MUTLU ÇOCUK MUTLU DÜNYA

Küçük çocuk elindeki anahtarla anı dolu sandığı tekrar açar ve içinden yeni bir anıyı daha serbest bırakır. Çocuk yeniden anlatmaya başlar: 

– Kendimi yok yere suçladığım o günlerin üzerinden yaklaşık altı ay geçmişti. Babam ve amcalarım ayrı ayrı evlere çıkma kararı aldı. Vakit gelmişti artık herkes çekirdek ailesiyle yeni evlerinde yeni yaşamlara doğru yol almaya karar verilmişti. İki amcam yana yana dairelerde aynı apartmanda yaşamaya başladılar. Bizse onlara aynı yürüme mesafesi on dakika uzaklıkta, aynı mahallede beş katlı başka bir apartman dairesine taşındık. Etrafta yüksek katlı evler olmadığından bizim evimizden onların apartmanını hatta evlerinin ışıklarını görebiliyorduk. Ama işi en güzel tarafı onlar bizim bahçemizi yani benim oyun oynadığım alanı göremiyorlardı. Gizli zafer benimdi. Bizim apartmanımız asansörlüydü, bu asansör benim için hem şaşırtıcı hem de biraz ürkütücüydü. Anneme: “Bu asansöre tek başıma binebilir miyim?” diye sorduğumu bugün gibi hatırlarım. Çünkü tek başıma bir şey yapabilmem benim için büyük maceraydı. Yeni evimizin büyük odaları vardı, ama o büyüklüğün yanında bahçemiz eski ve kocaman bahçesi, güzel olansa o evin çocukları vardı ve bahçelerinde oynuyorlardı, bende onlarla birlikte oynayabilirim. Korkusuzca, özgürce oynayabilirdim, düşsem bile artık bana kızacak, beni yargılayacak hiç kimse yoktu. Eski yaşadığım yer şimdiki evimize çok uzak sayılmazdı, arkadaşlarımda gerçekten ayrılmış sayılmazdım, annem beni onlara götürür onların annesi de onları bize getirebilirdi. Bir çocuk için, arkadaşlarından vazgeçmiş kolay mıdır? Biz tertemiz arkadaşlıklar yaşıyorduk, biz çocuktuk, büyükler gibi değildik.

– Yeni arkadaşlarımızla onların bahçesinde ağabeyim, kardeşim ve diğer erkek çocuklarıyla maç yapardık, ter içinde kalırdık. Spora olan tutkum, futbol maçlarına olan düşkünlüğüm ta o günlere dayanır. Sporla ilgili öyle çok anım var ki, onları da anı sandığımdan çıkardıkça sizlere anlatacağım. Annem her ne kadar sakin, sessiz, uysal, ağlamayı bilmeyen bir çocuk olarak beni tanımlasa da hareketli bir yapım olduğunu da söylemeden geçmez. Yani zararsız, ama atik bir çocuk. Hatta annem bana dair ve bana çok ilginç gelen bir anısını anlatır. Der ki: “Üç aylıktın, seni bir koltuğa yatırmış mutfakta iş yapmaya gitmiştim, biraz bir zaman geçmişti yengen seni kontrol etmeye yanına gitmişti, ama sen yerinde değildir. Bir telaş, bir karmaşa, çünkü senden en ufak ses yok. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum, koltuk örtüsü kıpırdanmaya başladı, bir baktık ki koltuğun altındasın. Hemen her yerini özellikle de başını kontrol ettik, oraya nasıl indin, bir yerine bir şey mi oldu diye çok korktuk. Seni yeniden koltuğa yatırdık gözlemlemeye başladık. Nasıl oldu halen anlamam ama hareket etmeye ve koltuğun örtüsünü tutup koltuktan inmeye çalışıyordun. O an senin doğumunu yaptıran doktorun dedikleri aklıma geldi. Senin gibi bir bebeğe rastlamadığını, doğar doğmaz kıpırdanmaya başladığını, sanki hareket etmek istediğini söylemişti. “Ele avuca sığmayacak, kıpır kıpır bir çocuk bu” demiştir.” – galiba enerjimin yansımaları bebekliğimde kendini bu şekilde göstermiş-

– Bizim bahçemiz, yan bahçe her şey harikaydı benim için, saatlerce oynardık. Özgürdüm, kimse bana kızmıyordu, işte buydu özgürlük. Arkadaşlarımızla oynamadığımız da bile biz erkek kardeşimle birlikte oynardık, çok da mutlu olurduk. Saatlerin nasıl geçtiğini hatırlamadığımız çoğu zamanın sonunda hava da karamaya başladıysa eğer annem “Hadi eve!” diye seslenmeye başlardı. Bizimse hep bir ağızdan söylediğimiz şey: “Beş dakika daha!”. Bizim zaman kavramımız sizinkine benzemez bizim beş dakikamız bazen yirmi dakika oluyordu. Seslenmekten usanan annem çareyi bizi gelip eve götürmekte buluyordu. Ah! Bir de kış mevsimi yok mu? Karların üzerinde yuvarlanmak, kardan adam yapmak ne keyifti. Bu arada annem bizi alırdı dedim ya biz iki küçüğün asansöre tek başlarına binmesi yasaktı, mutlaka bize eşlik edilirdi.

– Akşam yemekleri önemliydi. Babam tüm ailenin masa başında bir arada olmasına çok dikkat ederdi. Hafta içi ve cumartesi sabah kahvaltıları ve öğle yemekleri hariç, her akşam ve Pazar günü tüm öğünlerde masa başında birlikte olurduk. Babam hafta içi ve cumartesi günleri erkenden işe gittiğinden sabah kahvaltılarında ve tabi ki evde olmadığından öğle yemeklerinde bizimle olamazdı. Babam sofra birlikteliğinin üzerine titrediğinden uzun yaz akşamlarında hava kararmasa bile ve oyunumuz bitmese bile vakit akşam yemeğine ulaşmışsa biz mutlaka eve giderdik. O sofraya sonradan oturulmazdı… O zamanlar çokta sevmezdim ve pek de anlamazdım beraber masaya oturmak zorunda olma kuralını. Benim oyunum bitmemişken neden illa ki  yemek için eve gitmeliydim. Sonradan yesem ne olurdu sanki… -Şimdilerde babamın bu kuralının, aslında kuraldan öte bu alışkanlığının aileyi her daim bir arada tutmak için ne denli mühim bir yaklaşım olduğunu. Her beraber sofrayı paylaşmak, bir arada olmak büyük nimetmiş. Saygı, sevgi, paylaşmak, konuşmak, dinlemek, dinlenmek…İşte o sofralarda öğrendim ben bunları… Birçok şey çocukken ediniliyor, sonradan edinilmiyor, bizim çocuk dünyasıyla anlayamadığımız öyle çok şey var ki, bizi biz yapan…-

– Bu arada yaşım baya ilerlemişti. Tam beş yaşına gelmiştim, vay be kocaman ben!   

– Mahallede ki çocuklar arasında bizden yaşça büyük olanlar vardı, onlar kardeşimi ve beni aralarına almak istemezler, ama ağabeyim onlarla yaşıt olduğundan onu alırlardı. Ablamsa bizden yaşça daha büyük olduğundan oyunlarımıza katılmaz, okula gittiğinden genellikle ders çalışırdı. Yine bir gün yan bahçede futbol oynanıyordu, ağabeyimde onlarlaydı ve nasıl olduysa kardeşimi de aralarına almışlardı. Bende onlarla oynamak istedim ama ağabeyim hemencecik “hayır” deyiverdi, kardeşimse; “gel, oyna” dedi. Tabi ki diğerleri kardeşimin bana gel demesinden hiç hoşlanmadı. Ama bir şekilde beni maça aldılar, kaleci olmuştum. Sonraları bu bir alışkanlığa dönüştü, beni ne zaman maça kabul etseler hep kaleci oluyordum bir süre sonra bende isyan bayrakları çekildi ve dedim ki: “Bu hiç eşit bir davranış değil, bende sizler gibi oynamak istiyorum, kalede durmayacağım”. Kardeşim ben üzülmeyeyim diye kalede kendisinin durabileceğini söyledi. Tabi ki bunu da kabul etmedim. Bu sefer bana yapılan haksızlık ona da yapılmış olacaktır. Bu itirazımdan sonra beni oyuna almadılar. Şimdi anlıyorum ki aslında beni oyuna almalarının sebebi sadece kendi menfaatleriymiş. Sonraki günlerde ağabeyim, kardeşim ve ben maç yapar olduk, bazen de bir arkadaşımız daha katılıyordu bize. Bu oyunumuzdan çok mutluydum, biz kimseyi dışlamıyorduk, herkes bizimle isteği şekilde oynayabiliyordu. Girişken bir çocuk olduğumdan hemen herkesin oyunun kolaycacık dahil olabiliyordum kimseye küsüp, kapris yapmıyordum”.

İşte bizim çocuğun bugünkü anısından yol çıkacak olursak; Oyunlarda kendisine yanlış davranıldığında, dışlandığında içine kapansaydı eğer, kendisini değersiz hissetseydi, mutsuz bir yetişkinle bugün karşı karşıya olacaktık. Oysa o öyle yapmadı. Doğru bildiğinin ardından gitti, haksızlığa boyun eğmedi, güçlü bir şekilde yoluna devam etti. Çocuklukta yaşanan her şey bireyin gelişiminde çok etkilidir. Yaşanan olumsuzlukları maalesef her çocuk sindiremiyor, olumsuzluklarla başa çıkamıyor. Değersizlik hissi daha çocukken yüreklere yerleşirse yetişkinlikte de kişi mutsuz olacağı gibi çevresini de mutsuz edecektir. Bunun içindir ki her şeyin farkına varmaya çalışalım. Kendi çocukluğumuza dönüp yaralarımızı, eksikliklerimizi şifalandıralım. Dokunabildiğimiz kadar çocuk yüreğine dokunalım, onların güçlü, mutlu, sevgiye doymuş, farkındalığa yüksek bireyler olmaları için çaba gösterelim, onların yanında olalım. Mutlu, sevgi dolu çocuklar yetişsin ki dünya da mutluluk, sevgi daim olsun.       

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

HAYATIMIZ İÇİN HANGİ ENERJİYİ SEÇMELİYİZ (2)

Çarşamba günkü “Hayatımız İçin Hangi Enerjiyi Seçmeliyiz” isimli yazıma devam niteliğindeki bu yazımla yine sizlerleyim.

Asıl iş; pozitif enerjiye sıkı sıkıya sarılmak ve negatif enerjileri de alt etmekten geçiyor demiş ve bu nasıl olacak diye sormuştum. Şimdi bunu nasıl yapabileceğimize dair cevaplar verelim: “ilk adım, kendinizi yenilemekle başlar. Kendinizdeki olumsuz taraflarınızı keşfedin, negatifliklerinizi görmeye çalışın. Kendinize anlayışlı ve samimi davranın. Olumsuz taraflarınızı geliştirmeye, değiştirmeye odaklanın ama bunu negatif enerjiyle değil pozitif enerjiyle, sevgiyle yapın. Kendinize de sevgiyle bakın. Sonrasında çevrenizdeki herkesin ve her şeyin içinde ki iyiliğe odaklanın, hep sevgiyle bakmaya çalışın. Unutmayın kimse mükemmel değildir. Kendinize olduğu gibi çevrenize de sevgiyle bakın.” Şimdi hep birlikte konunun detaylarına doğru bir yolculuk yapalım.

Kendinizi sevin, bu kendinize yapacağınız en büyük iyiliktir. Bunu yapmak yüksek egolu olmak, kibirli, kendini beğenmiş olmak demek değildir. Sonsuz evrende bir varlık olarak sevmek duygusunu yaşamanın ilk adımı önce kendinizi sevmektir, iyi ve kötü, doğru ve yanlış yönlerinizle. Gücünüzü keşfedin ve onu ellerinizin arasına alın. Kendinizde ki negatifleri yok etmek ve hayatı güzelleştirmek sizin elinizde, bu zihinsel bir enerji gücüdür ve bu kesinlikle en iyi şekilde kullanılabilir. Birçok insan bu gücü,  kendisine olan kızgınlığından ya da kendini kader kurbanı olarak gördüğünden kullanamamaktadır. Unutmayın problemin olduğu yerde mutlaka ve mutlaka çözümü de vardır. Yeter ki çözümün varlığına tüm pozitif enerjinizle inanın ve bu yolda adım atmaktan korkmayın. Yaşadığının anın kıymetini bilin ve o anın enerjisine sahip çıkın, negatifleri pozitife çevirmek için tüm gücün sizde olduğunu bilin. Bugün yaşanabilecek kötü şeyler gelecekte yaşanacak iyi şeylerin kilit noktası olabilir. Hayatın ve deneyimlerin kıymetini bilmek, onlarda ki renkleri keşfetmek bizi her daim olumluya götürecektir.

Negatif düşünce sarmalları insanı sadece ruhsal açıdan darboğaza sürüklemez beraberinde türlü fiziksel hastalıkları da getirir. Bunun içindir ki negatif enerjimizi pozitif enerjiye çevirmek hem ruhsal hem de fiziksel sağlığın ve zindeliğin sağlanabilmesi için çok mühimdir.

Denir ki: “Hastalıkların panzehiri pozitif düşüncedir”.  Bunun ne denli yerinde bir tespit olduğu birçok durumda kendisini göstermiştir. Sizi hasta eden düşünce kalıplarını tespit edebilmelisiniz, düşünce yapınızı en yüksek seviyede bir farkındalıkla kontrol edebilmek için bunu yapmak büyük bir gerekliliktir. Beyni güçlü tutabilmek için düşünce gücünüzü de en üst seviye taşımalısınız. Beyinin yüksek enerjiye ulaşması ona pozitif düşüncelerin ekilmesiyle mümkündür.  Pozitif şeyler ekince pozitif sonuçlar elde edilir. Eğer beynimizi pozitif düşünceler için eğitmeye başlarsak bir süre sonra bu düşünceleri daha çok beslemeye ve daha kolay çağırmaya başlarız. Bu da kısa süre sonra zihinsel olarak daha sağlıklı ve daha mutlu bir insan haline gelmemizi sağlar. Kendimize negatif enerjiyi yüklersek, depresif ve mutsuz oluruz, o zamanda vücudumuz stres hormonu olan kortizolü üretmeye başlar ve bu hormon ciddi bedensel rahatsızlıklara sebep olabilir. Bu yüzden pozitif insanlarla bir arada olmak, çok zor gibi görünse de yaşam stilimizi değiştirmek bizim mutlu ve sağlıklı olmamızı sağlar.

Çevrenizin size olan etkisine gelirsek eğer;  aile, evlilik, ilişkiler, negatif enerjiyle yüklü arkadaşlıklar ve yine aynı şekilde negatif enerjiyle dolu bir iş ortamı,  işte bunlar da hiç göz ardı edilmeyecek derecede önemlidir. Bunun için seçimlerinize dikkat edin. Enerjinizi alan ortamlardan uzak durun, değiştirebileceğiniz çevresel faktörleri değiştirin değiştiremeyecekleriniz içinse-aile gibi- olumsuzu olumluya, negatifi pozitifi çevirmek için emek verin, mutlaka sonucunu alacaksınız.

Zihni sağlıklı olanların, bedenleri de daha sağlıklı olur.  Dolayısıyla, olumlu düşünce hayatın kalitesini ve süresini de artırır. Olumlu düşünce yeteneği öğrenilebilecek bir yetenektir. Olumlu düşünme yeteneğini kazanmak için insan öncelikle kendisiyle barışık olmalıdır.  Olumlu düşünmek, hataları reddetmek değil, onları  birer iyileştirme fırsatı olarak görmek demektir. Olumlu düşünebilmek için cümlelerinizden olumsuz kelimeleri silmeye çalışın. Hayatı sadece onu değiştirebileceğine inananlar iyileştirir. Enerjinizi sevgiye yöneltin. Böylece her zaman kazanan siz ve sevgi olacaktır.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

HAYATIMIZ İÇİN HANGİ ENERJİYİ SEÇMELİYİZ

Binlerce yıldır insanlar yaşam enerjisini değişik isimlerle anmışlar ve kullanmışlardır. Kuantum Fiziğinin yaşam enerjisi konusundaki doğru yaklaşımına değinmek istiyorum. Kuantum fizik, parçacık ve olasılıklar bilimidir. Kuantum felsefesi “beyin-beden-ruh” bütünlüğünü temel alır. Kuantum yaşadığımız evrendeki bilinen en yoğun enerji frekansının, kozmik bilincin ürünü olan insan düşüncesi olduğunu savunur ve bunu kanıtlamıştır da. Kuantum anlayış; Bilinçaltının programlanmasıyla insanın kendi hayatını sonsuz olasılıktan arzu ettiği parçacık haline dönüştürebilen enerjiye sahip olduğu savunulur. Bu demektir ki insan enerjisiyle her şeyin yapılması mümkündür. Şimdi, insan enerjisini pozitif ve negatif yönleriyle irdeleyelim ve bu konuda bizim için faydalı olacak çıkarımlara hep birlikte ulaşalım. 

Doğumla birlikte beynimizde hareketlilik başlar, bilgiler gelir, olaylar, durumlar yaşanır ve zaman içinde kendimize özgü düşünce şeklimiz oluşur. Düşünceler en  güçlü enerji kaynağıdır. Bunun içindir ki; düşündüğümüzü yaşar ve düşündüğümüzü oluruz. Pozitif yüklü bir enerjiye sahipsek mutluluğa ve huzura erişmek daha kolay olur yani tüm hayatımız kolaylaşır. Negatif bir yüklü enerjiye sahipsek hayatımızın çok kolaylaşmayacağını söylemek yanlış olmayacaktır. Burada asıl iş; pozitif enerjiye sıkı sıkıya sarılmak ve negatif enerjileri de alt etmekten geçiyor. Peki nasıl olacak bu? Birazdan bunun hiç de zor olmayan bir yol olduğunu ve bu yolu nasıl başarıyla geçebileceğinizi anlatacağım. Ancak öncesinde “Enerjiniz ne ise onu yaşarsınız”  diyelim ve çeşitli yaşanmışlıklarla biraz bunu anlatayım.

Geçen yıl diş hekimime kontrol için gitmiştim. Muayene sonrası biraz sohbet ettik. Konu; “insanın enerjisinin onun hayatını, işlerini nasıl etkilediğine” geldi. Bazı hastalarından örnekler verdi. Küçük bir dolgu işlemi gelen ancak negatif enerjiyi tüm hücreleriyle yaşayan bir hastasının tedavisinin hiç de kolaylıkla bitmediğini, türlü türlü aksilikler yaşadığını, bununla birlikte çok büyük tedavi için gelen bir diğer hastasının ki bu kişi aksine pozitif enerjili- tedavisinin beklenenden çok daha kısa sürede ve basit bir şekilde bittiğini anlattı. Ardından ekledi: “Böyle çok vakalar oluyor kişinin enerjisi ne ise tedavisi de o yönde gelişiyor”. Yaşananlar ve tespit her şeyi ortaya sermiyor mu?

Fas seyahatim de, ülkeye giriş için pasaport kontrolünde sırada bekliyordum. Önümde sekiz kişi vardı bir diğer kuyrukta ise sadece dört kişi vardı. Diğer sıra daha azdı ve işlemler daha çabuk biter, ′o tarafa geçmeli miyim′ şeklinde bir soru belirdi içimde. Önce bu sekiz kişiye baktım sonra diğer dört kişiye. Orada garip ve negatif bir enerji hissettim ve sezgilerim yerimde kalmayı söyledi. Tam da hissettiğim gibi oldu, bizim sıramız su misali akıp gitti diğer sırada türlü aksilikler oldu, memurlar değişti, pasaportlarda sorunlar çıktı, sıranın uzunluğundan şikayet eden o negatif enerjili kişi şikayetleriyle maalesef negatifliği tüm sıraya yaydı o sırada ben işlemlerimi çoktan bitirmiştim ancak o dört kişi halen sırada bekliyordu.

Hayat kimi zaman öyle insanları karşımıza çıkarır ki, o kişiden hiç elektrik alamadım, yanında çok tedirgin oldum, deriz ve onların hiçbir ışıkları yoktur. Onların yanından bir an evvel uzaklaşmak isteriz. Kimi zaman da öyle insanlarla karşılarız ki, onlar etraflarına ışık saçıyorlardı, pozitif enerjileri her yanı kaplar. Bu iki tip insanın yaşam enerjileri bilinç seviyeleri ile doğru orantılıdır. İşte, evrensel enerji ve bu sayede oluşan evrensel enerji alanımız bu kadar önemlidir.

Asıl iş; pozitif enerjiye sıkı sıkıya sarılmak ve negatif enerjileri de alt etmekten geçiyor demiş ve bu nasıl olacak diye sormuştum. Bunu nasıl yapabileceğimize dair cevapları vereceğim ancak bu arada bir es vermemiz gerekiyor. Yazıyı uzatıp sizi sıkmak gibi bir durumun içine düşmek istemediğim için bu cevapları Cuma günü sizlerle paylaşacağım yazımda anlatacağım.

Son olarak şunu da söylemeden geçemeyeceğim; “Az dostunuz olsun, onlarca olmasına gerek yok, birkaç tanesi yeter. Yeter ki size pozitif enerji versinler, paylaşımlarınız pozitif olsun. Az ve öz olan dostlarınıza da değer verin, yaşam kaliteniz için bu çok mühimdir. Kendi pozitif enerjinizle onlarınkini birleştirin. Hayatta mutluluk pozitif düşünce ile başlar, pozitif söylem ve eylemlerle gelişir, paylaşılan sevgi ve bilgiyle doruğa erişir.       

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

NEDEN DOĞDUM

Hayat keşfedilmeyi bekleyen, içinde büyük ve gizemli maceraları saklayan efsanevi bir yoldur. Bizler o yola çıkar yani dünyaya gelir ve bir şekilde o yolda yürürüz. Mühim olan o yollarda neleri nasıl ve ne için yaşadığımızdır. İşte; hayatın içindeki saklı maceraları keşfetmeye başlanmak da burada devreye giriyor.

“Hayatında iki önemli gün vardır; biri doğduğun gün, diğeri de neden doğduğunu keşfettiği gün” (Mark Twain)

Her bir doğum yeni bir başlangıçtır. Dünyaya yeni bir insan gelir ve o insan hayat yolunda atacağı her bir adımla hem kendi dünyasını oluşturur hem de içinde bulunduğu dünyayı etkiler. Bunun içindir ki ilk mühim an kişinin doğduğu andır, varoluşun ilk günü… Bir diğer önemli anda tabi ki neden var olduğunu anlamaya, keşfetmeye başladı andır. Ne var ki insanoğlu birinci mühim anı mecburen yaşasa da, ikinci mühim anı yaşamak kişinin içsel gelişimine bağlıdır. Bu gelişimizi de maalesef herkes yaşamaz, yaşayamaz.

Neden doğdum? Biz bu konuyu irdeleyeceğiz. Kimler bu soruyu kendisine soracak kadar cesur ve kimler bu soruyu kendisine soramayacak kadar cesaretten uzak? Bu soruyu kendimize yönelttiğimizde hayatın anlamının ne olduğuna dair sonuçlara ulaşacağımız mutlaktır.

Birileri için dünyaya gelme sebebi, yaşamın anlamı, amacı yemek, içmek, gezmek ve eğlenmek olabilir. Bazıları içinse çalışmak, üretmek, değer yaratmak; çevresinde ve topluma faydalı olmak, katkı yapmak olabilir. İnsanlar birbirinden farklı yaratıldığı için hayata yüklenilen anlamların farlılık göstermesi kaçınılmazdır. Buna saygı göstermek gerekir, bununla birlikte kişinin tüm benliğiyle kendini adayacağı bir yolun olması gerektiğinin farkındalığına varması ise kişinin hem kendine hem dünyaya yapacağı en güzel hizmettir. Hayatın anlamları keşfedilmelidir ki esas olana yani huzura, mutluluğa ulaşılsın.

“Yaşamın amacı, amacı olan bir yaşamdır.”

Yaşam amacınızı keşfedin, neden doğdum sorusunu kendinize sorun diyorum ama nasıl olacak bu, nasıl başlayacaksınız bu sorgulamayı yapmaya? Başlangıçta unutulmaması gereken şu ki; “Her bir birey kendi yaşam amacını bulmakla mükelleftir. Bu kişinin kendine en büyük borcudur ve bu borç mutlaka ödenmelidir.”

Bize sunulan hayatta bazı şeyleri özgür irademizle yaşarız bazı şeyler ise kaderdendir. İşte bize sunulan bir hayat var ve çoğu zaman üzerinde her türlü değişiklikleri yapma şansımıza mevcut. Bu şansa sahipsek bunun kıymetini bilmek gerekir. Önceliğimiz kendimizi gelişmeye odaklamak, ruhsal farkındalıklarımızı su yüzüne çıkartmak, arzularımızı, hayallerimizi, gerçekleştirmeye hedeflenmek çok önemlidir. Hayat ancak ona vereceğimiz anlamlarla zenginleşecek. Ancak, tüm bunları fark edip, aydınlık yolumuza devam ettiğimiz zaman hayatta yol alabiliriz. Yaşamak sadece alınan nefesten ibaret değildir ki! Bundan çok ötedir. Yaratılan her şey bir sebep için yaratılmıştır, en ufak kum tanesinin bile yaradılış gayesi vardır. Bizde yaradılış gayemizin ne olduğunu ulaşmalıyız.

Hayatlarımızın belirli dönemlerinde es verip geriye doğru şöyle bir bakmak gerekir. Kendimizi sınamanın bazen en kolay yoludur bu. Neler yaşadım, neler oldu hayatımda, neler yaptım, geride benden ne kadar ve nasıl iz var? Tüm bu sorulara dürüstçe cevap verin. Cevaplarınızdan mutlu musunuz, huzurunuz yerinde mi, gerçekten yaşamak istediklerinizi mi yaşadınız? Sonra bu ana bakın. Neler yaşıyorum, neler oluyor hayatımda, ne yapıyorum? Yine dürüst cevaplarınızla sonuçla yüzleşin. Son olarak da geçmiş ve şu ananıza dair sorduğunuz soruların cevaplarının oluşturduğu hayatınızın gelecek için sizi nereye taşıyacağına bakın. Bu net olmayacaktır belki, ama verdiğiniz cevaplar geleceğe dair bir kurgulama yapmanızı sağlayacaktır. 

Tüm bu değerlendirmenin sonuncunda iç huzurunuz tamsa, mutluluk, sevgi sizinleyse ve gerçekten de olmak istediğiniz kişiyseniz sorun yok. O zaman eminim ki önce kendinize sonrada dünyaya gerçekten faydalı bir bireysinizdir. Çünkü siz yaşam amacınızı, neden doğduğunuzu keşfetmişsiniz, bunun farkındalığına erişmiş ve o yolda yürüyorsunuz. Ancak bu değerlendirmenin sonucunda huzuru, mutluluğu, sevgiyi yakalayamamış olduğunuzu gördüyseniz işte o zaman bir şeyleri değiştirmek için harekete geçmeniz gerektiği aşikardır.

Maddesel olan her şeyden ruhunuzu arındırın. Önce kendi mutluluğunuzu hedefleyin, sizi neler mutlu eder bunun cevabını bulmaya odaklanın. Belki çiçeklerdedir, onlara bakıp, büyütmektedir aradığınız iç huzur, belki bir hayvan barınağında sizi kocaman bir sevgiyle bekleyen hayvanlara yoldaşlık etmektedir, belki okuma yazma bilmeyen birine okumayı yazmayı öğrettikten sonra onun duyacağı minnet duygusundadır, belki de bir dilim ekmeğe muhtaç insanlara yaptığınız yemekleri dağıttıktan sonra onların pembeleşen yanaklarındaki sıcaklıktadır. Sadece bırakın kendinizi yüreğiniz sizin için en doğru yolu bulacaktır.

”Yüreğin neredeyse hazinen de oradadır.” (Paulo Coelho)

İnsanların kendi farkındalığına varması için büyük paralar kazanmış olmasına, iyi eğitim almış olmasına ya da çok fazla şeye sahip olmasına gerek yoktur. Farkındalığa erişebilmek için kişinin özünü anlaması mutlak olandır. Tek gerçek budur. Kendi adıma şunu söylemeliyim ki; “ben yaşam amacımı buldum, neden doğduğumu şükürler olsun ki biliyorum”. İlerleyen günlerde bu keşfi nasıl yaptığımı, bu yolda neler yaşadığımı sizlerle paylaşacağım. Tüm içtenliğimle dileğim; sizlerin de yaşam amaçlarınızı keşfetmeniz ve bunun verdiği sonsuz huzur ve mutluluğu yaşamanızdır.

Yazılarımın sizlere neler hissettirdiğini, neler düşündürdüğünü bilmek ,istiyorum, bunun için kıymetli düşüncelerinizi benimle paylaşmanızı merakla bekliyorum.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

NEDEN KENDİMİ SUÇLADIM Kİ

Yıl 2021, bizim yolculuğumuzsa yıllar öncesine doğru…

Kilere saklanmış, sıkıca kilitlenmiş bir sandık ve içinde binlerce anı. Sandığın anahtarı hep bilincimde bir yerlerde duruyordu, şimdi anıların sahibi o küçük çocuğa anahtarı verme zamanı geldi. O dilediğince anıları bir bir aydınlıkla buluşturacak ve kötü olanların ağırlığından, gamından, kederinden kurtulacak, iyi olanları da hatırladıkça mutlu olacak…Anahtarın, sandığın, anıların sahibi çocuk konuşuyor şimdi sizlerle…

-Sakin, naif, mızmızlık yapmaktan fersah fersah uzak, şımarıklığı hiç tanımayan, istediklerini yaptırmak için hırçınlık yapmayan, sessiz, neredeyse hiç ağlamayan bir çocuk. Annem böyle anlatır benim ilk yıllarımı. Tabii ki çok küçük olduğumdan pek hatırlamıyorum bunları. İlk hatırıma gelense-belki dört yaşlarındaydım o zaman- oturduğumuz iki katlı evin o büyük bahçesinde bana kızılmaması için nasıl kaçtığım. Oysa sakin bir çocuktum neden bana kızılacaktı ki? Evimiz büyük olduğundan mütevellit iki amcamla birlikte oturuyorduk. Büyük amcam doğası gereği biraz sertti ve en ufak bir yanlışımızı görmesin, hemen sinirlenir, kızardı. Canım babamda tüm anlayışıyla amcamın bu kızgın, sert tavırlarına sesini çıkartmazdı. Şimdilerde anlıyorum ki; amcamın bizlere böyle davranmasının sebebi, onun mükemmeliyetçiliği, hataya karşı öfkeli duruşu ve maalesef sevgiye açık olmamasıydı. Merhum amcamın bu sert tavırları dışında, bizlere ikinci bir baba gibi de davrandığını hatırlarım. Biz dört kardeştik, rahmetli ağabeyim, ablam ve aramızda sadece on üç ay olduğu için ikiz gibi büyüdüğüm erkek kardeşim ve ben.

Bir gün mahalle arkadaşlarımda bizim bahçede oynarken düştüm. Ama ne düşüş. Ağzım, burnum, dizlerim kan içinde kalmıştı. Benim gibi nice çocuk oynarken milyonlarca kez kanlar içinde kalmıştır. Bu çocuklar için en doğal olandır, kanlar temizlenir, yara bandı takılır sonra tekrar sokağa…Bu kanlı düşüşten sonra öylesine korkmuştum ki-halen o korku yüreğimde pır pır eder- ne yapacağını, nereye gideceğini bilmez halde kalakalmıştım. Korkumun sebebi ne kan, ne de canımın acısıydı, tek korkum amcamın beni bu halde görecek olması ve tabi ki onun kızma ihtimaliydi. Evet dört yaşlarındaydım ve amcama görünmemek için bahçenin içinde köşe bucak kaçıyordum. Ama kaçış fayda etmedi ve amcama yakalandım. Karşımda duruyordu, görmesin diye elimle burnumu ve dizimi kapattım ama nafile, kaçış buraya kadardı. Bana öyle bir kızdı ki… Neden dikkat etmedim? Neden düştüm? Ardından da suçlamalar…

İşte o gün yıllarca bende yer edinecek manasız suçlanma ve suçluluk duygusuyla tanıştım. Oysa çocuktum, olan şey bir suç değildi, ben suçlu değildim düşebilir ya da benzeri başka şeyler yapabilirdim. Ben sadece küçücük bir çocuktum… O bahçede artık eskisi gibi özgürce oynamadım, oynayamadım, düşer bir yerlerim kanar ve yine amcam bana kızar diye çok korktum. Diğer çocuklara imrendim, çünkü onlar korkusuzca koşabiliyorlardı. Maalesef, bende kendimi suçlamayı öğrenmiştim o gün. Olabilecek her durumun yegâne suçlusu bendim, başka kim olabilirdi ki? Hiç hata yapmamalıydım çünkü hata yaparsam sevgi yerine kızgınlıkla karşılanırdım. Günler geçti yaralarım iyileşene kadar amcamdan uzak durdum, belki beni yaraları iyileşmemiş halde görürse yeniden kızabilirdi. Kim bilir? O yaşlarda başladı kızgın, öfkeli insanlardan kaçmalarım.

Sıradan bir anı mı bu? Çocuk düşmüş, ona kızmışlar, geçmiş, gitmiş… Öyle mi gerçekten? Oysa o çocuk kalpte ne yangınlar yangınmış, ne nehirler çağlamış kimsenin haberi yok. Yetişkinlerin durumları birbirinden ayırması gerekiyor. Kızılacak şey var, tolere edilecek, kızılmayacak şey var. O çocuk yürekler yetişkin yüreklerden çok farklı, çocuklar her bir anıyı yüreklerine yerleştirir ve tüm hayatlarının şekillenmesinde o anılar rol oynar. Ben hep mükemmel olmaya, herhangi bir sebepten azar işitmemeye, ne kendimi nede başkalarını zor duruma sokmamaya çoğu zaman insanüstü bir çaba gösterdim. Çabalarken yoruldum, yoruldukça yıprandım. Kendimi boş yere suçladığımı, mükemmeliyetçiliğin nasıl peşinden koştuğumu fark ettiğimde de bana zarar veren bu duyguları şifalandırdım. İşte o zaman özgürce nefes almaya başladım ve bir yükten daha kurtuldum. Neydi bu dur durak bilmez çabanın sebebi? Cevap basit; çocukluğumun esintileriydi. Çocukların yüreklerinde derin yaralar bırakmayın, hayatı onlara zorlaştırmayın, aksine onların yüreklerine sadece sevgiyle dokunun, sadece sevgi…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

SEVGİLİ DOSTLAR

2020 yılını kapatırken sizleri paylaşımlarıma dair yapacağım yeniliklerden haberdar etmek istiyorum:

    “Bilgilerimi, deneyimlerimi, eğitimlerimi ve hepsinden öte yüreğimi paylaştığım bloğumu 2021 yılı itibariyle web sayfasına taşıyorum. Bloğumun ismini web sayfasına taşıyorum, böylelikle takip anlamında da oluşabilecek herhangi bir karışıklığın önüne geçmiş olacağım.

    Aynı isimle yoluma devam edeceğim. Bundan böyle yeni paylaşım noktamız;

www.sevginin-isigi-sifa.com olacak. Web sayfamda takip etmekten keyif duyacağınız inandığım yeni bir yazı dizimiz başlayacak. Bu yazımda anı demetleri; bir çocuğun yaşanmışlıklarını yine onun dilinden ve onun gözünden anlatacak. 

    Daha önce ki paylaşımlarımdan farklı olacak bu yazı serilerinden keyif alacağınıza, okudukça kedinizden payeler çıkartacağınıza inanıyorum. Bununla birlikte her hafta yeni konularla hep alıştığınız yazılarımı, Allah’ın lütfettiği şifa, rehberlik ve enerjiyle beğenilerinize ve yüreklerinize sunmaya devam edeceğim. 

    Paylaştıkça mutluyum, paylaştıkça çoğalıyorum, paylaştıkça yeni yüreklere sevgiyle dokunduğumu hissediyorum…”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

GERÇEK DERS “HAYAT”

“Hayattan ders almak” deyimini bilmeyeniniz yoktur. Deyimin ifade ettikleri ve hissettirdikleri öylesine derindir ki, bu derinlikten milyonlarca konu, hikaye çıkartabiliriz. Yeter ki o derinliğe doğru usulca uzanalım… Yaşanılan bir olaydan veya durumdan tecrübe kazanmak, ibret almaksa hayattan ders almak, o zaman şu sonuca varabiliyoruz: “ İnsanlar problemlerle başa çıkmayı öğrendikçe, mücadele ettikçe hayattan ders alırlar. Aynı şekilde etraflarında olan biteni gözlemleyip diğer insanların yaşadıklarından da kendilerine dair dersler çıkarabilmek çok mühimdir. Bazı insanlar hayattan edindikleri dersleri ilke, yöntem haline getirirler ve böylelikle daha az yanlışa, mutsuzluğa düşerler. Bazılarıysa maalesef bunu başarmaz ve darlıktan kurtulamazlar.”

“Bilge adam hatalarından ders çıkarandır. Ama daha bilge adam ise başkalarının da hatalarından ders çıkarabilendir.”

İnişlerin, çıkışların, taşlı çakıllı, sapa yolların, karanlık darboğazların olduğu kadar aydınlık, ferah, kolay, huzurlu yollarında olduğu hayatta her daim planlı programlı ilerlemek mümkün değildir. An gelir planlarımız yerini bulur, an gelir her şey kontrolden çıkar ve biz olan bitene bir seyirci edasıyla adeta bakakalırız. Böyle zamanlarda mantık dediğimiz şey avucumuzun içinde ufalanır gider. Yapılacak tek şey kalbin sesini dinlemek ve teslimiyeti yaşamaktır.

“Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden iyi olmayacağını? (Şems-i Tebrizi)”

Asla “asla” dememenin dersini de verir hayat. Yapmam dediklerimiz yaparız. Asla olmaz dediklerimizi oluverir. Mümkün değil dediklerimiz mümkün hale gelir. Dikkat etmeliyiz ağzımızdan çıkacak ya da düşünebileceğimiz aslalarla başlayan her büyük söz gün olur karşımıza duvar gibi çıkar. Söylediklerimize pişman mı olacağız? (Kesinlikle pişman olacağız) Yaşadığımız şeye de pişman mı olacağız? (Buna da kesinlikle pişman olacağız.) Bu pişmanlıkları yaşamamak için aslalarımız olmasın. Öyle ki; konuşmayı bir daha asla düşünmediğiniz kişilerle bir dilim ekmeği paylaşır hale gelebilirsiniz, asla o dosttan düşman olmaz dediklerinizde düşmanınızcasına bir dilim ekmeği sizden sakınır hale gelebilir.

“Büyük konuştuğu yerden imtihan olurmuş insanoğlu. Asla, dediğimiz ne varsa kapının ardındaymış meğerse.”

Bir danışanım anlatmıştı. Nişanlısını çalıştığı iş yerinde ki müdürleriyle tanıştırmış. Bu tanıştırma esnasında adam resmen müdürler tarafından mal mülk sorgulamasına çekilmiş. Evin var mı? (Yok). Araban var mı? (Yok)… Dönüp kıza olmaz böyle bu adamın nesi var demişler? O da en naif haliyle: “Onlara ihtiyacım yok onun yüreği yeter bana, sevgimiz, saygımız oldukça gün gelir her şey yerini bulur demiş”. Evet, gün gelmiş bizim çiftimiz evlenmiş, sevgi ve saygılarını hiç eksiltmemişler. Sahip oldukları güzelliklerle maddi anlamda hiç de azımsanmayacak varlıklara sahip olmuşlar. Onların sevgilerine tepeden bakan ve maddi imkansızlıklarını küçümseyen kişiler şimdi ne yaparlar, ne hissiyattalar bilemem ama bildiğim şu ki; “Yerlere göklere sığdırılamayan variyetli insanlar bir gün sahip oldukları varlıklarını kaybedebilirler ve bu varlıkları için onların etraflarında olanlar da kaybedilenlerden ötürü hemencecik onların dünyalarından giderler. O bir zamanlar variyetli olan kişilerde yapayalnız kalıverir. Çünkü gerçek sevgiyi yaşayan olamamışlardır, sevilen kendileri değildir, maalesef paralarıdır. Bu olayda ki gibi varlıklı olmadıkları için hakir görülenlerse çok kıymetli sevgiye sahip olduklarından hayatta kazanan tarafta olurlar.” Onun için her şey bizim gördüğümüz ya da düşündüğümüz gibi olmayabilir. İnsanların seçimlerini, değerlerini, sahip olduklarını yargılamamak gerekir. Herkesin hayatı birbirinden farklıdır. Unutulmamalıdır ki; her şey bizim için, gün olur neler yaşanır bilinmez…

Karşındakini yargılamadan önce bir süre onun ayakkabılarıyla yürü. (Kızılderili atasözü) 

Hayattan alınan derslerle her bir insanın doğrudan veya dolaylı olarak dünyayı değiştirebilme gücü vardır. Kendi hayatınızı değiştirdiğinizde doğrudan veya dolaylı olarak dünyayı da değiştirmiş olursunuz. Kendi hayatınızı veya etrafınızdaki insanların hayatını değiştirdiğinizde dünyayı değiştirmişsiniz demektir. Yaptığınız küçük şeylerin dünyada büyük etkileri olabilir. En çok da adı küçük ama gücü büyük “sevgiyi” yayın tüm benliğinize. Siz sevgiyle yoğrulun ki, sizde ki sevgi de tüm dünyaya nüfus etsin… Olayların geçici ama çıkaracağınız hayat derslerinin etkileri keşfetmenizi yürekten diliyorum.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

İYİLİK BİR CEVHERDİR

 

İyilik ve kötülük sırt sırta duran ancak birbirinden uzaklığı aşikar olan iki eylem. İnsanoğlu yaradılış gereği iki eylemi de bir şekilde ruhunda barındırmaktadır. Arzu edilen odur ki iyilikler hep çoğalsın kötülüklerse yok olup gitsin.

Biliriz ki kötülükler, hatalar yüze vurulmaz. Bir kişi yaptığı kötülük ve yanlıştan ötürü sürekli eleştirilir, yargılanırsa onun bu hastalıkları nasıl şifalandırılır. Onlara yapılacak en hakiki yardım yaptığı fenalığın zararlarını, olumsuzlarını onun kalbini temizleyerek anlatmak, içine düştüğü karanlık kuyudan onun sevgiyle çıkartmaktır. Boş yere denilmemiştir ki, “Yüz karası yüze vurulmaz”. Kişiye hep söylediğimiz gibi ben diliyle yaklaşmalıyız. Ancak o zaman mutlak kazanıma ulaşabiliriz.

Gelelim iyiliklere… Üç aşamada bu konuyu irdeleyeceğiz.

Öncelikle kendilerine yapılan iyilikleri çabucak unutanları, hatta an geldiğinde yok sayanları yani “nankör insanları” mercek altına alalım. Nankör kelimesi “Nan” ve “kör”  kelimelerinden oluşur. “Nan” Osmanlıca’da ekmek “kör” de bilindiği üzere görmeyen manasındadır. Dolayısıyla “nankör” kendisine verilen ekmeği hor gören, yapılan iyiliğin değerini bilmeyen demektir. Böyle insanlar kendilerine verilen değerden sebep yapılan iyiliği göremeyecek, anlayamayacak kadar acizdirler. Yaptığınız iyilikleri mecburiyet gibi algılarlar. Bu insanlar iyilik yapanı değersizleştirip aslında kendilerine en ufak bir etkisi dokunmamış kişileri sırf statü hayranlığı yüzünden yüceltmeye de meyillidirler. Düşünün kişinin kendisine değer veriliyor, ancak o bunu fark edip bunun ne büyük bir lütfa şayan olduğunu kavrayamıyor. Yapılan iyiliğin sebebi verilen değerdendir ve o bunu görmüyor, ne büyük bir körlüktür bu. Eğer buysa durum o zaman bu kişileri iyi tanıyıp boşa giden değeri geri çekmek gerekir ve hatta bunu karşınızdakine de sevgi ile ve açıkça ifade etmekte yanlış bir tarafta görmüyorum. Belki o zaman kişinin bir şeylerle yüzleşip uyanışa geçmesine vesile olabilirsiniz. 

Yaptıkları iyilikleri bayrak gibi en görünür yerlerde taşıyıp, iyilik yaptığı kişiye bunun ağırlığını her daim hissettiren durmaksızın bunu dile getirenler ve iyilikleriyle karşılarındakini ezenler. Bu insanlar sanırım en tehlikeli olanlar. Kendi ruhlarını negatif enerjiyle heba ettikleri yetmezmiş gibi bir de sizinkine ulaşmaya çalışırlar. Tamam, yapmışsın bir iyilik, kimsenin buna laf söz ettiği yok, ama neden sürekli bununla ezersin karşındakini. İşte; iyilik kimileri için yanılsamadır, ona sahip olduklarını yani iyilik yapabildiklerini zannederler, işte burada yanılsama yüzünü gösterir, aslında onlar iyilikten bir haberdir. İyilik yapmak, yapanın büyüklüğündendir. Neden yaptığın güzelliği yok ediyorsun. Sevgi dolu bir yüreğin olduğu için yapmadın mı iyiliği, bilgeliğinden, ruhunun aydınlığından gelmedi mi bu iyilik? Şimdi ne yaptın? Yakıp yıktın kendinde ki artıları, hepsi eksiye döndü. Böylesi insanları sizler gibi bende çok gördüm. Ruhum yaralanıyor, üzülüyorum ve bunun içindir ki; tıpkı diğer yanlışları, fazlalıkları hayatımdan çıkarttığım gibi böylelerini hayatımdan çıkartmak en doğru olandır diye düşünüyorum. Benim benliğim iyilikten yana; o zaman iyiliği kendinde silah olarak taşıyanlara değil nefer olarak taşıyanlara hayatımda yer vereceğim. Ancak o zaman iyiliğin sevgisini, merhametini, hazzını, zaferini daha çok hissedeceğim.   

Geldik üçüncü aşamaya. Burada iyiliğin ya da iyilik yapanın da diyebiliriz nasıl ve kimler tarafından kullanıldığına. Maalesef kendilerini aciz, yardıma muhtaç ya da bir kurbanmış gibi gösteren ve sürekli birilerinin iyiliğine, yardımına ihtiyaç duyan insanlar vardır. Bu insanlar öyle tavırlara sahiptirler ki farkında olmasanız da sürekli onların yanında olmak zorundaymışsınız gibi hissettirirler size. Onların bu şekilde davranmalarının çok çeşitli sebepleri olabilir. Örneğin; kurban rolünden elde ettiği bir takım çıkarlar vardır, kurban rolüne büründüğünde insanlar onunla daha çok ilgileniyor, bu da bu rolü oynayanın hoşuna gidiyor olabilir. Bir başka sebepte sorumluluktan kaçmak için ya da etrafında ki insanlara istediklerini yaptırmak için kurbanmış gibi davranıyor olabilir. Bu insanlara bu rollerinin onları yüceltmediğini aksine özlerini kaybetmekte olduklarını anlatmak çoğu zaman faydasızdır. Çünkü onlar bu rollerle kazanım elde etmeye alışmışlardır. Kazandıkları şeylerde şüphesiz tertemiz kalplerin iyilikleridir.

Her şey bir yana esas olan ve anlaşılması gereken şu ki;“İyilik bir cevherdir, şayet usta ellerde ise ışıldar değer ve tüm devrana yayılır“  

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

BİR HEDİYE İKİ MUTLULUK

Geçen hafta ki paylaşımımda sebep olmaksızın yani özel bir güne ithaf edilmeksizin verilen hediyelere küçük bir dokunuş yapmıştım. Hazır yeni yıl yaklaşırken ve bu dönemde de hediyeleşmelerin artmasını bende fırsat bilerek hediyeleşmek konusunu irdeleyelim istedim.

Hediye vermek, insan davranışçıları, psikologlar, antropologlar, ekonomistler ve pazarlamacılar için uzun zamandır üzerine en çok konuşulan, yorumlar yapılan hatta sevilen bir konu olmuştur. Hediyeler vermenin, ilişkilerin tanımlanmasına ve bağların güçlendirilmesine yardımcı olarak, şaşırtıcı ve karmaşık insan etkileşiminin önemli bir parçası olduğunu bulmuşlardır. Gerçekten de psikologlar; çoğu zaman, en büyük psikolojik kazanımların hediyeyi alandan ziyade hediyeyi veren tarafta olduğunu söylüyorlar.

Hediye vermek mi almak mı? Hangi tarafta olmayı tercih edersiniz? Hadi içsel bir yolculuk yapalım ve bu soruyu yanıtlayalım…Tabi ki bende bu soruyu sordum kendime bakalım benden cevap olarak neler çıkacak.

Bayramlarda, yılbaşlarında, doğum günlerinde, yıl dönümlerinde, tebriklerde sevdiklerine hediye almak adettendir. Ama birine hediye vermek için her zaman bu durumların oluşmasını beklemek gerekmez. Bazen sevdiğine değer verdiğini göstermenin, bazen ona yalnız olmadığını hissettirmenin, bazen birinden af dilemenin, bazen de birinin gözlerinde mutluluk ışıltılarını görebilmenin, dudağının kenarında gülümsemeden gelen o güzel kıvrımların oluşmasını sağlamanın yoludur hediye. Hediyeleşmede asıl olan, hiçbir zaman hediyenin maddi değeri olmayıp hediye verilen kimseyi hatırlamak ve onun memnun etmeyi samimi olarak düşündüğümüzü, sevdiğimizi hissettirmektir. Hediye vermek, paylaşmaktır. Bütçenizi, imkanlarınızı, sahip olduklarınızı bölüşmeyi öğretir. Siz kendi imkanlarınızı bölüşürseniz, başkaları da sizinle kendi imkanlarını bölüşür. Böylece eksilme, fakirleşme hissi çoğalma, zenginleşme hissine dönüşür.

Hediye vermek, asil davranış, bir alışkanlık ve zevk meselesidir. Zamanına ve yerine göre yakınlarına bir öpücük, bir kuru yaprak, bir kır çiçeği bile paha biçilmez bir hediyedir. Çoğumuzun hiç düşünmediği ve aslında en kıymetlimiz olan zamanımızı bile sevdiklerimizle, ailemizle, dostlarımızla paylaşmak onlara hediye vermek demektir. Onlara en kıymetli şeyi zamanımızı hediye etmiş oluruz ve tabi ki bu paylaşımda onlarda bize kendi zamanlarını hediye etmiş olurlar. Hediye vermek için o kadarda büyük paralara, uğraşılara hiç gerek yokmuş, öyle değil mi? Her bir paylaşım aslında en güzel hediyedir. Yeter ki yürekten olsun, içten gelsin.

Hediyeyi veren karşısındakine o hediyeyle enerjisini geçirir. Yine kendimden örnek vereceğim. Yeri geldi öyle zarif, öyle samimi hediyeler aldım ki onların bende olması  beni çok mutlu ediyor. Veren kişinin güzel enerjisini hissediyorum, keyifle kullanıyorum. Yeri geldi öyle hediyeler de aldım ki; sadece verilmek için verildi. Hiçbir mana yüklenmemiş, bana ben olduğum için hiç değer verilmeden, beni hiç düşünmeden adı hediye olan hediyeler. Ne içime sindirebildim, ne de kullanabildim. O hediyelerden biri var ki değinmeden geçemeyeceğim. “Ne olduğu değil ne şekilde verildiği mühim olan bir hediye almıştım. Şimdilerde daha iyi anlamlandırabiliyorum ki; hediyeyi veren kişinin hediyeyi verme esnasında gözlerinde garip bir şekilde anlamsız bir böbürlenme ve kibri görmüştüm. Sanki sadece o vardı dünyada, sadece bir hediyeyi verebilecek güce o hakimmiş gibiydi. Oysa verilen o şeyde ne onun yüreğinden bir iz ne de benimkinden bir iz vardı. Hediyede sadece o kişinin kibri ve negatif enerjisi vardı.” Hediyeye yazık oldu, çünkü o iyi bir yürekten gelseydi simgesel anlamı gerçekliğini bulacak ve göklerin özgürlük hissini etrafa yayacaktı.

Gerçekten içinde ben olan hediyeleri almak benim için mühim ama ondan sonra mühimi içine beni, yani kendimi katarak verdiğim hediyeler. Çok önemlidir hediye seçmek benim için. Kime neyi alacağımı özenle düşünür tartar, kalbimin sesini dinlerim, çünkü amacım sadece hediye vermek değil karşımdakini gerçekten mutlu edebilmektir. Hediye vermek hayatı güzelleştiren ve zenginleştiren bir sanattır ve bu sanat bilgi, beceri ve incelik gerektirir. Her zaman hediyenin kalpten geldiğinden emin olun ve karşınızdakine uyacak şekilde kişiselleştirin ve kendinize özgü hale getirin.

Eğer birini ona hediye verecek kadar seviyor, önemsiyor ve değer veriyorsanız tüm davranışlarınızla da bunu göstermeli, karşınızdakine bu duyguları yaşatmalısınız. Bugün hediye verip yarın canını yakıyorsanız burada yanlış bir şeyler var demektir. Canını yakmış, üzmüşsünüz nasıl kullanacak o hediyeyi, ona her baktığında üzüntüsü gelmez mi aklına? Bir güzelliği gerçekleştirirken onu yerle yeksan etmemeye özen göstermelisiniz. Yapılan her şey, atılan her bir adım beraberinde sürekli devam edecek olan sorumlulukları beraberinde getirir. Bir kere mutluluk verdiyseniz bunu devam ettirmeye çabalayın, ancak dünya böyle  güzelleşir…

Hediyeler, kalplerimizden süzülüp geldikçe güzel ve anlamlıdır. Bir hediye iki mutluluk demektir…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

“ŞU ANIN” ASLI NEDİR

Geçmiş zaman, şimdiki zaman ve gelecek zaman… Hayatın tüm dengesi bu üç unsurun iç içe geçmişliğinde gizlidir ve böyle olmaya da devam edecektir. Fiziksel olarak şimdiki zamanda olsak da zihin bazında diğer zamanlara da geçiş yapıyoruz. Hatta oralarda takılı kaldığımız bile oluyor. Geçmişi hep şu an gibi yaşıyoruz ya da şu andan uzaklaşıp sadece gelecekte olabileceklerle ilgili kurgular içine doğru koşuyoruz.

Geçmiş ve gelecek bir yanda dursun çoğu insan bunlar hiç olmamışçasına ya da olmayacakmışçasına sadece her şeyin şu andan ibaret olduğunu söylemektedir. Birçoklarının dilinde anı yaşamakla ilgili onlarca sözcük, sloganlar var, hatta bu konuyla ilgili her gün birçok yazıya da rastlıyoruz. Bu ifadeleri tişörtlerde, bilgisayarlar ya da telefonlarda ki ekran resimlerinde, sokaklarda ki reklam tabelalarında, çantalarda, vücutlarda ki dövmelerde görmemiz çok olası. Carpe diemBe in nowYarın yok gibi yaşaAnda kal” bunlardan en revaçta olanları.

Hiçbir şey bugünden değerli değildir. Dünü tekrar yaşayamazsınız. Yarına ise ulaşamazsınız. Ne var ki bu üç cümleyi iyi kavramak ve anlamak gerekiyor. Aslında hiçbir zaman dilimi birbirinden bağımsız olmamıştır. Biliyorum benim bu söylemime karşı duracak birçok düşünce var. Ama benim görüm bu şekilde. Bu düşüncemle ilerleyerek konuyu biraz daha açacağım.

Yediğin yemekten, tatlıdan, içtiğin kahveden, işinden, yaptığın yürüyüşten, spordan, alışverişinden veya şu an yaptığın her ne ise ondan, onu yaptığın andan keyif almak zihninde birçok olumlu duygunun ortaya çıkmasını ve bu olumlu duyguların sürdürebilirliğini sağlamaktadır. Tüm bunlar şimdiki zamanda yani anda yapılmaktadır. Ama tüm bunları yapabilmeye erişmek geçmişte yaptıklarınızdan geçiyor. Şu anda yediğiniz yemek ya da tatlı, yapmakta olduğunuz alışveriş tüm bunlar ve birçokları için paraya ihtiyacınız var, para içinse işe. Bunları şu an yapabiliyor olmak için zamanında çabalamış olmanız gerekiyor ki o kazancı sağlayacak işiniz ve paranız olabilsin. Yoksa kimse önünüze bunları sermez. Yapmakta olduğunuz spor, yürüyüş. Yine aynı şekilde, bunları yapabiliyor olmanız için sağlıklı bir vücudunuz olmalı, bu vücuda sahip olabilmek için de geçmişten beri sağlığınıza dikkat ediyor olmalısınız ki bu günde sağlığınız bunları yapabilmeye elverişli olsun. Sadece iki küçük örnekle geçmişin bu günümüzü nasıl etkilediğiniz görmemiz mümkün. Keza gelecekte aynı şekilde geçmişimiz ve bu günümüzün etkileriyle şekillenecek.

Şöyle diyenleri duydum:

O kişi: Bugün çok kötü şeyler yaşıyorum, günüm berbat, neden oluyor bunlar.

Ama bu an geçecek gelecekte daha iyi olur inanıyorum.

Bende ki İç Ses: Tamam inanmaya devam et. Ancak bugün yaşanan o olumsuzluğun sebebi 

Geçmişte yapılan hangi hatalar? Arkanı dönüp şöyle bir geçmişe baktın mı?

Bakmalısın! Gelecek güzel olacak diyorsun. Bugün ne yapıyorsun o olumsuzluğu ortadan kaldırmak için, çaban ne? Bir şeyler yapmalısın ki gelecek güzel olsun.

İşte üç kayıp zaman dilimi. Geçmiş, şimdi, gelecek. Derslere ihtiyacımız var…

Bir çiftçi tarlasına gereken özeni gösteriyor, bakımını yapıyor, temizliyor, sürüyor, ekiyor. Bunların hepsini şu anda yapıyor. Ama bakın şu an geçti ve an” geçmişte kaldı yani artık o geçmişte ki zaman, yeni bir şu an geldi. Ve o yeni şu anda da geçmişte iyi baktığı tarlasından mahsullerini alıyor. Gelecekte uzaktan göz kırpıyor, çünkü kış gelecek ve çiftçi geçmişte tarlasına çalışarak şimdi, şu anda topladığı mahsullerinden un yapacak ve kışın onları ekmek yapıp, yemek yapıp yiyecek. İşte iç içe geçmiş üçlü döngü. Geçmiş, şu an ve gelecek.

İşin esası şu ki; psikolojik açıdan geçmişin olumsuzluklarını her an yanımızda taşımamak, yaşanmışlıklardan dersler çıkartmak, hataları tekrarlamaya çalışmamak yani kötü olan her şeyi yerinde bırakmak, geçmişte bırakmak. Tabii ki kazanımlar edinerek geçmişi geçmişte bırakmalıyız, derslerimizi almalıyız. Güzel olan yaşanmışları da zihinlerimizde taze olarak tutmalıyız ki bizi, bizim şu anımıza daha güçlü ve mutlu kılsın. Anımızı, bu günümüzü en güzel şekilde yaşamalıyız. İçtiğimiz kahvenin tadına sonuna kadar varmalıyız, dost sohbetlerinin keyfini çıkartmalıyız, işimize, hayatımıza sahip çıkmalıyız, aldığımız nefes için binlerce kez şükretmeliyiz.

Anı yaşamak, öylesine umarsızca, hedefsizce yaşamak demek değildir. Sadece kendin için en iyi olanı yaşamak başka hiçbir şeye önem vermemek hiç değildir. Anı yaşamak, yaşadığımız anın öneminin, kavrayıp, şimdiki zamana karşı farkındalığımızı arttırmak demektir. Alınan her nefesin öneminin, manasının farkına varmak ve ona göre yaşamalı, hayatta hiç bir şeyi kaçırmamalı, hiçbir şeye geç kalmamalı. (Anı yaşamak” ile ilgili düşüncelerimi ileri günlerde paylaşacam.)

Şu anımızda geçmiş zaman olacak ve gelecek zamana geçmiş olacağız. Bunun için geçmişe uğurlayacağımız her anın kendimiz için dünyamız için sorumluluğunun bilerek yaşamalıyız.  

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN