KORKULAR CESARETE ENGEL DEĞİL

Çocuğun en son sandığı açtığından bu yana iki hafta geçmişti. Bu iki hafta boyunca aklı hep sandıkta ve anahtardaydı. Anahtarı olurda kaybedersem sandığı bir daha nasıl açacağım diye endişeleniyordu. Anahtarı kaybederse sandığı açabilmek için hiç kimseden yardım istemeyecekti. Çünkü anılarla yüklü o nadide sandık ona özeldi, ona sadece o dokunabilir ve yine sandığın kapağını sadece o açabilirdi. Endişesinden sebep aklına bir fikir geldi: Sandığı açıp tüm anıları tek seferde çıkartsaydı ve o anıları sanki kitapmışçasına bir bir, sırasıyla raflara dizseydi nasıl olurdu? Başlangıçta fikir ona gayet güzel geldi. Ama sonra bu fikrin hiç iyi olmadığına karar verdi. Onun, anılarını gün yüzüne çıkartmak için bir ritüeli vardı. O ritüel çocuğa hem çok keyif veriyordu hem de büyük bir heyecan yaşatıyordu. Bunun için aklından o fikri hemen uzaklaştırdı. ‘Anahtarı kaybetmeyeceğim ve ritüeli bozmayacağım’ diye içinden birkaç kez tekrarladı.  Evet, ritüeli yeniden başlatma vakti gelmişti. Sandığın olduğu o gizemli yere yöneldi, sandığın yanına varmıştı bile. Yavaşça sandığın yanına oturdu, cebinden anahtarı çıkarttı, yine o eşsiz özgüveniyle anahtarı sandığın kilidine yerleştirip çevirdi, sandık açılıverdi. Elini sandığın içine uzattı, ardından sırası gelen anıyı serbest bıraktı, sonrasında sandığın kapağını kapattı ve kilitledi. Yeni bir anı dile geldi…

  • “Dayımın düğününden on beş gün sonra Malatya’ dan evimize, İstanbul’ a döndük. Bu Malatya’ ya son gidişim oldu. (Şimdilerde düşünüyorum da o günden sonra Malatya’ ya gitmek hiç nasip olmadı. Hatta arkadaşlarım bu konu gündeme geldiğinde bana takılırlar, neredeyse dünyayı dolaştın ama memleketine yedi yaşından buna hiç gitmemişsin derler. Demek ki o yaşımdan bu yana oranın ne suyu ne de ekmeği beni çağırmamış.) Artık İstanbul günleri başlamıştı. Amcamlar dahil bütün ailemi ama en çok da ablamı saran büyük bir heyecanı içinde barındıran bir gün vardı önümüzde. Evet, ablam üniversite sınavına girecekti ve o güne çok az vakit kalmıştı. Önceden bahsetmiştim ama yeri gelmişken yine hatırlatayım. Ortanca amcam, hani bana kızan amcam, çocuğu olmadığından bize baba edasıyla davranır, hemen her şeyimizle ilgilenirdi. Özellikle derslerimizdeki başarımız konusunda çok hassastı. Bir öğretmenmişçesine derslerimizle alakadar olurdu. Bunun için ablamın üniversite sınavı, sonra yapacağı tercihler onun için çok mühimdi. Hatta amcam, ablamı hafta sonu gittiği üniversite sınavına hazırlık kurslarına bizzat kendi getirip götürürdü. Amcam şoför koltuğunda ablamda hemen yanında, ön koltukta, amca yeğen kursa gidip gelirlerdi. Amcamın bizimle, derslerimizde ilgilenmesi güzeldi güzel olmasına ama ben bana bu kadar karışılmasına karşıydım. Ben ne zaman, nasıl ders çalışacağımı zaten biliyordum. Ne oyunlarıma ne de derslerime bu denli karışmak niye? Baskıya hiç gelemiyordum! Konu dersler olunca neden bu kadar sert konuşuyordu benimle. Tamam, gerçekten bizim iyiliğimizi istiyordu ve genelde de sert konuşurdu zaten ama konu dersler olduğunda daha da…

Büyük gün kapıyı çaldı… Ablama sınav günü annemle beraber eşlik ettik. Şans dileyerek, onu sınava gireceği okulun bahçesine bıraktık. Ablamın sınavdayken bizde okulun karşısındaki pastanede oturduk ve onu beklemeye koyulduk. O okulda sınava giren ablamın lise arkadaşının annesi de oradaydı, oda bize katıldı heyecanlı bekleme saatlerimizi hep birlikte geçirdik. Tatlı ve güler yüzlü teyze benim için sıcacık poğaçalar ve hiç unutamadığım ezmeli ayçöreğinden aldı. Hem annemle sohbet ediyor hem de ben sıkılmamayım diye benimle ilgileniyor, benim keyifli zaman geçirmemi sağlıyordu. Evet, karar vermiştim, bu teyze sadece tatlı ve güler yüzlü değildi aynı zamanda da sevgi doluydu! İşte bu benim için en mühimiydi. Sevgi! Bekleme saatleri bitti, sınav bitti, eve giden yol bitti… Evimize döndük, ablamın sınavı güzel geçmişti, sonuçların açıklanmasına uzunca bir zaman vardı ve ardından üniversite tercihleri yapılacaktı. Bende büyümek ve sınava girmek istiyordum… Sınavın bitişinin hepimiz rahatlamıştık ve sıra tatile gitmeye gelmişti. Ne güzel tatildi! Tatilimizi anlatacağım ama önce sınav sonuçlarının açıklandığı zamanı hemencecik anlatmak istiyorum. Amcam, ablamın sınav sonucunun iyi olduğunu öğrenince hemen tıp fakültesini yazmasını söylemişti, ablamın doktor olmasını istiyordu. Ailemizin tamamında ablamın okul tercihi konuşulurken o kendi istediği tercihleri yaptı ve tamda istediği okulu kazandı. Şimdi gelelim tatile!

Amcamların da dahil olduğu tatilimizde Büyükada’ da denize sıfır büyük bir ev tutmuştuk. Babam için adalar her zaman özeldi, adaları bir başka severdi. Bu evi tutmamızdan önce de yazları neredeyse her pazar adaya giderdik. Denizi bu kadar çok sevmem bebekliğimden beri denize olan aşinalığımdan ileri geliyor. Üç dört yaşlarındayken kendi başıma denize girmeye başlamıştım, sonradan da hiç korkmadan yüzmeye başladım. Bütün yazı, okullar açılana kadar, adada geçirdik. Çok uzun zamandır bildiğim, tanıdığım bir yer olduğu için adada hiç yabancılık yaşamadım, böylesine uzun süre kaldığımız içinde yeni arkadaşlıklar edinmek için fırsatım olmuştu.  Kaldığımız eve yakın küçük bir iskele vardı. Kardeşimle iskeleye gidip balık tutmak muhteşem bir keyifti.  Saatlerce oltaya balığın gelmesini beklemek, hele bir de oltaya balık takıldıysa değmeyin keyfimize… Saatlerimiz, günlerimiz, haftalarımız hep denizde geçti. Evimizin hemen önünde kumsal vardı, dışarıdan kimse gelemediği için sadece bize aitti. Ne büyük özgürlüktü bu yaşanan. Deniz bizim, kumsal bizim, muhteşem oyunlar bizim. Anlatmıştım size biz misafir sever ve bolca misafir ağırlayan bir aileydik. Tabii ki adaya da bir sürü misafirimiz geldi. Bunun içindir ki annem mutfaktan hiç çıkamıyor ve yazlık evin, denizin, kumsalın tadını bizim gibi çıkartamıyordu. Ablam genellikle anneme hummalı mutfak işlerinden yardım ediyordu. Ağabeyimse babamla işe gidiyordu. Neredeyse unutuyorum anlatmayı. Evet, biz amcamlarla birlikte tutmuştuk adadaki yazlık evi ama babam, ağabeyim ve amcalarım gündüzleri bizimle değillerdi. Sadece akşamları ve pazar günleri.  Evde sürekli kalanlarsa; ben, kardeşim, ablam, annem, yengemler ve kuzenlerim. Her akşam vapur iskelesine giderdik. Babamı, ağabeyimi, amcaları beklerdik o iskelede. Bu karşılamanın ayrı bir zevki vardı. Önce uzaklardan vapurun kuvvetli sesini duyulurdu. ‘Hey ahali ben geliyorum, size sevdiklerinizi getiriyorum’ dercesine… Sonra yavaş yavaş yaklaşırdı iskeleye, inerdi yolcuları bir bir… Bu bekleyiş, ardından karşılama bana uzak diyarlardan gelen yolcuları karşılıyormuşum hissi verirdi.

Bir sabah uyandım ki; gözümde kocaman bir şişlik ve şiddetli bir ağrı. Annem beni hemen doktora götürdü. Doktorlardan hiç korkmadım, birçok çocuk korkar ve bunun nedeni çocukları uslu olmaları için uyarırken doktor iğnesiyle korkutmaktır, sakince annemle birlikte doktora gittik. Doktorun dediğine göre, gözüm mikrop kapmıştı ve bir hafta boyunca yaptırmak zorunda olduğum iğne vermişti. İlk iğnemi doktor hemencecik yaptı, gık bile demedim.  Doktor öyle bir şey dedi ki; işte asıl canımı acıtan o söylediği olmuştu, iğne değil. Gözüm iyileşene kadar denize giremeyecektim!  Poliklinik on dakikalık yürüme mesafesindeydi evimize.  Diğer iğneleri yaptırmaya yalnız başıma gidebileceğimi söyledim anneme. Annem bu teklifimi kabul etti. Ne de olsa kocaman bir kızdım ben! Akşam babam gözümün haline çok üzüldü ve gözümü denizden sakınmamın yanında sokaktaki tozdan da sakınmam gerektiğini söyledi. Hem deniz hem de sokaktaki oyunlarım yasaktı artık bana. İşte yine bir kısıtlama, kontrol altına alınma durumu, hiç hoşlanmadığım şeylerdi bunlar. Adeta kapana sıkışmış gibiydim. Bu kararlar benim değildi, benim yerine doktor ve babam kararlar alıyordu, bana da bunları uygulamaktan başka çare kalmıyordu. (Zaman içinde geriye dönüp baktığımda amcamın bana karışması, yönlendirmesiyle bende başlayan içsel tepkilerin yaşadığım birçok farklı örnekte de etkisini gördüm. Kişiler fikirlerini söylesinler ama beni yönetmeye kalkmasınlar. Hal böyle olunca ya o kişiden uzaklaşıyorum ya da karşıt tepki veriyordum. Amcam mutlaka benim iyiliğimi düşünüyordu, buna karşı söyleyebileceğim hiçbir sözüm yok ama düşüncelerini söylerken kelimelerinin arasına sevgi sözcükleri yerleştiremez miydi? Özgürlüğüme yapılan müdahaleler beni hep rahatsız etmiştir. Bilinçaltımda nelerin var olduğunu işte böyle, zaman içinde kavradım, yüzleştim, şifalandırdım.)

İlk iğneden sonraki diğer günler tek başıma gittim polikliniğe, iğnemi oldum, eve dönerken annemin verdiği ekmek siparişini fırından aldım. Her ne kadar çoğu gün ekmeği ben alsam da altı gün boyunca fırından ekmeği almak görevim olmuştu, ekmek her zaman çıkmıyordu, belirli saatleri vardı, fırın kuyruğunda beklemek de eğlenceli sayılırdı. Sıcacık ekmek poşete girdiğinde adeta poşeti eritiyordu. Bir gün yine sıcak ekmek poşete girdi ve bu sefer gerçekten poşet eridi ve koptu, annemim diktiği koyu pembe eteğimi hafifçe yukarı kaldırdım ekmekleri yerleştirdim, eteğim yeni poşetim olmuştu, görevimi başarıyla tamamladım ekmekleri eve götürdüm. Gözüm iyileşene kadar günlerim ya deniz kenarından ya da balkondan ailemin denize girmesini seyrederek geçti. Bir gün balkonda tek başıma oturuyor bir taraftan gözümün iyileşeceğini sürekli kendime söylüyordum, tıpkı okulda düştüğüm ve elimin acıdığı zamanki gibi. Kardeşim benim kendi kendime konuştuğumu görünce koşarak gidip anneme durumu haber vermiş. Sanki çok yanlış ya da değişik bir şey yapıyordum! Ne vardı bu kadar veryansın edecek? Kardeşimin ardından annem yanıma gelmiş ve ne olduğunu sormuştu. Bende durumu olduğu gibi anlatmış ve gözüm iyileşecek diye de eklemiştim. Bir hafta sonra tamamen iyileşmiştim ve denize girebilme iznim çıkmıştı. Mutluluk bu olsa gerek!”

Çocuğun bugünkü anısında onun cesaretine şahitlik ettik. Aslında onun bu cesareti, istediği sonuca ulaşabilmek adına nasıl güçlü bir tavır sergilenebileceğini gösteriyor bize.  Korkuya kapılmadan dimdik ayakta durabilmek ve sonuca layığıyla ulaşabilmektir esas gaye.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

CESARETİN AYDINLIĞI

Birkaç gün öncesiydi; kütüphanemde bir kitap arıyordum, o esnada çok önceden okuduğum Ruhsal Rönesans adlı kitabım gözüme ilişti. Kitabı elime aldım ve rastgele bir sayfasını açtım. Karşıma çıkan o cümleyi birkaç kez art arda okudum. ‘Cesaret bazen seçtiklerin değil vazgeçtiklerindir.’ Bu cümleyle rastlaşmam tesadüf olamazdı. Kitabın o sayfasına açmam ve bu cümleyle karşılamam… Bu cümlenin içindeki derin manayı yeniden hissetmem ve hissettiklerimi paylaşmam gerekiyor diye düşündüm. Bu yazımda anlaşılacağı üzere; ‘cesaret neye dairdir?’ konusunu işleyeceğiz.

Cesaret bazen seçtiklerin değil vazgeçtiklerindir. (Ruhsal Rönesans)

Cesaret, bütün korkulara rağmen bilinmeyene adım atmaktır. Cesaret, korkusuzluk demek değildir. Korkusuzluk, sürekli cesur ve daha cesur olunca ortaya çıkar. Cesaretin en uç deneyimi korkusuzluktur. Korkusuzluk, cesaretin sonsuz olduğu zaman ortaya çıkan güzel kokudur. Ama başlangıçta korkak ile cesur arasında pek bir fark yoktur. Tek fark: Korkak korkularına kulak verir ve onları izler. Ve cesur, onları bir kenara atıp ileri adım atar. Cesur insan, korkularına rağmen bilinmeyene adım atar. O, korkuyu bilir. Korku oradadır. İstediğini yapabilmenin gücünü, içinden geldiği gibi yapabilmenin hazzını, sadece o an öyle istediğimiz için öyle davranabilmenin rahatlığını bilsek yine de bu kadar korkar mıydık kendi isteklerimizden?

Kanadalı Psikolog S. J. Rachman korku ve cesaret konusuna yoğunlaşan bir bilim insanıdır. Diyor ki; ‘çoğu insan, cesareti, korkusuzluk olarak anlıyor.’ Oysa cesaret, stres ve korku karşısında direnmek, sabırla tahammül etmektir. Cesaret kişisel bir güç olup, daha az cesur olan kişilerin yapamayacağı durumlarda, bireysel harekete geçme becerisi olarak tanımlanabilir. Cesaret, çaresizliğe, zorluklara ve fiziksel tehlikelere yakın olmasına rağmen, harekete geçme yeteneğidir.

Korku, Danis Waitley tarafından “Korku; deneyimlediğimiz güçlü motivasyon aracıdır.” şeklinde tanımlanmıştır. Korku insana hayatı korumak için verilmiştir, yoksa hayatı zehretmek için değil.  Onun için insan korktuğu şeyleri yaparak korkuyu yenebilir. Korkuyu yenmek, korkuyu ortadan kaldırmak değildir; korkudan cesareti üretmektir. Cesaret korkmaktır, ama korktuğun şeyi yine de yapmaktır. Cesaret bir özgüven ürünüdür. Ne kadar özgüvenliyseniz o kadar cesur davranırsınız. Şuna da dikkat etmek gerekir ki, bilgi cesaretin kaynağıdır. Bilen insan temkinli olur, ama korkak olmaz. Sadece karar aşamasında alternatifleri düşündüğü için bazen hamle yapmakta gecikebilir. Buna “temkinli olmak” denir. 

Cesaret, bilinmeyen için bilineni riske atmaksa, tanıdık olmayan bir duygu ya da durum için tanıdık olanı; konforsuzluk için konforlu olanı, bilinmeyen bir varış noktası için herkesin bildiği göç yollarını terk etmekse eğer bunun için mutlak öz güven gerekir. Çünkü güvenliğin kıyılarını özgür iradenizle terk ediyorsunuzdur. 

Her seçimin bir vazgeçiş olduğu, bir kararla diğer olasılıklardan uzaklaştığını biliyor olmak; cesaret edip denemeyi güçleştirebilir. Ancak, aynı zamanda karar vermeyi göze almak inanmakla mümkün, inanmak ise güvenmekle. Umut edebilen insan daha cesurdur, daha cesur olabilen de daha başarılı ve kararlı.  Hepimizin yaşamdan türlü istek ve beklentileri var. Ancak bunların peşinden koşmazsak gerçekleşmeleri olası değildir. Yol ne olursa olsun, nasıl seçilirse seçilsin kıymetli olan yolda olmaktır. Önünüze engeller çıkacaktır, bu engeller sizin yanlış kararlar verdiğinizi göstermez. Vazgeçmek için kendinize işaretler aramak yerine arzunuzun peşinde olmanızın ve gösterebildiğiniz cesaretin keyfini çıkartın. Kendi geleceğiniz ancak kendinize inanma cesaretini gösterebilirseniz seçebilirsiniz. Kaygılar, korkular elbet olacak ama yaşam zaten onların eşliğinde ilerlemeye devam ediyor. Ancak, risk almayı göze alabilen kişiler yenilikleri keşfedebilir.

Einstein’ in, enerjinin E=mc2  formülünü hepimiz biliriz. Son zamanlarda bu formülün sırrının şu şekilde çözüldüğü söyleniyor: Enerji=Motivasyon X Cesaret2.  Formülün bu şekilde esprili açılımı bir yana, gerçekten de cesaret ile motivasyon yakından ilişkili iki kavramdır. Birbirini besleyen iki harekettir. Hayata ve kendine dair motivasyonun ne denli güçlüyse içindeki cesarete de o denli yakınsındır.

Cesaret duygusuyla, cesaretli olmak ya da olmamak şeklindeki davranış tercihlerimizle yaşamlarımızın birçok kademesinde karşı karşıya geliriz. Cesaretin farklı kulvarlarda farklı davranış şekillerine göre tanımlandığını görürüz. İnsanın kendi inanç ve değerlerini, düşünce ve kanaatlerini savunabilmesi ve taviz vermeden dile getirebilmesi şeklinde tanımlanan medeni cesaret hayatlarımızın hemen her aşamasında karşımıza çıkar. Biz medeni cesarete sahip miyiz? Kendimizi, kayıtsız şartsız kendimiz olarak ifade edebiliyor muyuz? Medeni cesaretin iş hayatlarımızda, aile ilişkilerimizde, arkadaşlık, dostluk hatta ikili ilişkilerimizde dahi yeri azımsanmayacak kadar mühimdir. Cesarete dair her bir tanımlama yaşanan durumlara göre değişiklik göstermektedir. İş hayatında cesaret, okul hayatında cesaret, sosyal ilişkilerde cesaret, aşkta, evlilikte cesaret.

Mutlu olmadığınız bir işe sahipsiniz. Ah, gidip yöneticinizle konuşabilseniz, memnuniyetsizliklerinizi dile getirebilseniz, olmadı, hiçbir şey düzelmedi mi, sizi mutsuz olan o işten ayrılabilseniz, tüm bunları yapacak içinizdeki cesareti ortaya çıkabilseniz… Alsanız elinize cesareti yeni fırsatların uzaklarda olmadığını göreceksiniz.  Bir tanıdığım, işinden öylesine mutsuzdu ki yüzünde bu mutsuzluğu görmemek mümkün değildi. Konuştuk onunla, korkularından, mutsuzluğundan bahsetti, birlikte korkularını, mutsuzluğunu şifalandırdık. Aradan kısa bir zaman geçmişti ki beni aradı ve cesaretini toplayıp istifa ettiğini anlattı. Sesinde huzuru, yüklerden arınmanın hafifliğini duyabiliyordum. Yaklaşık bir ay sonra ondan yeni bir telefon daha geldi. Sesi yine huzurlu ve mutlu geliyordu. Yeni bir iş bulmuştu, her şey tam da istediği gibiydi, mutlulukla, keyifle sahiplendiği bir işi vardı artık! Cesareti ona mutluluğu getirmişti. Cesaretli olabilmek için önce kendini şifalandıracaksın. Korkularını, mutsuzluklarını keşfedeceksin, her vazgeçişin yeni bir tercihe, yeni bir başlangıca açılan kapı olduğunu bileceksin, ancak böyle mutlak ferahlığa ulaşabilirsin.

İkili ilişkilerde cesaret! Sanırım bu konunun çetrefilli olmasının sebebi aşkın, sevginin çok yüce ve ağır bir duygu olmasından kaynaklanıyor. Öyle şeyler yaşanır ki, gün gelir o ilişki sonlanır. Taraflar cesaretle yollarını ayırır ve herkes yoluna gider. Diğer bir durumda ise; ilişkiyi kalbinde bitiren taraflardan biri diğerine arkadaş olarak ilişkilerine devam etmeyi teklif edebilir. Diğer taraf içinde duygular bitmemiş olabilir ve gelen bu teklifi bir gün onunla yeniden birlikte olabileceği düşüncesiyle kabul edebilir. İşte bu durum çok tehlikelidir. Kişi bile bile yıpranmayı, üzülmeyi, mutsuz olmayı kabul etmiş demektir. Çünkü, onun aklında ‘bir gün (!)’ düşüncesi vardır. Bu durumda kişi, onu kaybetmemek adına cesurca o ilişkiden sıyrılamıyor, kendini neredeyse değersizleştiriyor ve ilişkisini tarafı olarak onu istemeyen birine kendisini hapsediyor. İşte sonuç buraya varıyor. Zamanla kişinin kendisine duyması gereken saygıda yok olur gider. Neden mi kişi kendisine bunları yaptı? Kendi değerini hiçbir zaman bilmediğinden, kendiyle baş başa kalıp, kendine yetebilecek cesareti olmadığından. En çok da kendini sevmeye cesareti olmadığından…

Cesaretle attığım tüm adımlarım bana yeni erdemlerin varlığını öğretti. Edindiğim her bir öğreti beni ben yaptı. Yolum cesaretin ışığıyla aydınlandı…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BİLGE ADAM DER Kİ: ‘MELEKLERİNİN YÜZÜNÜ HEP GÜLDÜR!’ (2)

Yazımın birinci bölümüne dair yaptığınız kıymetli yorumlarınız, paylaşımlarınız için her birinize tek tek teşekkür ederim. Anlatacaklarıma hiç ara vermemiş gibi, kaldığım yerden aynı solukla devam ediyorum.

Yaşlı amcayı dinliyor, dinledikçe de farkındalık penceremde yeni ışıklar buluyordum. Oğlunun başına gelenleri anlattıktan sonra bana şöyle dedi: ‘Bu sokağa daha önce hiç gelmedim, bugün nedense ilk defa geldim.’ Sonra bana sordu: ‘Sen bu sokağa neden geldin? Hiçbir yere uğramadan direk benim yanıma geldiğini gördüm.’ Ona dedim ki: ‘Seni görmek için geldim, kalbim söyledi, ben de geldim.’ Eşi bulunmaz bu sohbetin ardından amcaya teşekkür ederek yanından ayrıldım. Birkaç gün sonra yine aynı sokağa gittim. Ama amca yoktu ne o sokakta ne de civardaki herhangi bir sokakta ya da caddede. Mesajını vermiş ve adeta sırra kadem basmıştı. Bunu gibi

Hayattan kimden hangi mesajı alacağımızı, kimin gerçek bilge olduğunu bilemeyiz. Hep denir ya; filanca kişi holding yönetiyor, o her şeyi bilir, ondan akıl alırsam çok iyi olur, ya da bir başka filanca kişi için okumuş, mevkisi iyi bilgisi de çoktur, ona danışmak en doğrusudur. Acaba bu iş gerçekten böyle mi? Öyle bir an gelir ki umulandan öte hiç ummadığınız kişiden alırsınız o çok ihtiyaç duyduğunuz aklı ve öğretiyi. Bu hiç umulmayan kişi, bir mendil satıcısı, bir simitçi, çiçekçi, temizlik görevlisi olabilir. Bu işleri yapan kişileri ayırt ettiğimden ya da herhangi bir sınıflandırmaya tabi tutuğumdan örnek olarak vermiyorum. Aksine insanları işlerine, mevkilerine ya da sahip oldukları paraya göre değerlendirmenin yanlışlığının anlaşılması için örnek veriyorum. Evet, hiç umulmayan insanların sizlere sunacağı nice bilgelikler olabileceğini kavrayabilmek çok mühimdir. Elbette size bilgeliklerini sunan insanlarla yapacağınız konuşmalardan sonra, dinlediklerinizi hayatınıza uyarlamak ya da uyarlamamak size kalmış bir tercih.

 Kimi zaman kişi iyi bir dinleyicidir ya da öyle gibidir.  Dinler, anlar, anlamlandırır ya da sadece dinler gibi yapar, anlamaz ve tabii ki de anlamadığı için de anlamlandıramaz. Hatta an olur kişi dinlediklerine ‘tamam, anladım’ der. Fakat sonra unutur dinlediklerini, egosunu yanına alır yoluna hiçbir kazanım elde etmeden devam eder. Mühim olan öğretilen her bir şeyi öğrenmek ve hayatına uygulamaktır. Ancak böylelikle gerçek değişim ve dönüşümü yaşayabilirsiniz. ‘Eğer öğrenci hazırsa öğretmen de öğrencinin ayağına gelir’ sözü boşa söylenmemiştir. Siz değişim ve dönüşümü gönülden isterseniz, buna hazırsanız hayat emrinize amade bir edayla öğretileri ayağınıza kadar getirir. Sadece istemektir esas olan, başka bir şeye ihtiyaç yoktur. İstemezseniz farkındalığa ermeyi, hayat önünüze sayısız bilgelik, öğreti, ışık da çıkartsa hiçbir şeyden nasiplenemezsiniz. Her bir güzellik siz ona uzanamadan öylece geçip gider. Değişemez, dönüşemez ve farkındalığa erişemezseniz hayatınız hep egoların gölgesinde başkalarını suçlayıp durmakla geçer.

Yaşlı amcanın oğlunun başına gelenler gibi, o yol senin değil benim, ben öne geçeceğim kavgası yani egoyla alınan kararlar her zaman insana zarar verir. Amca, oğlunun yanlış tavrı için ego dememişti, şeytana uymak demişti, amcanın lugatında belki de ego kelimesi yoktu, şeytana uymak vardı. Ego ile alınan kararlar insana zarar verir, bunun yerine sevgi ve ışık dolu bir yürekle alınan kararlar insana mutluluk, huzur verir. Bununla birlikte kalp sesini dinleyip, onunla yol almak da insana türlü güzelliklerin kapılarını açar. O gün kalbimi sesini dinlemem sayesinde o sokağa girdim ve ömrüm yettiğince unutmayacağım bir öğretiye kavuştum.  O sokağa girmek yerine mantığıma kulak verseydim, ana caddede alışverişimi bitirip, evimin yolunu tutsaydım ne o amcayı tanıyabilecektim ne yaşadıklarından haberdar olacaktım ne de benim için hazırlanan mesajı alabilecektim. Tüm insanlara açık bir kalbim olmasaydı, onunla hiç konuşmaz, bana ne faydası olur ne söyleyebilir ki diye düşünürdüm. Ama çok şükür ki kalbimin kapıları herkese ardına kadar açık…

Edindiğim tecrübelere dayanarak söylüyorum: ‘Işığını arttırdığınız sürece sizi kendi karanlık enerjisine çekmek isteyenlerin alanına girmiyorsunuz. Onların yollarından kendi yolunuzu ayırıp egonun varlığından arınıyorsunuz. Hayata dair imtihanlarınızı güçlü bir şekilde geçiyorsunuz. Karşınıza çıkan yüksek egolu insanlar yaptıkları sizin için bir sınav olabilir. Şayet o insanı yolun açık olsun dercesine bir edayla sevgiyle kendi yolunuzdan uğurladığınızda gerçekten ışığı seçmiş oluyorsunuz.’ Paylaşımlarımın hemen hemen tamamında belirttiğim gibi; değişim ve dönüşümün asıl kaynağı sizsiniz. Önce kendinizi fark edin, değişime, dönüşüme açık olun. Kendinizde yapamadığınızı başkasında asla yapamazsınız. Başkasını değiştirmeye çalışmayın, esas olan sizsiniz. İşe kendinizi yenilemekle başlayın. Siz yenilenirseniz, karşınıza da sizin gibi yenilenmiş, değişmiş, farkındalığı yüksek kişiler çıkacaktır. Unutmayın; ‘aynı kutuplar birbirini çeker.’

İnsanları iyi okumalıyız, onlara sadece bakmamalı, onları görmeliyiz. Ruhumuza kimin nasıl dokunacağına, nasibimizde hangi öğretilerin olacağına biz karar vermiyoruz, bu karar sadece Yaratana ait. Bana bu bilge amcayı tanımak nasip oldu, bende onun bilge ruhundan benim için hazırlanmış mesajı aldım.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BİLGE ADAM DER Kİ: ‘MELEKLERİNİN YÜZÜNÜ HEP GÜLDÜR!’ (1)

Periyodik olarak sizlerle küçük çocuğun anılarını paylaşıyorum. Bugün de büyümüş olan o küçük çocuğun yani şimdiki benin bir anısını paylaşacağım. Yakın geçmişte gerçekleşen bu olay bende yeri doldurulamaz muhteşem bir anı haline dönüştü. Zaman zaman hafızamı yoklar o anıyı tekrar tekrar tüm detaylarıyla yeniden ve yeniden düşünürüm. Bu anı her hatırıma geldiğinde yeni farkındalıkları da beraberinde getiriyor. Anımı sizlerde de farkındalıklar, ışıklar oluşturması dileğiyle her detayıyla kaleme aldım. Okuduktan sonra neler düşündüğünüzü, neler hissettiğinizi benimle paylaşmanızı arzu ediyorum.

‘Bilge adam hatalarından ders çıkarandır. Ama daha bilge adam ise başkalarının da hatalarından ders çıkarabilendir.’

“Geçtiğimiz Aralık ayıydı, yılbaşına bir hafta kadar bir süre kalmıştı. Malum yılbaşı denilince hediye alışverişi hepimizin aklına hemencecik düşer. Bende hediye almak için alışverişe çıkmıştım. Türlü mağazaların olduğu caddede kime ne hediye alacağıma dair zihnimde koşturan fikirlerle dolaşıyordum. Dolaştığım cadde dediğim gibi birçok mağazayı misafir ettiğinden yolumdan şaşmama gerek yoktu, çünkü aradığım her şeyi bu ana caddede bulabilirdim. Ne var ki kalbimin beni her zaman en güzele götüren sesini ve Allah’ın lütfettiği rehberlik hislerimi dinleyerek rotamı aslında hiçbir işim ve hiçbir ilgim olmayan bir ara sokağa çevirdim. Sokak ilginçtir ki, ana caddeden çok daha ışıklı ve aydınlıktı. Bilirsiniz yılbaşı zamanlarında genellikle ana caddeler süslenir ve sanki her an gündüzü yaşıyormuşçasına aydınlatılır.  Ama bu sokak ana caddeden daha çok aydınlıktı, ışıldıyordu. Öyle uzunca bir sokak da değildi, neredeyse birkaç adımda sokağın sonuna ulaşabilecek gibi bir his veriyordu size sokağın uzunluğu. Üç dört dakika kadar ağır adımlarla yürüdüm. Sağ taraftaki kaldırımda mendil satan yaşlıca bir amca gözüme ilişti. Boyu uzun, sakalları beyazdı, gözlerinin içinde parıldayan ışıklar vardı, o ışıklarla birlikte gözleri adeta gülümsüyordu. Hani denir ya ‘nur yüzlü’, sanırım bu söz, tam da bu amcaya yaraşırdı. Amcaya doğru yürüdüm, ama bu yürüyüşün sebebi ondan mendil almak değildi, ondan alacağım mesajdı. Kalbim ondan almam gereken mesaja doğru yürümemi söylemişti bana.

Sıcak bir merhabalaşmanın ardından koyu bir sohbet başlamıştı bile. Önce işlerden bahsettik, işlerinin nasıl gittiğini sordum. Öyle bir ses tonu vardı ki, onu dinledikçe daha da dinlemek, sesinin her bir tınısı hissetmek istiyordum. İnsanın yüreğinin derinliklerine dokunan, sakin ve huzurlu bir ses tonu vardı. Eşini kaybedeli altı yıl olmuş. Kayıplar herkesin içinde yaralar açıp, izler bırakır, amcadaki bu izi eşini kaybettiğini söylerken yüzünde beliren kederden, sesindeki tınıdan hissetmek mümkündü. Anlatmaya devam etti. Kendisini, işini, kazancını anlattı. İnsanların sahip olduklarına şükretmediğini söylediğinde, benimle aynı şeyleri düşündüğü için mutlu oldum ve sessizce, sadece gözlerimle ona teşekkür ettim. Söylediği üzere seksen dört yaşındaki bu amca sadece mendil satarak evine ekmek götürüyordu, tek geçim kaynağı buydu. ‘Ben mendil satarak geçinebiliyorsam, aç kalmıyorsam demek ki kimse aç kalmaz. Çalışana her zaman ekmek vardır. Şayet insanlar sevgiyle işlerini yaparlarsa, iş ayırt etmeksizin emek harcarlarsa mutlaka ekmek alacak paraları olur, tencerelerinde hiç değilse çorba kaynar’ diyordu. O huzurlu sesiyle anlatmaya devam etti: ‘İnsanlar aç gözlüler, şükretmek yerine hep daha fazlasını istiyorlar. Oysa sahip olunan şeyler az da olsa mutluysan, huzurluysan yeterlidir. Kanaatkâr olmak gerekir, eğer şükretmeyip, değer bilmezsen mutsuz olursun.’ Bu sohbet neredeyse sadece onun söylediklerinden oluşuyordu, ben adeta dinleyiciydim. Benden hiç bahsetmedik, sadece amca anlattı. Zaman ilerledi ve gitme vaktim geldi. Ona dedim ki: ‘Amca ben artık gidiyorum, bana söylemen gereken bir mesajın var mı?’ Bu soruyu sorarken, amcanın bana vereceği mesajın şimdi asıl sohbeti başlatacağını nasıl bilebilirdim? Sözlerine ışıldayan, gülümseyen gözlerini de şahit kılarak bana şöyle dedi: ‘Ne olursa olsun her zaman meleklerinin yüzünü güldür. Senin yüzüne baktığımda içindeki güçlü maneviyatın ışığını görüyorum. İçindekiler yüzüne yansımış. Henüz çok gençsin, hayatta yoluna taş koyacak, canını acıtacak insanlar olacak fakat sen her şeye rağmen içindeki sevgiyi ve ışığı vermeye devam et. Böylece meleklerinin yüzünü güldür. Ben tüm bunları sana neden söyledim?’

Amca mesajı bana vermişti ama anlatacakları bitmemişti. Önce bana: ‘Sana tüm bunları niye anlattım?’ diye sordu ardından da yaşadığı hikâyeyi anlatmaya başladı. ‘Benim bir oğlum var, çok iyi para kazandığı güzel bir işi vardı. Bir gün iş sebebiyle arabasıyla başka bir şehre gidiyordu. Yolda bir araba oğluma yol vermemiş ve arabasını sollamış. Oğlumda bu adam beni haksız yere soluyor diye öfkelenmiş ve kendi yolunda gitmeyip o arabanın yoluna girmiş, başlamışlar birbirlerini sıkıştırmaya. Maalesef oğlum şeytana uyup arabasını işte böyle hatalı kullanmış. Yol boyu yapılan sen ben kavgasının sonunda kaza yapmışlar. Karşı arabadaki adam öldü, benim oğlum kazadan kurtuldu ama felçli kaldı. Şimdi hiçbir yeri tutmuyor, öylece yatıyor. Hal böyle olunca işini de kaybetti. Şimdi ne oldu? Yanlış kişiye uydu, adam onu solladı diye hırs yaptı hayatını mahvetti. Karşısındaki haksızdı belki, ama olsun sonunda kötü şeyler olabilecek durum belliydi zaten, yoluna gitseydi ya! Onun için kızım, sonuna kadar haklı olduğun durumlarda bile ışık ve sevgi vermeyen insanlara hiç cevap verme, oradan arkana bile dönüp bakmadan uzaklaş, yoluna git. Sana bir babadan öğretici söz, dediğim gibi içindeki o melekleri ne olursa olsun hep güldür. Yaşadığın sürece hayatta bir sürü imtihanla karşılaşacaksın, bu imtihanları kibirle değil, sevgi ve ışıkla geç. O zaman kazanan hep sen olursun, böylece Allah’ın ışığı ve sevgisinden ayrılmamış olursun.’

Anlatacaklarım henüz bitmedi, şimdilik küçük bir ara, yazımın devamı bir sonraki paylaşımımda olacak. O vakte kadar anlattıklarıma dair düşüncelerinizi paylaşmanızı bekliyor olacağım.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

FARKINDALIKLARIM YAŞIMLA BİRLİKTE BÜYÜYORDU

Sandık her zamanki yerindeydi, yeniden açılacağı anı bekliyordu. Aradan iki hafta geçmiş çocuk sandığın yanına gelmemiş, sandığın kapağı açılmamıştı. Nice sonra küçük çocuğun ayak sesleri duyuldu uzaklardan. Yavaş yavaş sandığa doğru ilerliyordu, belliydi yine aynı seremoni gerçekleşecekti. Galiba sandıkta alışmıştı belirli aralıklarla kapağının açılmasına. İçindeki yükler bir bir gün yüzüne çıktıkça sanki oda hafifliyor, nefes alıyordu. Çocuk elinde anahtarla sandığın yanına geldi, usulca yere oturdu. Bir süre sessizce bekledi sonra tüm heyecanını kenara bırakıp anahtarı deliğe yerleştirdi ve sandığın kapağını açtı. Sırası gelen anıyı ellerinin arasına aldı, ardından sandığın kapağını yeniden kapattı, kilitledi ve anahtarı cebine, aynı yere koydu. Şimdi sıra ellerinin arasındaki o anıyı dillendirmeye gelmişti. Yeni macera böylece başladı.

  • “Karnemi aldıktan sonra üç ay sürecek büyük bir tatil başlayacaktı. Yaz Tatili! Yaz boyunca, tamı tamına üç ay boyunca sınırlama olmaksızın dilediğimce oyun oynayacaktım, ayrıca denize de gidecektik. Değmeyin keyfime! Koskoca ve eğlenceli kışı geride bırakmıştık. Okul, yağan kar ve muhteşem oyunlarla dolu bir kış… Yaz mevsiminin gelmesine ve okulların kapanmasına çok az kalmıştı. Karne alacak olmanın heyecanı beni çoktan sarıp sarmalamıştı. İlk karnemi alacaktım nasıl heyecanlı olmayayım?

Okulların kapanmasının ardından dayımın düğünü için Malatya’ ya gidecektik. Annem düğün hazırlıklarına çoktan başlamıştı. Kıyafet alışverişi bu hazırlığın en büyük bölümünü oluşturuyordu. Annemle, çarşıya kıyafet alışverişi için gittiğimiz o günü hiç unutmam. Bir mağazaya gitmiştik, annem birkaç kıyafet denedi, ardından bir döpiyesi belirledi ve parasını ödemek için kasaya gittik. O zamanlarda kıyafetlerin üzerinde fiyat etiketleri pek bulunmadığından kıyafetlerin parasının ne olduğunu ancak kasada öğrenebiliyordunuz. Kasaya geldiğimizde kıyafetin fiyatı anneme yüksek geldi. Önce kasiyere teşekkür etti, ardından yanında bu kadar para olmadığını parayı denkleştirdikten sonra geleceğini bu kıyafeti ancak o zaman alabileceğini söyledi. Kıyafetlerde fiyat etiketleri olmadığı gibi, o dönemlerde kartla da alışveriş yapılamıyordu, her şey nakit olarak ödeniyordu.  Böylece mağazadan çıktık ve ilerideki başka bir mağazaya gittik. Annem orada başka bir kıyafet beğendi, yanındaki parası bu kıyafeti satın almaya uygun olduğundan onu satın aldı. Annem istediği kıyafeti istediği fiyata bulmuştu, sonra rotamızı eve doğru çevirdik. Evet, her şey normal görünüyordu, ama kime göre?  Bana göre bu alışverişte bir yanlış vardı. Nemiydi? Annem bir mağazaya girmiş, beğendiği ama parası yetmediği için alamadığı o kıyafet için kasiyerlere parasına denkleştirip geleceğini söylemişti. Buna rağmen başka bir yerden kıyafet aldı ve geri geleceğini söylediği mağazaya yeniden gidip durumu anlatıp neden onlardan alışveriş yapmadığını anlatmamıştı. Bu dürüstçe bir davranış değildi, bu doğru değildi. Bir süre bu duygular yorulmaksızın zihnimde dans edip durdu. Sonradan bu duygularımı annemle paylaşmam gerektiğini düşündüm. Ona çocuk dilimle, alışveriş esnasında yanlış davrandığını, alacağını söylediği halde o kıyafeti almadığını ve bu durumu o mağazaya gidip izah etmesi gerektiğini söyledim. Annem benim sözlerime güldü, hatta birazda benimle dalga geçti. Bana dedi ki: ‘Ben o mağazada kıyafeti ayırttırmadım, sadece paramı denkleştirip alacağım dedim. Üzerinden bunca zaman geçmiş sanki halen benim için tutuyorlar, satmadılar.’ Annemle aynı fikirde değildim. Çünkü bir söz verilmişse mutlaka yapılmalıydı. Söz tutulamıyorsa da gidip olan biten anlatılmalıydı. Söze sadık olmak öylesine önemliydi ki benim için, başkalarının verdiği ve tutulamayan o sözler bile bende mahcubiyet duygusunu oluştururdu. (Halen de benim için sözünde durmak çok mühimdir. Ya yerine getiremeyeceğin bir sözü verme ya da her ne olursa olsun verdiğin o sözü tut.)

Okullar kapanmış ve ilk karnemi almıştım. Elbette karnemdeki tüm notlar ‘Pekiyi’ idi ve ben çok mutluydum. Yaşasın oyun özgürlüğü! Malatya’ ya gitmek için son hazırlıklar yapıldı, otobüs biletlerimiz alındı. Annem, ağabeyim, ablam ve kardeşim. Babam işlerinden dolayı gelemiyordu. Her zaman çok yoğun çalışırdı, sadece Pazar günleri tatil yapardı. İşleri yoğundu ama zaten çalışmayı da çok severdi. Annem yolculuğumuz için çok güzel yiyecekler hazırlamıştı, onları özenle paketlemişti. Yolculuk için her bir detay düşünülmüştü ve biz artık otobüs yolculuğu için hazırdık. Her ne kadar tren yolculuğu kadar muhteşem olmasa da otobüs yolculuğumuzda güzeldi. Benim tek sıkıntım arabanın midemi kötü yapması yani beni tutmasıydı. Kısa mesafelerde dahi araba yolculuğu benim için zorlayıcı olabiliyordu. On altı saat süren yolculuktan sonra Malatya’ya, anneannemlere ulaşmıştık. İçimde babaannemin yokluğunun verdiği derin sızıyı hissetmiyor değildim. Geçen yıl babaannemlerde kaldığım günleri, hatta anları bir bir aklımdan geçirdim. Kendimce çalışkan babaannemi yad ettim. İlk defa bu kadar yakın bir akrabamın düğününe şahit oluyordum. Dayımın yeri bende her zaman başkadır. Ablamla şakalaşmaları, bana aldığı o güzel bebek (halen saklarım). On beş gün kadar Malatya’ da kaldık ardından evimize, İstanbul’ a döndük. Malatya’ da düğünden sonraki günlerim nasıl mı geçti? Düğünden sonra tebrik için anneannemlere hemen her gün misafir geldi. Ev adeta misafirlerle dolup taştı. Biz çocuklar evin kalabalığından kaçıp sokakta oyunlar oynuyorduk, ağabeyimle de maç yapıyorduk. Ablamsa üniversite sınavlarına hazırlandığı için kitaplarını yanında getirmiş, hemen her fırsatta ders çalışıyordu. Tatil ve ders, hiç de güzel bir ikili değildi.

Malatya’ da çok akrabamız olduğundan neredeyse her gün birilerinin evine davete gidiyorduk. Baba tarafından bir akrabamız bizi gidecekleri pikniğe davet etmişti. Bu davete hayır denilebilir mi? Piknik için enfes yemekler hazırlanmıştı, her biri birbirinden lezzetliydi. Pikniğe, yol boyunca güle oynaya, şarkılar söyleyerek gitmiştik. Birlikte gittiğimiz ailenin beş kızı vardı, anne ev hanımı, baba fabrikada işçi idi, bir de hasta babaanneleri vardı. Öyle varlıklı bir aile değildi, hani denir ya kendi yağlarıyla kavruluyorlardı. Ama çok mutluydular, uzaktan dahi onlara bakan herkes bu mutluluğu görebilirdi. Piknik boyunca hem eğleniyor hem de etrafı gözlemliyordum. Bu ailenin mutluluğu beni de çok mutlu etmişti. Sadece paranın mutluluk için yeterli olmadığı, hatta çok para olmadan da mutlu olunabileceği farkındalığını, aslında bilinçli olarak fark etmeden ilk o gün edindim. Aile neşe içindeydi, hep gülüyorlardı, öyle uzaktan bakınca zannedilir ki bu insanların hayatı dört dörtlük ve onun için de çok mutlular. Oysa gerçek öyle mi, onların da sıkıntıları vardı, aldıkları maaş belliydi ve o maaştan kaç kişi ekmek yiyordu. Ama sevgi dolu, her yerinden mutluluk fışkıran bu aileye bunlar engel değildi. Bir onlara baktım bir de çevremde gördüğüm paraları çok ama mutluluğu bulamamış, sorun çıkması için adeta sebep üreten insanları düşündüm… Amcamlar tam da böyleydi. Onlarla gezmeye giderdik, ortada hiçbir sebep yokken, yok yere babamla sert sözlerle konuşup, tartışma çıkarırlardı. Oysa ne babam ne de annem hiç sert konuşmazdı. Bizim evimizde çoğu insan için sıradanlaşan, normalleşen kaba kelimeler kullanılmazdı. Biz bilmezdik öyle kelimeleri, kullandığımız kelimeler saygı ve sevgiyle dolu olurdu. İşittiğimiz azarlarda bile kötü kelimeler olmazdı. Gezmeye gitmişiz, maddi manevi derdimiz yok, her şeye sahibiz, ama o anın mutluluğu yaşanmaz, onun yerine işle ilgili konuşmalar ve ardından gelen tartışmalar. Babam iki amcanla birlikte çalışıyordu. Bir araya gelindiğinde keyifli konuşmalar olacağına, hep huzursuz konuşmalar olurdu. Babam amcamların sert konuşmalarına hiç cevap vermez, ortam bozulmasın diye hep susardı, Annem ve yengemler amcanlara hep iş hakkında konuştukları için kızarlardı. ‘İşi iş yerinde konuşun eğlencemizi bozmayın’ derlerdi. Babam Pazar günleri amcamlarla birlikte gezmeye gitmeyi çok severdi. Yeşil Chevrolet bir arabamız vardı, ortanca amcam arabayı kullanır, biz çocuklar arka kasada otururduk, yol boyu arkada kardeşimle oyunlar oynardık. Küçük amcamda, çocukları ve yengemle birlikte kendi arabasıyla gelirdi. Her şey çok güzelken neden tartışmalar, atışmalar olurdu, sert, kırıcı sözler söylenirdi, bunu anlamaya çalışırdım. Derdim ki kendi kendime; her şeye sahip olmak mutluluk için yeterli değil, bu mutluluk denilen şey sahip olunan maddiyatta değil insanın içinde. Bu duygumu annemle de paylaşmış, hatta Malatya’ da pikniğe gittiğimiz akrabalarımızın mutluluğunu da örnek olarak vermiştim.”

Verilen sözün yerine getirilmesinin önemini çocuklara anlatırken yetişkinlerin de bu konuya kendi davranışlarında dikkat etmesi gerekir. Çocuklar örnek aldıkları ebeveynlerinin kendilerine öğrettiklerinden farklı davranışlar sergilemesi karşısında bocalarlar. Neyin doğru olduğu konusunda tereddüde düşerler. Tıpkı anıların sahibi o çocuk gibi. Bir ressamın elindeki fırçayla tablosunda yapacağı yanlış bir dokunuşla mahvolan bir resim gibi yanlış bir örneklem de çocukta yanlış karakter oluşumuna yol açabilir. Çocuk yetiştirmek sanattır ve bu sanatı doğru icra etmek gerekir.

Eşitliğin bir tarafında paranın diğer tarafında da mutluluğun olmadığını hem piknik sayesinde hem de amcamlardan oluşan geniş ailemle gittiğim gezilerde öğrenmiştim. Belki de hayata dair en mühim farkındalığımı o günlerde keşfettim. Para, maddiyat yaşam standartları için mühimdir elbette. Ne var ki bunlar mutluluğun anahtarı ya da tek yolu değildir. Mutluluk, neşe, paylaşmak, huzur insanın içinde yeşeren bir tohumdur, hiçbir şeyin onu sizden almasına, köreltmesine izin vermeyin.

Mutluluğunuz daim, farkındalığınız yüksek olsun…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

ŞÜKÜR OLUMLAMASI

Sahip olduklarımızı şöyle bir gözden geçirip en son ne zaman şükrettiğimizi kendimize sorarak yola sürekli bir şeylerden yakınıp duruyoruz. Bu yüzden de hep bir doyumsuzluk, hep bir hoşnutsuzluk, doğal olarak da mutsuzluk içindeyiz. Oysaki en zor zamanlarımızda sırtımızı dayadığımız bir dost, soframızda bize eşlik eden bir çift göz, hatta zaman zaman şikâyet ettiğimiz sokak gürültüsü ve daha nice şeyin aslında bize sunulmuş birer nimet olduğunu fark edebilirsek ne kendimizi çıkmaz yollarda buluruz ne de kendimizi boş yere mutsuz ederiz. Hep daha iyisi için kendimizi hırpalarken, elimizdekilerin kıymetini pek bilmiyor ve sanki hayatımızda güzel olan hiçbir şey yokmuşçasına kötü şeylere odaklanıyoruz.

Oysa sahip olduklarımızın her an farkında olarak mutluluğumuzu taçlandırabiliriz.
Su içmek ya da yemek yemek gibi şükretmeyi de hayatımızın olmazsa olmazı haline getirmemiz hayata karşı daha olumlu bakmamızı sağlar.

Şükretmeyi alışkanlık edinerek, başımıza çok kötü şeyler geldiğinde dahi şükredecek bir şeyler buluruz; çünkü hayatta güzel şeyler kadar kötü şeylerin de yer aldığını ve tüm bunların bizi şekillendirip güçlendirecek birer deneyim olduğu öngörüsünü kazanmışızdır. Böylece, dış dünyada neler meydana gelirse gelsin huzur içinde oluruz.

Kendimizi keşfetmenizi sağlayan diğer yöntemlerde olduğu gibi farkındalığımız artar. Bizi sınırlayan benliğimiz ve fani dünyadan daha da uçsuz bucaksız bir şeyin parçası olduğumuzu hissederiz zamanla. Şükrederek kendimizi dünyanın merkezine koymaktan vazgeçer ve evrendeki yerimizi fark ederiz.

Sıkıntıların, dertlerin içinde kaybolan, şuursuzca oradan oraya savrulan insanları görüyorum. Sonra kendimi sorguluyorum ve diyorum ki: ‘Bu bile benim için büyük bir şükür sebebi.’ Neden mi? Derdim olmadığından mı? Öyle değil elbette. Benim şükretmem dertsiz, sıkıntısız olduğumdan değil, olaylara olan bakış açımı değiştirdiğim, değiştirebildiğim içindir. Sahip olduklarımın kıymetini biliyorum. Yaşadığım her bir mutluluk, her bir acı, her bir dert beni büyüttü, geliştirdi ve bugün ki ben yaptı. Kendi değerimi biliyorum ve Yaratana şükrediyorum. Şükretmek yerine her daim ve her durumda şikâyet eden taraf olursak mutluluğa giden yolu bulamayız. Ruhlarımız ancak şükürle doyar, şükürle şifa bulur.

Bugün sizlere, benim de yürekten inanarak yaptığım sevgili R. Şanal’ ın olumlamasıyla geldim. ‘Şükür Olumlaması’. Paylaştığım ve paylaşacağım her bir olumlama için dikkatinizi çekmek istediğim en mühim detay şu ki: ‘Olumlamanın bilinçaltına yerleşebilmesinin anahtarı, ona kaliteli bir zaman ayırarak düzenli bir şekilde yapılmasıdır.’ Lütfen bu detayı göz ardı etmeyin. ‘Şükür Olumlamasının’ sizlere şifa getirmesini kalpten diliyorum.

★★★★★

“Minnettarlık duyduğum şeyi kendime çekerim

Öncelikle şükrederim hiç yoktan var olduğum için

O’nun bendeki özüne şükrederim.

Beni özene-bezene yarattığı ve bana akıl verdiği için

Alemlerde kimseye vermediğini bana verdiği için; seçme özgürlüğünü

Aklımda tasarlayabildiğim, plan yapıp-hayal kurabildiğim için

Bana deney yapma imkânı verdiği için

İstediğim kişi olma imkanını verdiği için

Deneyebildiğim için

Bana bu deneyleri yapacak bir alan, dünya ve yaşam verdiği için

Benle birlikte gelişen yol arkadaşlarım için

Onlar olmasaydı kendimi tanıyamazdım

Bana yardımcı olan melekler için

Çevremdeki binlerce çeşit hayvan için

Biz onlarla bu yolculuğu yapıyoruz.

Kediler, kuşlar, böcekler, atlar ve diğerleri için

Düşünebildiğim için

Gülebildiğim için ağlayabildiğim için

Kahkaha atabildiğim için çünkü böylece her şey birden anlam kazanıyor

Ağlayabildiğim için, çünkü böylece kirlerimden arınıyorum.

Acılarını ve sevinçlerim için, çünkü onlar benim kalbimin güçlü olmasını sağlıyorlar

Ailem için, çünkü onlarla yalnızlığımı paylaşıyor ve kendi benliğime anlam veriyorum

Gözlerim için, onlarla çevremi açık, berrak ve renkli görüyorum

Yanlışlarım için şükrederim, çünkü onlar sayesinde öğreniyorum

Kıyafetlerim için, kitaplarım için, seyrettiğim filmler için, güzel gösteriler için şükrederim

Çocuklar için şükrederim onlar bana hayatı sevdiriyorlar

Yeteneklerim için şükrederim, onlar kendime saygı duymamı sağlıyorlar

Aptallıklarım için şükrederim, onlar beni akıllı yapıyorlar

Şükredebildiğim için şükrederim

Bana acı veren insanlar için şükrederim, onlar sayesinde kendimi tanıyorum

Ellerim için, kollarım için, ağzım ve burnum için şükrederim. Onlar benim harika araçlarım

Ayaklarım için, onlar beni istediğim yere götürüyorlar

Dostlarım için şükrederim, onlarla acıları küçültüyor, sevinçleri çoğaltıyoruz.

Bana düşmanlık yapanlar için şükrederim onlar bana kirlerimi gösteriyorlar

Şükrettikçe çevremde yüksek nitelikli bir alan yaratıyor ve bütün yüksek nitelikli araçları kendime çekiyorum

Mutluluğu, gücü, sevgiyi, neşeyi yaratacak araçları kendime çekiyorum

Şükrettikçe sağlıklı oluyorum ve gücüm artıyor. Ve yine şükrettiğim için şükrediyorum

Rüzgâr için yüzümü yalayıp geçen esintiye şükür. Ağaçlar için yüce dağlar ve küçük tepeler için

Güneşin sıcaklığı için, içimi ısıtan aydınlatan güneş ve ay için

Toprağa bastığımda onun yumuşaklığı için

Bulutlar için ve masmavi gökyüzüne şükürler

Tadabildiğim için

Koşabildiğim için ve oturabildiğim için

Her bir eylemi yaparken hissettiğim özgürlük duygusu için

Etrafımdaki insanlar için

Onların yüzleri sesleri ve orada oluşları bile anlamlı benim için

Hepsi ayrı bir dünyanın kapılarını açıyor bana hepsi bana bir şey öğretiyor

Üzerinde rahatça dolaştığımız dünya için

Var olduğum için bir kez daha

Hata yapabildiğim için seçebildiğim için ve seçimlerimin sonuçlarını yaşadığım için

Duygularım için ağladığım ve güldüğüm için şükrederim

Özel yeteneklerim için

Farkına vardıklarım ve varmadıklarım için

Ve şükrederim, şükredebildiğim için…”

★★★★★

Kaynak (R. Şanal Beyin Kuantum Olumlama Kitabı)

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

KORKULARIN BİZİ ELEGEÇİRMESİNE İZİN VERMEYECEĞİZ (2)

Birkaç günlük aradan sonra kaldığımız yerden devam ediyoruz. Korkuyu tanımladık, bu duygunun nasıl oluştuğunu ve çocukluktan itibaren bizi nasıl etkilediğini konuştuk. Hatta korku duygusunu bir mahalleyle özdeşleştirip ve mahallenin her bir sokağına da türlü korkuların adlarını verdik. Sonunda da dedik ki: ‘Korkularımızla yüzleşmeliyiz, onların kaynağına inip çıkış yolları bulmalıyız ve sevgiyle onları defetmeliyiz.’ Şimdi örneklerle kısa kısa korkulardan bahsedeceğiz nihayetinde de hangi yöntemlerle onlardan kurtulabileceğimizi göreceğiz.

Mutlu olmakla ilgili bir sürü hayal kurarız, buna rağmen gerçek mutluluğu elde etmek için gerekenler değişiklikleri ise ya nadiren yaparız ya da hiç yapmayız. Böyle davranmamızın ardında güçlü ve büyük bir neden vardır. Korku!  Hayal kırıklıkları, değişimler, sahip olduklarımızı kaybetme düşüncesi, gerçekleşmemiş bir durum adına yersiz telaş… İşte bunlar gibi birçok korku, mutlu olacağımız adımdan uzak durmamıza neden olabilir. Bu korku bizi hareketsiz kılar, akabinde de düşünceler sarmalının içine giriveririz. Sadece amansız ve olumsuz düşüncelere tutsak olur hiçbir şey yapmadan öylece dururuz.

Çok güzel bir işiniz var, ancak bir anda işten çıkarılıyorsunuz. Çünkü işyeriniz finansal sıkıntılardan ötürü küçülmeye gidiyor. Siz de yeni bir iş arayışında oluyorsunuz ve başka çok iyi bir iş buluyor, orada çalışmaya başlıyorsunuz. Ancak yine bir sebepten ötürü bu işten de çıkarılıyorsunuz.  Arda arda yaşanan bu olumsuzluklar sizde işten çıkarılma korkusunun oluşmasına yol açıyor. Sorgulamalar başlıyor. ‘Yeni bir iş bulsam ya yine aynı şeyleri yaşarsam? Her şey çok güzel giderken yine işten çıkarılırsam ne yaparım?’ Buna benzer bir sürü soru beyninizde dönüp duruyor. Yaşananlar sizde işten çıkarılma korkusunu oluşturuyor ve bu sorularda o korkuların tetikleyicisi oluyor. İçinizde ateş zaten yanmış sizde o ateşi körüklüyorsunuz. Bu duygu karmaşasıyla yeni bir işe girseniz dahi verimli olamazsınız, işinize aitlik duyamazsınız, sevgiyle görevlerinizi yerine getiremezsiniz. Korkunuz sizinle her sabah işe gelecektir. İçinizdeki negatif duygunun yaydığı enerji herkese ulaşacak ve olumlu olabilecek durumlar bile olumsuzluğa dönecektir. Daha önceki bir yazımda demiştim ki: ‘Negatif duygular bulaşıcıdır.’ 

Birisi hastadır, belirtileri şu şekildedir… Sonra kendimizi dinlemeye başlar bizde de benzer belirtiler var mı diye sürekli bedenimizi sorgularız. Hastalığa; ‘hazırım, bende de o kişiyle benzerlik gösteren bulgular var, hadi gel’ çağrısında bulunuruz. Birinin başına kötü bir olay gelmiştir, bunu duyarız ve onun için üzülürüz, mümkünse ona yardım etmeye çalışırız. Ama işimiz bitmemiştir, sıra kendimiz için korkmaya gelmiştir. ‘Ya bende aynı şeyi yaşarsam ne yaparım? Bende mi aynı şeyleri yaşayacağım? ’ Birinin kaybını duysak yine oku kendimize çevirir; ben ne zaman kimi kaybedeceğim diye korkmaya başlarız.

Bir gezi planınız olduğunu varsayalım. Vapurla yapacağınız bir gezi. Açık havada oturmayı seçtiniz. Yanınızdakiler rüzgârın sizi hasta edebileceğini söyleyip, içinize hastalık korkusu tohumlarını göndermeye çalışır. Oysa siz gereken tedbiri alırsanız, şalınızla, montunuzla kendinizi muhafaza ederseniz hastalık riskini ortadan kaldırırsınız. Geriye, denizin, martıların, manzaranın sefasını sürmek kalır. Hastalık korkusunu içinizde taşıyarak anın tadını yaşamaktan kendinizi alıkoyarsınız. Korkuları bertaraf etmediğiniz sürece sizi her yerde her zaman takip eder.

Hayata böyle devam edilmez, ya da başka bir deyişle hayat böyle duygularla zindana çevrilmez, çevrilemez. Bu şekilde onlarca, yüzlerce korkudan bahsedebiliriz. Her bir durum için yaşanmış ya da yaşanması muhtemel olan her şey için korku yatırımı yaparsak kendimizi ayakta tutacak gücü kaybetmiş oluruz. Yapılan şey korkulara kucak açmak olur.  Mühim olan korkularımızın kaynağına inmek ve onları şifalandırmak, tedavi etmek. Aksi durumda hayatımıza sahip olan biz değil korkularımız olur. Tıpkı Nietzesche’nin söylediği gibi; ‘hayatı sadece seyrederek yaşarız.’ Özgür olmayan, korkunun esaretindeki hayatımız mutsuzluğun, dertlerin, korkuların arasında yerle yeksan olur.

 Neymiş korkularımız? Vakit bu vakittir, yüzleşelim onlarla! Korku için kendinden beslenen canavar denir. Bu ne demektir? Bir şeyden korkuyorsunuz ve bu korkuyla yüzleşmekten kaçıyorsanız, aslında o korkuyu besliyor ve onun pervazsızca büyümesine izin veriyorsunuz demektir.  Daha iyi bir yaşama kavuşabilmek için, mutluluğunuza engel olan korkularınızı yenmeniz gerekiyor. Evet, daha mutlu olma ihtimaliniz var, ancak bunun için, kendinize çizdiğiniz sınırları aşmanız gerekmektedir.

Korkularımızla yüzleşiyoruz ve ilk adımdı atıyoruz: ‘Korkunuz üzerine kafa yorun. Konuşun kendinizle. Korkmayın ve kendinize şunu sorun. ‘Gerçekten korktuğum şey ne?’ İkinci adım: Korkularınızı elinizden geldiğince doğru teşhis edip onları tanımaya çalışın. Ona engel olmayın bunun yerine bırakın su yüzüne çıksın ve kendisini apaçık size göstersin. Onu kabullenip kaynağına inin. Çünkü neredeyse birçok korku bilgi eksikliğinden ya da bilinmeyenden kaynaklanır.’ Üçüncü adım: ‘Kendi değerlerinizi, gücünüzü tanıyın. Korktuğunuzda kendinizi aciz, perişan hissedersiniz. Gerçekten de korku, sahip olduğunuz güç dahil size her şeyi unutturur. İçimizi yiyen bir kurt gibi hareket eder ve kendinizi eli kolu bağlı hissetmenize hatta hareket edebilme gücü dahi olmayan biri gibi hissetmenize yol açar. Bunun için perspektifinizi değiştirebilmek çok önemlidir.’ Dördüncü adım: ‘Korkularınızın olmadığı bir hayatı hayal edin. Sizi perişan eden o korkular olmasa nasıl bir hayatınız olurdu? Gözünüzde canlandırmaya çalışın. Korkunuzun yükünü taşımanız gerekmeseydi her şey nasıl değişirdi düşünün ve bunları liste haline getirin. Korktuğunuz şeye elinizden geldiğince yaklaşmaya çalışın. Mesela, kalabalık karşısında konuşma yapmaktan korkuyorsanız, etkinlik ve konferanslara katılın konuşan kişiye yakın olmak için en ön sıraya oturup onu gözlemlemeye çalışın. Beşinci adım: ‘Eyleme geçin. En önemli şey, korkunuzu hemen yenmek değil, eyleme geçip adım adım bunu başarmaktır. Korktuğunuz şeyden gerçekten kurtulmak istiyorsanız, karşı gelmemeniz gereken tek emir şudur: Korktuğunuz şeyin karşısında asla nedensiz yere pasif olmayın.” Korkunun sizi mağdur etmesine izin vermeyin. Ne kadar zor olursa olsun yüzleşme vakti geldiğinde korkularınıza her zaman cevap verebileceğinizi kabul edin. Unutmayın, çoğu durumda en zor olan şey, eyleme geçme ve size işkence eden şeyle yüzleşme kararını vermektir. Bunu yapabildiğinizde, her şeyin kafanızda olduğunu fark edeceksiniz. Tehdidin, hayal ettiğiniz kadar büyük olmadığını fark edeceksiniz. Aslında korktuğunuz şeyin, korkunun kendisi olduğunu sonunda göreceksiniz. Zaten içinizdeki korku canavarını büyüten de bu olmuştur.’

Korku tohumlarının ruhunuzda kök salmasına izin vermeyin. Her bir tohumu yok edin, onların yerine sevgi tohumları ekin. Kendinizi sevin, kendinizle barışın, kendiniz için mutlu olmayı seçin. Böylece; ‘korkulardan arınacak, ruhunuzu aydınlatacak ve huzurlu bir yaşama merhaba diyecekseniz.’

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

KORKULARIN BİZİ ELEGEÇİRMESİNE İZİN VERMEYECEĞİZ (1)

İçimizde amansızca büyüyen bir canavar var. Nedir mi o? Korku!

Neymiş bu korku denilen duygu? Önce tanımsal olarak konuya giriş yapalım.

Korku, üzülmek, sevinmek, kızmak, sevinç ya da üzüntü gibi doğal bir duygudur. Korku tehlike yaratan bir durum karşısında devreye giren bir savunma mekanizmasıdır, dışarıdan gelen tehlikeye karşı duyduğumuz duygusal tepkidir. Duygular yaşama aittir ve insan olmanın temelinde yatar, her insan bu duyguları yaşar. Korku, canlı varlıkların, görünen ve görünmeyen tehlikeler karşısında gösterdikleri en doğal tepkilerdir. Fobi de bir çeşit korkudur. Normalde korkulmayacak belli durum ve nesnelere karşı ortaya çıkan korkuya fobi diyoruz. Aslında korkumuzun olay ya da nesneyle orantılı olmadığını biliriz. Anlamsızlığına, gereksizliğine de inanırız. Ama korkumuzla baş edemez ve korktuğumuz durumla karşılaşınca, karşılaşma olasılığı olunca uzaklaşmaya çalışırız. Bir de korkuyla karıştırılan kaygı duygusu vardır. Korku ile ilintili olmakla beraber ondan farklıdır. Korku hemen şimdi ortaya çıkacak bir tehlikeye karşı iken kaygı daha çok gelecek yönelimlidir, yani gelecekte olacak tehlikeye karşı bir savunma ya da kaçıştır. Kaygı daha yaygın, daha yavaş ortaya çıkan ve daha uzun süren bir duygudur. Başka bir deyişle, kaygı, açık olmayan korku veya bir temel ihtiyacın karşılanmaması durumunda meydana gelen huzursuz edici ve gerginlik yaratan duygudur.

Tanımsal ifadelerden sonra konuyu çocukların dünyasından başlayarak, örneklerle ve yaşanmışlıklarla detaylandıralım.

Korkular duygusal ve bilişsel yolla çeşitli durumların neticesinde edinileceği gibi kimi bilim adamlarının belirttiği üzere genetik sebeplere de dayanmaktadır.

Özellikle çocuklar, büyürken anne ve babalarını çok dikkatli bir şekilde gözlemlerler. Onların olaylar karşısında verdikleri tepkileri taklit eder ve uygulamaya çalışırlar. Örneğin, o güne kadar köpeklerle çok fazla bir araya gelmemiş bir çocuğun köpekle ilgili herhangi bir düşüncesi veya duygusu yoktur, ama annesi her köpek gördüğünde reaksiyon verip korkuyorsa çocuk da bunu kolaylıkla öğrenir ve aynılarını taklit etmeye başlar. Böylece korku davranışı öğrenilmiş olur. Tam da bu noktaya denk gelen ve arkadaşımla çıktığım seyahatte yaşadıklarıma hep birlikte bakalım. “Seyahatimiz esnasında gittiğimiz bir mekânda küçücük yavru bir köpek yanımıza yaklaştı. Arkadaşım çığlık çığlığa bağırmaya başladı, ben ne olduğunu anlayamamıştım. Arkadaşım köpekten korkmuş olmazdı çünkü her zaman hayvanları ne çok sevdiğinden bahsederdi. Meğer köpekten korkmuş, çığlıklarının sebebi de korkuymuş! O korku ve telaşla: ‘Çok korktum, benim köpek korkum var.’  Dedi.  O sakinleştikten sonra bu korkunun nereden geldiğini, nasıl oluştuğunu konuşmaya başladık. Bu korku ailesinden mi, yoksa başkaları etkisinden mi ya da yaşadığını olumsuz bir deneyimden mi kaynaklanıyordu? Bu sorulara birlikte cevaplar aradık. Nihayet cevabı bulduk. Ailesi ona çocukluk döneminde iken köpeklere yaklaştığında ısırılacağına, canın acıtılacağına dair sürekli olumsuz düşünceler yüklemiş. O da hayvanları sevmesine rağmen bugüne kadar o korkuyla gelmiş. Bu korkusundan kurtulması için birlikte bilinçaltını temizlenme ve arındırma çalışmaları yaptık. Ailesi tarafından kendisine yerleştirilmiş olan korkuyu dönüştürdük, yerine sevgiyi koyduk. Farkındalığa ulaştı ve şifalandı. Şimdi evinde bir köpeği var hatta sokaktaki o büyük köpekleri elleriyle besliyor.    (Yazımın devamında korkulardan kurtulmak için neler yapabileceğimizi göreceksiniz.)

Prof. Dr. Nevzat Tarhan diyor ki: ‘anne, baba ve çocuk iletişiminde duygusal aktarımın önemi büyüktür. İletişimin %20’ si sözel, %80’ i duygusal aktarımdır. Ses tonu, eşit algı vurguları, mimik ve jestlerle çocuklara iyi anlatım yapmalısınız. Örneğin, deprem, kaza gibi durumlarda anne baba soğukkanlı duruyorsa çocuk ben güvendeyim der. Ebeveyn kaygı ve panikteyse çocuk daha fazla panik yaşar. Hal dişlinde çocuklara örnek oluyoruz. Hal dili söz dilinden daha da etkilidir, bunu bilmek gerekir. Diğer taraftan çocukların hayatın korkularını öğrenmesi gerekir. Korkuları tanıyarak ilerlemesi lazım. Korkunun ne olduğunu ve korkuyu yönetmeyi öğrenemeyen çocuk bu seferde korkudan korkmaya başlar. İyice eli kolu bağlanmış oluyor.’

Unutmayın; ‘korkular ile baş etmenin yolu korkuyu bastırmak, yok saymak değil korku ile uygun şekilde başa çıkmayı öğrenmektir.’

Büyük bir şehir ve o şehirde bir mahalle düşleyin. Bu mahalle çokça sokaktan oluşmuş. A Sokağı, B Sokağı, C Sokağı… Böyle onlarca sokak… Şimdi bu şehri kendi duygu dünyanız olarak düşleyin. Gelelim çok sokaklı o mahalleye. Mahallenin adı olmasın mı? Elbette olsun! Korku! Şimdi Korku Mahallesi’ nin sokak isimlerine bakalım. Kaybetme Korkusu Sokağı, Mutsuz Olma Korkusu Sokağı, Değersizlik Korkusu Sokağı, Hasta Olma Korkusu Sokağı, İşsiz Kalma Korkusu Sokağı, Hayvan Korkusu Sokağı, Yalnızlık Korkusu Sokağı, Parasızlık Korkusu Sokağı, Reddedilme Korkusu Sokağı, Ölüm Korkusu Sokağı…

Korku Mahallesi ve bir sürü sokak, saymakla bitmiyor. O sokaklar içimizde yaşıyorsa eğer yapılacak çok iş var. Onları teker teker tedavi etmeliyiz ve sonra her bir sokağın adını yenisiyle değiştirmeliyiz. Önce yüzleşeceğiz, kabul edeceğiz ve her bir korkuyu yok saymadan itinayla ele alacağız. Aldous Huxley’ in bir sözü vardır: ‘Sevgi, korkuyu defeder ve aynı şekilde korku da sevgiyi kovar. Korku sevgiyi kovmakla kalmaz; zekayı, iyiliği, güzellik ve iyiliğe dair her türlü düşünceyi de uzaklaştırır ve geriye sessiz bir çaresizlikten başka hiçbir şey kalmaz. Sonunda korku, insandan insanlığını kovar.’ Biz buna izin vermeyeceğiz bunun için de harekete geçeceğiz.

Salı günü yazımın devamında görüşmek üzere sözleşelim… Korkularımızın bizi nasıl yönlendirdiğini ve onları nasıl yenebileceğimizi konuşacağız.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

NELERİ KENDİMİZE YÜK ETTİK

Çocuk sandığa yaklaştıkça duyduğu seslerin gücüde artmaya başlamıştı. Bir sürü ses geliyordu sandığın derinliklerinden. Önce anlam veremedi, neydi bu, sandık konuşuyor muydu? Anahtarıyla usulca sandığı açtı, gördükleri karşısında hayrete düştü. Her bir anı öne çıkmak, dile gelmek için birbirleriyle yarışıyor, sen ben kavgası ediyordu. Oysa hepsinin bir sırası vardı, sırasıyla gün yüzüne çıkacaklardı. Çocuk onları anlayışla ve tebessüm selamladı. Biliyordu ki çocuk dünyasında sabırsızlık, acelecilik vardı ve nihayetinde bu anılar bir çocuğa aitti, anıların böyle sabırsız olması da çok normaldi. Vakti gelen anıyı aldı, bir çırpıda sandıktan çıkarttı ve onu dillendirmeye başladı.

  • Birinci sınıf çok güzel geçiyordu ve zaman ilerleyip günler geçtikçe derslerdeki başarımla kendimi göstermeye başlamıştım. Sınıfta okuma yazmayı erken öğrenen birkaç çocuktan biriydim. Öğretmenimin anlattığına göre, bu başarımız ödüllendirilecek bize Teşekkür Belge’ si verilecekmiş. Bu belgenin anlamını öğretmenime sordum. O da usulünce anlattı. Bu belge başarılı öğrencilere verilirmiş, bu belgeyi almak için ders notları çok iyi olmalıymış. Nasıl mutlu olmuştum! Ben Teşekkür Belgesi alacak başarılı bir öğrenciydim. Motivasyonum koşar adım yükselmişti. Sadece okuma yazma konusunda değil, diğer tüm derslerimde de iyiydim. Hele bu belgeyi alacağımı aldıktan sonra daha da çok çalışmaya başlamıştım, daha çok kitap okuyor, daha çok sayıların o inişli çıkışlı yolunda koşturuyordum.

Teşekkür Belgesi’ni düzenlenecek bir törenle alacaktık. Bu tören okulun salonunda yapılacak, bizler sahneye çıkacaktık. Öğretmenimiz sahnede oynamamız için bir piyes hazırlamıştı ve o piyeste benim de bir rolüm vardı. Piyesin heyecanı belge alacak olmamın önüne geçmişti. Sadece heyecan mı? Korkular, endişelerde başlamıştı. Ya sahnede rolümü unutursam ya sözlerimi unutursam ya hata yaparsam! Okuma yazmayı öğrendiğim için başarı belgesi alacaktım ama ya piyeste başarısız olursam ne olacaktı? (Bir kere başarılı olmanın elbisesini giyerseniz o elbiseyi hem giymek istiyorsunuz. Kendinizi buna şartlıyor ve ilerleyen hayatınızda olası başarısızlıklarda yıkılıyorsunuz.) Her ne kadar aktif bir çocuk olsam da çekingen bir tarafımda bir vardı. Sahneye çıkmaksa, işte onu ilk defa tecrübe edecektim. Törene ailelerimizde gelecekti, amcamda orada olacaktı. Yanlış bir şey yapar da amcam bana yine kızarsa… Çünkü daha dört yaşında yaşadıklarımı unutmamıştım. Düştüğüm için bana kızmıştı, ona göre yanlış yapmıştım. Yine yanlış yaparsam kim bana ne derdi?

Neredeyse tüm dünyam piyesteki rolüm olmuştu. Evde elimde defter sürekli ezber yapıyordum. Annemin kahvaltı hazırladığı bir gün, mutfakta fırının yanına oturmuş rolümü okuyordum. Rolüme heyecanına kapılmış olacağım ki, ocağa fazla yaklaşmışım, önce defterim alev aldı sonra da bir tutam saçım. Annem hemen müdahale etti, defterdeki ve saçlarımdaki ateşi söndürdü.  İşte o gün ateşe karşı korkum başladı. Ateşten hele ki yangından çok korkar olmuştum. Ateş kötüydü, zarar verirdi.

Rolüme ve derslerime çalışmadığım zamanlarda kardeşimle evde, bahçede oyunlara devam ediyordum. Mahalle arkadaşlarım bize gelirdi, evde türlü oyunlar oynardım. Annemin yaptığı mis kokulu kurabiyeler oyunlarımızı süsler, masa başında o kurabiyelerin pişmesini beklerdik. Ah bir de kek yapıldıysa! Ne keyiflidir karıştırma kabında kalan kekten kalanlar. Kardeşlerimle o kabı sıyırmak için adeta sıraya girer, birbirimizle yarışırdık. Gelelim mutfaktaki ilk yemek yapma deneyimime. Annem beni yanına çağırdı, su böreği yapacağını ve bana da nasıl yapıldığını öğreteceğini söyledi. Pür dikkat onu dinledim, söylediği her şeyi harfiyen yerine getirdim. İşte olmuştu, annemle ilk su böreğimi yapmıştım! (Halen mutfakta marifetliyimdir… Birisi bir şeyler anlattığında pür dikkat dinlemek o günlerde edindiğim bir davranıştır…)

Tören gününe az kalmıştı, piyeste giyeceğimiz kıyafetleri öğretmenimiz belirlemiş, annelerimize de bildirmişti. Kareli etek, beyaz yakalı tişört, beyaz çorap ve beyaz ayakkabı. Kareli eteğimi annem dikmişti. Kıyafetlerimizi annem dikerdi genellikle. Kazaklarımızı, hırkalarımızı örerdi. Bayram gibi müstesna günler dışında mağazalardan nadiren kıyafet alırdık.

Nisan ayının o en güzel, en mühim günü gelmişti. Öylesine bir heyecana kapılmıştım ki, bu heyecan okula başladığım ilk günün heyecanını aşmıştı. Özenle kareli eteğimi, beyaz tişörtümü, beyaz çorabımı ve beyaz ayakkabımı giymiş okulun yolunu tutmuştuk. Ah o okul yolları! Sahneye çıktım, piyesi hiç hata yapmadan oynadık. Zafer bizimdi! Tabi ki sırada o süslü belgeyi almak vardı. Adım okundu, tekrar sahneye çıktım, belgemi aldım ve ailemin yanına geçtim. Öyle gururluydum ki, bu belgenin anlamını çok iyi biliyordum, ben başarılıydım! (Teşekkür Belgemi halen ilk günkü gibi muhafaza ediyorum.) O günle başarılı olmak ve sonraki adım olan mükemmeliyetçiliğe doğru o amansız eğilim bilinçaltıma yerleşmeye başlamıştı.

Sadece Matematik, Türkçe mi? En sevdiğim dersler arasında Beden Eğitimi’ de vardı. Topla oynanan tüm oyunlara bayılıyordum. Teneffüste nasıl oyunlar oynayıp eğleniyorsak bu dersimizde de öyle eğleniyorduk.  Teneffüste oynadığımız oyunlar bol koşturmalı olanlardandı. Yine o koşturmaların birinde takılıp sol bileğimin üstüne düşmüştüm. Canım acımış ama ağlamayıp düştüğüm yerde öylece oturmuştum. Bileğimin rengi yavaştan mora doğru dönmeye başlamıştı. Sağ elimi sol bileğimin üzerine koyup, içsel sesimle bileğimle konuşmaya başladım. ‘Bir şey olmayacak, geçecek.’ O sırada zil çaldı, sınıfıma gittim, sırama oturdum, derste yine aynı şekilde hem bileğimi tuttum hem de bileğimle konuştum. Eve gittiğimde biraz ağrım vardı. Ama kimselere bu durumu anlatmadım, anlatamadım. Çünkü düşmüş ve hata yapmıştım. Ya bunu herkes duyarsa ya bana kızarlarsa! Sabah uyandığımda her şey normale dönmüştü bileğim gayet iyiydi. Enerjim ve iç sesim bileğimi iyileştirmişti.  Çok mutluydum, şimdi aileme düştüğümü anlatabilirdim, anlattım da. Annem bileğimi kontrol etti, baktı ki bir şey yok, hepimiz rahatladık. Bu arada ben solağımdır. Çok uğraştılar sağ elimi kullanayım diye ama olmadı. Özellikle amcam çok zaman harcadı bu uğurda, ama ben sol elimden vazgeçmedim.”

Başarılı olmanın tadına varmak çok güzel bir duygudur. Bununla birlikte başarısızlığı kabullenmekte çok mühimdir. Sürekli başarılı olmak isteği başarısızlıkla karşılaşıldığında kişiyi depresif bir durum içine sokabilir. Özellikle çocuk yaşlarda bilinçaltına yerleşen başarılı olma zorunluluğu duygusu yorucu, yaralayıcı bir hal alabilir. Her daim başarılı olmaya çalışmak beraberinde mükemmeliyetçiliğe doğru bir sürüklenme getirir. Aşırı mükemmeliyetçilik duygusu kişinin ruhunda olumsuz duyguları da oluşturur.  Sosyal hayatta, iş hayatın da okul hayatın da ruhsal gelişim de insanın özgürleşmesini engeller.  Sanki bir komutanın direktiflerine uymak zorundaymışsınız gibi sizi kontrol altına alır. Mükemmeliyetçilik; ‘mükemmeliyetçi olma’, ‘her şeyi mükemmel yapmaya ya da sürekli mükemmel olmaya çalışma’ ve ‘her şeyi en iyi, tam, eksiksiz, yanlışsız ve kusursuz yapmaya ya da oldurmaya çalışma’ halidir.  Mükemmeliyetçilik bir bakıma “kusursuzluğu arama” olarak da tanımlanır. Bu tarz bir mükemmeli arama içinde olan kişiler genellikle başarısızlığa aşırı derecede odaklanır, başarılarını görmezden gelme eğilimde olur, hatalarına olduğundan daha büyük anlam yükler ve kendi ile ilgili olumsuz duygular besler.

Çocukluk yıllarında başarılı olmama zorunluluğu hissetmenin ve mükemmeliyetçiliğin gelişimini önlemek için ebeveynlerin çocuklarından aşırı beklentiler içine girmemeleri, başarısızlığın veya hata yapmanın da kabul edilebilir ve yaşamın bir parçası olduğu mesajını vermeleri, başarı için çocuklarını motive ederken bunun yaşamda tek amaç olmadığını vurgulamaları önemlidir.

Hata yapmak bu dünyada en çok çocukların hakkı!

İlerleyen günlerde o sandık açıldıkça mükemmeliyetçiliğe dair ne anılar çıkacak…Başarı güzeldir, başarısızlık ise gerçektir ve kabul edilmelidir. Mükemmellik ise kişiden kişi değişir ve kölesi olunmaması gerekir. Biz insanız ve her durum bizim için vardır. Bu asla unutulmamalıdır. Esas olan kabullenmek, sizi olumsuzluğa, negatife götüren tüm duyguları dönüştürüp şifalandırmaktır. Mükemmeliyetçiliğin yükünü taşımak zorunda değilsiniz. Bu yükten ben kurtuldum, sıra sizde…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

DÜŞÜNCELERİNİZİN KAZANANI HANGİSİ SİZ KARAR VERİN (2)

Konumuza kaldığımız yerden devam ediyoruz…

Pozitif Düşünceler, Pozitif İnsanlar! Koşul tanımaksızın alternatif üretebilen, bizi sınırlayan kalıpların ötesine geçebilen, değişime ayak uyduran, çözüme yönelik, gerçekçi, uzlaşmacı düşünceler pozitif düşüncedir. Pozitif düşünceyi var eden kaynakların en önemlisi aslında gerçekçiliktir. Her durumu olduğu gibi, iyi ve kötü yanıyla ve negatifliğini de hiçe saymadan gören, değerlendiren ve ona göre ilerleyen bakış açısıdır pozitiflik. Bütüne birlikte bakmak, her şeyi aynı potada toplamak vardır bu bakış açısında. Olumsuzlukları görmek, tedbir almak için gereklidir. Birçok sıkıntılı durumun üstesinden gayret etmekle gelinebilir. İnsanoğlu hayatta karşılaşabileceği olumsuz durumlara da hazırlıklı olmalıdır, bu hayatın doğal bir parçasıdır. Fakat olabilecek olumsuzluklara odaklanmak kişinin yaşama sevincini ve enerjisini azaltmaktadır. Pozitif enerjiyi açığa çıkararak karamsar düşüncelerden kurtulmaya çalışan, hayata gülen gözlerle bakabilen, gayret etmeyle kazanabileceği güzel özelliklere, güzel şeylere odaklanan kişinin bağışıklık sistemi kuvvetlenir. Nitekim tebessüm, serotonin gibi mutluluk verici hormonları artırır.

Sanıldığı gibi olumlu düşünce veya pozitif düşünce olarak ifade edilen düşünme tarzı Pollyanna’ cılık oynamak, bardağa her zaman dolu tarafından bakmaktan demek değildir. Birçoklarının pozitif düşünceye nasıl Pollyanna’ cılık olarak baktığını ama aslının öyle olmadığını düşünceleri karşılaştırarak bakalım.

Pozitif düşünen insan olaylara gerçek dışı bakar (Pollyannacı). Kesinlikle olayları kalpten duygularıyla değerlendirir ve olayların iyiye gideceğine olan inancını yükseltir (Pozitif).

Pozitif düşünen insan hayali düşünür (Pollyannacı).  Hayır gayet gerçekçi düşünür. Buna (optimist) iyimser bakış açısı diyebiliriz (Pozitif).

 Pozitif düşünmek sizi hataya sürükler (Pollyannacı).  Hayır kesinlikle pozitif düşündüğünüzde daha fazla seçenek olduğunu göreceksiniz (Pozitif).

Pozitif düşünmek imkânsız veya gayet zordur (Pollyannacı).  Hayır pozitif düşünmek gayet kolaydır (Pozitif).

Kendinizi irdelerken, hislerinizi anlamlandırma çalışırken dikkat etmelisiniz ki; olumsuz düşünceler ve inançlar bilinçaltınızda derinlere kadar inmişse birçok olumlu düşünceniz ve hissiniz arka planda kalır. Siz bu durumun farkında olamayabilirsiniz. Bu nedenle birçok insanda pozitif düşünce gücü yeteri kadar işe yaramaz. Beyninizde yer eden olumsuz düşünceler o kadar fazladır ki pozitif düşünceleriniz üste çıkmaz ve olumsuz düşüncelere karşı pasif durumda kalır. Bunu düzeltmek için neler yapabiliriz? Sizlerde de farkındalık oluşturacağına inandığım birçok faydalı öğretiye değinelim şimdi.

Zihninizi kemirmek için bekleyen negatif düşüncelere karşı savaş başlatıyoruz. Zihninizin merkezine odaklanın, kaynağa inin, negatif düşünceler varsa bir yerlerden onları bulup çıkartın. Sonra onları yok etmek için harekete geçin. Negatif ortamlardan, insanlardan uzaklaşın. İnsanlara yardım edin. Dokunacağınız her bir hayat sizi ruhsal olarak ferahlatacaktır. İyilik yapmış olmanın vereceği duygu zihninizi de arındıracaktır. Şükretmek pozitif düşüncenin anahtarıdır. Sahip olduklarınıza şükredin. Farkındalık yapın. Pozitif düşünmek için farkındalık egzersizleri çok önemlidir. Eğer negatif düşüncenin sizin içinizde nasıl ilerlediğini fark ederseniz pozitif düşünceyi seçebilirsiniz. Farkında olun! Negatif bir düşünce zihninizi sardığında yapmanız gereken aynı cümlenin pozitifini düşünmektir.

“Düşüncelerin neyse hayatın da odur. Hayatın gidişini değiştirmek istiyorsan düşüncelerini değiştir.”  William Shakespeare.

Kendinize yanlış sorular sormayı, yanlış cümleler kurmayı bırakmamız gerekiyor. Olumsuz bir durum karşısında doğru soruları sorarak, o durum içerisindeki size kucak açmayı bekleyen fırsatları keşfedebilirsiniz. Yavaş ve emin adımlarla ilerleyin. Ne kadar hızlı giderseniz hayattaki durumlar gözünüzde o kadar büyür. Bu durum stresinizi arttırır, sizi iyimser bakış açısından uzaklaştırır. Sadece durun ve sakinleşmeyi deneyin. Hızlı hareket etmek yerine daha sakin hareket edin. Sonrasında zihniniz ve bedeniniz sakinleşecek. Daha sağlıklı ve net düşüneceksiniz, bu da olaylar karşısında iyimser bir bakış açısı bulmanızı kolaylaştıracak. Önünüzdeki düz yolları büyük dağlar yapmaktan vazgeçin. Özellikle stresliyseniz ve çok hızlı gidiyorsanız, perspektifi kaybetmek çok kolaydır. Bu durumdan uzaklaşmak için yine sakin olun, yavaşlayın. Korkularınızın esiri olmayın.

Osho diyor ki: “Hayat korkularınızın bittiği yerde başlar.”  Başkalarının hayatına değer ve pozitiflik katın. Dünyaya ne verirseniz size aynı şekilde dönmektedir, çevreye verebileceğiniz yegâne şey sevgidir. Sevginizi paylaşın. Arkadaşlarınız, aileniz, çevrenizdekilere onları sevdiğinizi söyleyin ve kendi hayatınıza, aynı zamanda çevrenizdeki hayatlara değer katmak için, yardım edin, dinleyin, gülümseyin. Düzenli beslenin, düzenli uyuyun. Kullandığınız kelimelere dikkat edin.  Sabırla kendinizi yenileyin…

“İnsanlar arasındaki fark ufaktır. Ancak bu ufak fark büyük farklılığa neden olur. Ufak fark tutumlardır. Büyük farklılık ise bu tutumun olumlu veya olumsuz olduğudur.” Clement Stone

Bir yaşanmışlık paylaşımını yaparak yazımızın sonuna yavaş yavaş yaklaşıyoruz. Mutlaka pozitif ve negatif düşünceye dair yorumlarınızı, görüşlerinizi bekliyorum.

Yaklaşık iki ay öncesiydi. Hemen hemen yirmi dört, yirmi beş yaşında olduğunu tahmin ettiğim çiçekçi bir kadınla bir sebepten dolayı konuşmaya başladım. Kalbim onun sohbete, paylaşmaya, uyanmaya ihtiyacı olduğunu söylemişti. Sohbet esnasında ard arda yaşadığı olumsuzluklardan bahsetti. Kendisine şansın hiç gülmediğini, hep kötü şeyler yaşadığını anlattı. Ben de ona: ‘Neden hep olumsuzluklar yaşadığını, bunların neden ard arda geldiğini gözlemledin mi?’ diye sordum.  Sustu… Düşünce şeklinin negatif mi yoksa pozitif mi olduğunu sorduğumda aldığım cevap beni pek de şaşırtmamıştı. Negatif!  Karamsar olduğunu, her şeyin önce en kötüsünü düşündüğünü anlattı. ‘Yağmur yağsa ardından kar yağacağını düşünürüm. Tezgahımı açtığımda satamasam ne yaparım diye düşünürüm.’ Bir sürü negatif düşünceyi sıraladı durdu. Burada ki en önemli detay şu ki; ‘ Kendinin, düşüncelerinin farkında. Yani negatifliğini kabul ediyor.’ Ona: ‘Pozitif bir zihne sahibi olmak ister misin?’ diye sorum. ‘Tabii ki abla, neden istemeyeceğim ki, yeter ki ben şu karamsarlıktan kurtulayım ve enerjim değişsin’ dedi. İşte, negatifliğini, karamsarlığını fark edip, bunu değiştirmek için çaba sarf eden, yardım isteyen ve tabii ki şansını açmak için mücadele veren bir kişi. Kendini yenilemek için neler yapması gerektiğine dair uzun uzun konuştuk.  Geçen hafta yanına uğradığımda iki ay önceye göre daha iyi göründüğünü konuşmalarında hemen hemen hiç olumsuz ifadelerin yer almadığını anlattı.  Zafer onundu, çünkü kendini değiştirmek için yapması gerekenleri yapmıştı.

“Tekrar iyi hissetmekten sadece bir düşünce uzaktayız.” Paul Ferrini

 

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com