlu değildi. Huysuz ve mutsuzdu. O da o dağa gitmeye karar verdi. Dağın eteklerine gelip de yukarıya baktığında şikâyete başlamıştı bile. Gösteri yerini neden bu kadar yükseğe koyarlar, anlamıyorum ki!’ diye sızlana sızlana dağın tepesine kadar çıktı. Yorgunluk ve kızgınlığa şimdi bir de korku eklenmişti. Doğru ya bu dağın tepesinde kendisini kim bilir hangi hırsızlar, haydutlar bekliyordu! Aynaların olduğunu alana yaklaşırken, her an bir düşmanla karşılaşacakmış gibi başını aşağıya eğmişti. Kafasını kaldırıp da aynalara baktığında gözlerine inanamadı: Soğuk soğuk bakan bin tane köpek gözlerini onun üzerine dikmişti. 
 
Güya onlardan korkmadığını göstermek için hırlamaya, dişlerini göstermeye başladı. Aynı anda korkunç görünümlü bin köpek kendisine hırlayınca, korkudan ne yapacağını bilemedi ve dağdan kaçmaya başladı.
 
Aynaların olduğunu alana yaklaşırken, her an bir düşmanla karşılaşacakmış gibi başını aşağıya eğmişti. Kafasını kaldırıp da aynalara baktığında gözlerine inanamadı: Soğuk soğuk bakan bin tane köpek gözlerini onun üzerine dikmişti. Güya onlardan korkmadığını göstermek için hırlamaya, dişlerini göstermeye başladı. Aynı anda korkunç görünümlü bin köpek kendisine hırlayınca, korkudan ne yapacağını bilemedi ve dağdan kaçmaya başladı. Dağdan inerken kendi kendine ‘Burası korkunç bir yer! Bu yere bir daha asla gelmeyeceğim!’ diyordu. Huysuz köpek, o hızla ve korkuyla kaçarken, aynalı dağ hakkında bilgi veren levhayı ve üzerindeki yazıları görmemişti bile.
 
Levhada şöyle diyordu: ‘Ey yolcular! Sakın aldanmayın, gördüğünüz görüntüler sadece ve sadece size aittir. Aynı şekilde, hayatta başınıza gelen bütün olaylar size tutulmuş aynalardır. Onlarda sadece kendinizi, kendi duygu ve düşüncelerinizi görürsünüz…’
 
Ahmet Hamdi Tanpınar bir sözünde: “İnsan ruhunun en az sabır gösterdiği şey mutluluktur.” der.
 
Şöyle bir kendimizce düşünelim; yaşamış olduğumuz acıyı uzun süre taşırız omuzlarımızda, içimizde öfkeyi, nefreti, kini seneler geçer bir bakarız ki zihnimizin keseciklerinde saklamış olduğunu görürüz. Yıllarca  sabrederiz her yaşadığımız olumsuz olaylara…
 
Yıllar geçer bir sabah kalktığımızda aynaya kendimize baktığımızda suratımızın da bir mutluluk olmadığını fark ederiz. Bir bakarız ki yıllarca zihnimizin keseciklerinde saklamış olduğumuz o olumsuz duygularla yaşamış olduğunu fark etmiş oluruz. O zaman kendimize sorarız mutluluk nerede?
 
Aslında bazen önümüzde duranı bulamıyorsak gözümüzün önündedir.
 
Bir şeyi saklamak istiyorsak her zaman baktığımız yere koymak gerekir;  çünkü en az baktığımız yer, gözlerimiz önündeki şeylerdir.
 
Perdelerimizi kapalı tuttuğumuz sürece yokturlar, oysa perdelerimizi açtığımızda görür, camları açtığımızda kokusunu ciğerlerimize çekebilir ve dokunduğumuzda hissedebiliriz.
 
ALINTI
 
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

 

İNSAN ÖNCE KENDİSİNİ SEVMESİ İÇİN KENDİNİ TANIMALI.

 

 
 
Kendini sevmenin ilk ve belki de aslında tek şartı kendimize karşı dürüst olmak. Ailemizle, çevremizle, arkadaşlarımızla ve her koşulda iyi geçinmek ve huzurlu bir yaşam sürmek istiyorsak öncelikli olarak kendimizi sevmekle başlamamız gerekiyor. İnsan önce kendisini sevmeden başkalarının onu sevmesini beklememeli. Çünkü insan hayat boyu kendi ile birlikte. Onun için önce kendimizle başlamalıyız sevgiye. Sen kendini koşulsuz olarak sevdiğinde o sevgi başkalarından doğal olarak akar. Unutmayalım ki sevilmeye giden yol kendini sevmekle başlar.
 
Bence kendisini sevmeden, kendisiyle barışık olmadan, insanın salt sevgiye alışması zordur.
 
Sokakta karşımıza çıkan insanlara soralım kendinizi seviyormusunuz diye. İnanın ki duyacağımız cevap tabii ki kendimi seviyorum ve kendim ile barışığım olacaktır. Aslına bakarsak öyle kolay değil insanın kendini sevmesi ve kendi ile barışması.
 
Geçen hafta tatilde bir kişi ile tanıştım; sohbet ederken, bana bir insanın kendisini sevmesi için tam 20 yılını harcadığını söyledi.
 
Şimdi kendimize dürüst olalım ve  içimize dönüp bakalım öncelikle kendimizi neden sevmiyoruz, kendimizden memnun muyuz, kendimize ne kadar tahammül ediyoruz, kendimizi gerçekten ne kadar tanıyoruz ve kendimizi nasıl keşfetmemiz gerek? Bu sorulara dürüstçe kendimizle yüzleşerek cevap verelim.
 
Öncelikle çocukluk dönemimize bakalım. Çocukluk döneminde yaşanan ruhsal travmalar bilinçaltına yerleştiği için kendimizi sevmek konusunda bizi zorluyor. Örneğin bir çocuk sürekli kavga edilen bir ortam içinde ise, taciz ediliyorsa, sürekli eleştiriliyor, suçlanıyor, başkaları ile kıyaslanıyorsa, sevgiye şart konuluyorsa ve korku ile büyütülüyorsa kendini sevme yolu kapanır. Bilinçaltına yerleşmiş kendimizle ilgili olumsuz duygular sadece ailemizle değil içinde bulduğumuz çevre, okuldaki öğretmenlerimiz ve arkadaşlarımızla olan ilişkilerimizin de etkiler…
 
Bazı insanlar bu çocukluk döneminde yaşanmış oldukları travmalar yüzünde kendilerini sevmesi konusunda tek başlarına üstesinden gelmedikleri için yardıma ihtiyaçları oluyor. 
 
Kendimizi sevmek için atılacak ilk adım geçmişteki yaraları iyileştirmekle başlıyor. O yaralar iyileşmezse tekrar bir süre sonra en ufak bir darbede kanıyor ve yaşam boyu  hep karşımıza çıkıyor. Kısacası geçmişimizle barışmamız gerek.
 
Kendimizi sevmemiz için bir diğer adımda kıyaslamayı bırakıp kendimizi olduğumuz gibi görmek. Yanlışlarımızı, kusurlarımızı, eksiklerimizi ve zayıf noktalarımızı kabullenip bunları düzeltmek  ve kendimizi doğru yönde geliştirmek çabası içinde olmamız “kendimizi sevmede” bize rehber olacaktır.
 
En çok zorladığımız şeylerden biri de kendimizi affetmektir. Öncelikle kendimizi affetmeli ve içimizdeki çocukla barışmalı. Geçmişte hatalar yapmış, pişmanlıklar duymuş olabiliriz. Eğer farkında olursak bunlar bize hayatı öğrenip olgunlaşmamızı sağlar.
 
Kendimizi keşfetmek: bizler sevdiğimiz şeylere yatırım yaparız. Evimiz, arabamız, çocuklarımız, sevdiklerimiz… Peki ruhumuza ne kadar yatırım yapıyoruz. Kendimizi sevmek, kendimizi diğer insanların önüne koymak anlamına gelmez. Dürüstçe neye ihtiyacımız olduğuyla yüzleştiğimizde, zaman zaman size iyi gelecek olan şeylerin örneğin telefon almak, araba almak, ev almak, vb… değil de başkalarıyla bağ kurmak birilerinin elinden tutmak birilerinin bizim elimizden tutunması olduğunu fark edeceğiz.
 
Yaşanılan sorunların çoğunun kökeninde sevgisizlik var. Gerek ilişiklerdeki sorun, gerek hastalıklar, gerek maddi problemler özünde kendini yeterince sevememiş olmaktan kaynaklanıyor. Kendisini seven insan kendine ve başkalarına zarar vermez.
 
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com
 

NEŞELİ BİR RUH NE BÜYÜK BİR ZENGİNLİK HAZİNEDİR!…

 

 

Einstein, “Ancak gülümsediğiniz zaman insana benzersiniz” demiş. Ruhun en temel ve önemli ihtiyaçlarından birinde neşeli olmak , kendinize ve başkalarına yapabileceğiniz en büyük iyiliktir. 
 
Güleryüz, önce konuşan dilden önemlidir. Daha sonra dilinizle gözleriniz gülsün.
 
Sabah kalktığınızda aynaya kendinize baktığınız zaman yüzünüz gülüyor mu? Yoksa gerçekten asık bir suratla mı aynaya bakıyorsunuz? Kendinizle yalnız kaldığınız da neşeli misiniz? Kendi kendinize gülüp eğlenebiliyor musunuz? 
 
Dünyamız da o kadar üzücü olaylar yaşıyoruz ki, yoksulluklarla mücadele , hastalıklarla var ki artık insanlar hayatta gerçekten kötümser olarak bakıyor. Tabii ki bu kötümser bakması insanın ruhu neşeli olması imkansızdır. Ancak neşeli bir ruh iyimser düşünebilir. Dünyanın neşe ekici, yükselten, ferahlandıran, ümit ve cesaret telkin eden insanlara ihtiyacı var.
 
Neşeli bir yüz sıcak ve kalbin yansımasıdır. İçteki güneş, ilk önce yüzde değil ruhta doğar, oradan yüze yansır. Yüze parlaklık ve güzellik verir. Hiç dikkat ettiniz mi? Neşeli insanlar somurtkanların bulundukları bir ortama girdikleri zaman, o ortama güneş gibi ışık saçarlar.
 
Neşeli bir zihin bütün organlarının faaliyeti normal olur. Neşeli insanlar işlerinde başarılı olur, çünkü herkes ile neşe içinde ilişki kurarlar. Somurtkan insan işinde ne kadar başarılı olursa olsun insanlar ondan kaçarlar. Bir iş yaparken iyimser mi yoksa karamsar insanlarla mı iş yapmak istersiniz? Ya da yüzü asık gülmeyen bir insanla kahve içmeye gider misiniz?  Sürekli dünyadan, insanlardan ve olaylardan şikayet eden bir insanla ne kadar birlikte olabilirsiniz? Sürekli şikayet eden insan bir süre sonra gülmeyi ve neşeli olmayı unuttur. Ruhu artık karamsar olmaya başlar. Her olayı karamsar gözle bakmaya başlar.
 
Mark Nepno’nun yazmış olduğu kitap olan  Uyanış kitabında bir adam neşeli olduğu zaman  hayatını nasıl etkilediğini anlatan bir hikayede bahsediyordur; “Neşenin gücünü kendi üzerinde denemeye karar vermiş. Bu kararla bir sabah işine gitmek için yola çıkmış. Uzun zamandan beri karamsar ve asık yüzlüymüş. Kendi kendine demiş ki: “Başkalarının neşelerinden bana kuvvet ve ferahlık geldiğinde çok kereler dikkat ettiğini söylüyordur. Kendisininde üzerinde böyle bir tesir yaratmak iktidarında olup olmadığını anlamalı olduğunu farkına varmış. Yolda yürüdüğü zaman sevinmek ve neşelenmek kararını zihninde tekrarlıyormuş, mesut ve talihli bir insan olduğuna kendi kendini inandırmaya gayret ediyormuş. Bu düşüncenin tesiriyle vücudunun dinçleştiğini, ayaklarının yere daha hafif basmakta olduğunu hissetmiş. Gülerek etrafına bakınırken gördüğü yüzlerde kaygı ve hoşnutsuzluk, düşünce ve tasa belirtileri sezmiş.
 
İşine gittiğinde kendisini neşeli olduğunda önceleri soğukluk ve sevgisizlik gördüğü insanlarla dostluk havası esmeye, kaşları çatık olan insanlarında kaşlarının çatıklığı dağıldığını görmüş.”
 
Kısacası neşeli insanlar güneş gölgeleri kovduğu gibi, şen insanlar ilişki kurdukları kimselerden gam ve kasveti, tasa ve kaygıyı, melankoliyi kovarlar. Neşeli insanlar somurtkanların toplu bulundukları bir meclise girdikleri zaman, bulutlar arasında parlayan güneş gibi ışık saçarlar. Neşe ve gülümsemede çekim gücü vardır. O hayatın iyi şeylerin çeken bir mıknastır. 
 
Herhangi bir hadisenin daima ışıklı tarafına baktığınız takdirde dünyada size zararı dokunacak pek az kötülük olduğunu ve bu kötülüğü dahi iyiliğe çevirebileceğini anlayacaksınız.
 
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com
 

GÜNÜN MESAJI

 

 
 
Düşüncelerimiz, sözlerimiz, duygularımız ve davranışlarımızla belirlenen frekansımızdan biz sorumluyuz. Her iyi düşüncemiz, her iyi sözümüz, hissettiğimiz her iyi duygu ve her iyi davranışımız varlığımızın frekansını yükseltir. Sevgi, şefkat ve iyilik gibi yüce duygularla düşünüp, konuşup davrandığımız zaman frekansımız da gittikçe yükselir.
 
Biz negatif frekansta değilsek kimse negatif düşüncelerle bizi etkileyemez. Frekansımızı kendi duygu ve düşüncelerimizle yaratmış oluruz. Kendimizi ne kadar iyi hissedersek frekansımız o kadar pozitif olur. Başkalarının negatif düşünceleri orada bize ulaşamaz.
 
Aynı zamanda biz frekansımızı yükseltmeye başlayınca yeni bir hayat ve yeni bir dünya kendini bize gösterecek. Yayacağımız pozitif enerji, dünya üzerinde yaşayan her bir canlıya ulaşacak. Kendimizi yükselttikçe dünyanın enerjisinde yükselmiş olur.
 
Unutmayın ki; insan önce kendi üzerine ışık olduğu zaman, diğer canlılara o ışığı ulaştırabilir.
 
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

 

HAYATIMIZDAKİ NEGATİF DÜŞÜNCELİ İNSANLAR

 
 
“İnsanlar ya sana ilham olurlar ya da seni içten içe tüketirler. Bunun seçimini doğru yapmalısın” Hans.F.Hansen
 
Bu haftaki yazımı yazarken etrafımda yaşadıklarım ve gözlemlediklerim doğrultusunda negatif ve pozitif düşünceli insanlara değinmek istedim. Yazımda negatif düşünceli insanlardan bahsetmek istiyorum. Ailemizde olsun, iş yerinde olsun, arkadaşlıkta olsun, sevgili olsun, eş olsun, alışverişte, seyahatte, komşulukta vb… Yaşam boyunca negatif ve pozitif düşünceli insanlarla sürekli ilişkimiz olmuştur ve oluyor da,  peki negatif düşünen insanlarla çevrili bir dünyada yaşıyor olsanız ne kadar mutlu olabilirsiniz? Ya da biz nasıl insanlarla görüşüyoruz veya öz eleştiri yaptığımızda kendimizi hangi grupta görüyoruz? Zamanımızı pozitif yoksa negatif enerji yayan insanlarla mı geçiyoruz? Düşünün çevrenizde “O yanlış”, “O olmaz, “O kötü, “Aman ha !!” diyen insanlar varken, kendinizi nasıl rahat hisseder ve yapmak istediklerinizi nasıl gerçekleştirebilirsiniz?
 
Pozitif enerjili insanlar; Hangi konum ve aidiyetten olursa olsunlar, bu grup insanlar hayata pozitif bakarlar. Karşılaştıkları olaylara iyilikle yaklaştıkları için bunların içinden, insancıl ve barışçıl bir biçimde geçmeyi başarırlar. Hayata nefret ve husumetle yaklaşmak yerine, olayların kendileri için ve etrafındakilerin hayrına olduğunu düşünerek olumlu yanlarını yakalarlar. Böylece fırtınalardan bile, çok az zararla çıkarlar. Her zaman olumlu olarak destek verirler. Motive ederler negatif bir olayı bile pozitife çevirmek için çözüme giderler.
 
Diğer grup ise negatif enerjili insanlar; Basit bir iyimserlik duygusundan bile yoksun olan bu kişilikler, her şeyi karanlık ve kötü tarafından görürler. Onların hayrına olabilecek şeyleri bile ters yüz edip baktıklarında sadece oluşabilecek negatif ihtimalleri düşünüp, kendilerini karanlıklara sürüklerler. Negatif konuşmayı seven insanların en büyük amacı, pozitif düşünceli insanların enerjilerini emmektir. Bunu, diğer insanları kendi seviyelerine yani kendi ağlarına çekerek yaparlar. Çevresindeki insanların düşüncelerini olumsuzlaştırarak, savundukları ve kurguladıkları dram yüklü hayatı kanıtlamaya çalışırlar. Yaşanan her olayı olumsuzluklarla ilişkilendirip hayatı dramatikleştirirler. “İşte düşündüğüm kötü şeyler oluyor”, “Ben söylemiştim zaten” gibi cümleleri bu insanlardan sıkça duyarız. Sürekli şekilde insanları ve olayları yargılama içinde olurlar.
 
Bu insanlara iyi haberlerle gitseniz bile, olumsuz bakmanın bir yolunu bulurlar. Örneğin heyecanla gidip maaşınızda artış olduğunu haber verdiğinizde, hemen “iyi ama hayat o kadar pahalı ki maaşındaki artışın sana hiçbir katkısı olmayacak” gibi bir cevap duyabilirsiniz. O anda sevinen insanın bütün enerjisini emmiş olurlar. Ya da iş kuracaksınız “bu hayat şartlarında iş mi kurulur? Hiç aklın yok mu” gibi sözler söylerler. O anda o insanın bütün umudunu ve enerjisini söndürmüş olurlar. Sürekli kendi hayatlarından ve yanlışlarından örnek verip “Yapamazsın! Başaramasın! Nasıl yapacaksın ki? Ben biliyordum böyle olacağını! gibi negatif konuşmalarla cesaretinizi kırarlar. Akılcı bir yol göstermezler. Sadece kendilerinin her şeyi çok iyi bildiklerini savunup söz edip dururlar.
 
Kendi yaşantımdan örnek vermek isterim ; Tenis oynadığım yıllarda, Veteran Dünya Tenis Şampiyonası Turnuvası’na hazırlanırken bazı tenis arkadaşlarım işte “o turnuvada başarı elde edemezsin, hatta topa bile vuramazsın, o turnuvada kimse seninle antrenman bile yapmaz, o turnuvaya katılanlar dünyanın bütün ülkelerinde çoğunlukla çocukluk yaşında oynamaya başlamış oyuncular, hepsi milli takım oyuncuları, sen 22 yaşında başlamışsın boşuna emek verip katılıyorsun”  diye negatif sözler söylemişlerdir.  Ben o anda onların negatif sözlerini duymadım bile, sadece gülümsedim çünkü iyi bir sonuç elde edeceğime inanmıştım. Evet ben tenise 22 yaşında başladım. Fakat azim, disiplin, çalışmak en önemlisi daima pozitifte kalarak kendi koyduğum hedefime ulaştım. (2007-2008-2009 Yıllarında Dünya Veteran Tenis Şampiyonası Turnuvasında 35+ bayanlarda, 500 kişinin arasında 40.cı sıraya kadar yükselmiştim.) Pozitifliği karşılığını her zaman aldım. 
 
Ayrıca da negatif düşünceli insanlar değişime de kapalıdırlar. Kendilerini değiştirme yerine sürekli karşılarındakini değiştirmeye çalışırlar. Girdikleri ortamı sürekli olumsuz eleştirir ve yakınmalar yaparlar. Başkalarının hayatlarına olumsuzluk yağdırdıkları için çoğu negatif düşünceli insanlar fazla sevilmezler. Bu gibi insanlar sağlığınızı, mutluluğunuzu, başarınızı, umutlarınızı, cesaretinizi ve özgürlüklerinizi engelleyebilirler.
 
Hayat negatif enerjilerle boşa geçirilecek kadar uzun değil.
 
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

 

ÖĞRENDİĞİM 7 GERÇEK

 

Eski zamanlarda, bir genç felsefeden de nasibini almış bir din aliminin öğrencisi olmuş. Tam yirmi yıl süreyle ona öğrencilik etmiş. Genç ayrılırken, hocasıyla aralarında şöyle bir konuşma geçmiş;
Evladım Kaç yıldır benim yanımdasın?
Yirmi yıldır efendim.
Bu süre içinde benden ne öğrendin?
Hiçbir şeyle değişemeyeceğim yedi hakikat öğrendim.
Sadece bu kadar mı?
Evet.
Peki neler öğrendin?
Baktım ki herkes bir şeyi dost ediniyor, ona gönül verip bağlanıyor. Ancak bunların hepsi insanı yarı yolda bırakıyor. Ben ise beni hiç bırakmayacak, ölümden sonra bile benimle gelecek şeyleri aradım. Dost olarak da iyilikleri seçtim kendime.
Çok güzel, ikincisi neymiş bakalım?
Baktım ki, insanların birçoğu geçici dünya değerlerine dört elle sarılmış; onları koruyor, kasalarda saklıyor, kaybolmaması için her çareye başvuruyor. Kimi zenginliğine, kimi güzelliğine, kimi ününe sımsıkı tutunmuş, onları elden çıkarmamak için çırpınıp duruyor. Oysa ben varlığımı ve bütün isteklerimi O’na satıp, gönlümü yalnız O’nun sevgisine açtım.
Devam et!
 İnsanların üstün olmak için birbirleriyle yarıştıklarını gördüm. Ama birçoğu üstünlüğü yanlış yerde arıyor ve birbirlerinin üstüne basarak yükselmek istiyor. Bunun üzerine üstünlüğü maddi değerlerde değil de akıl ve ahlak bakımından yükselmekte, kötülüklerin her çeşidinden el etek çekip, iyiliklere vasıta olmakta aradım.
Devam et evladım!
Yine baktım ki, insanlar sabahtan akşama birbirleriyle uğraşıyor, hayatı boş yere kendilerine zindan ediyorlar. Bütün bunların benlik, bencillik ve çekememezlikten ileri geldiğini gördüm. Ben de gönlümü bu kirlerden arıtarak, kendim ile barışık olup, huzur ve güven içinde yaşamanın yolunu buldum.
Sonra?
Nedense herkes hatasını sebebini hep dışta arıyor ve başkalarını suçlamak yoluna sapıyordu. Böylece suçlarının örtüsü altında saklanıyordu. Oysa insanın başına ne geliyorsa, kendi yüzünden ve kendi eliyle geliyor. Bunu bilip yalnız kendimle cenge girerek, nefsime uymamaya ve vesvese verenin ağına düşmemeye çalıştım.
Doğru!
Baktım ki insanlar bir lokma ekmek ve dünya geçimi için helal haram demeden her türlü hakkı çiğniyorlar. Hem başkalarının hakkını almakla hem de bu haksızlığın azabını vicdanlarında taşımakla iki kere kötülük etmiş oluyorlar. Oysa doğru yaşanıldığında ve hakça bölüşüldüğünde, dünya nimetleri insanlara yeter de artar bile.
Yedinci hakikat nedir evlat?
Yedinci olarak şunu gördüm ki insanlar bir şeye dayanmak ve güvenmek ihtiyacındadırlar. Kimi zenginliğine, kimi güzelliğine. Bunların hepsi de bir süre sonra yıkılacak iğreti desteklerdir. Ben ise yalnız ona sığınıp, O’ndan yardım diledim. Bunun karşılığı ise sonsuz bir güven oldu.
Seni tebrik ederim evladım. Ben de yıllar yılı farklı dinleri, din üzerine yazılmış bütün kitapları inceledim. Hepsinin bu “yedi hakikat” etrafında toplandığını tespit ettim.
ALINTI
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

SÜREKLİ ŞİKÂYET, ETRAFINDA GÜZELLİKLERİ GÖRMEYE ENGELDİR.

Etrafımıza baktığımızda bazı insanlar vardır hayatta hiçbir şeyden memnun olmaz, her şeyden şikâyet ederler. (İş yerinizde, yolda yürürken, tatil yaparken ,yolculuk yaparken, restoranda yemek yerken, oturduğunuz apartmanda… vb) Etrafınıza bir bakın, nasıl sürekli her şeyden şikâyet eden, hiçbir şeyden memnun olmayan kişiler olduğunu göreceksiniz. Bu tür insanlar, havalardan, trafikten, yöneticilerinden, iş yükünden, çalışma arkadaşlarından, komşusunda her şeyden ve herkesten şikâyet ederler. Müzmin şikâyetçiler hem kendilerini hem de etrafındaki kişileri de mutsuz eder, enerjilerini düşürür, içlerini karartırlar.

Devlet dairesine işimiz düştüğünde karşılaştıklarımızı eleştiriyor; kendimiz bir masaya oturduğumuzda ise talep sahiplerinin tutumlarını yargılıyoruz. Yönetici isek yön-ettiklerimiz için, çalışıyorken de yöneticilerimiz için eleştirecek birçok konu buluyoruz. Hasta doktordan, doktor hastadan; patron işçisinden, işçi patronundan şikâyetçidir. Öğrenciysek öğretmenlerin davranışından, öğretmensek öğrenci davranışlarından şikâyet ediyoruz. “Bizim gibi yaşamayanları, bizim gibi düşünmeyenleri” yanlış; hatta yetersiz buluyoruz. Sözümüzü kesenlere kızarken, başkalarının söz söylemesine izin vermek istemiyoruz. Bazen komşumuzdan, bazen tanıdığımız, bazen tanımadığımız kimselerden şikâyetçiyizdir. Birisine sorduğumuzda nasılsın diye? Her şey yolunda gitse bile şikayet edecek bir şey bulur.
Peki şikayet yerine dönüp kendimize bir bakabilsek. Her zaman etrafımızı değil, kendimizi olumlu değiştirmek ve dönüştürmek gerekir. Kendi yaptıklarımızı önemsiyor, başkalarının yaptıklarını görmüyoruz bile. Dönüp kendimize bakabilsek, orada herkesi görebiliriz aslında.
Birçok insan şikâyet eden kişilere bir süre tahammül eder,  ancak uzun süre dayanamaz. Hayatı boyunca her şeyden şikâyet etmeyi alışkanlık haline getirmiş olan müzmin şikâyetçiler aslında etrafından çok kendine zarar verdiğini farkına varmaz. Sürekli şikayet ister istemez olumsuz yani negatif enerji veriyor. Bu negatif enerji ile kendi zihninde ve bedeninde olumsuzluklar yaşamasına sebep oluyor. Düşünün sürekli her şey de şikayet eden bir insan etrafında olan güzellikleri görmesine engeldir. 

Şikâyet etmek yerine aslında isteklerimizi doğrudan söylemek en doğrusu. Sorunun değil, çözümün bir parçası olmak için gayret etmek gerekir.
Kuşku yok ki, hepimizin ters giden işleri, sıkıntılı anları, olumsuz düşündüğü zamanları bizi karamsarlığa sürükleyebiliyor. Bunu paylaşmak, yakınlarımızdan bir destek beklemek, görüşlerimizin tıkanma anlarında farklı bir görüş almak kuşkusuz en doğal hakkımız; oysaki hiçbir olumsuzluğumuz yokken, her şeyi kapkara göstermekle, bir süre sonra inandırıcılığımızı yitirme durumunda kalabiliyoruz.

Herkes kendince şikâyetlerinde haklı olabilir. Şikâyetlerimiz ile sıkıntılarımıza ortak aramamız doğal sayılabilir; bir hastalık derecesine çıkmadığı sürece… Şikâyet hastalığına hazır reçetelerin bir yararı olmuyor! Ama şikâyet ederken, kendimize bakabilsek sorumluğumuzu alıp, içimizde neyi dönüştürmemizi görebilsek, çözüme odaklı olsak her şey kendiliğinden düzelecek aslında.

Bununla ilgili bir hikâye paylaşıyorum. Herkes burada kendine bir pay çıkarabilir.
Bir zamanlar, her şeyden sürekli şikâyet eden, her gün hayatının ne kadar berbat olduğundan yakınan bir kız vardı.
Hayat, ona göre çok kötüydü ve sürekli savaşmaktan, mücadele etmekten yorulmuştu. Bir problemi çözer çözmez, bir yenisi çıkıyordu karşısına.
Genç kızın bu yakınmaları karşısında, mesleği aşçılık olan babası ona bir hayat dersi vermeye niyetlendi.
Bir gün onu mutfağa götürdü. Üç ayrı cezveyi suyla doldurdu ve ateşin üzerine koydu.
Cezvelerdeki sular kaynamaya başlayınca, bir cezveye bir patates, diğerine bir yumurta, sonuncusuna da kahve çekirdeklerini koydu.
Daha sonra kızına tek kelime etmeden beklemeye başladı.
Kızı da hiçbir şey anlamadığı bu faaliyeti seyrediyor ve sonunda karşılaşacağı şeyi görmeyi bekliyordu. Ama o kadar sabırsızdı ki sızlanmaya ve daha ne kadar bekleyeceklerini sormaya başladı.
Babası onun bu ısrarlı sorularına cevap vermedi. Yirmi dakika sonra adam, cezvelerin altındaki ateşi kapattı.
Birinci cezveden patatesi çıkardı ve bir tabağa koydu. İkincisinden yumurtayı çıkardı, onu da bir tabağa koydu. Daha sonra, son cezvedeki kahveyi bir fincana boşalttı.
Kızına dönerek sordu:
– Ne görüyorsun?
– Patates, yumurta ve kahve? diye, alaylı bir cevap verdi kızı.
“Daha yakından bak bir de” dedi baba, “patatese dokun.”
Kız denileni yaptı ve patatesin yumuşamış olduğunu söyledi.
“Aynı şekilde, yumurtayı da incele.”
Kız, kabuğunu soyduğu yumurtanın katılaştığını gördü.
En sonunda, kızının kahveden bir yudum almasını söyledi.
Söyleneni yapan kızın yüzüne, kahvenin nefis tadıyla bir gülümseme yayıldı. Ama yine de bütün bunlardan bir şey anlamamıştı:
– Bütün bunlar ne anlama geliyor baba?
Babası, patatesin de, yumurtanın da, kahve çekirdeklerinin de aynı sıkıntıyı yaşadıklarını, yani kaynar suyun içinde kaldıklarını anlattı. Ama her biri bu sıkıntı karşısında farklı tepki vermişti.
Patates daha önce sert, güçlü ve tavizsiz görünürken, kaynar suyun içine girince yumuşamış ve güçten düşmüştü.
Yumurta ise çok kırılgandı; dışındaki ince kabuğun içindeki sıvıyı koruyordu. Ama kaynar suda kalınca, yumurtanın içi sertleşmiş; katılaşmıştı.
Ancak, kahve çekirdekleri bambaşkaydı. Kaynar suyun içinde kalınca, kendileri değiştiği gibi suyu da değiştirmişlerdi ve ortaya tamamen yeni bir şey çıkmıştı.
– Sen hangisisin? diye sordu kızına. Bir sıkıntı kapını çaldığında nasıl tepki vereceksin?
Patates gibi, yumuşayıp ezilecek misin?
Yumurta gibi, kalbini mi katılaştıracaksın?
Yoksa kahve çekirdekleri gibi, başına gelen her olayın duygularını olgunlaştırmasına ve hayatına ayrı bir tat katmasına izin mi vereceksin?

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BİÇTİĞİNİ BEĞENMİYORSAN EKTİĞİNE BAKACAKSIN

 
 
Enerji dairesel şekilde hareket eder. Gönderdiğiniz negatif, pozitif her tür enerji mutlak şekilde size geri döner. Ne tür bir enerji gönderdiğiniz geri dönüş sürecini değiştirmez.
Bilinçli ya da bilinçsiz göndermiş olmanızda bu süreci etkilemez.
Her sonucu yaşadığımızda nedeni fark etmez isek aldığımız sonuçlarda hiçbir zaman değişiklik göstermez.
Bu nedenle davranışlarımızdan sorumlu olduğumuzu bize çok iyi anlatan bir yasadır. Ne ekersen onu biçersin.
Sadece davranış değil, duygu ve düşüncelerimizden de sorumlu olduğumuzu unutmayalım bu arada.
Çünkü hatırlarsanız hepsi birer enerji ve enerjiler çıktıkları kaynağa geri dönerler.
Peki şimdi sizi duyar gibiyim ama isteklerimiz bize geri dönmüyor.

Size açıklıyorum.
Ürettiğimiz duygu, düşüncelerinde bir gücü var. Çok güçlü bir sevgi duygusu ile çok zayıf bir takdir duygusunu enerji olarak aynı güçte algılayamayız.
Üstelik sürekli üretilen bir duygu ile anlık üretilen bir duygu aynı güçte değildir.
Gün içinde zihninizde ve kalbinizde geçtiğimiz düşüncelere kendimize ve başkalarına ne kadar pozitif ? Burada kendimize dürüst olmamız gerek.
Sözler bir büyüdür. Gene aynı şekilde gün içinde ağzımızdan hangi kelimeler çıkıyor, kendimize ve başkalarına sevgi ve ışık olmayan kelimeler mi? Yoksa sevgi ve ışık dolu kelimeler mi?
Yalnız kaldığımızda başkalarına düşüncelerimiz ve duygularımız ne oluyor? Pozitif mi? Negatif mi?
Herkes kendi özgür iradesi ile seçim yapabilir.
Aynı şekilde başkalarını dinleyebilirsiniz. Ama karar özgürlüğü, uygulama, seçim siz özgü iradeniz ile karar verebilirsiniz.
Öfke, nefret, kin, kibir, kıskançlık  gibi duygular tehlikeli duygulardır. Bunlar insanın en çok kendisine zarar verir. Her olumsuz düşünce ve duygu  bir hastalığa dönüşüyor.
Bu duygulara sahipken, hayatınıza güzel olayları kişileri çekme olasılığınız düşüktür ve bu olumsuz duygular yaşamımıza sorunları, kötü olayları, negatif insanları, hastalıkları çekecektir.
En önemlisi de önce kendimizi, geçmişi ve başkalarını affetmek. Ruhumuzu özgür bırakmak, ruh özgür olmadıkça vücudumuzda taşıdığımız yükler bedenimize zarar verir.
Her insanın olumsuz duyguları olabilir. Bu çok normal, bunları reddetmeyin. Önce olumsuz duyguları kabul etmek ve olumsuz duygulara sebep olan ne ise onları olumluya dönüştürmeye ve sizden uzaklaşmasına izin vermek. Kısacası her olumsuz düşünceyi ve duyguyu şifalandırmak.
Ne ekersem onu biçeceğim yasasını bildiğinize göre sonuçlarınızın nedenlerini bilinçli olarak oluşturabilirsiniz.
Şu an yaşadıklarınızın bir sonuç olduğunu ve bu sonuçların nedenlerini sizin oluşturduğunuzu fark edeceksiniz.
Her zaman  güzel tohumlar atmak gerek zihnimize ve kalbimize.
İyi niyet, güzel düşünceler, güzel duygular, güzel sözler karşımıza güzel sonuçlar olarak  çıkacaktır.
Her şey birbirine bağlı,
Nasıl gösterirseniz o olur,
Ne verirseniz o gerçekleşir.
Kısacası
Ne ekersen onu biçersin.

ALINTI
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com