BEN ÇOCUKLUĞUM YETİŞKİNİYİM (1)

Bir çocuğun masumane diliyle anılarını paylaşıyorum sizlerle. O anılarda; duygular, aileden edinilen öğretiler, farkına varılan değerler var. O günlerin küçük çocuğu olan şimdiki ‘ben’ geçen yılların kazanımıyla ailede öğrenilen ve edinilen duyguları, özellikle de ‘sevgi’ duygusunu paylaşacağım. Bu konuda sizlerin kıymetli yorumlarınızı duymayı bekliyorum.

Yuvamız, ailemiz… Bizi biz yapan nice öğretiyi orada ediniriz, ilk duyguları orada tanır, o duyguları hayatımızın tüm evrelerine yayarız. Çoğu aile her daim çocukları için en doğru olanı yapmaya çalışır. Çocuklarını mutlu etmek, onlara sevgi vermek, onları koruyup kollamak, ihtiyaçları en iyi şekilde karşılamak isterler. Ama her zaman yapılanlar, verilenler doğru mudur, iyi midir, dengeli midir? Her şey gerçekten çocukların iyiliği için midir, her yapılan iyi midir?  

Çocukların fizyolojik ve psikolojik ihtiyaçlarının karşılanması ya da karşılanmaması onlarda bazı duyguların oluşmasına neden olur. Bir çocuğun midesinin doyurulmasından daha önemlisi, “Duygusal açıdan beslenmesidir.” Çocuklar arasında, duygusal açıdan iyi beslenenlerle, iyi beslenmeyenler çok kolay fark ediliyor. Tabii ki bu farklar yetişkinlikte de kendini etkin bir şekilde göstermektedir. İyi bir yetişkin olmanın yolu çocukluktan geçiyor. Çocukluğunda mutlu olan ve aileleri tarafından bilinçli bir şekilde yetiştirilen çocukların; farkındalığı yüksek ve başarılı bireyler olma ihtimali her zaman daha yüksektir. Dengeli bir duygu birikimiyle yetişen çocuklar hem çocukluk dönemlerinde hem de yetişkinlik dönemlerinde o duygu dengesini en sağlıklı şekilde yaşarlar.

Yanlış, bilinçsiz duygu ve davranışlarla yetişen çocukların mutsuzluğun esiri olmaları neredeyse kaçınılmazdır. Bu esaret onların ruhunda resmen defolu bir alan oluşturur ve bunun sonucunda hem kendilerine hem de insanlığa zarar verirler. Kimi ebeveynlerin öyle bir kısır döngüsü vardır ki; çocuklarının fiziksel ve ruhsal ihtiyaçlarını maddi materyallerle (çoğu zaman bilmeden) karşılamaya çalışırlar. Çocuklarına her alanda rahatlık sağlamak için durmadan sadece çalışırlar. Çocuklarının bunları istediğini düşünürler: pahalı şeyler, zamansız hediyeler, lüks bir hayat, az kısıtlama ve zaman geçirmeleri için planlanan bir sürü aktivite. İnsanın bir şeylerle ne kadar meşgul olursa o kadar mutlu olacağına inanırlar. Ama düşünmezler ki, onlara verdikleri imkanlar, kolaylıklar hayatın diğer evrelerinde, diğer kişiler tarafından onlara öylece (ebeveynlerin ki gibi) sunulmayacaktır. Bu şekilde yetiştirilen çocuklar için yerine getirilmeyen her istek, her boşluk onları mutsuz edecektir. Çocuğun her dediğini yapmaya, her istediğini almaya meyilli bir aile, çocuklarda doyumsuzluk hissini inşa edecektir. Maalesef bir sürü olumsuz duyguyla yetişmiş çocuklar insanlığa zarar verecektir. Kendi sahip olduklarına sahip olamayanları ayırmaya, onları dışarıda tutmaya, ötekileştirmeye başlayacaktır. Bu hiç de azımsanmayacak çok büyük bir tehlikedir.

Ebeveynler, çocuklarının dişlerini kestiği kemiklerdir. (Peter Ustinov)

İşte, tam da bu noktaya gelmişken yaşadığım bir olayı anlatayım sizlere. Yaklaşık iki yıl öncesiydi, bir tanıdığıma yaşadığı sağlık sorunundan ötürü doktor tavsiyesinde bulunmuştum. Kendi anlatımına göre çocukluğunda her dediği yapılan, her talebi karşılanan, türlü hediyelere boğulan, sevgiyle yetişmiş bu kişi ne tavsiye ettiğim hastaneyi ne de doktorları kendisine layık bulmamıştı. Hatta benim ona nasıl olurda varoşların (İnsanlar için varoş denilebilir mi?) gittiği bir hastaneyi tavsiye etmiş olabileceğime de kızmıştı. Oysa onu hiçbir şeye zorlamamıştım sadece isterse gidebileceği bir hastane, bir doktor önermiştim ve nasıl bir tavırla karşılaşmıştım. Sesimi çıkarmamış, suskun kalmayı tercih etmiştim. Böyle hisseden, böyle düşünen bir insanın hayatınızda kalmasına izin verir misiniz? İşte böyle, yanlış deneyimlerle yetiştirilen çocuklar, yetişkinliklerinde insanları sınıflandırmakta, ötekileştirmekte, eşitliği yok saymakta uzman oluyorlar ve maalesef insanlığı kirletiyorlar. Sevgi dolu bir ailede büyümüştü, gerçekten edindiği duygular sevgi miydi?

Sevgiyi, saygıyı, paylaşmayı, değer vermeyi ve görmeyi öğrenmemiş, öğrenememiş ve bir gün yetişkinliğe ulaşacak olan ya da bugün yetişkin bir birey olan o çocuklar (insanlar) maalesef kayıp bir varlık olmaktan öteye gidemiyorlar.

Asla hayır denmeyen, her dediği yapılan, her istediği alınan çocukların aile içinde giderek şişen egosu onları küçükken şımarık, büyüdüğünde de herkesin yaka silktiği bir yetişkin olmaya aday hale getiriyor. Örneğin; iş yaşantısında kendisine hayır denilince, sinirlenen, sonsuz hayal kırıklığı yaşayan, hayırı kabul etmeyi bilmeyen bir yetişkin olmanın kime faydası var? Aile belki hiç hayır demeden çocuk yetiştirmekle gurur duyuyor ancak kabul etseniz de etmeseniz de o çocukları daha sonra topluma uyumlu hale getirmek için okulda öğretmenler, iş yerinde müdür, evlenince eşi uğraşıyor. Yani ailenin vermediği disiplin aile dışında yetişkinler tarafından verilmeye çalışılıyor. Yine sadece kişi değil insanlık da zarar görüyor.

Yine üstüne basa basa söylüyorum: “Kendi öz benliğini tanımayarak, sorumluluk almaktan, değer vermekten, sevgiyi özümsemekten bir haber yetiştirilen insanlar kayıp varlıklardır.”

Avustralyalı tanınmış çocuk psikoloğu Dr. Michael Carr-Gregg der ki; ’Helikopter ebeveynliğin bir anlamda daha ileri bir versiyonu olan ve çocuklarının önüne çıkan her tür zorluğu ortadan kaldıran “kar küreyici” ebeveynler, çocuklarını öylesine el üstünde tuttu ki insanlar arasında salgın gibi yayılan bir zihinsel rahatsızlığa neden oldular.” Duyguların gerçek manasını tanımayan, bilmeyen hastalıklı insanlar böyle yetişiyor işte.

İşin en acı tarafı da nedir biliyor musunuz? Şımartılmış çocuklar genellikle sınırlara saygı duymazlar. Dünyanın kendi etraflarında döndüğüne ikna olmuşlardır. Karşılığında hiçbir şey vermeden almaya alışırlar. Sonuç olarak, ebeveynlerinin daima onları memnun etmek için var olduğuna inanırlar ve bu nedenle ebeveynlerine değer vermezler. Onları kendilerince mutlu etmeye çalışan ebeveynlerine!

Belki biraz vurucu oldu son ifadem ama gerçek bu. Yazımın devamını bir sonraki paylaşımıma saklıyorum. Yine yaşanmışlıkların eşliğinde konumuza devam edeceğim. Yazımı henüz tamamlamasam dahi yorumlarınızı merakla bekliyor olacağım…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

KAYIPLARIN AYAK İZLERİ

Çocuk elinde bir anahtarla usulca sandığa yaklaştı, anahtarı sandığın kilidine yerleştirdi. Güçlü bir sesle sandık açıldı. Bu ses tanıdıktı. Daha önce de bu sandığı açmayı deneyimlemişti. Özgüvenini yanına alarak elini sandığın içine uzattı, sırası gelen ve gün yüzüne çıkmak için sabırsızlanan bir anı yumağını daha sandıktan çıkarttı.

  • “Zaman çok hızlı geçmiş Malatya tatilimiz son bulmuş ve biz evimize, İstanbul’ a dönmüştük. Mevsim sonbahara yol aldı, ardından da muhteşem kış geldi.  Kış mevsimi başka bir mutluluktu benim için. Dört bir yanın bembeyaz karla kaplanması, karların üzerinde hesapsızca koşuşturmak. Ah bir de kardan adam yapmanın keyfi… Sanki bir resim yaparcasına başlardım kardan adam yapmaya. Kar benim tuvalim, eldivenli ellerim fırçam, kömür, havuç, şapka renklerim, kardan adam da eserimdi. Öylesine özenirdim ki eserimi yaparken, her şey nizami olmalıydı, eksiği olmamalıydı. Saatlerce, keyifle en güzel kardan adamı yapmaya çalışırdım. Her şey hakkıyla, layığıyla yapılmalıydı. Annemin yetiştirmesinden mütevellit düzenli bir çocuktum. Odamızı her zaman derli toplu tutardık, bizim en birincil görevimizdi bu. Evimizde her zaman misafirler olurdu, kimi yatılı kimisi de sadece çaya ya da yemeye gelirdi. Özellikle Almanya’dan halamların ve kuzenlerimin gelmesi beni çok mutlu ederdi. Halamın bana hediye ettiği o bot öyle güzeldi ki, sanki gönlümden geçeni bilmişti. Kardan adam ve botlarım… Ne güzel bir şeydi hediye almak. Ben hediye almaktan mutluydum, halamda hediye vermekten. O gün, öğrenmiştim ki hediye almakta vermekte çok özel bir şeydi… Paylaşmak ne güzeldi…

Bizler misafir ağırlamanın güzelliğini ailemizden öğrenmiştik. Özellikle babam başka türlü severdi insanları ağırlamayı, onları hoş etmeyi, onlarla ekmeğini paylaşmayı… Artık büyüyorduk ve anneme ev işlerinde küçük yardımlarda bulunuyorduk. Odamızı topluyor, gücümüzün yettiği diğer ufak tefek yardımlarla annemi destekliyorduk. Önce yardım ve sonra tabii ki bahçede hesapsızca oyunlar oynamak… Ablam okuldan, derslerinden arta kalan zamanlarda anneme yardım ederdi, bizden büyük olduğundan sokak oyunlarımızda bize katılmazdı.  Ağabeyimde zamanının büyük bölümünü ablam gibi okuluna ve derslerine ayırırdı. Kardeşim ve ben okula gitmediğimizden bütün oyunlar bizimdi.

Babaanneme ‘Seni temiz ve akıllı olduğun için seviyorum’ dememin üzerinden tam bir yıl geçmişti ki daha önce gerçek manada hiç tanımadığım bir duygu çıkagelmişti dünyamıza.  Yaz bitmek üzereydi, okulların açılmasına yirmi iki gün kalmıştı. Adeta gün sayıyordum çünkü artık bende önlüğümü giyip okula gidecektim. O günü tüm detaylarıyla çok iyi hatırlıyorum. Annem, yengem ve tabii ki biz çocuklar bir akrabamızı ziyarete gidecektik. Onların da çocukları vardı ve her zamanki gibi onlarla oyunlar oynayacak olmanın hayali bile beni çok mutlu etmişti. Annem: ‘Yengene git haber ver, hazırlansın, çok geç kalmadan çıkalım.’ demişti. Yengemler bize çok yakın oturduklarından hızlıca gidebiliyordum. Zaten bu misafirlikten öylesine hoşnuttum ki uça uça, memnuniyetle yengeme annemin söylediklerini iletmeye gitmiştim. Aklımda türlü oyun planlarıyla gitmiştim yengeme ama, ondan duyduklarım aklımdaki tüm planları silip götürmüştü. Yengemin ağzından dökülenler: ‘Sizin haberiniz yok mu, babaannen ölmüş!!!’ Haber önce babama gelmiş, işyerini aramışlar. Babam haberi alır almaz amcama söylemiş, amcamda eve gelerek yengeme haber vermiş ve ikisi arabayla Malatya’ ya doğru yola çıkmışlar. Bize haber verecek fırsatları dahi olmamış. Duyduklarım küçük yüreğimi sarsmış, şaşırtmış, üzmüştü. Ölümün ne anlama geldiğini, ölen kişinin bir daha görülemeyeceğini, onunla konuşulamayacağını biliyordum. Ölmek, gitmek… Ama bu duyguya hiç bu kadar yakın olmamıştım. İşte yeni bir duygu çıkagelmişti dünyamıza, hem de hemen hiç umulmadık bir kişiden yana… Yengemden önce koşarak eve gelmiş acı haberi anneme söylemiştim. Annem inanmamıştı bana, şaka yaptığımı düşünmüştü. Ama, çocuk ruhum içinden; ‘ben yalan söylemiyorum ki’ demişti. Aslında annemin bana inanmamasının sebebi, çok sağlıklı ve daha genç olan babaanneme ölümü yakıştıramamasından kaynaklıydı. Tepkisinin benim yalan söylediğimi düşünmemesiyle ilgisi yoktu. Bir tarafım babaannemi kaybetmemden acılıydı, bir tarafımsa yalan söylemediğimi ispat çabası içindeydi. Babam bize, her ne olursa olsun dürüst olmamız, yalan söylememiz gerektiğini öğretmişti. Ben babamı dinlemiştim, yalan söylememeyi öğrenmiştim. Yalan değildi söylediklerim. Keşke, gerçek de olmasaydı… Ardından yengem geldi, annemle konuştular, üzüldüler, genç olduğundan, bu ölümün çok kötü olduğundan, ona yazık olduğundan bahsettiler… Çocuk ruhum onların üzüntüsünü gördü, normal bir üzüntüydü. Ama babamın üzüntüsünü gördüğümde üzüntünün anlamı boyut değiştirdi bende. Anneme; ‘Biz artık babaannemi göremeyecek miyiz?’ diye sorduğumu anımsarım. Annem benim anlayacağım dinle izah etti ölümü, beni teselli etmeye çalıştı.

Birkaç gün sonra babam ve amcam dönmüştü Malatya’ dan. Babamın yüzü başka türlüydü, gözleri başka türlü bakıyordu. Üzüntü değildi onun yüzüne yerleşen. Üzüntü annemin, yengeminki gibi olmalıydı. Onun yüzünde başka bir şey vardı. Acı… Benim dimdik, dağ gibi babamın o vakur bakışları yerini acıya bırakmıştı. Sadece bakışları değildi acıyı anlatan, tüm bedeni anlatıyordu. Gözünde yaş olan babam… Annesi yoktu artık onun, kimseye ‘anne’ diye seslenemeyecekti. Sadece anıları kalmıştı geriye. Ancak, o anılardan bahsederken dilinden ‘anne’ sözcüğü çıkabilecekti.

İstanbul’ a dönerken dedemi de getirmişlerdi yanlarında. Babam askerliğini yaptıktan sonra Malatya’ dan ayrılıp İstanbul’ a yerleşmiş, zamanla iş kurmuş, iki amcamı da yanına alıp hayatına burada, İstanbul’ da devam etmiş. Bu duruma babaannem ve dedem her ne kadar karşı çıksalar da onlar kendi yollarını çizmişler. Üç oğlu İstanbul’daydı dedemin, kızı da Almanya’ da Malatya’da yaşamaya devam etmesi için bir sebep kalmamıştı. Artık babaannem yoktu, dedem zaten yarım kalmıştı. Bir başına ne yapacaktı oralarda? Yalnız kalmamalıydı, çocukları ona bakardı. Öyle de olmuştu. Hatta bir süre Almanya’ ya halamın yanına bile gitmişti. Babaannemsiz günler öylece geçiyordu. İlk büyük kaybımı vermiştim. Yavaş yavaş kaybetme korkusu bilincime yerleşmeye başlamıştı, ben bilmeden, kimse bilmeden… Dedem en yakınını kaybetmenin acısına sadece bir yıl dayanabilmişti. O da gitmişti babaannemin yanına. ‘Acı’, babaannemin ölümünden sonra babamın yüzüne sanki bir iz gibi kazınmıştı, gülse bile ben izi görüyordum. Dedemin kaybından sonra o iz daha da derinleşti. İkinci büyük kayıp. ‘Acı’ babamda nasıl yer bulmaya başladıysa, ‘kaybetme korkusu da’ bende öyle yer bulmuştu.”

Yıllar sonra yaşadığım bir olayla daha çocukken bende yer edinen kaybetme korkumla yüzleştim. Bu yüzleşme beraberinde de şifalanmayı da getirdi.  Gün gelecek bu yüzleşmeyi ve şifalanmayı da paylaşacağım sizlerle. İçinde negatifliği barındıran her duygu insana sadece zarar veriyor. Mühim olan bu duyguları keşfedebilmek, onların farkına varabilmek. Korku omuzlardaki en ağır yüklerden biridir. O varsa sizde ne özgür olabiliyorsunuz ne de huzurlu.  İstemeseniz dahi, kontrolsüzce sevdiklerinize içinizdeki kaybetme korkusunun enerjisiyle yaklaşıyorsunuz. Bu negatifliği onlara da işliyorsunuz. Sevgi, yerini ‘korkuyu hissetmeye’ teslim ediyor.

Çocuklukta yaşanılan duyguları anlamak, onlarla başa çıkabilmek hiç kolay değildir. Üzüntüler, acılar, kayıplar bilinçaltına yerleşir ve siz hiç anlamadan, olmadık şekilde, birdenbire ortaya çıkıverir. İşte o zamanlarda bu duygularla başa çıkabilecek öncelikli güç kendi öz benliğinizden başka bir şey değildir. Ruhunuzu dinleyip, her bir duygunuzu olduğu gibi, tüm çıplaklığıyla anlamaya çalışın. Kendinizin farkına varın, kendinizle yüzleşin. Tabii ki her zaman bu yolda tek başına ilerleyemeyebilirsiniz. Yeri gelir desteğe de ihtiyaç duyabilirsiniz. Belki aileniz, belki bir dost, belki bir uzman… Yeter ki kendinizi iyileştirmeyi isteyin.  Ben korkularımın sevgimin önüme geçmesine izin vermek istemedim, olumsuzlukların farkına varıp bu olumsuzlukları şifalandırmak, özgürleşmek istedim ve yaptım da…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

GÖNLÜMÜN EN GÜZEL NAĞMELERİ

Bugün aşka dair sevgiye dair konuşacağız. Hep birlikte, yüreğimizdeki aşk namelerini, sevgi namelerini dile getireceğiz. Aşk ve sevgi ne büyük lütuftur onlar…

İnsana özgü olarak tanımlanan bu en yüce duygular, tüm dünyadaki edebiyatların en temel konusudur.  Nice şairler, yazarlar, asırlar boyunca çeşitli teşbihler, mecazlar, tasvirler aracılığıyla aşkı ve sevgiyi anlatmaya çalışmışlardır. Sevgi için kesin çizgilerle bir tanımlamalar yapmışlar, ancak o kesin çizgilerle aşkın bir tanımını yapmak mümkün olmamıştır. Her şair, yazar aşkı kendine göre yorumlamıştır. Çünkü aşk; başka bir şeydir, başka bir tutku, başka bir yangındır.

Aşka dair yazılan edebi eserlere baktığımızda, aşkla çeşitli hislerin eşleştirildiğini, birlikte kullanıldığını hatta bir bütün haline getirildiğini görmek mümkündür. Aşk-Güneş, Aşk-Ateş, Aşk-Kılıç, Aşk-Ney, Aşk-Sarhoşluk, Aşk-Delilik, Aşk-Sevda, Aşk-Sır, Aşk-Sadakat…  Bu yakıştırmalar uzayıp gider. Siz de aşkla birlikte anılacak eşleştirmeler yaptınız mı hiç?

Sevgi; yaşadığınızı hissetmenizi sağlayan, dünyayla bütünlük kurmanızı sağlayan ruhumuzun en aydınlık gücüdür. Önce kendimizi sevmekle başlamalıyız ve sonra o duyguyu avucumuzun içine alıp onu gönlümüz nerede, nasıl sunmak isterse öylece dünyamıza sunmalıyız.  Çevremizdeki birçok insana, hayvanlara, doğaya, olaylara, durumlara, eşyalara, sahip olduğumuz işe, çeşitli düşüncelere aitleştireceğimiz bir kıyafet gibidir sevgi. İsteğimiz şeylere o kıyafeti büyük bir zarafetle giydiririz. Gönlümüzün emanetidir sevgi, onu sunarken çok hassas ve dikkatli olmalıyız, zarar görmemeli o büyük emanet.

Aşk; ruhumuzun kalp atışı, nefes alışıdır. Nefes kesilirse, kalp atmazsa neylesin bu beden…  Üstat Cahit Sıtkı Tarancı demiş ki;

Desem ki sen benim için, Hava kadar lazım, Ekmek kadar mübarek, Su gibi aziz bir şeysin; Nimettensin, nimettensin! 

Aşk duygusu ve âşık olunan kişi nimettir, nimet olmasına da aslında en büyük nimet; bu duyguyu hisseden gönlüm değil midir? O Şiirlerde yazılarda, âşık olunan kişi anlatılır, ona methiyeler dizilir. Onun güzelliğinden, ahu gözlerinden, dünyaları küle çevirmeye değecek saçlarından ya da heybetli duruşundan, yaman bakışından bahsedilir. Biz hep âşık olunanı dinleriz, onu canlandırırız gözümüzde, gönlümüzde. Ama ben derim ki; ne büyük bir yüreği var ki bu satırları yazan üstadın, böylesine güzel sevmiş, böylesine güzel aşkını anlatmış. “Güzelliğin on para etmez bu bendeki aşk olmasa” (Aşık Veysel)

Adına şiirler, kitaplar yazmamış, şair değil, yazar değil… Aşkı bilen, onu yaşayan ve yaşatan nice aşıklar var şu koca evrende.  Yüreğinde dinmeyen bir çağlayanın türküler söylediği, bir bakışa, bir gülüşe ömrünü adayan, nice sevdalılar nice aşıklar… Ferhâd ve Mecnun, vuslata erişmeyi/sevgiliye kavuşmayı arzulayan ancak buna nail olamayan neredeyse hepimizin bildiği iki aşk kahramanıdır. Oysa sadece Mecnun mudur, sadece Ferhâd mıdır aşkı bilen? Fuzuli derki; “Bende Mecnundan çok aşıklık istidattı var. Gerçek aşık benim Mecnun’ un yalnız adı var.”

Dostlar, gönül sizin, aşk sizin, sevgi sizin, onu istediğiniz gönülle sunun. Duygularınıza sınırlar çizmeyin, kimsenin gönül sözünüzü kesmesine, eleştirmesine izin vermeyin. Sadece ve sadece hislerinizi anlayamayacak olanlara dikkat etmeye çalışın. Yanlış yüreklerde açtırmayın çiçeklerinizi. Ola ki yanlış yüreklere düştü yolunuz, elinize aşkınızı, sevginizi alın yolunuzdan geri dönün. Sizin dünyalara sığdıramadığınız o muhteşem duyguları hiç kimsenin ayaklar altına almasına, suiistimal etmesine izin vermeyin. Kendinize dönün, kendinizi yenileyin, hemen yeni yollar aramayın. En iyi ilaç, en iyi derman sizsiniz. Sizin o yüce gönlünüz var olduğu için aşkı, sevgiyi yaşayabiliyorsunuz. Siz yoksanız hiçbir duygu, hiçbir düşünce yok.

Evlilik ya da birlikteliğin de şanslı olanları vardır diye düşünüyorum. Şanslı olan evlilikler, birliktelikler aşkla başlar, sevgiyle yoğrulur ve bu bütünlükle varlığını büyük ve güçlü bir çınar ağacının kökleri gibi sağlamlaştırır. Aşkla yola çıkın, ancak sevgiyi, özveriyi, güveni, sadakati, saygıyı ona katık etmezseniz o birlikteliğin aydınlığı karanlık yollarda heba olur.

Karı-Koca sözünün nereden geldiğine dair çok güzel bir yazı okumuştum: “Koca bilge demektir, yüce demektir. Koca demek, dağ demektir… Ve ne kadar yüce olursa olsun, üstünde kar olmayan dağ eksiktir. Dağların yücesine kar yağar diye kadına da ‘kocanın karı’ demişler. Onu örten, saran, bir bütün haline getiren. Üşür tepesinde kar olmayan dağ, Ne kadar yüce olursa olsun, yarım görünür.” Bütün olmaktır, tamamlanmaktır evlilik ya da o ruhu yaşayabilen birliktelikler.

Yalnızlık duygusunu yaşamamak için, etrafınızda oluşabilecek yersiz toplum baskılarından kurtulmak için ya da benzeri birçok sebepten dolayı evlilik yapmayın. Yüreğiniz istediği için evlenin, yüreğiniz istediği için birlikteliği yaşayın.  Mevki, şan şöhret, güzellik, yakışıklılık yeter mi gerçek mutluluk için? Gün geçer devran döner, her bir şey yok olup gider ama yüreği sağlam biriyse yanınızdaki o zaman siz hem dimdik ayakta kalırsınız. Boyu kısaymış, saçları yokmuş, burnu büyükmüş, arabası yokmuş, evi yokmuş… Gönlümün dili ne anlar bunlardan, o sadece sever, âşık olur…

“Senin baktığına herkes bakar. Ama senin onda görebildiğini herkes göremez.” (Şems-i Tebrîzî)

Yüreğinizin aşk şerbetiyle şenlenip, mutlulukla demlenmesini canı gönlünden dilerim…
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

DEĞERİMİ VE DEĞERİNİ BİLİYORUM

Bugün, ‘öz değerlilik’ konusunu ele alacağız. Çoğu insan öz değerin ne manaya geldiğini bilmediğinden buna sahip olan kişilerin davranışlarını anlamlandırmakta zorluk çekmektedirler. Hatta öz değer sahibi kişilerin birçok davranışı bu kişilerce yanlış değerlendirildiğinden, öz değer sahibi kişiyle ilgili yanlış yargılara ulaşıldığına rastlanmaktadır. Peki nedir bu öz değerlilik kavramı?

Öz değerlilik: “Birinin kendisini insan olarak değerli bulması, kendine saygı duyması, kendini değerlendirmesi” şeklinde genel geçer bir ifadeyle tanımlanabilir. Bazen özsaygı ile de aynıymış gibi tanımlansa da öz değerlilik gerçekte insanın yaradılıştan gelen insan olma değerinin farkına varmasıdır. Öz değer, sağlıklı bir psikolojinin en temel yapı taşıdır. Sosyal hayatta ve ilişkilerde güçlü bireylerin, güçlerinin altında öz değer duygusu yatar. Yüksek öz değer, insanı duygusal anlamda güçlü bir insan olmaya iter. Düşük öz değer ise, kişiyi eziklik psikolojisine iter.

Unutmayalım ki; her insan biriciktir, her insan bir değerdir. İnsanı değerli kılansa, yaratılıştan sahip olduğu fıtri bir durumdur. Bu değerin bilinciyle varlığımızın kıymetini anlamalıyız. Ancak böylelikle öz değeri yüksek kişiler olabiliriz. Öz değer sahibi kişide ne gibi özellikler görürüz? Kişi kontrol noktasının yine kendi içinde olduğunu bilir yani ‘kendi onayını’ alır. Yaptığı hatalardan ders alabilme ve ‘bir hata yaptım, üzgünüm’ diyebilme yetisine sahiptir. İnsanlar arasındaki farklılıkları yüceltir, onlara saygı duyar. Kendine güvenir, saygıyla kendini kabul eder. İçindeki bilge benliği ya da sezgiyi dinleyebilir ve ona uygun hareket eder. Özgüvenli bireyler karşı karşıya kaldığı sorunları bir şekilde aşacağını düşünürler. Sorunu çözebileceğini, çözemese bile karşı karşıya kaldığı zorluklara ve duygulara katlanabileceğini düşünürler.

İnsanlar birbirleriyle olan ilişkilerinde değerli olma, değer görme kavramları çeşitli şekillerde ortaya çıkar. Birçok insan buna dair kendi kendine çeşitli sorular sorar ve kendini mutlu edecek cevaplar bulmaya çalışır. Ben değerli miyim? Bana değer veriliyor mu? Bana kim yeterince değer veriyor? Sorular böylece uzayıp gider. Peki ya cevaplar? Söylediğim gibi yolumuz cevaplar aramaktan öte kendimizi bilmekten ve ilk olarak etrafta aradığımız o değeri kendimize vermekten geçmektedir. Başkasının bize karşı davranışlarında değer aramak ilk çıkış noktamız olmamalıdır. Çünkü, başlangıçta o kişinin değerin ne anlama geldiğini özümseyip özümsemediğini bilemeyiz. Belki ‘değer vermek, değer görmek, öz değer’ gibi kavramlardan bir haber… Kişi bilmediği, hatta kendisinde olmayan bir şeyi size verebilir mi?   Örneğin, komşunuz sizden bulgur istedi, evinizde yok ise ona veremezsiniz, tıpkı burada olduğu gibi insanın içinde o duygu yoksa nasıl verebilir ki? İşte yine her şey kişide bitiyor, önce olması gerekenler sende olacak ki, sende başkalarına verebilesin.

“Bir insanın en büyük hatası, başkalarına gereğinden fazla değer vermek değil, kendine hak ettiğinden daha az değer vermektir.” Gabriel Garcia Marquez

Biraz evvel bahsettiğimiz öz değerin anlamını kavramayan ve öz değeri yüksek kişilerin tavırlarını yanlış değerlendiren kişilerden bahsetmiştik. Buradan şu sonuca ulaşmak hiç de zor olmayacaktır; “aslında düşük öz değerli kişi içinde bulunduğu eziklik psikolojisiyle yüksek öz değeri (öz değerliliğin aslını) layığıyla kavrayamıyor. Bunun içinde hem anlam karmaşasına düşüyor hem de karşısındakini doğru algılayamıyor.” 

 Değer vermeyi, değer görmeyi, öz değeri bilmeyen hatta tek başına ‘değer’ kelimesinin anlamını dahi idrak edememiş bir tanıdığımın yaşadığı ve benim de tanıklık ettiği karmaşık durumu anlatacağım sizlere. Hasta olan bir komşunuz, arkadaşınız ya da herhangi bir tanıdığınız varsa ne yaparsınız? Olabildiğince onu arar sorarsınız, ihtiyacı olan bir şey varsa yardımcı olmaya çalışırsınız. Yanılıyor muyum?  Bu şekilde davranmanız o kişiden çıkar elde etmek için değil, sadece desteğe ihtiyacı olan birinin varlığıdır. Ama, benim o tanıdığım böyle davranmanın yani böylesi yardımlarda, desteklerde bulunmanın aslında kontrolcülük olduğunu söylemektedir. O der ki: “Bu davranışlar, insanlarla ilgilenmek, yakınlık kurmak aslında onları kontrol etme isteğinden kaynaklanmaktaymış.” Nasıl bir yargıdır bu? Düşünsenize siz insanlara değer veriyorsunuz ve o doğrultuda insanlara yardım ediyorsunuz. Ama birileri (o tanıdık) değerin, değer vermenin anlamını bilmeden böyle şuursuz yargılamalarda buluyor. İnanılır gibi değil!

Kontrolcülük, ya da kontrolcü kişi nedir? Ona da kısacık bakalım. (İlerleyen günlerde detaylı bir şekilde bu konu hakkındaki düşüncelerimi de paylaşacağım.) Kontrolcü, her şeyi en iyi kendisinin bildiğine ve karşısındakine de bu birikimini aktarması gerektiğine inanan kişidir. Kontrolcünün hedef aldığı kişi onun için tamamen, kendi duygu ve düşüncelerinin bir yansıması olur. Neden bir insanın böyle bir özelliğe sahip olduğunu düşünecek olursak nedenlerden biri, değer sistemi, diğeri ise kişilik özellikleridir. Bu insanlar bir sorunu olduğunu düşünmez. Hatta aksine davranışlarının takdir görmesi gerektiğine inanırlar. Hatta psikolojik çatışmalarını bile kendi fikirlerini onaylamakta kullanırlar.

Sanırım asıl kontrolcü kişi, insanlara değer verenleri anlamayan onları kontrolcülükle suçlayan o kişi yani o tanıdık!

 Bazıları, duyguları bilmez, tanımaz, davranışların ne manaya geldiğini anlamaz. Onlara elinizi uzatın, onlara sevgiyi tanıtın, her şey o zaman daha kolaylaşacaktır. Ne var ki, uzattığınız o el itiliyorsa, sevginiz anlaşılmıyorsa, verdiğiniz değer bir şey ifade etmiyorsa o zaman geriye sizin yapacağınız pek bir şey kalmıyor. Hep söylediğim gibi; önce, kişi kendini bilmeyi, tanımayı, anlamayı ve yaralı ruhundan arınmayı istemeli. Eğer bunu istemiyorsa, onu kendi boşluğunda bırakmak en doğrusu olacaktır.

Her güzelliği kıymet bilenle paylaşmalıyız. Önce kendi değerini bilen, öz değeri yüksek kişiler, değer vermeyi de bilirler.

Başkalarına değer biçmek, kendine değer biçmek demektir. William Shakespeare
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

 

SENİ YAŞATAN NEYDİ?

 

Japon mimarlardan biri evini baştan aşağı yeniliyordu. Tamirat esnasında söktüğü kapılardan birinin duvarla irtibatlı bölümünde, iç kısımda, iki tahta arasında sıkışıp kalmış bir kertenkele gördü. Biraz daha dikkatle bakınca kertenkelenin canlı olduğunu fark etti
Onu oradan kurtarmaya çalışırken bu kez kertenkelenin bir ayağından duvara çivilenmiş olduğunu gördü.
“On yıl önce yapılan eve kapısı takılırken dışarıdan çakılan bir çivi, o an kapıyla duvar arasında bulunan kertenkelenin ayağına isabet etmiş olmalı” diye düşündü Japon mimar.
Peki, nasıl olmuştu da bu kertenkele, bir santim bile kıpırdayamadığı bu karanlık duvar boşluğunda on yıldır canlı kalmayı başarmıştı?
Mimar, tamirat işlerini bir kenara bırakarak kertenkeleyi izlemeye başladı. Bu kertenkelenin sadece havayla beslenmediğine göre, bunca yıl yaşamını nasıl sürdürebildiğini merak ediyordu.
Bir süre sonra duvar boşluğunda bir hareket oldu Japon mimar, nereden çıktığını fark etmediği başka bir kertenkelenin geldiğini gördü. Gelen kertenkele, yerinden kıpırdamayacak halde olana ağzından yiyecek taşıyordu. Bu kertenkele diğerinin belki annesiydi, belki eşi, belki de arkadaşı.
Kim bilir?
Ama bilinen bir şey var ki aralarındaki güçlü sevgi, birinin bıkıp usanmadan diğerini hayatta tutabilmek için ona yiyecek taşımasına neden olmuştu
Hayat şartlarının bir şekilde sevgiyi ve sevmeyi unutturduğu bu zamanda insanların arasında böylesi bir sevgiye rastlamak o kadar zor ki…

Koskoca evrende küçücük bir kertenkele… Neydi seni yaşatan? Sevgi, değer görmek, yaşam enerjisi, arzu, istek, dostluk, inanç, sadakat, bağlılık… Onlarcasını sayabilirim. Siz hangisini seçiyorsunuz, ya da hangilerini? İlişkilerinin türü ne olursa olsun, çok zor durumda olan, zor durumun ötesinde, hayata tutunmaya çalışan “bir canlıya”uzatılan olağanüstü bir el! O eli oraya götüren güç ne olabilir?

Şu koca evrende bir canlı, hayatın bir yerlerine sıkışıp kalan küçücük bir can… Peki ya bizler hayatımızın nerelerine, neler sıkıştırdık ve neleri sıkıştıkları yerde öylece bıraktık? Ya da biz hayatın neresinde, ne şekilde sıkışıp kaldık? Ne umutlar, hayaller, sevgiler, aşklar, yaşanmışlıklar, ya da yaşanmamışlıklar, yaşanıp da unutulanlar, anılar, kitapların arasında unutulmuş çiçekler… Nerede onlar, biz neredeyiz? Belki de yeniden gün yüzüne çıkmayı bekliyorlardır, belki de memnundurlar oldukları, unutuldukları yerden…

Bu hikâye insanı alıp götürüyor türlü duygulara. Bir duyguyu hissederken bir başkası da ardından çıkıp geliyor. Duygular arasında, bir koşuşturma, öne geçme telaşı, kendini gösterme çabası… Nereden başlasak?

Sevgi var bu hikâyede hem de kocaman, uçsuz bucaksız. Herkesin diline yerleşmiş olan bu sözcüğün yani “sevgi” kelimesi yerine yeni bir kelime ya da farklı bir ifade arıyorum. Çünkü, böylesine derinden yaşanan bu duygunun kelimesi herkes tarafından gelişi güzel kullanılıyor. Bu da benim hiç içime sinmiyor.  Bakalım duygu dünyam bana hangi kelimeleri sunacak?  Biz bu hikâyedeki gibi yaşayabildik mi bu duyguyu ya da yaşayabiliyor muyuz? Kayıtsız şartsız, çıkar gözetmeden, derinden, tertemiz… Sadece karşı cinse dair değil, ailemize, dostlarımıza, arkadaşlarımıza, hayvanlara, çiçeklere, doğaya, Yaradan’a, tüm evrene karşı hissedilebilecek o eşsiz duygu. Eğer ‘evet’ diyebiliyorsanız, bence çok şanslısınız. Çünkü böyle ulvi bir duyguyu hissedebilmek saf bir yüreğe sahip olabildiğinizin en önemli işaretidir.

Kalbimdeki, bir taraftan hikâyedeki duygular üzerine düşünürken bir taraftan da biraz evvel sorduğum; “Peki ya bizler hayatımızın nerelerine, neler sıkıştırdık ve neleri sıkıştıkları yerde öylece bıraktık? Ya da biz hayatın neresinde, ne şekilde sıkışıp kaldık? “Sorularına cevaplar vermeye çalışıyor. Bu sorulara uzun uzun cevaplar arayacağımız yazımı en kısa sürede paylaşacağım.

Sevgi dedik, peki bağlılık, sadakat? Her ilişkide var olan mihenk taşları arasında sayılmaz mı sadakat ve bağlılık? İlişki ne çeşit olursa olsun tarafların birbirine sadık olması, bağlılık duygusunu hissetmesi tarafların birbirlerine olan borcudur. Çünkü, emek vardır o ilişkide ve o emeğe duyacağınız saygı ise sadakattir, bağlılıktır.

İnanırsınız, güvenirsiniz karşınızdakine ve bu duygularınızla yola çıkarsınız. Yalnız bırakmazsınız onu, yanında olursunuz. Hissettiğiniz duyguyu ona da hissettirirsiniz, inancınız, güveniniz başta size beraberinde de ona güç olur.

Dostluk; paha biçilmez bir bütünlük ilişkisi… Sizi siz olduğunuz için, sizi sahip olduğunuz ve ona hissettirdiğiniz tüm o güzel duygular için sever. Hesabı yoktur dostluğun, ucu bucağı ise hiç yoktur. Sonsuz bir deryadır o, her daim gürül gürül akan bir çağlayandır.

Yaşam enerjisi; sizi ayakta tutar, güçlü kılar, sonsuz evrende var olduğunuzu hissettirir.

Bu hikâyenin bende ki yansımalarını, küçücük bir canı hayata bağlayan sebeplerin neler olabileceğine dair fikirlerimi paylaştım sizlerle. Ve yine hep birlikte şahit olduk ki; hayat enerjimiz ne denli yüksek ve pozitifse çevremize de o enerjiyi toplarız, güzel düşünürsek güzel yaşarız, iyi olursak iyiliği buluruz, seversek seviliriz…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

ÇOCUK RUHU ALACALIDIR

Anı sandığını açıp geçmişe yolculuk yapmak ve o yolculuğa sizleri de ortak etmek çocuğa çok iyi gelmişti. Yeni anılarını gözler önüne sermek için sabırsızlanmaya başladı ve büyük bir özgüvenle yeniden geçmişe doğru yola çıktı. 

  • “Beş yaşımı doldurup altı yaşında olmama çok az zaman kalmıştı. Bu yaşlarda büyümek için sabırsızlanmak hepimiz için çok olağandır. Muhteşem bir macera; büyüyordum! Hani yeni evimizin asansörünü anlatmıştım, tek başımıza binemiyorduk ona. Çünkü o çok büyük bizse çok küçüktük. Ama bir gün… ‘Tek başıma binebilirim asansöre, bunu yapacağım’ dedim ve yaptım da. Annemin hangi düğmelere bastığını nasıl hareket ettiğini iyice gözlemlemiştim. Onun yaptıklarını yaptım, asansöre bindim hem de yalnız başıma! Öyle heyecan vericiydi ki… Tek başıma yeni bir şey başarmıştım. Anneme anlattım ve bana hiç kızmadı. Hatta annem babama da anlatmış o da gayet makul karşılamıştı bunu. Mutluydum, çocukluk böyle işte, bizim için işin büyüğü küçüğü olmaz, tek başına yapabildiklerinle büyüdüğünü hem kendine hem de etrafına ispat etmiş sayılırsın. Sadece asansör değildi başarım, amcamlarla yaşarken, bazen yengem elime alacak listesi verir beni tek başıma bakkala gönderirdi. Yoldan arabalar iki yönlü geçerdi ve ben güzelce karşıdan karşıya geçer, bakkala gider, alışverişimi yapardım. Bir keresinde bakkal amca: “Sen abla oldun da tek başına buralara geliyorsun” dedi. Bense gayet vakur bir tavırla: “Ben zaten ablayım benim kardeşim var” demiştim.  Konuşurken yüzünde garip bir gülümseme vardı, bu da hiç hoşuma gitmemişti, bana gülmüştü ve sanki benimle dalga geçiyordu. Çok alınmış ve üzülmüştüm bu tavra, ben yalan söylemiyordum ki! Bir gün aynı bakkala annemle gitmiştim ve bakkal amcayla annem arasında yine abla olmam konusu konuşuldu. Annemin beni onaylaması, abla olduğumu söylemesi içimi rahatlatmıştı. İçimden; “bak benimle dalga geçtin, güldün ama ben doğruyu söylüyorum” dedim. Ama içimden…

Yaz geldi, okullar tatil oldu. Biz de Malatya’ya memleketimize tatile gittik. Bu yolculuğumuzda yengem ve annesi de vardı ama babam çalıştığı için bizimle gelememişti. Her zaman arabayla yaptığımız yolculuğumuz bu seferle trenleydi. Yataklı bir vagon ve o günkü koşullarla iki gün iki gece süren bir yolculuk… Ne yolculuktu ama… (Güzel anılardan olsa gerek tren yolculuğu halen başka türlü bir güzelliktir benim için.) Annem bir sürü yiyecek hazırlamıştı, yol uzundu ve biz çocuklar atıştırmalıkları her zaman severiz. Güle oynaya neşe dolu iki gün, iki gece geçirdik, hepimiz çok mutluyduk. Hava çok sıcaktı ve çocuk benim ağzımdan ‘soğuk suyu çok seviyorum şimdi olsa da içsem’ sözü büyüklerin sohbetinin ortasına doğru hafifçe yol aldı. Önce şaşırdılar ardından da gülmeye başladılar. Hatta yengemin annesi beni taklit edercesine; ‘soğuk suyu çok seviyorum şimdi olsa da içsem” dedi. Yine gülüşmeler, bakkal amca gibi! Büyük ben anlar aslında bunun şaka olduğunu, hatta hoşlarına gittiğinden güldüklerini de ama ben anlamadım, çocuktum nihayetinde. Alındım, üzüldüm, oysa sadece içimden geleni söylemiştim.

İki gün, iki gece sona ermiş, uzun yollar bizi Malatya’ ya ulaştırmıştı. Anneannemler de, babaannemler de bu şehirde yaşıyordu. Annem, ağabeyim ve ben babaannemin evine yerleştik, ablam ve kardeşimde anneanneminkine. Babaannem ve dedem büyük avlulu, yanından dere geçen iki katlı bir konakta yaşıyorlardı. Meyve bahçeleri, bağları ve hayvanları vardı. Kış için babaannem ve dedem birlikte yiyecekler yaparlardı, hiç boş durmazlardı, sürekli yapacak işleri vardı. Anneannemse ev hanımıydı ve sadece genel ev işleri yapardı, dedemle birlikte sürekli iş yaptıklarına şahit olmamıştım. Babaannemlerde kalmak keyifliydi, hiç sıkılmıyordum, hatta ona işlerinde yardım bile ediyordum ve arta kalan zamanlarda da mahallenin çocuklarıyla oyunlar oynuyordum. Nasıl mı yardım ediyordum? Neler neler! Konağın damına on beş basamaklı bir merdivenle çıkılırdı. Babaannem bulgurları kuruması için oraya sererdi ve bende bulgurları kuşlardan koruyan askerdim. Bulgurlar başında nöbet tutuyordum ve bunu tek başıma yapıyordum. O yüksek basamaklara tırmanıyor ve bana verilen görevi yerine getiriyordum, öyle mutluydum ki…  Ne ablamdan ne de ağabeyimden istemişti bu yardımı, sadece benden istemişti. İşte ben kocaman bir kızdım, kocaman bir ablaydım!  Babaannem bir gün bana şöyle bir soru yöneltti: “Beni seviyor musun?”  Tabii ki, ‘seviyorum’ cevabını verdim. Ardından da: “Neden seviyorsun?” diye sordu. ‘Temiz ve akıllı olduğun için’ dedim. Tam da hissettiklerimi söylemiştim. Babaannem hiç boş oturmazdı sürekli faydalı işler yapardı, böyle işleri tabii ki akıllı biri yapabilirdi. Benim, onu neden sevdiğimi ifade etme şeklim başta annem olmak üzere yengelerimi de güldürdü, zaman zaman aralarında bunu konuşur oldular ve hep güldüler. Neden bana gülüyorlar, neden benimle alay ediyorlardı? Annem bir gün yine gülerek diğer akrabalarımıza benim babaannemi sevme nedenimi söyledi. Onlar da hem güldüler hem de  ‘yağ yakmış!’ dediler. Ben kimseye yağ yakmamıştım.  O sevilecek bir babaanneydi, çok tatlıydı, iyiydi, temizdi, düzenliydi, çok çalışkandı, akıllıydı. Oysa ben tertemiz duygularımla hissettiklerimi ve gördüklerimi söylemiştim, ama maalesef onlar anlayamamışlardı bunu. Bana karşı yapılan bu haksız davranışlar karşısında her zaman ki sessizliğimle durdum. Evet, sessiz, sakin bir çocuktum, ama bir o kadar da hassastım. Neden bunu göremiyorlardı?”

Büyüklerin masum sandıkları işte o gülüşmeler aslında bir çocuğun hayatında neleri etkiler, onun bilinçaltını nasıl şekillendirir, bunu irdelemek gerekir.  Çocuklara karşı davranışlarımıza çok dikkat etmeliyiz, özen göstermeliyiz. İyi gibi görünen birçok davranış geleceğin yetişkinleri olacak çocukları türlü çıkmazlara sokabiliyor. Özgüven eksikliği hep bu şekildeki muameleye maruz kalma sonucunda oluşuyor. Kişinin sürekli kendini sorgulamasına, doğruları dahi yanlışmış gibi algılamasına yol açıyor. Çocuklar iç dünyalarında kendilerine karşı yapılan her tavrı yetişkinler gibi anlayamaz, anlamlandıramaz. Kendilerine gülünmesini, onları hiçe saymak, sevmemek, küçümsemek olarak algılayabilirler. Değersizlik duygusu onların küçücük yüreklerine yerleşirse, ilerleyen dönemlerde bunu tamir etmek çok zor olur.

Yıllar sonra o yaşlarda ki bilincimin gördüğü zararı fark ettim. Bu farkındalık beni bu olumsuz duygudan arınma yoluna soktu.  Durumları doğru değerlendirememekten kaynaklı, alınganlığın insana nasıl zarar verdiğini gördüm. Ama şimdi, hislerimin, söylediklerim doğruluğunu ve içtenliğini kimseye ispat etmek zorunda olmadığımı biliyorum. Gülen gülsün, konuşan konuşsun… Ben o gülüşlerin ve konuşmaların manasını çoktan çözdüm. İyi niyetli olanı biliyorum…

Çocuktuk, büyüdük ve şimdi, birçok çocuğun büyümesine şahitlik ediyoruz. Onları mutlu edelim, nazik, dikkatli olalım… Onlara bakarken kendi çocuk ruhunuzu yeniden hissetmeye çalışın. Çocuk ruhu alacalıdır, birçok rengi barındırır içinde, o renkleri yanlış şekilde birbirine karıştıran olmayalım… Onlar bizlere emanet edilmiş en büyük hazinedir, bunu unutmayalım.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

DÜNYANIN KURTULUŞ SAVAŞI

Güzel geçmesi için dua ettiğimiz yeni bir haftaya başlarken hepimiz için çok kıymetli olan ‘paylaşmak’ konusunda sizlerle buluşmak istedim. 

Hayrettin Karaca der ki: “Olanın olmayana, bilenin bilmeyene borcu var bu dünyada.”

Ne doğru bir sözdür ki bu; paylaşmanın manasını, hikmetini bütün çarpıcılığıyla gözler önüne serer. Yediğin ekmeği, içtiğin suyu, aldığın nefesi, mutluluğu, sevgiyi paylaşmak, bazen de kederi, acıyı, hüznü paylaşmak…

İnsanoğlunun var olduğundan bu yana belki de yaşadığı bu en zor günlerde paylaşmak her zamankinden daha da mühim bir hal aldı. Toplum içinde, birbirimizle fiziksel iletişimlerimiz her ne kadar azalsa da bu durum paylaşmaya asla engel değil. Aslında böylesi bir dönemde hem kişinin paylaşmaya daha çok ihtiyacı var, hem de paylaşılacak daha çok şey var.

Özellikle maddi anlamda darda olan çok insan var. İşlerini kaybedenler, işleri kötüye gittiğinden eski gelirlerine sahip olamayanlar… Zaten kıt kanat geçinen birçok insan şimdilerde evine ekmek götürmekte daha da zorlanır hale geldi. Bunun için masamıza koyduğunuz her bir yiyeceği paylaşmayı kendimize düstur edinmeliyiz. Üç tane köfte yemeyelim, iki tane yiyelim bir tanesini ihtiyaç sahibine ulaştıralım. İki çift çizmemiz olmayıversin, bir çift olsun, diğer çifti ayağında çizmesi olmayana ulaştıralım. Boş tabakları dolduralım, üşüyenleri ısıtalım… O büyük kazanda ki çorbada bizimde tuzumuz olsun. Gücümüz yettiğince; ister kepçeyle, ister kaşıkla, isterse bir tutamlık destekle, yeter ki bizler birileri için yardım eden, aşını, parasını paylaşanlardan olalım.

Birçok fırında “askıda ekmek” uygulaması görüyorum. Alt tarafı bir ekmek demeyin, sizde katılın bu yardım zincirine. Bugün, kuru bir ekmek bile nice sofralar için bulunmaz bir nimettir, bunu unutmayın lütfen. Ödeme yapamadığı için elektriği, suyu kesilmiş, sobasını yakacak odunu bulamadığı için üşüyen hasta olan nice insanlarımız var. Neden onlara uzanacak el sizinki olmasın?

Bu kış günlerinde akşam vakti çöküp de soğuk iyiden iyiye kendini hissettirdiğinde başınızı sokacak bir eviniz, başına toplanıp karnınızı doyurabildiğiniz bir sofrasınız varsa bu eşsiz bir nimettir. Bunun için şükredin ve ihtiyacı olanlara yardım etmenizin de boynunuzun borcu olduğunu hatırlayıp, bu borcu ödeyin.  Sizin el uzatmanızı bekleyen nice insanlar var… Yapacağımız birçok maddi yardım hem yardım edeni hem de yardım edileni manevi anlamda da huzura ulaştıracaktır.

Domino etkisi yaratalım, bir dokunuş binlerce dokunuşu beraberinde getirsin. Dünyanın kurtuluş için verdiği büyük savaşta üzerimize düşenlerin farkına varalım. Hayat paylaştıkça güzelleşecek, açlıklar bitecek, hastalıklar son bulacak, mutlak kardeşlik ve sevgi egemenliğini ilan edecek…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

GERÇEKLİKLER

Bilim, Latince scientia (BİLGİ) sözcüğünden türemiştir; gözlemlenebilir fiziksel kanıtlarla doğanın ve doğal olayların işleyişini anlamak ve anlaşılır kılmak için yapılan düzenlenmiş insani çabayı ifade eder. Bilim var olanı yani var olmuş olanı araştırır, var etmez, edemez.  Aradaki bu ince ve keskin çizgi çoğu insan tarafından kimi zaman görmezden gelinir, kimi zamansa kabul edilmez. Oysa benim gibi birçoklarının kabul ettiği şekliyle bilim; bütün canlıların hayatına hizmet eden, yapılan ve yapılacak çalışmalarla bilinmez birçok şeyin bilinmesini sağlayan bir disiplin ve yöntemler bütünüdür.

Gerek bilim adamları gerekse birçok felsefeci bilim ve yaratılış konuları üzerine çokça teoriler üretmiştir. Üretilen teoriler üzerine yapılan değerlendirmeler ve tartışmaların sonucunda kimileri bilim ve yaratılışı birbiriyle bütünleştirmiş kimileri birbirinden ayırmış kimileri ise bilimi esas kabul edip yaratılışı yok saymıştır. Yaratılış derken anlaşılacağı üzere, Yaradan ve inançtan bahsetmekteyim. Anlatmak istediklerime doğru bir giriş yapabilmek adına bu detaya değindim. Bugün asıl anlatacaklarım; ‘bilimi tek gerçek kabul eden, bir Yaradan’ın varlığını yok sayan ama başı sıkışınca da Yaradan’a sarılan yani düşüncesinin, inancının ardında dimdik duramayan insanların halleri’.

Başlangıcımız her zaman olduğu gibi bizden farklı bir düşünceye, inanca sahip olana saygı duymaktır. Saygıyı yanımıza alarak konuyu yaşanmışlıklarda gezinerek irdeleyeceğiz. Bilimin hayatımızın hemen her noktasında ne denli önemli olduğunu yok saymak yapılacak en büyük hatadır. Bilimin ardındaki etkiye gelince, o da insanların bilimsel keşifleri gerçekleştirmesini sağlayan, onlara bu aklı, bu kudreti veren Yaradandır. Her insan inanma ihtiyacı duyar, dünya var olduğundan yana bu böyledir ve böyle olmaya da devam edecektir. Doğaya, cisme, Yaradan’a …

Yapılan araştırmalara göre dua bir çeşit ‘sistemli yaratma enerjisi’ dir. Evrenin yaradılış sistemi için, modern bilimin araştırma ve bulguları gösteriyor ki, dua bizler tarafından sistemin işleyişine etki edebilecek bir potansiyel taşır. Dua neredeyse her insan için yüksek enerji yüklü bir sığınaktır. Tıpkı Prof. Tarhan’ın dediği gibi; “Duada vücut ısısı yükselir, ürperti hissi ile uyarılma yaşanır, algı gücü keskinleşir, bilinç düzeyi ve farkındalık artar. Harvard’lı Dr. Herbert Benson, ‘Handbook of Religion and Health’ isimli kitabında, inanmanın ve duanın hastalıklar üzerinde yüzde 60-90 iyileştirici etkisi olduğunu aktarmıştır.

İnsanlar inanışları doğrultusunda çeşitli şekillerde ve çeşitli yerlerde dua ederler. Camide, kilisede, tapınakta, yolda, evde ya da herhangi bir nesnenin önünde… Kişi huzuru nerede buluyor, nerede mutlu oluyorsa duasını da orada yapar. Bu ne eleştirilebilir ne ayıplanabilir ne de hiçe sayılabilir.  İnsanlar inançlarını istedikleri gibi, istedikleri şekilde yaşarlar. Bu konuda dayatma hakkına hiç kimse sahip değildir. Mühim olan kişinin içsel kazanımıdır, bu konuda kimsenin yaptırımı olamaz.

Bir tanıdığım Allah’a inanmadığını kendi aklının ve bilimin gösterdikleriyle her şeyi yapacağını söylemişti.  Bense onun bu düşüncesinin bana göre yanlış olduğuna dair hiçbir şey söylememiştim. Bazen, bazı sözler bize yanlış gelse de hemen net cevaplar vermemek önemlidir.  Ona, onu yargılamadan kendimi düşüncemi açıklayacak örnekler vermiştim. Demiştim ki: “Bilim çok önemli, onun gücüne, etkisine senin gibi bende inanıyorum.  Ama ben hasta olduğumda şifa bulmak için doktora gideceğim zaman, öncesinde Allah’ a dua ederim. Karşıma derdime derman olacak, işinin ehli doktor çıkması, tedavimin başarılı geçmesi için Allah’a dua ederim, bilimin ötesindeki o gücü yanıma alırım’. Susmuştu ne karşıt bir söylem ne de başka bir şey…

Bir yolculuk öncesi, duamız hep hayırlı yolculuklarımız olsun şeklinde değil midir? Sınava girecek bir çocuğa Allah zihin açıklığı versin demez miyiz? Bir iş görüşmesine gideceğimiz zaman hayırlı ise işe kabul edileyim demez miyiz?

Bir arkadaşımın bizzat tanıklık ettiği ve bana aktardığı yaşanmışlıktan bahsedeceğim. Arkadaşım ve bu yaşanmışlığa konu olan onun arkadaşı uçakla yaptıkları bir yolculukta korkulu anlar yaşamışlar. Türbülansa giren uçak nerdeyse düşme noktasına gelmiş. Büyük panik, yolcular çığlık çığlığa, uçuş personeli dahi ne yapacağını bilmez bir haldeymiş. Allah’a inancı olmayan, bilimden öte hiçbir gerçekliği kabul etmeyen bu malum kişi başlamış dualar etmeye. ‘Allah’ a yakarış!’. İşte bu noktada çelişki başlıyor. İnanmıyordun, şimdi ne oldu, o dualar niye? İşte birçok mecliste inanmadığını dile getiren birçok insan neden an gelip Yaradan’a sığınır? Düşündüğünün arkasında duramayacaksan…

Hayatlarımızda her şey yolunda iken çoğu zaman esas olan hep maddesel değerlerdir. Ne zaman başımız sıkışsa maneviyata yöneliriz. Halbuki neden her şeyi bir potada eritip hayatımızın bütününe yaysak, bu daha huzur verici ve mutluluğa ulaştırıcı olmaz mı? Bilim yaşamımızın olmazsa olmazıdır. Bunu iyice anlayıp, özümsemek gerekiyor. Bununla birlikte inançlarımız da dualarımız da bizim gerçekliğimizdir. Hayat bir derya ise bilim de o deryayı anlayabilmemize, o derya da varlığımızı en iyi şekilde sürdürmemize yardımcı olan büyük bir unsurdur. İnancımız ve dualarımız da hayatın içindeki bizdir.  Bilimin ötesine, oradaki güce bakabilmeliyiz.

Tabiatta öylesine yüksek bir akıl kendini gösteriyor ki, insanın en ince düşünceleri ve buluşları bu aklın yanında sönük bir gölge gibi kalır. (Albert Einstein)

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

GÜVENMEK, İNANMAK, SADAKAT (2)

Öncelikle paylaşımlarımı okuduğunuz ve kıymetli yorumlarınızı benimle paylaştığınız için her birinize ayrı ayrı teşekkürlerimi sunmayı bir borç bilirim. Sizlerle kurduğum gönül bağının kıymetini layığıyla tarif edebilmek çok güç. Çünkü kimi zaman yüreği dillendirmekte insan acizliği yaşabiliyor. İyi ki, sizlerle bir şekilde bu platformlarda yollarımız kesişti, bunun için çok mutluyum. 

Güvenmek, inanmak ve sadakat konulu yazıma devam ediyorum…

Güveni, inancı, sadakati yaralayan öyle çok şey yaşanıyor ki dünyada. Bazen birilerinin sadece kendilerine aitmişçesine sahiplendikleri güven, inanç, sadakat tüm insanlar için olmaktan çıkıp sadece birilerine ait bir hal alabiliyor. Bahsettiğim o tanıdık… Onun için, tüm bu duygular sadece kendisinin söz konusu olduğu durumlarda bir anlam kazanıyordu, kendisi dışındaki hiçbir durumda bu duyguların ehemmiyeti yoktu. 

Verilen sözlerin herhangi bir geçerli sebebe dayandırılmaksızın tutulmaması güven, inanç kayıplarına sebep olur demiştik. Diğer taraftan sözün tutulmaması sadakatsizlik durumunu da beraberinde getirir. Örneğin; geçerli bir sebepten ötürü sözünüzü tutamıyorsunuz ya da kontrolünüz dışında bir şeyler oluyor ve karşınızdakini zora sokuyorsunuz. Böyle bir durumda siz mevzuya hâkim olup, onun arkasında durur ve karşınızdakine zaman kaybetmeksizin, dürüstçe hakikati anlatırsanız hem kendi sözünüze sadık kalmış olursunuz, hem de karşınızdakinin sadakat, güven ve inanç duygularını yaralamazsınız. Kayıtsız şartsız dürüstlük… Ne yanlış yapan taraf olun ne de bilerek isteyerek karşı tarafı üzen kişi olun…

Yeni bir işe giriyorsunuz, ya da hali hazırda çalışmakta olduğunuz bir işiniz var. Size türlü vaatlerde bulunuyorlar. Diyelim ki; altı ay sonra prim alacağınız vaat edilmiş. Ama gün gelmiş ve o prim alınamamış yani vaat yerine getirilmemiş. Böyle bir sonucu detaylı değerlendirmekte fayda var. Şayet işyeriniz sözünü yerine getiremeyeceği ekonomik zorluklar yaşıyorsa bu durum anlayışla karşılanmalıdır. Tabii ki bu anlayışta belirli bir koşula bağlıdır. Size, şirketin durumu açıkça ifade edilmeli, prim ödemesi yapılamadığı için nazikçe sizden hoşgörü talep edilmelidir (aslında iç sesim hoşgörü yerine özür diyor, ama biliriz ki; işletmelerin lügatında özrün yer aldığı sayfa pek açılmaz). Sizinle yapılacak böylesine dürüst bir konuşma sizde her ne kadar prim alamamanın yaratacağı bir üzüntü oluştursa da en önemlisi hayata ve insanlara bakış duygularınız zedelenmemiş olacaktı. Diğer taraftan verilen sözün neden tutulmadığına dair size açıklama yapılmasaydı nasıl hissedecektiniz? Eğer böyle olsaydı kaybınız maddi olandan çok daha büyük olacaktı.

Arkadaşlıklarda, iş hayatında ya da benzeri sosyal ilişkilerde yaşanan durumlardan bahsettik. Bunların yanı sıra bir de hayatımızda çok büyük öneme sahip olan gönül ilişkimizde güven, inanç, sadakat nasıl bir öneme sahip?

Prof. Dr. Nevzat Tarhan Hoca’nın ifadesiyle; evlilik, gönül birlikteliği su gibidir. Su bilindiği üzere iki elementin bir araya gelmesiyle oluşur. Aslında bu iki element havada dolaşırken serbest ve özgürdür. Özgür iki element kendi yapılarından fedakârlık yaparak su gibi bir yaşam kaynağına dönüşürler.

İşte bu yaşam kaynağını ayakta tutabilmek için güvenmeye, inanmaya ve mutlak sadakate ihtiyaç duyarız. Sevgiyi destekleyen, birlikteliği ayakta tutan sabit bir üçgendir bu duygular.  Birliktelikte aitlik vardır ve bu aitlik paylaşılmak istenir. Yüreğin en kıymetlindir, kıymetlini güveneceğin, inanacağın ve sadece bedensel değil ruhsal bir sadakati sana hissettirecek kişiye emanet etmeyi istersin. Bir şekilde sarsılabilecek bu duygular kişiyi sadece o birlikten yana değil, hayatın diğer dinamiklerinde de büyük üzüntülere iter. Bunun için kimsenin üzüntüsü olmayın. Yerine getiremeyeceğiniz sözler vermekten kaçının, bunu yapmayın. Şayet hissettiklerinizde bitişler varsa bunu en doğru, en sarih şekilde konuşarak, anlaşarak paylaşın. Sadakatsizce başka yüreklere gitmeyin unutmayın ki; başka birine sadakatsizlik etmek için önce kendine sadık olmayı bırakmış olman gerekir. Temelde en büyük zararı kendinize verirsiniz. Yaşadığınız birlikteliği şeffaflıkla donatın, açık yürekli olun. Verdiğiniz sözlere, hislerinize, sevginize, en çok da kendinize sadık olun.

Güven, çok ince bir çizgidir. Onu kalınlaştırarak kırılmasını engelleyen tek şey, iki taraflı olmasıdır.    

Duygu dünyamı, deneyimlerimi, bilgilerimi yazıya dökerken özenle ve titizlikle hareket ediyorum. Yanlış anlaşılmaya müsait, kesin ve keskin bir dil kullanmıyorum, yargılama yapmamaya dikkat ediyorum ve biliyorum ki; her biriniz yazılarımdan yaptığınız çıkarımlarla kendi yargılamanızı, öz ve çevresel eleştirilerinizi zaten yapıyorsunuz.  Bir ansiklopediyi ya da akademik bir makaleyi çağrıştıran ifadeleri kullanmamayı bilinçli olarak seçiyorum. Benim için önemlisi; sizlerle en doğal ve en samimi ilişkiyi kurmak. Canı gönülden bilmenizi isterim ki; sizlerle sanki bir çay ya da bir kahve eşliğinde sohbet edercesine yüreğimin sesiyle yazıyorum…

Etrafınızda güvenebileceğiniz, inanabileceğiniz ve sadakati hissedebileceğiniz, size sıcacık yüreklerini sunan insanlar olması dileğiyle…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

GÜVENMEK, İNANMAK, SADAKAT

Güvenmek, inanmak, sadık olmak, bu güzel hissiyatların tam zıt olanları ise güvenmemek, inanmamak, sadık olmamak. Bizler hangilerini, nasıl ve hangi durumlara karşılık yaşıyoruz? Bugün bu duyguları irdeleyeceğiz. Onlara sahip miyiz ya da değil miyiz?

Güvenmek, inanmak ve tam zıtları güvenmemek, inanmamak. Birlikte kullanıldığın hiç de yadsınmayacak bu ikili kelime grubunun sözlük anlamları birbirinden farklı olsa da hem olumlularının hem de olumsuzlarının kişide oluşturduğu yankılar büyük benzerlikler gösterir. Güven ve inanç hayattaki duruşumuzda ve ilişkilerimizin tamamında etkin rol oynar. Öncelik her daim olduğu gibi kişinin kendisindedir. Kişi kendine, karalarına güvenecek, hata yapmaktan, düşmekten korkmayacak ve her koşulda yeniden ayağa kalkacağına inanacak. Şayet bunu başarırsa kişi mutlak gücü kendinde toplamış demektir. Şimdi gelelim insanlara güvenmek ve inanmak konusuna.

Güven her ilişkinin mihenk taşıdır. Ne var ki, güven duygusu kolay kazanılmaz ve eyleme dönüşmesi çoğu kez uzun zaman alır. Tarafların güven yolunda birbirlerine karşı atacakları adımlar bir taraftan da riskler içerir. Ama biliriz ki risk her zaman ve her şeyin içinde vardır. O zaman yapılacak şey kendimizi koruma altına alarak insanlarla ilişkiler kurmaktır. Zamana, paylaşımların derecesine, karşılıklı verilen emeklere göre güven duygusu ve tabii ki beraberindeki inanmak olgusu zamanla gelişecek ve ilişki sağlıklı bir zemine oturacaktır. Diğer taraftan güvenin kaybedilmesi ise çok kolaydır ve bu bir anda olabilir. Herhangi bir kişiden yana kaybedilen güven duygusu çoğu insanda kaygılara, mutsuzluğa sebep olabilir. Güveni zedelenen kişiler bu deneyimlerini şu anda ve gelecek ile özdeşleştirip tüm insanların güvenilmez olduğu yargısına vararak gelecekteki olası zarardan kendini korumak için neredeyse insanların tümünü güvenilmez etiketiyle damgalarlar. Öncelikle bilinmesi gereken ve esas olan şey gelecek ilişkilerin geçmişle aynı özelliklere sahip olmayacağıdır. Her insan aynı değildir ve her ilişki aynı niteliğe sahip olmayacaktır. Geçmişte yaşanılan olumsuzlukları kabul etmek ve duygularınızdan kaçmadan yüzleşmek yeni ilişkilerin sağlıklı ilerleyebilmesi adına oldukça önemlidir. Her daim size tavsiye ettiğim gibi; mutlaka güveninizin ve inançlarınızın sarsıldığı durumlarda da kendinize, iç dünyanıza dönün. Yaşadığınız durumun eksiklerini belirleyeceğiniz gibi artılarını da belirleyin. Evet, güveninizin kırılması, inancınızın sarsılması çok üzücü bir durumdur ama bu durumdan mutlaka çıkartacağınız dersler olacaktır ve bu dersler sizin artılarınız yani kazanımlarınızdır. Bu muhakemeyi bir daha benzer bir duruma düşmemek adına yapmanız çok mühim.

Verilen sözlerin tutulmaması…Sadakatsizlik…Sözde sevgiler… İşte tüm bunlar güveni, inancı yerle yeksan eder, ruhları bitap düşürür.

 Verdiğin sözü yerine getir, yerine getiremeyeceğim sözler verme.

Kimileri yürekten, tüm bilinciyle söz verir ve her ne olursa olsun o sözü yerine getirir. Oldu ki sözünü yerine getiremezse bunun için mutlaka söyleyecek anlamlı sözleri ve yerine getiremediği söz için de mahcubiyeti vardır. Ama kimileri ise söz vermeyi alışkanlık haline getirmiş, diline sanki sıradan bir ifadeymişçesine yerleştirmiştir. Verdiği sözü neredeyse söyler söylemez unutuverir. Bilmez ki verdiği o söz karşısındaki için ne değerlidir. İşte böyle verilir o sözler; çok sevinçlidir gözü göremez kendi duygusundan başka bir şeyi o anda sadece vermek için bir şeylere söz verir, birileri ondan bir şeyler ister aslında onu yapamayacağını bildiği halde sırf karşısındaki kırılmasın diye tamam der, söz verir, kendi menfaati söz konusudur bunun için yine yapmayacağı bir şeyi yapacağına dair söz verir, ya da bir şeyler olur ve sadece o anı kurtarmak için sözler verilir.  Kıssadan hisse, birkaç örneğe göz gezdirelim.

Bir tanıdığıma sahip olmayı çok istediği bir şeye sahip olabilmesinin karşısındaki kişiyle uzlaşmaktan geçtiğini anlatmış ona buna dair çeşitli telkinlerde bulunmuştum. İstediği o şeye sahip olma konusunda karşısındakinin kendisine söz verdiğini anlatmıştı -aslında bu sözün yerine getirilmesi de çeşitli koşulların oluşmasına bağlıydı- ve sonra bir şekilde uzlaşı gerçekleşmeyince istediğine sahip olamamıştı ve bu sonuçtan dolayı karşısındakine ağır ithamlarda bulunmuştu. Nasıl olurda verilen söz tutulmazdı, güveninin sarsıldığını, kendisine kabul edilemez bir sadakatsizlik yapıldığını defaatle söylemişti. Ancak gariptir ki bu yakınmaları yapan kişinin konu başka bir kişinin yaşadıkları olduğunda hiçbir şekilde aynı tepkileri vermediğini gördüm. Başkalarının durumları üzerine konuşurken, verilen sözlerin yerine getirilmemesinin mümkün olabileceğini, şartlara göre her şeyin değişkenlik gösterebileceğini, her söz tutulacak şeklinde bir kaide olmadığını, ifadelerini rahatlıkla kullanabiliyordu. Hatta bu düşüncelerini kendisine verilen vaatlerin yerine getirilmemesinden güveni yara alan ve üzüntü yaşayan kişinin yüzüne de söyledi. Pervasızca, umursamazca… Hani verilen sözler tutulmasa da olurdu, hani güven, sadakat önemsizdi? Önemsiz miydi gerçekten? Oysa kendi durumu için veryansın ederken bunların sarsıldığını üstüne basa basa söylemişti. O zaman soru şu. Güven, inanç, sadakat sadece sana mı dair? 

Burada yine bir es veriyoruz. Anlatacak, sizinle paylaşacak daha çok şey var, yazımın devamını gelecek hafta sizlerle buluşturacağım. Her zaman olduğu gibi düşüncelerinizi, yorumlarınızı benimle paylaşmanızı sabırsızlıkla bekliyorum. Her birinizin beğenisi, yorumu benim için eşsiz birer hazine…  

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN