RUHUNUZDA HANGİSİ VAR (2)

Kaldığımız yerden devam etmeye hazır mıyız? Yazımın ilk bölümünü sonlandırırken hastalıklı hırsla nasıl başa çıkacağımıza cevaplar arayacağımızı belirtmiştim. Cevaplara çeşitli örneklerle konuyu irdeleyerek hep birlikte ulaşalım.

Miras yoluyla edilen mülk ya da para benzeri maddi değerlerin paylaşılmasında hırsın keskin yüzünü kendisini gösterme şekline hemen hepimiz şahit olmuşuzdur. Kardeşler ya da yakın akrabalar arasında cereyan eden bu tür hadiselerde sahip olma isteği tarafları çoğu zaman büyük çıkmazlara sokar. Hiç olmayacak, kavgalar, kırgınlıklar, küslükler yaşanır. ‘O ev benim olacak’ tartışması bağları kopartır, sevgiyi yok eder. Aslında bu tartışmalarda hiçbir zaman gerçek kazanan olmaz. Mülke sahip olan dahi… Sahip olunan kardeş kaybedilir, sizi en iyi anlayabilecek, duygularınızı sonuna kadar hissedebilecek yegâne bağınız yoktur artık. Ne için? Sadece maddiyat için! Hastalıklı hırs her zaman yaptığını yapmış ve iki tarafa da zarar vermiştir.

Duymuşsunuzdur, derler ki: ‘Hırs olmadan başarı olmaz.’ Bana kalırsa bu sözü her kim söylediyse birçok kişiyi yanlış yönlendirmiş ve yine birçok kişinin hakkına girmiştir. Bende diyorum ki: ‘Azim olmadan başarı olmaz, hedefe ulaşılmaz.’ Başarıyı elde etmek için hırsla hareket ettiğinde kişi önce kendine zarar verir, vücudunda oluşturduğu negatif enerji onu hem psikolojik hem de fiziksel hastalıkların içine çeker. Kişi bu hastalıkları sadece kendisi yaşamaz, hırsı için kurban ettiği insanlarda bu hastalıklardan nasibini alır. Çoğumuz zaman zaman hırs denilen hastalığa yakalanmışızdır ya da kenarından şöyle bir dokunup ona tutsak olmadan geçip gitmişizdir. Kendinizi bir yoklayın. Geçmişte neler için boşuna hırslanmışsınız, enerjinizi yok yere ne için harcamışsınız? Sonunda da ne tür hastalıkların size musallat etmesine izin vermişsiniz?

Bir sürü hedef saymıştık. Ev almak, araba almak, seyahat etmek, iş kurmak, başka bir ülkeye yerleşmek, evlenmek… Bunlardan herhangi biri ya da bir başkası hedefiniz olsun. Bu hedeflere ulaşmak için önce sevgide ve akışta olmak. Hedefe ulaşabilmek için kesin, asla esnemeye izin verilmeyeceğiniz bir zaman dilimi koymayın. Şöyle ki; bir ev almak için birikim yaptınız ve o hedeflediğiniz evi alamadınız ama başka bir ev alabildiniz diyelim. Sakın tasalanmayın hedefinize erişemediniz diye. Sahip olduğunuz şeyin sizin için (sizin bilebileceğinizden öte) en hayırlısı olduğuna inanın. Bir şey nasıl gerçekleşmesi gerekiyorsa öyle gerçekleşecektir. İnanın çabalarınızın sonucu elde edilen sizin için en hayırlı olandır. Her şeyi görmek mümkün değildir, alamadığınız, hedefinizdeki o ev, o an için belki kayıp gibi görünebilir ama göremediğiniz bir şer varsa eğer? Sizin o parayı biriktirmek için gösterdiğiniz azim bilin ki hayırlısı ile mükafatlandırılmıştır. Yeter ki her adımınız azimle, inançla ve sevgiyle olsun, hastalıklı hırsla ve egoyla olmasın.

Akış dedik. Evet, akışta kalmak çok önemlidir. Şayet bunu başaramazsanız, planladığınız ve azimle ulaşmayı istediğiniz hedefleriniz o an için gerçekleşmediğinde büyük hayal kırıklıkları yaşarsınız. İçinizde manasız bir öfke, üzüntü, hırs ve negatiflik biriktirmeye başlıyorsunuz. Esiri olduğunuz bu duygular size zarar vermekten başka bir yapmayacak ve önünüzü göremeyecek kadar gözlerinizi kör edecektir. Buna asla izin vermeyin. Tevekküllü olun, siz hedefe ulaşmak için azimle çalıştınız ama o hedef sizin için hayırlı olmadığından ulaşamadınız ve sizin için daha hayırlı olan ne ise gerçekleşecek olanda odur. Bir dağın zirvesine ulaşmayı kendinize hedef olarak belirlediğinizi düşünün. O dağa hemen çıkamazsınız, ancak azimle yavaş yavaş, basamak basamak çıkabilirsiniz. Zirveye ulaştığınızda elbette onun keyfi de muhteşem olur. Oraya ulaşmak sizin için hayırlı olansa doğru şekilde ilerlemenizin de gücüyle hedef artık sizindir. Fakat hırs ile ilerlerseniz, hedefe aşamaları yok sayarak bir an evvel ulaşmak isterseniz, o hedefe hemen ulaşmanız zaten mümkün olmayacaktır. Hatta hiç ulaşamayabilirsinizde… Unutmayın hırslı insanlar kendileri için bir şeyin hayırlı olup olmadığını göremezler.

Bir tanıdığım vardı ve çalıştığı şirkette yönetici olmak istiyordu, kendisine bunu hedef koymuştu. O kadar belirgin bir hırsla hareket ediyordu ki ona bakıp da bunu görmemek mümkün değildi. Hedefine ulaşamadığı her bir hamleden sonra, bu sonucun başkalarının suçu olduğunu, birilerinin onu engellediğini söylüyor. Manasız yere başkalarıyla yarış içine giriyordu. Olmuyordu işte, bir türlü yöneticilik makamına erişemiyordu. Hırs bir kemirgen gibi onu yiyip bitiriyor ve onu adeta yok ediyordu. Kendisi için hayırlı olanın belki de o makamda olmaması gerektiğini düşünemiyordu ya da hedefe yanlış yoldan gittiğini anlamıyordu. Sevgiyle, pozitif düşünceyle hareket etmiyordu, ruhunu karartıyor, hayatı görmezden geliyor, körü körüne olduğu yerde debeleniyordu. Kendini birazcık yenilese, gözlerini açsa, farkındalığa ulaşabilse ve hırsı bırakıp azimle yoluna devam etse her şey olması gerektiği olabilir ve o makama erişebilirdi…

Hırstan başı dönen o şuursuz insanların kalplerindeki karanlığı yüzlerinde de görebilirsiniz. Dikkatli bakın onlara, gözleri ne söylüyor…Oysa azimle hedefine ilerleyen kişinin yüzünde karanlıktan eser yoktur. Sizin yüzünüzde o karanlıklar hiç gezindi mi? Öyle olsa bile artık uyanış zamanı geldi. Her zamanki gibi en doğru şekilde tüm duygularınızı dile getirin, yanlışlarınızı korkusuzca keşfedin ve farkındalığa ulaşmak için kendinize şans tanıyın. Azimle hedefe yürüyün, o hedefe ulaşamazsanız da bilin ki; sizin için hayırlı olan gerçekleşmektedir. Bir kapı kapanırken mutlaka daha iyi bir kapı açılacaktır…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

RUHUNUZDA HANGİSİ VAR (1)

Bugünden beş yıl öncesine gideceğim ve Pamukkale seyahatim sırasında tanıştığım bir kişiyle aramızda geçen küçük sohbeti paylaşacağım sizlerle.  Pamukkale’nin muhteşem travertenlerini gezip gördükten sonra Denizli’nin merkezine gitmiştim. Sokaklarında dolaşırken kuş besleyen biri dikkatimi çekmişti, onu görür görmez ruhum onunla sohbet etme isteğine çoktan girmişti bile. Hemen onun yanına doğru ilerledim ve bir merhabanın ardından küçük sohbetimiz başladı. Konu bir şekilde hırs kavramına geldi… Bu konuya dair söylediği bir söz bende yeni bir farkındalığın kapısını araladı.  “Hırs yelkenleri dolduran bir rüzgârdır ve o rüzgâr asla yön belirlemez.”

Bu sözden yola çıkarak bugünü hırs ve azim konusuna ayırıyorum. Bakalım neymiş bu iki kavram ve hayatlarımızda nasıl bir yere sahipmiş?

Her ne kadar birbirine benziyor olsalar da hırs ile azim farklı iki şeydir. Azim; çalışmak, çabalamak ve nasip deyip hakkına razı olmaktır, tevekküllü olmaktır. Azimde sabır, itina, çalışmak, gayret ve sonuca kanaat etmek esastır. Hırs ise; bir şeyin hakkımız olup olmadığına bakmadan, o şeyi kimden alıp almadığımızı düşünmeden, sonuçlarıyla hiç ilgilenmeden, daima daha fazlasını istemek ve sonuca kanaat etmemektir. Bu yüzden ‘azim yapıcı, hırs yıkıcıdır.’ Bir başka ifade ile hırs, bir şeyi ihtirasla, yüksek egoyla isteme güdüsü iken, azim ise zorluklara karşı metanetli, sabırlı ve kararlı olma durumudur.

Hırs kelimesine baktığımızda içinde hep başkalarına onda zarar verici, kinci, bencil (egolu) bir kazanma duygusunu görüyoruz. ‘O hırslı bir çocuk’ dediğimizde de bu anlam çıkıyor. Kazanmak için her şeyi parçalayabilir, yok edebilir, elinden geldiğini ardına koymaz bir karakter yaratıyor bu sözcük. Sonu gelmeyen aşırı (bu kelimeye dikkat “aşırı”) tutku. Ben hırs kelimesini duyduğum zaman gözümde, ‘çığırından çıkmışlığı’ gösteren bir resim canlanıyor.  Oysa azim kelimesi öyle mi? “O azimli bir çocuk”. Kulağa ne kadar hoş geliyor. Çabasını asla bırakmayan, dirençli, sonuca ulaşmak için gerekli özveriyi kendinden çokça veren bir karakter yaratıyor bu sözcük. Bu kelimenin (azim) sağına soluna bakıyorum ve bir yanlış bulamıyorum. Azim ve azimli olmak ile ilgili cümleler kuruyorum, içinde en ufak bir kötü ifade yer almıyor.

Hepimizin hayatımızın içinde ulaşmayı istediğimiz hedeflerimiz vardır. Mutlu bir evlilik ya da birliktelik, çocuk sahibi olmak, bir ev, araba, yükselmek istediğimiz iyi bir iş, gezip görmek, seyahat etmek… Bu şekilde onlarca hedef sayabiliriz. Burada esas olan; bu hedeflere yürürken nasıl bir duygu ve davranış içinde olduğumuzdur. Hedeflerimize ulaşma yolumuz sevgiyle mi dolu olsun yoksa egoların keskin kılıçlarıyla mı dolu olsun?  Azim mi hırs mı bizimle olsun? Bu soruyu tüm dürüstlüğümüzle kendimize soralım? Nasıl olsa kendimizle baş başayız, rahat olalım ve en dürüst cevabı verelim? Verelim ki; eksik ve yanlış olan tarafımızı keşfedip, farkındalığa ulaşabilelim. Sonrasında da sıra kendimizi tamir etmeye, eksiklerimizi tamamlamaya, olumsuzların yerini olumluya bırakmaya gelsin.

Bir çocuk istediği oyuncağı almak için öyle bir hırsla direniyor ki, oyuncakçıda ağlayarak, bağırarak yerlere yatıyor ‘ille de alacaksınız bu oyuncağı’ diye tutturuyor. İşte bu tablo, o oyuncağa sahip olmak için çocuğun körpecik ruhundaki hırsın, küçücük bedenine yansıması… Eminim herkes böyle sahnelere şahitlik etmiştir. O hırs törpülenmezse, ona bir şeyi doğru şekilde istemenin nasıl olması gerektiği en akılcı yolla ve sevgiyle anlatılmazsa hırs dolu bir çocuk yetişecektir. O çocuk yetişkinliğinde de o isteklerine, hedeflerine ulaşmak için yine benzer yollara başvuracaktır.

İşte bu ve benzeri durumlarda karşımıza ‘hastalıklı hırs’ çıkmaktadır ve bu dürtü hayatları yönlendiren büyük bir tehlikedir. Benim sözüm kendi rekorunu kırmaya çalışan sporcuya, terfi almak için çabalayan çalışana ya da tabiat koşullarını zorlayan, zirveye tırmanmak için uğraşan dağcıya değil. Onların ortak noktası azimdir… Benim itirazım hastalıklı hırsadır. Hırs yıkıcıdır, yok edicidir…  Bir hırs uğruna heba edilmiş ömürler vardır. Sadece kendi ömürlerini heba etmekle kalmazlar, sevenlerinin hayatını onlara zindan etmekten geri durmazlar. Umursamazlar, yakarlar… Hele bir de yetki sahibi ise hastalıklı hırslı beyin, işte o zaman korkulan olur, tüm insanlığa dar eder dünyayı… Örnek mi yok? 

Ne kadar hırslıysanız o kadar başarılı olursunuz anlamındaki ilanlara bir bakın. İnanamazsınız küçücük bir söz, bir ima, bir bakış öyle ateşler ki ruhları. Hastalıklı hırs kaplar her yanı… “Sen o işi asla başaramazsın” diyen bir hoca, bir ebeveyn, bir arkadaş ya da bir patron adeta marşa basar. Öyle bir an gelir ki; saatte üç yüz kilometre hızla giden motosiklet sürücüsü gibi her şeyin silindiğini görürsünüz. İş öyle bir noktaya gelir ki; hedef bile silinir, görünmez olur, kaybolur. Neden yola çıktığınızı, marşa kimin, neden, ne zaman bastığını unutur gidersiniz. Kimlere, nelere ne zarar veriyorsunuz, yaptığınız işin kime ne faydası var artık bilemezsiniz. Önem de vermezsiniz zaten. Hırs tüm benliğinizi esir almıştır adeta… Ama gün gelir duvara tosladığınızda aklınız başınıza gelir. Ama ne yazık ki, o farkındalık çoğu zaman, bir saniyeden de kısa sürecektir. Ve hırs dizginleri yine eline alacak ve yine tüm ruha hâkim olacaktır.

Çok zeki ve bir o kadar da hırslı insanlar gördüm. Bu insanlar en büyük düşmanlarının kendi hırslarını olduğunu anlamadan hayatlarına devam ettiler. Bir an evvel sonuca gideyim hırsıyla bir türlü içinde bulundukları yaşamanın hakkını veremediler. Ne var ki, sonuca ulaştıklarında da ilk başladıkları seviyedeydiler. Peki, ne yapmalı da bu hastalıkla başa çıkmalı? Bu soruya yazımın devamında hep birlikte cevaplar arayacağız. Unutmayın hırs değildir hedefi size getiren, sadece azimdir…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

GÜLMENİN VE AĞLAMANIN KARDEŞLİĞİ

Seremoniyi layığıyla yerine getiren çocuk anısını anlatmaya başlayabilirdi. Ama öncesinde gözlerini kapattı, anlatacaklarını düşündü. Gözleri kapalı şekilde anlatacaklarını düşünürken dudaklarının kenarından zaman zaman gülümsemenin izleri, zaman zaman da acının, üzüntünün izleri geçip gidiyordu. Bugün anlatacaklarında hem acı hem de mutluluklar vardır. Hayat böyle değil miydi zaten? Gülmek ve ağlamak arasında garip bir kardeşlik yok muydu?

  • “Muhteşem ada tatilimizin sonuna gelmiştik, artık İstanbul’ a dönüş vaktimiz gelmişti. Yaz mevsimi yerini sonbahar mevsimine bırakmaya hazırlanıyordu. Havalar yavaş yavaş serilemeye başlamıştı bile. Özellikle, akşam vakitlerinde serinliği belirgin şekilde hisseder olmuştuk. Yumuşak bir şekilde esen rüzgar sertleşmeye başlamış üzerimize bir hırka giymeden akşamları bahçede oturamaz olmuştuk. Sonbaharın gelmesi elbette güzeldi ama adadan ayrılıyor olmak beni üzüyordu. Özgürlüğüm elimden gidiyordu. Adada rahatlıkla gezebiliyordum, size anlatmıştım keyifli bisiklet turumu, işte öyle keyifli gezileri İstanbul’ da yapamayacak olmam canımı sıkıyordu. İstanbul’ da ancak mahallemizde gezebiliyordum ya da evimize en fazla on dakikalık mesafeli alanlarda oynayabiliyordum. Oysa ada da öyle mi? Kaybım sadece özgürlüğümü yitirmek değildi, adada ki arkadaşlarımdan da ayrı kalacaktım. Güzel şeyler bitiyormuş ya da her şeyin bir sonu varmış, işte bunu da öğrenmiştim o yaz.

Yaz sonunda canım dedemi de kaybetmiştik. Bu kayıp aileye yeni bir acıyı daha getirmişti. Babaannemi kaybetmemizin üzerinden daha bir yıl geçmişken şimdi de dedemi kaybetmek hepimizi derinden yaralamıştı ama en çok da babamı ve amcamları… Sevdiğin bir insanı, ailenin bir parçasını kaybetmek çok acı veren bir duyguydu. Bu duygu bende (çocukken çok da anlayamadığım) kaybetme korkusunun oluşmasına sebep olmuştu. Sevdiğim her insan bir bir beni bırakıp gidecek diye düşünmeye başlamıştım. Garip ve tarifsiz bir çaresizlik duygusuydu bu! Babam ve amcalarım dedemin cenazesini İstanbul’ dan Malatya’ ya götürdü. Babaannemin yanına defnettiler. Annelerini kaybetmenin acısı daha yüreklerinde sıcacıkken şimdi de o acıya babalarını kaybetmeyi de eklediler. Kocaman tarifsiz bir acı yaşıyorlardı…

Okulların açılmasına az bir zaman kalmıştı. Bu yıl kardeşimde okula başlıyordu ve benim geçen yıl ki heyecanımı yaşama sırası ona gelmişti. Elbette ben de okullar açılacağı için heyecanlıydım; okulumu, öğretmenimi, arkadaşlarımı çok özlemiştim. Ama bu heyecan birinci sınıfa başlarken yaşadığım heyecandan çok daha farklıydı. Tıpkı geçen yıl ki gibi hummalı okul hazırlıkları başlamıştı. Ağabeyim de beşinci sınıfa başlayacaktı, ortaokula sadece bir sınıf kalmıştı. Kardeşimde tıpkı benim gibi, artık oyuna çok zaman ayıramayacak ancak derslerinden arta kalan zamanlarda oyun oynayabilecekti. Artık o da benimle aynı kaderi paylaşacaktı… Ondan bir sınıf büyük olduğum için ona derslerinde yardım edebilecektim, bir nevi ona ablalık yapacaktım. Her ne kadar ikiz gibi büyüsek de ben bir adım öndeydim. Birinci sınıfta okula ağabeyimle birlikte servisle gidiyorduk, bu yıl kardeşimin de eklenmesiyle üç kişi okula gidip gelecektik. Annem üçümüzün servisle gitmesini babamla konuşmuş ve babam da kabul etmişti. Ama ortanca amcam ( çocuğu olmayan) bu duruma razı gelmedi. Biz işe giderken arabayla bırakırız, çıkışta da annesi alır dedi. Bu durum annemin hoşuna gitmese de bu şekilde karar verildi. Annem bizi okuldan alma saatine geç kalabilme durumuna karşılık kendisi gelene kadar okulun bahçesinden dışarı çıkmamız hususunda sıkı sıkı tembihlerdi. Nede olsa okulumuz ve evimiz arasında iki büyük ana cadde vardı, caddelerde tehlikeliydi.

Gelelim ablama… Onun heyecanı da, telaşı da bizlerinkinden hem daha farklı hem de daha büyüktü. Sınav sonuçları açıklanmıştı ancak sonucu postacının getireceği mektupla öğrenebiliyorduk. (O zamanlar teknoloji bugünkü gibi olmadığından postacıyı beklemekten başka çare yoktu.) Sonuçların açıklandığı bilgisi gelmiş üzerinden birkaç gün geçmişti, evde ki herkesin gözü kapıda o önemli adamı yani Postacı Amcayı bekliyordu. Onun ne zaman geleceğini bilmediğimizden her kapı çalınışı bizi heyecanlandırıyordu. Acaba Postacı Amca mıydı bu sefer kapımızı çalan? İşte o gün kapı çalınmış ve beklenen adam gelmişti. Ablam heyecanla kapıya koşmuştu ve karşısında postacı… Hiç unutmam o gün Postacı Amcanın söylediğini: ‘ Müjdeli haber için bahşişim nerede?’ Ablam heyecanla zarfı eline aldı, hızlıca açtı, sanki elleri titriyordu heyecandan. İstediği okulu ve bölümü kazanmıştı, hepimiz rahat bir nefes almış ve çok mutlu olmuştuk. Yan komşumuzun kızı da sınava girmişti ve postacı ona da sonuç kağıdını getirmişti. Ama maalesef o istediği okulu kazanamamıştı. O gün kapıda ablama şunları söylemiş annesi de onu tasdiklemişti.’ ‘Keşke bende senin kadar yüksek puan alabilseydim, sen çok şanslısın.’ Onların bu düşüncesi yanlıştı, bu şans değildi. Ablam şanslı olduğu için değil çok çalıştığı için istediği okulu kazanmıştı. Ablamın bu okulu kazanmasında ortanca amcamın da emeği görmezden gelinemezdi. Onu her hafta sonu Avrupa yakasında dershaneye hiç üşenmeden getirip götürmüştü. Ablam bu güzel haberi alır almaz babamlara da müjdeyi vermek için yakınlarda ki telefon kulübesine gitmişti. (O zamanlarda evimizde telefon yoktu.) Önce onlara şaka yapmış okulu kazanamadığını söylemiş, telefonun diğer tarafında ki amcam bu şakaya hiç inanmamış. Hal böyle olunca da ablam kazandığı okulu sevinçle söylemiş. Habere babamda amcamlarda çok sevinmişlerdi. Özellikle ortanca amcam için okul başarılarımız çok mühimdi.

Artık büyüyordum, ikinci sınıf olmuştum ve o günlerde de para bitirmenin ne denli mühim olduğuyla ve özgürlüğüyle tanıştım. Bankalar kumbara ve ilkokul öğrencileri için aylık dergiler dağıtırlardı. O dergilerde; türlü hikâyeler,  bulmacalar ve boyama sayfaları olurdu. Bankadan hem kumbaramızı hem de dergimizi alırdık, bu çok hoşumuza gider, mutlu olurduk. Okula beslenme götürmüyorduk. Her gün bir sınıf annesi hepimiz için özel beslenmeler hazırlar ve sınıfta dağıtılmak üzere okula getirirdi. Bu uygulama, babamın okulda harcamamız için verdiği harçlığı harcamayıp kumbaramızda biriktirmemiz için güzel bir vesile olurdu. Okul harçlıklarımız, bayram harçlıklarımız derken tüm harçlıklarımızı kardeşimle birlikte biriktirmeye başlamıştık. O kendi kumbarasında ben kendi kumbaramda… Kardeşim kumbarası benimkinden daha dolu olurdu, saydığımızda da hep onun ki benimkinden fazla çıkardı, o daha tutumluydu. Para biriktirmek, kendime ait bir paraya sahip olmak çok farklı bir duyguydu. Tamam, ben kazanmıyordum o parayı ama bana verilmişti, onun üzerinde tüm hakka sahip olan bendim. O paralar benimdi. Annemle markete gittiğimde ya da bakkaldan alışveriş yaparken istediğim bir şey olduğunda annemden istemek yerine parasını kendim vererek alabiliyordum. İstediğimi alabilmemin özgürlüğü müthiş bir özgüven oluşturuyordu bende.  Yine bir gün bahçede oynarken canım gofret istedi. Önce bakkala gittim, gofretin fiyatını öğrendim, ardından eve döndüm kimseye bir şey demeden doğruca kumbaramın yanına gittim, içinde gofret almaya yetecek kadar param olduğunu görünce mutlu oldum, sevinçle bakkala geri dönüp gofretimi aldım. Kocaman bir mutlulukla da gofretimi yedim. Kumbaramda para olmasaydı annemden gofret parası isteyebilirdim ama öncelik kendi paramı harcayabilmekti. Sonuçta sürekli annemden para istemek olmazdı, bana ya bir gün önce verdiğini şimdi veremeyeceğini söyleyebilirdi ya da başka bir şey söyler para vermeyebilirdi. Her şey mümkündü. Onun için bütün paramı harcamak da olmazdı, o anda kumbarada ki param gofrete yetmiyorsa başka bir şey de alabilirdim. Güzel bir şeydi özgürlüğün çeşitlerini yaşamak!”

Çocuklukta kazanılan değerler kişilik gelişiminde son derece önemlidir. Bu anıda olduğu gibi, para biriktirmeyi öğrenmek çocuğu tutumlu olmak yolunda eğitir, sorumluluk duygusunu geliştirir. Çocuğun kendi parasını harcaması ileri ki yaşlarda para kazanma isteğini doğurur. Nasıl çocukken emek harcayarak para biriktirmeyi öğrendiyse yetişkinliğinde de emek harcayarak para kazanmasının gerekliğini kavrar, fark eder.  Kimseye bağımlı olmadan istediğini alabilmek, yaşayabilmek, kendi emeğinin getirisini yiyebilmek kadar güzel bir şey var mı? Ailelerin maddi gücü iyi de olsa kişi her zaman ayaklarının üzerinde durabilmeli,  dürüstlük ve sevgi ile kendi parasını kazanmalıdır. Burada önemli olan meslek değildir, önemli olan emek vermektir.  Yeter ki o para dürüstlük ve sevgi ile çalışılıp kazanılsın.

Bugünkü anımda kaybetme korkusunu da paylaştım sizlerle. Kayıplar, hele ki çocuk yaşlarda kapınızı çalan o büyük kayıplar bilinçaltında korkulara yol açabiliyor. Kaybetme Korkusu! Tabii ki çocukken bunun farkına varmak mümkün değil,  zaman geçtikçe, yaş ilerleyip bununla birlikte bilinç seviyesi yükseldikçe durumu doğru değerlendirip anlayabiliyorsunuz.  Her şey yolunda giderken yaşanılan bir üzüntü ya da bir birliktelikte ki zamansız ayrılık üzüntüsü sizi bilinçaltınızın daha önce açılmamış kapılarını açmanız için bir keşif yolculuğuna çıkarabilir. Eğer belirli bir farkındalığa erişmişseniz bu olayları neden yaşadığınıza dair kendi iç dünyanızı sorgulayabiliyorsunuz, bilinçaltına yerleşen kaybetme korkusunu bulup onu şifalandırabiliyorsunuz. İşte o zaman ruh dönüşüp, özgürleşiyor. İlerleyen zamanlarda bu konuyu ve bende ki izlerini detaylı olarak sizlerle paylaşacağım.  Unutmayın kendimizle yüzleştiğimiz ölçüde hayat yolunda ki engelleri kaldırmakta başarılı olabiliriz.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BEDENİNİZİN DİLİ SİZİ ANLATIYOR (2)

Hiç ara vermemişçesine kaldığımız yerden bedel dilini hayatlarımızda rastlayabileceğiz çeşitli durumlardan da bahsederek anlatmaya devam ediyorum.

İnsanların duygu ve düşüncelerini sözsüz mesajlarla ifade etmeleri kullandıkları kelimelerden daha gerçekçidir. İnsanları okuyabilmek mümkündür. İşte burada ‘Mikro İfadeler’ devreye girmektedir ki onlar hissettiğimiz duyguların mimiklerimize yansımasıdır.  Bu ifadelerin her insanda aynı olması ve kontrol edilemiyor olması insan davranışlarını yorumlayabilmek adına ciddi bir avantajdır. Gerçekler en çok da yüzümüzde yani mimiklerimizde gizlidir. Mikro ifadeleri anlayabilmek, yüz kaslarının en küçük hareketleriyle ortaya çıkan ifadelerin yorumlanması hem özel hayatınızda hem de iş ilişkilerinizde sizlere yardımcı olacak ve artık insanların duygularını çok daha iyi anlayabileceksiniz.

İletişim halinde olduğumuz insanları daha iyi anlayabilmek için kullanabileceğimiz birkaç ipucu paylaşalım: ‘*Siz konuşurken muhatabınızın eli dudaklarına dokunuyorsa, o da bir şeyler söylemek istiyordur. Hemen söz verin. * Anlattığınız şeyler karşılık kişinin üst dudakları yukarı kalkarsa bu tepki tiksinme olarak değerlendirilir. * İşaret parmağınızın karşınızdakine doğrultulması tehdit olarak algılanır. Siz siz olun işaret parmağınızı hiçbir şekilde çevrenizdeki insanlara yönlendirmeyin. * Konuşurken başparmağınız sıklıkla ön plandaysa, bu tepki sizin egosunun yüksek olduğunun güçlü bir belirtisidir. *Konuşma sırasında avuç içlerinin gösterilmesi dürüstlük ve zararsız olunduğunun mesajını verir. * Konuşma sırasında kişinin elleri birbirine kenetlenmişse, bu tepki kişinin o an iç gerginlik yaşadığını gösterir. İç gerginlik gördüğünüzde muhatabınızı rahatlatmaya çalışın. Ve tabii ki kendinizde bu tepkiyi görürseniz hemen elleriniz açın.’ Bunlar sadece birkaç detay, eğer bu konuda içtenlikle tavsiye ettiğim üzere araştırma yaparsanız müthiş bilgilere ulaşacaksınız.

Aslında beden dili bir anlamda bilinçaltını göstermek, ortaya sermektir. Karşınızdakinin ağzından çıkan kelimeler belki çok güzeldir ama bedeni size öyle mesajlar gönderir ki, o mesajlar kelimelere dökülüp söylemiş olsa bu kadar canınız acımazdı. O bakış, dudağın kenarındaki o kıvrımlar söylenmemişleri söyler. Bir çiftin fotoğrafına bakarsınız, o fotoğrafta sözde sevgi gösterilmek istenmiştir. Ancak tarafların birbirine yönelişleri duruşları sahteliği ele verir. Başka bir fotoğrafta ya da yan yana duran iki kişinin sergilediği duruşta tarafların hislerini duruşlarından, tavırlarından anlarsınız, çözümlersiniz. Ama bir de anladıklarınızı dile getirmeye görün. Sizin beden dilini çözümlemeniz sonucu söyledikleriniz yanlış anlaşılmalara da neden olabilir bunun için siz siz olun doğru kişilerle paylaşın gördüklerinizi. Yaklaşık dört yıl öncesiydi sosyal medya da bir tanıdığımın paylaştığı fotoğrafı görmüştüm. Birlikte fotoğraf çektirdiği kişi tanınmış biriydi. Tanıdığım bir elini diğer elinin üzerine koymuştu, gözlerinde sonsuz bir hayranlık ifadesiyle tanınmış olan kişiye bakıyordu. Alelade bir karşılaşma sonucu bir ünlüyle çekilen fotoğraf değildi. Bir arkadaş ortamını paylaşıyorlardı bu kişiyle. O fotoğrafta ne mi vardı, bedenler neyi mi söylüyordu? Tanıdığımın duruşunda karşısındaki kişinin önünde kendini nasıl özgüvensiz, nasıl yetersiz hissettiğini görebiliyordum, beden dili anlatıyordu her şeyi. İşte burada kişinin bilinçaltındaki, belki de kendisinin dahi farkında olmadığı hisleri ortaya dökülüvermişti. Hediye alıp verme hadisesinde de kişilerin bedenleri onları ele verir. O hediye mecburiyetten mi alınmış yoksa yürekten mi? Hediyeyi sadece görevinizi yerine getirmek için aldıysanız, hediyeyi verdikten sonra o kişinin yüzündeki ifadeyi gözlemlemezsiniz bile sadece hediyenizi verir sıranızı savuşturursunuz. Hediyeyi alanda mutluysa eğer gözlerinin içine kadar gülümser, şayet değilse sadece dudaklarıyla gülümser. Karşılıklı sohbetlerde de rastlarız beden dilinin kişiyi nasıl ele verdiğine. Sohbet halindesinizdir, anlattıklarınız elbette sizin için mühimdir ki güzel güzel anlatıyorsunuzdur. Karşınızdaki size bakıyordur bakmasına, dinler gibidir de oysa umursamazcasına, yerli yersiz kafasını sallayışları, dudağının kenarına yerleştirdiği o manasız alaycı gülümseme söylediklerini gerçekte dinlemediğini ve anlattıklarınızı hiç de önemsemediğini gösterir. İşte karşınızdakini okuyabilirseniz eğer o kişi ile olan iletişim şeklini ya da boyutunu değiştirmeye başlarsınız. İnsanları ne kadar iyi okuyabilirseniz yani onların bedenlerinin sizinle nasıl konuştuğunu ne kadar iyi dinleyebilirseniz o kadar kaliteli ve doğru iletişimler kurarsınız. Böylelikle hayatınızda doğru iletişim kurabileceğiniz, sizi anlayabilecek, mutluluğunuzu, kederinizi gerçekten paylaşacak ve size hak ettiğiniz değeri verecek kişiler olacaktır.

Beden dili kelimelerden daha güçlüdür. (Ricky Gervais)

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BEDENİNİZİN DİLİ SİZİ ANLATIYOR (1)

Yeni bir yazıyı kaleme almadan evvel kalbimin sesi ve rehberliğimin eşliğinde sizlerde farkındalık ve ışık oluşması için derinlemesine düşünüyor ve araştırmalar yapıyorum. Bugünkü yazımı hazırlarken de herkes için çok önemli olabilecek ve önemli olması gerektiğine inandığım ‘Beden Dili’ konusunu anlatmam gerektiğine karar verdim. Bu konu üzerine yıllardır çeşitli araştırmalar yapılmış olup birçok önemli veriye ve akabinde de sonuçlara ulaşılmıştır. Çok detaylı bir anlatımla ‘Beden Dilini’ açıklayacak ve her bir hususu ifade edecek olsam haftalarca sadece bu konu üzerine yazmam gerekir. Bunun için, detaya çok inmeden ana hatlarıyla konuya değineceğim. Bu yazıdaki esas amaç; ‘Beden Dilinin’ ne denli önemli olduğunu anlatıp, insanlarla iletişimlerinizde gözlerinizin açılması sağlamaya çalışmaktır.  Arzum şu ki; bu yazı sayesinde ‘Beden Dili’ konusunda bir uyanış gerçekleştirin ve konuya dair daha detaylı bilgileri edinmek konusunda harekete geçin.  Söylediğim gibi konu çok geniş ve bu konuda engin bilgiler edinebileceğiniz işinin ehli birçok üstat var.

Nedir ‘Beden Dili’? Dünyanın en sessiz iletişim biçimi olan beden dili, bilinçaltına verilen mesajların da en bilinen yöntemlerinden birisidir. Beden dili genel tanım itibari ile tüm canlı varlıkların kaş, göz, yüz hareketleri ile yani mimikleri ve el, kol, bacak, beden hareketleri olan jestleri ile gerçekleştirdikleri sözsüz iletişim biçimidir. Beden dili alanında ilk çalışma 1605 yılında filozof ve bilim insanı olan Francis Bacon tarafından yapılmıştır. Francis Bacon jestlerin ve mimiklerin insanların iç dünyalarını dışa yansıttığını belirterek ‘Dil kulaklara seslenirken beden dili göze hitap eder’ diyerek beden dilinin önemini vurgulamıştır. Bununla birlikte beden dili iletişimde çok önemli bir faktördür. Şöyle ki; araştırmacı Nick Morgan’ın insanlar üzerinde yaptığı çalışmada insanların 70.000 üstünde işaret, 5.000 tane el kol hareketi, 250.000 civarında mimik ve 1.000’den fazla vücut duruşu üretebildiği ortaya çıkmıştır. Ray Birdwhistell tarafından bir bilim dalı olarak literatüre giren beden dili, jest ve mimiklerin anlamlarını da içeren bir iletişim türüdür. Kişilerin duruş, konuşma, ses tonu, göz hareketleri, fiziksel mesafe vb. tüm hareketlerinin yorumlanarak mevcut duruma ilişkin saptamaların yapılmasını da kolaylaştırır.

Kültürler arasında farklılıklar olmasına rağmen hala dünya üzerindeki en etkili iletişim yöntemi olan beden dili, bireylerin duygu ve düşüncelerinin yansımasıdır. Karşı karşıya gelen iki kişinin ilk izlenimi, iletişimin sürdürülmesi açısından oldukça önemlidir. İnsanların yüz yüze kurdukları iletişimde kelimeler %10, ses tonu %30 ve beden dili %60 önem taşır. Bedenimizin çevreye hissettiklerimizi aktarma şekli; göz, mimikler, jestler, beden duruşu (mesafeli ya da yakın), bedensel temas, yöneliş, baş hareketi, ayak hareketleri, giyim tarzı ve benzeri ifadelerle gerçekleşir. Genel ifadelerin dışında mikro ifadeler denilen küçük detaylar vardır ki işte kişiyi bize açan en önemli güç onlarda saklıdır. Beden dilini ve ondaki mikro ifadeleri doğru kullanabilen insanlar neyin yanlış, neyin doğru olduğunu bilerek, hem öz güven, hem de kaliteli iletişim inşa etmiş olurlar. Bir detay var ki ona değinmeden geçmeyelim; özgüven ve ego çok önemli ve ters orantılıdır. Özgüven inşa edilir ve şartlara göre oluşur. Özgüven, sürekli öğrenme, gelişme ve düzenli iyilik yapma ile gelişir. Ego ise kişinin kendini en üst görme halidir ve törpülenmesi gereken en büyük negatifliktir.

İletişimdeki altın kural: ‘Önce dinle ve anla. Ardından neyi, nasıl söyleyeceğini doğru tespit ederek konuşmaya başla.’  Ne söylediğin ve nasıl söylediğin çok önemlidir. Hatta nasıl söylediğin bazen daha da önemlidir.

Duygularınızın yansıması mimikler sizleri nasıl ele veriyor? Gülümsemeniz sahte mi, gerçek mi? Karşınızdaki insan doğru mu söylüyor?

Yazımın birinci bölümünü bu sorularla tamamlamış oluyorum. Yazımın ikinci bölümü bir sonraki paylaşımımda olacak. Bedenlerinizin dili ile gönlünüzün dili bir bütün olsun…

Beden diliniz kim olduğunuzu şekillendirir. (Amy Cuddy)

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

KAPIYI AÇMAK NE ZORDUR NE DE KOLAY

On sekizinci yüzyıl İngiltere’sinin ünlü ressamlarından William Holman Hunt’ ın bir tablosu Londra Kraliyet Akademisinde sergileniyordu. Bir bahçeyi tasvir eden bu tablosuna, Hunt “Kâinatın Işığı” adını vermişti. Tablo geceleyin bir bahçede duran bilge görünümlü bir adamı resmediyordu. Adam serbest kalan eliyle bir kapıya vuruyor ve içeriden bir cevap bekler halde duruyordu. Tabloyu inceleyen sanat eleştirmenlerinden biri: “Güzel bir tablo doğrusu” demişti Hunt’ a. “Ama anlamını bir türlü kavrayamadım. Adamın vurduğu kapı hiç açılmayacak mı? Kapıya tokmak takmayı unutmuşsunuz da…”

Ressam Hunt bilge bir edayla adama gülümsedi. Tam da bu soruyu bekler gibiydi:
“Adam alelâde bir kapıya vurmuyor” dedi. “Bahçedeki bu kapı, insanın kalbini temsil ediyor. Ancak içeriden açılabildiği için de kalbin dışarıdan tokmağa ihtiyacı yoktur.”

İnsan öyle eşsiz bir deryadır ki, bu deryayı çözümleyebilmek, analiz edebilmek ve tüm gerçekliğiyle anlayabilmek çok kolay bir iş değildir. Bunun için bitmek tükenmek bilmeyen bir çaba, bir emek gereklidir.  Her zaman söylediğimi yinelemek istiyorum. ‘Önce kendimiz! İlk adım kendimizi bilmek, tanımak, anlamak. Çaba gösterilecekse önce kendimiz için, emek harcanacaksa önce kendimiz için! Kendimizi bulmakta başarılı olursa yolun yarısını tamamlamış sayılırız. Ardından diğer adımlar gelir ulaşmak istediklerimize, ulaşabilir, dokunmak istediğimiz yüreklere dokunabiliriz.

Kendimize yabancı isek, içimizde açılmasın diye üzerlerine kilitler vurduğumuz çokça kapı varsa o zaman işler biraz zor demektir. Kendimize dahi açmadığımız kapılarımız varsa nasıl bir başkasının kapısına gidip, ‘hadi aç kapılarını bana diyebiliriz?’ Bir başkasına ait olan kapının sana doğru açılmasını bekliyorsun peki sen kendi kalbinin kapısının açılması için ne yapıyorsun? Burada bahsi geçen kapı sadece simgesel bir ifadeden öte değildir. Konu olan şey kişinin hissettikleri, duyguları, iç dünyasıdır. Kapı bir simgedir ama hislere dokunuşlar gerçektir. Şayet kendimizle olan, kendimizi tanıma mücadelemizi mutlu sona eriştirebildiysek işte o zaman kapılar açılmış aydınlık yüreğimize ulaşmış demektir. 

Tıpkı hikâyedeki gibi; ‘kapının önüne gelen kişinin kalp kapısı ne kadar açık ki başka bir kapının kendisine açılmasını bekleyebilir, hele bir de o kapının dışarıdan açılmayı sağlayan tokmağı yoksa?’ Aslında insan ruhunun, kalbinin kapıları hiçbir zaman dışarıdan açılmaz. Açılmaya izin veren içerideki güçtür. Yanılgı burada başlamaktadır.  Çoğu zaman karşımızda kişinin gönlüne girmek onun kalbini fethetmek, onun sevdiği kişi olmak için çabalar dururuz. Oysa o, kendini-kapılarını- size açmaya izin vermedikçe hiçbir sonuca varamazsınız. Hatta kendinizin karşınızdaki kişi nezdinde ne anlama geldiğinizi bilmenin belirsizliği içinde kalakalırsınız. Burada bahsettiğim ilişki türü sevgililik ya eş olma şeklinde değil. Karşılıklı iki kişinin var olduğu her türlü ilişki, iletişim için aynı durum söz konusudur. Aile içinde, sosyal ilişkilerde, arkadaşlıklarda, dostluklarda… Hatta iş ilişkilerinizde, patronunuzla ya da üssünüzle dahi olabilecek her çeşit ilişkilerde bu durum geçerlidir. 

Hadi biraz örneklendirelim. İş ortamınızda patronunuzla ya da üssünüzle herhangi bir sebepten ötürü karşı karşıya geldiğinizi yani aranızda itilaf çıktığını düşünelim. Siz kendinizi, içinde bulunduğunuz durumu ne kadar izah etmeye çalışsanız da karşınızdaki kişi sizden gelen düşüncelere yani size kapattıysa kendini ona ulaşmak hakikatten çok zordur. Onun kapılarının tokmağı da olsa, tokmak sadece o kapının sahibi tarafından çevrilip açılmaya izin verilebilir… Eğer siz kendinizi kendi kapılarını açık tutuyorsanız olumlu enerjinizle karşınızdakinin kendini aralamasını sağlayabilirsiniz, bunun için hemen pes etmemekte fayda vardır. O kapıda küçücük bir aralanma varsa eğer umut var demektir Kimi zamanda siz ne yaparsanız yapın olmuyorsa olmuyor.  Aynı durum arkadaşlık ilişkilerinizde karşınıza çıkabilir, çıkmıştır da. O arkadaşınız için her şeyi yaparsınız, onu mutlu etmek, her koşulda onun yanında olmak için emek harcarsınız. Ama o öyle kilitler vurmuştur ki ruhunun, kalbinin kapısına, o kapıları açmak mümkün olmaz. İsterseniz dünyaları o insanın ayakları altına serin, ona ipekten kanatlar takın, güzelliklerin en yücesini verin ama yine de o kapılar bir türlü açılmaz… Ne yaparsanız yapın onun dünyasında yer alamazsınız, hatta kanınızı emercesine sizi sömürür, emeklerinizi görmezden gelir, ama sonuç nafile… Yazıktır ki; o kişi de aslında bilmemektedir kendisindeki karanlığı. Açmamıştır ki ruhunun kapılarını aydınlıklar içeri girebilsin.

İkili ilişkilerde kapalı kapılara rastlarız. Bazen o yüreğimize almak istediğimiz bir kişi olur, yüreğimiz sever onu ve ona güzel yeri ayırır kendinde.  Fakat istenilen olmaz bir türlü, yürekler bütünleşmez. Belki bir yürekte yer edinmeye hazır değildir belki de girmek istemez gönül kapınızdan, çünkü o, sevginizi, aşkınızı görmez, sizde ki derinliği bilmez, anlamaz hissettiklerinizi. Bir yerlerde rastladığım bir söz vardı, orada kişi karşısındakine sesleniyordu ve diyordu ki: ‘İzin versen bir beton çivisi gibi yüreğinin duvarları delip oraya yerleşirim.’ Şimdi düşünüyorum da siz ne yaparsanız yapın karşınızdaki size açmazsa gönlünü onda yer bulamazsınız. Bir de şu var: Ya yanlış kapının önünde bekliyorsanız?

Kalbinizin kapılarını açık tutun. Hiç endişelenmeyin o kapının yolunu hak edenler bulabilir. Kapı açık olsa dahi onun açıklığını görebilmek her yüreğin harcı değildir. Daima aydınlıkta, aydınlıkla kalın…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

MUTLU OLMAK HİÇ DE ZOR DEĞİL

Anın kıymetini biliyor, tek başına keyifli zamanın nasıl geçirileceğini biliyordum. Varsın gitmemeyim onlarla, ne olmuş yani? Ben kendimi her zaman mutlu etmenin yolunu bulurum. Ne de olsa namı diğer ‘Erkek Fatma’ değil miyim ben?  Çocuk sandığın başına henüz ulaşmadan, oradan hangi anıyı çıkartacağını çok iyi biliyordu. Tabii ki zamanda sekme yapmayacak, sırası geleni çıkartacaktı o sandıktan ama yine de dönem aynı olduğu için bazı günlerin yeri değiştirilebilirdi. Buna rağmen çocuk öyle yapmadı, anlatacaklarının hem zamanı gelmişti hem de gerçekten günlerdir aklında olan bu anı kümesini dile getirecekti. Seremoni başlasın. Sandıkla yeniden buluştu çocuk, bu sefer hemen kapağını açmak için anahtarına uzanmadı. Sandığın her bir noktasına parmak uçlarıyla dokundu, severcesine. Bir taraftan da sandığa daha sert bir dokunuş yaparsam hem ona hem de içindekilere zarar veririm diye düşünüyordu. Çok nazik davranmalıydı emanetlerle yüklü sandığa. Elbette ya, sandığın içindekiler, çocuğun sandığa verdiği emanetler değildi de neydi? Sandık bir emanetçi, sandığın kapağı emanetleri koruyan muhafızlar, anahtarsa muhafızları harekete geçiren tılsımdı ve tabii ki çocukta sandığın içindeki emanetlerin yegâne sahibiydi. Sandığın her bir noktasına dokunduğundan yani hiçbir noktayı atlamadan sandığı parmak uçlarıyla sevdikten sonra tılsımı sandığın o küçük deliğine yerleştirdi, tılsım görevini yaptı, muhafızlık görevini yapan kapak açılıverdi. Dile gelmesini çok istediği o anıları dışarı çıkarttı. Sıra geldi kelimelere…

  • “Keyifli geçen günlerimiz bizi yazın ortasına kadar getirmişti. Babaannemi kaybedeli neredeyse bir yıla yaklaşıyordu. Tamı tamına on bir ay olmuştu. Bu süre içinde dedemle ilgili bazı gelişmeler olmuştu. Babaannemi kaybettikten sonra dedemin Malatya’ da tek başına kalmasına kimsenin gönlü razı gelmediğinden onu İstanbul’ a getirdiğimizden bahsetmiştim. Babaannemin kaybı dedemde derin yaralar açmıştı, sanki bir yanı kendisinden uzaklaşmış tıpkı babaannem gibi toprağa gömülüp kalmıştı, bir türlü toparlayamadı kendini. Ne de olsa yaşlıydı ve eşi olmadan tek başına, yapayalnız hissediyordu kendisini.  Hiç birimizin evine sığamıyordu ve Malatya’ ya dönmek istiyordu, diğer taraftan yalnızlık çektiği için evlenmek de istiyordu.  Kim bilir belki evlenmek istemesindeki asıl sebep, bir eşi olursa babamların onun Malatya’ da kalmasına izin vermelerini sağlamaktı. Bunu hiç soramadım ona, soramazdım ki… Amcamlar ve babam dedemin ne Malatya’ ya dönmesine ne de evlenmek istemesine sıcak bakıyorlardı. Ama dedemin babaannemin gidişinin ardından bir süre sonra hastalanması onların fikirlerini biraz yumuşattı ve ‘iyileştikten sonra dediklerini yapacağız’ sözünü söyleyecek noktaya getirdi. Dedem hastalığı süresince bir dönem ortanca amcam da bir dönem de halam da kaldı.  İyileşince ya da iyileşir gibi olunca babamlar dedemin ısrarlarına dayamayıp onu Malatya’ ya götürdüler.  Maalesef bir süre sonra tekrar hastalandı ve o hiç istemese de babam onu İstanbul’ a geri getirdi. Tedaviye başlandı, ancak bu sefer hastalığı evde bakılamayacak kadar kötüydü ve doktorlar hastaneye yatmasını söylemişlerdi. Dedemin hastanede kaldığı süre boyunca her Pazar babam onu ziyaret etti, bizlerde gittik ama tabii ki her Pazar değil. Babamın ailesine, büyüklerine bağlılığı her daim başka türlü olmuştur. Babaannemi yani annesini kaybetmişti, şimdi de babası çok hastaydı…  Babam, dedemi yeniden hastalanacak korkusuyla Malatya’ ya geri götürmeyi hiç istememişti, ancak dedemin ısrarlarına engel de olamamıştı. İşte şimdi, babamın dediği gibi olmuş dedem Malatya’ ya döndükten sonra çok hastalanmış ve böylesine kötü bir hastalıkla İstanbul’ a geri getirilmişti. Babamın hastaneden döndükten sonraki bir gün annemle konuşmasına kulak misafiri olmuştum. Doktorlar babama dedem için hiçbir umudun olmadığını, hastalığının çok ağır olduğunu, iyileşmesinin mümkün olmadığını söylemişler. Babam doktordan dinlediklerini büyük bir acı ve keder içinde anneme anlatıyordu. Duyduklarım karşısında öylesine üzülmüştüm ki ağlamaya başlamıştım. Babaannem gitmişti ve sıra dedeme mi gelmişti? Yine sevdiğim birini mi kaybedecektim? Babam ve annem ağladığımı duyunca anladılar ki onlara kulak misafiri olmuştum. Beni avutmayı, sakinleştirmeyi denediler. ‘Deden hasta ama iyileşecek, tamam, eskisi kadar güçlü olmayacak ama yine de iyileşecek. Sen duyduklarını yanlış anlamışsın.’ dediler. Biliyordum üzülmemi istemedikleri için böyle söylüyorlardı. Ama bildiğim diğer şeyse, dedemin de gidecek olmasıydı. Bunu artık biliyor olmak içime tarifsiz bir acıyı yerleştirmişti.

Adadan bahsediyordum. Ne garip bir şey insan olmak! İçinde hem acıları taşıyabiliyorsun hem de mutluluklara kucak açıyorsun. Tatil çok eğlenceliydi, hafta içi değişlik olsun diye annem, ağabeyimi, ablamı ve kardeşimle beni diğer adalara gezmeye götürürdü. Gezilerimizin olmazsa olmaz annemin piknik çantasını anmadan edemeyeceğim. Nasıl bir çantaydı o? Türlü yiyecekler, içecekler, meyveler… Farklı yerleri görmek, tanımak, gezmek bana her zaman yeni bir maceranın içine doğru çekiliyormuşum hissi verir. Her bir gezi yeni bir maceraydı benim için ve yeni bir keşif… (Halende öyle değil mi?) Adada sadece çocuklara özel bir parti düzenlenecekti. Partiyi bir arkadaşımızın ailesi düzenliyordu. Parti biletli olduğundan belirli bir miktar para ödeyip öyle gidilebiliyordu. Annem ağabeyim ve kardeşim için bilet almıştı, benim için alınmamıştı. Yani ben gidemeyecektim. Oysa ben de gitmeyi istemiş hatta gidemeyişime oldukça da üzülmüştüm. Adadaki hemen her çocuk orada olacaktı ve onlar partideyken benim oyunlarıma eşlik edecek bir arkadaş dahi kalmamıştı ortalıkta. Üzülmüş ama yine de sesimi çıkartmamıştım, işte her zamanki ben! Tamam, yalnız kalmıştım ama bu mutsuz olmayı, oflayıp puflamayı gerektirmezdi ki. Önce denize girmiştim sonra bahçede tek başıma oyun oynamak için bahçeye çıkmıştım. O sıra yan bahçede duran bisiklet gözüme ilişmişti. Tam benim boyuma uygundu. Ağabeyim ve ablamın bisikletleri vardı ama onlarınki çok büyük olduğundan ayaklarım pedallarına yetişmiyordu. Oysa yan bahçedeki tam benim içindi! Bisikletin sahibi olan, yan bahçenin sakini teyzeden usulünce izin aldım, dolaşmak istediğimi, sonrasında da onu geri getireceğimi söyledim. Teyze bana izin vermiş ve bende keyifle bisiklet turuma başlamıştım. Kendime yetiyordum, bisikletim ve ben harika bir ikili, mutluydum, hem de çok… Aklımda partiye gidememenin üzüntüsünden eser kalmamıştı. Ben bisikletle gezedurayım o esnada çarşıda alışverişte olan annem beni görmesin mi? Annemin ne ödünç bisiklet aldığımdan ne de dağ bayır, dere tepe geziye çıktığımdan haberi vardı.  Ben de annemin beni gördüğünden habersizdim. Macera dolu keyifli gezim bittikten sonra eve dönmüş ve emanet bisikleti yerine teslim etmiştim. Tabii ki annem eve gelir gelmez bir sürü soru sordu. ‘Nereden aldın bisikleti? Nerelere gittin? Haberde vermedin? …’ Her bir soruyu yanıtladım. Konuşmaya şahit olan yengemler: ‘Biz hep diyoruz bu kız erkek olacakmış tam Erkek Fatma’ dediler. Evet, bu yakıştırmayı çok duymuşumdur hem onlardan hem annemlerden. Annem hep anlatır. Beni erkek olarak bekliyorlarmış. Doktor anneme doğacağım tarihi vermiş ama acelecilik bu ya ben doğmam gereken tarihten on beş gün evvel dünyaya gelmişim. İşte bunun için her şeyin hemen olmasını istediğimde annem bana hep takılırdı, ‘dünyaya gelirken bile acele ettin’ derdi. (Halende der.) Canım annemin ben doğmadan iki gün evvel gördüğü bir rüya vardı. Rüyasında yeşil renkte türbeye girmiş ve orada dua ediyormuş. Türbeden sonra tertemiz, berrak bir denize girmiş, gökyüzünde de kocaman bir ay, dolunay varmış, ayın ışığı denizi aydınlatıyormuş. Kimilerine göre bu rüyanın manası erkek çocuk doğacağı şeklindedir ve annem de rüyasını anlattığında ona erkek çocuğu olacağını söylemişler.  Ama ben beklenildiği gibi erkek olmasam da aldığım lakapla erkeğe benzetiliyordum. Erkek Fatma! Rüya çok da boşa çıkmamış…

Parti bitmiş bizimkiler eve dönmüştü ve bende kendi partimi bitirmiş evdeydim. Çok eğlenmişler, yemişler, içmişler, her bir detayı mutlulukla anlatıyorlardı. Sonradan anneme beni neden partiye göndermediğini sordum. Annem; ‘partinin böyle güzel geçeceğini düşünmemiştim, sanki boşa verilecek paraymış gibi gördüm, onlar çok isteyince onları gönderdim, bunun içinde seni göndermedim.’ dedi. Bu konuda böylece kapandı.”

Bazen çocuklar büyüklerin verdiği çeşitli kararlar sonucunda küçük mutsuzluklar yaşayabilirler. Ama diğer taraftan onlara en ufak şeyden dahi mutlu olabilecekleri öğretilmişse, o çocuk mutlaka mutluluğu kendi yöntemleriyle keşfeder. Tıpkı, bu anıdaki ben gibi.

Çocuk yetiştirmek bir sanattır. Ama mutlu çocuk yetiştirmekse bir başyapıta imza atmak gibidir. Çocuklar ailelerinin davranışlarını bebeklikten itibaren hafızalarına kaydeder. Bu davranışlar onun yaşamındaki ileri gelen hal ve hareketler olacaktır. Bu nedenle önce kendimiz mutlu ve sağlıklı bir yetişkin olmalıyız. Sevgi dolu yaklaşımınız çocukta mutlu olma hissi yaratacaktır. Anne ve babasının onu sevdiğini ve ona değer verildiğini düşünmesi onu ruhen rahatlatacak ve aile ile inatlaşma evrelerini büyük ölçüde hafifletecektir. Çocukların olumlu davranışlarını destekleyin ve onlara övgü ile yaklaşın. İnsanların içinde onu aşağılamayın ve azarlamayın ona karşı sabırlı ve ilgili olun. Çocuklar öğrenmekten ve dünyayı keşfetmekten büyük keyif alır ve bunun sonucu olarak mutlu olurlar. Benim keşiflerim çocukluğumun bana en güzel armağanlarıdır. Keşfettikçe, öğrendikçe mutlu oldum ve mutlu ettim…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

SEVGİ REÇETESİ OLUMLAMASI

Bugün yeni bir olumlama ile sizlerleyim. Olumlamamızın konusu: ‘Sevgi Reçetesi’. Yazılarımın hemen hepsinde sevginin, insan hayatında nasıl bir öneme sahip olduğuna değiniyorum. Sevginin birçokları tarafından anlaşıldığı üzere, sadece diğer insanlara, hayvanlara, bitkilere ya da nesnelere yöneltilecek yüce bir duygu olmadığını, öncelikle bu duygunun kişinin kendisine yöneltmesi gerektiğini bütün benliğimle savunuyorum. Bıkmadan, usanmadan hayata tutunabilmemizin en önemli adımının, kendimizi sevmekten geçtiğini anlatıyorum.

‘Sevgi Reçetesi’ olumlaması 90 yaşında dünyaya gözlerini kapatmadan evvel ışık dolu farkındalığını bütün evrenle Louise L. Hay’ nin olumlaması birazdan sizlerle olacak. Bunun öncesinde onu daha iyi anlayabilmeniz için bu muhteşem hanımefendiyi size tanıtmayı kendime bir borç bilirim: ‘Louise L. Hay’in hayatı oldukça sıra dışı. Hayata en kötü koşullarda başlıyor. 5 yaşında tecavüze uğruyor, fakirlik içinde büyüyor, doğru düzgün eğitim alamıyor. Model oluyor, İngiliz bir iş adamı ile evleniyor, on dört yıl sonra eşi onu terk ediyor. 1970’ lerde düşünce gücü ile ilgili çalışmalara başlıyor. 1980’ lerde kansere yakalanıyor ve iyileşiyor, 50 yaşında Düşünce Gücüyle Tedavi (You Can Heal Your Life) kitabını yazıyor., kitap tüm dünyada 50 milyondan fazla satıyor, 60 yaşında yayınevi kuruyor. Çok kıymetli birçok kitabı insanlığa armağan ediyor ve 30 Ağustos 2017 sabah saatlerinde hayata veda ediyor.’

Louise L. Hay ile Düşünce Gücüyle Tedavi (You Can Heal Your Life) kitabıyla tanıştım ve diğer tüm kitaplarını içime sindirerek, ders alarak, yaşama uygulayarak keyifle okudum.  Özellikle bu kitabında; dünyaca ünlü öğretmen Louise L. Hay, zihin ve beden arasındaki ilişkiye derin bir bakış açısı sunuyor. Düşüncelerin ve fikirlerin sınırlandırılmasının bizi kontrol etme ve daraltma şeklini araştırırken, fiziksel hastalıklarımızın ve rahatsızlıklarımızın kökenlerini anlamak için güçlü bir anahtar sunuyor. Onun tüm olumlamalarını yüreğimin gücüyle itinayla yapıyorum. Bu harikulade hanımefendi, sevgisizliğin insan vücudunda her türlü hastalığa nasıl sebep olduğunu kitaplarında ve olumlamaların en güzel ve anlaşılır şekilde ifade etmiştir.

Lütfen her olumlamayı düzenli yapıp, bununla birlikte bilinçaltı olumsuzluklarınızı temizlemek ve düşünce şeklinizi değiştirmek için çabalamaktan vazgeçmeyin. Ancak o zaman olumlamaları faydasını göreceksiniz ve bir süre sonra ağzından çıkan negatif kelimelerin pozitife dönüştüğüne şahit olacaksınız.

★★★★★

“Varlığımın derinliklerinin tam merkezinde sonsuz bir Sevgi kaynağı var.

Şimdi bu sevginin yüzeye çıkmasına izin veriyorum. Kalbimi, bedenimi, zihnimi, bilincimi, bütün varlığımı bu sevgi dolduruyor, her yönden dışına taşıyor ve bana katlanarak geri geliyor.

Sevgiyi verdikçe, daha da fazla sevgi vermek için kaynağın oluşuyor, kaynağım sınırsız.

Sevgiyi ifade etmek beni iyi hissettiriyor, bu benim içsel mutluluğumun bir ifadesi.

Kendimi seviyorum, dolayısıyla, bedenime sevgiyle iyi bakıyorum.

Onu faydalı yiyecek ve içeceklerle sevgiyle besliyorum. Onu sevgiyle süslüyor, giydiriyorum ve bedenim bana canlı bir enerji ve sağlıkla karşılık veriyor.

Kendimi seviyorum, dolayısıyla, kendim için bütün ihtiyaçlarımı tamamen karşılayan ve içinde yaşamaktan zevk aldığım rahat bir ev sağlıyorum.

Odaları sevgiyle dolduruyorum ve ben de dahil giren herkes, bu sevgiyi hissediyor ve bundan besleniyor.

Kendimi seviyorum, dolayısıyla, gerçekten zevk aldığım, yaratıcı yetenek ve becerilerimi kullandığım, sevdiğim ve sevildiğim insanlarla beraber ve insanlar için çalıştığım ve iyi bir gelir elde ettiğim bir işte çalışıyorum.

Kendimi seviyorum, dolayısıyla, tüm insanlara verdiklerimin katlanarak bana geri döneceğini bilerek sevgiyle davranıyorum, tüm insanlar için sevgiyle düşünüyorum.

İnsanlar benim aynam oldukları için sevgi dolu insanları hayatıma çekiyorum.

Kendimi seviyorum, dolayısıyla, affediyorum, geçmişi ve geçmiş deneyimleri tamamen bırakıyorum ve özgürüm.

Kendimi seviyorum, dolayısıyla, tamamen şu anda seviyorum, her anı iyi şekilde deneyimliyorum.

Evren bana şimdi ve sonsuza kadar sevgiyle bakıyor, evrenin sevilen değerli bir çocuğuyum ve ben geleceğimin parlak, mutluluk dolu ve güvende olduğunu biliyorum. Ve zaten öyle” – Louise L.Hay

★★★★★

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

TUTSAKLIK VE ENDİŞE (2)

Yazıma kaldığımız yerden aynı hızla ve şevkle devam ediyorum. Bugün geçmişe takılı kalmaktan, kaygılardan, kızgınlıklardan bahsederken yaşanmışlarla da konuyu örneklendireceğim.

Şimdiki zamanı doyasıya yaşamak ve geleceği planlamak bazılarımız için zordur. Geçmişe takılıp kalmak, potansiyelimizi geliştirmemizi ve hayatta yol almamızı engeller. Geçmiş, mutlu veya mutsuz olsun, kendimizle her zaman buluştuğumuz alandır ve içindeyken güvende hissettiğimiz bir baloncuktur. Peki, geçmişte yaşamanın riski nedir? Ondan kopamamak. Bu yüzden kişiliğimizin bir bölümünü kendimizden koparıp geçmişimizdeki edinimlerimizde tutar ve potansiyelimizi geliştiremeyecek hale geliriz. Sıklıkla geçmişe takılıp kalmak, bazı şeylerin yerli yerine oturmadığının ya da güçlü bir travmanın zamanında hazmedilemediğinin göstergesidir. Bunlar bizi geçmişe çeker ve ilerlemekten alıkoyar.

Bazen kişiler, geçmişin yüklerini taşımaktan ve onları zihninde tekrar tekrar yaşamaktan yorulduğunu hissettikleri bir anda, onlardan kurtulup yeni bir başlangıç yapmak isterler. Ancak hem içsel hem de dışsal yeterli desteği alamadıkları zaman yeniden geçmişin yolunu tutarlar. Bu geriye dönüşse daha yıpratıcı ve üzücü olur. Bunun için, istediğiniz kendinizi yenilemek hatta özgürleştirmek ise öncelikle kararlı bir atmak için ayaklarınızın yere sağlam basmasını sağlamalısınız. Nasıl mı olacak tüm bunlar? Hadi görelim!

Bir danışanımla ‘regresyon seanslarımız’ vardı. Seanslarımız başlamadan önce sohbet ediyor, seansa hazırlıyordum kendisini. Bu ön sohbetlerimizin hepsinde geçmişte yaşadığı bir olayı bıkmadan usanmadan defaatle anlatıyordu. Her anlatımında gözlerindeki öfke, sesindeki nefret onu adeta yalnız bırakmıyordu. Hem anlattıklarının hem de öfke ve nefretin kapanına sıkışmış gibiydi. Ona yaşadığı bu olayın ne kadar zaman önce gerçekleştiğini sorduğumda aldığım cevap; ‘On beş yıldı’. Tam on beş yıllık bir öfkeyi, nefreti içinde taşıyordu. Dile kolay değil on beş yıl! Düşünün vücudunuzda hatta tam olarak elinizin üzerinde, her an gördüğünüz o yerde, on beş yıldır iyileşmeyen bir yara var. Siz her an o yaraya bakarak yaşıyorsunuz, her nefes alışınızda sizinle. Bu ne büyük ruhsal ve fiziksel bir travmadır! Neredeyse her şeyden herkesten çok güvendiği kuzeniyle ortak bir işe girişmişler. Başlangıçta her şey çok güzel ilerlerken, bir anda işler tersine dönmüş, alınan krediler ödenemez hale gelmiş. Kredileri danışanım çekmiş ve kuzen ortadan kaybolunca da ödenemeyen tüm kredi borcu onun üzerine kalmış. Hem işinden hem parasından hem de çok güvendiği dostundan olmuş. Bu denli güvendiği her şeyini emanet ettiği kuzeninin onu ortada bırakmasını, üzmesini bir türlü anlayamadığından ve kabullenemediğinden içindeki öfkeyi, nefreti büyüttükçe büyütmüş. Bu sorunu çözemezse hayatına sağlıklı devam edemeyeceğini bildiğim için bu konuya odaklandım ve ona şunları söyledim: “Konuşmak seni rahatlatıyor, öfkeni seninle taşıyacak birini arıyorsun. Bu yaklaşımını son derece normal buluyorum ve seni çok iyi anlıyorum. Bunu şimdilik bir tarafa bırakalım. Bu konuyla ilgili sana birkaç soru soracağım. Sorularımı dikkatlice değerlendir ve gerçek cevapları vermeye çalış. “* Bu konuyu sürekli hatırından tutma ve anlatma sebebin bu şekilde konuşmanın seni rahatlatması mı? *Her gün bu konuyu düşünmen ve bu konu hakkında konuşman geçmişte neyi değiştiriyor? * Geçmişi sürekli yanında taşıman kuzenin parayı sana getirmesini sağladı mı? * Bu olayı başkalarına anlatarak kuzeninin nasıl bir insan olduğunu onlara mı göstermek istiyorsun? *Sevdiğim, güvendiğim kuzenim bile bana bunları yaptı başkaları ne yapmaz diye kendine mi göstermek istiyorsun ya da konuyu anlattıklarına ‘size nasıl güvenirim?’ sorunu mu sormak istiyorsun? *Bir gün her şeyin özellikle de her güzel şeyin biteceğini mi sürekli kendine hatırlatıyorsun?”  Böyle daha bir sürü soru sordum ona.  Bir soruyu cevapladı, ardından yeni bir tane ve yeni bir tane olarak devam ettik…  Tüm soruları cevapladığında sorunun köküne ulaştık ve regresyon çalışmasıyla (geçmiş yaşam şifası) o kökü tamamen kuruttuk. Kök saldığı toprağı da iyice temizledik, içindeki tüm olumsuzluğu şifalandırdık. Bugünün ardından iki ay kadar zaman geçmişti, onu aradım, bana kuzeni hakkında neler anlatacak diye merak ediyordum. Onu yoklamak için, kuzeni hakkında sorular soracak ve tepkilerini ölçecektim. Ben soru sormaya yeltendiğim sırada hemen durumun farkına vardı, önce kocaman bir kahkaha attı arından da ‘artık kimse kuzenimle geçmişte yaşadığım olayı anlatmamı sağlayamaz’ dedi. Geçmişin yükünü bıraktığını, şu anda gerçekten nefes aldığını anlattı ve ekledi: “Ben her gün içimdeki kızgınlık ve kin ile nefes alıyormuşum, ama hepsi geride kaldı artık kimse beni o günlerin içinde yaşamak üzere geriye götüremez.  Yıllardır sırtımda kambur varmış ve şimdi o kamburu sırtımdan söküp attım. Beni bekleyen çok güzel bir hayatın varlığının farkına vardım. Dünya varmış!” Sesindeki her bir titreşim söylediklerini destekliyordu. İçim rahat bir şekilde telefonu kapattım.

Evet, hep söylediğimiz gibi, geçmişi konuşmak, anmak başlangıçta bizi rahatlatıyor ancak bu süreklilik haline dönüştüğünde bizi o olumsuz enerjinin içine çekiyor ve orada sıkışıp kalıyoruz. Geçmişten çıkamayınca da anımızı yani hayatımızı kaçırıyoruz. Böceklerle ve dikenlerle dolu bir bahçeye dikeceğin yeni bir çiçek nasıl büyüyüp kök salamazsa, kabullenip geride bırakamadığın geçmişin dikenleri de senin mutlu olup huzurla yaşamanı engeller.

Birkaç küçük tavsiye sıralayacağım. Ne zaman geçmişin hayaletleri kapınızı çalacak olsa bunları yapın ve kendinizi iyileştirin. * Fiziki anlamda şimdiki zamanda olun. Şimdiki zamanı yaşamak, fiziki olarak anda hissetmektir. Spor yapmak, yürümek, rahatlama egzersizleri yapmak, nefes teknikleri öğrenmek ve algılarımız açmak gibi aktiviteler bedenimizi yeniden sahiplenmeyi ve tam şu anda varlığımızın bilincine varmayı sağlar. *Üretin. Sanatsal üretim ana odaklanmayı gerektirir.  Kabiliyetim yok demeyin, üretim aynı zamanda insanın özgüvenini yeniden kazanması için de yararlı bir yöntem, çünkü bize yenilikten ne üretebileceğimizi keşfettirir. *Korkularınızı listeleyin. Korkularımızı, hatta en nafile endişelerimizi bile listelemek, geleceğe dair daha net ve daha az kaygılı bir görüş benimsememizi sağlar. Böylece hazırlıklı olunur ve sadece bu sebep nedeniyle gelecekle yüzleşmemenin üstesinden gelinir. * Kendinizi geçmişten azat edin. Zihninize geçmişin sizi andan kopardığını kabul ettirin. Kendinizi sevin ve kendinizi mutlu edin. Bunun için geçmiş olduğu yerde kalsın ve sizde olmanız gereken yerde yani anda kalın.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

TUTSAKLIK VE ENDİŞE (1)

Bugün bulunduğumuz yere ulaşmak için, geçmişten bu zamana değin yürüdüğümüz yol aklımıza kazındı. Bu ‘kazınma hali’ ne düşündüğümüz, ne söylediğimiz ve nasıl davrandığımız üzerinde büyük bir etkiye sahiptir. Ayrıca, hayatın karşımıza çıkardığı farklı durumlarla başa çıkmak için, kullanacağımız stratejileri de etkiler. Yaşadığımız deneyimler, aldığımız dersler ve tanıdığımız insanlar, bugün olduğumuz kişinin bir parçası. Geçmişte yaptığımız işler, söylediğimiz sözler, o zamanlar kim olduğumuzu anlatır. Ama artık o kişi değilsiniz, bugün yaşayan bir başka siz var. İnsanoğlu olarak sürekli değişiyoruz. Her geçen gün, edindiğimiz her yeni bilgi ile birlikte, öğrendiğimiz her yeni şeyi değiştiriyoruz. Değişim, kaçınılmaz bir olgudur. Bu yüzden geçmişte yaptıklarımızdan pişmanlık duyduğumuzda, sadece kendimize zarar vermek ile kalıyoruz. Bu pişmanlıklar, sağlıklı bir şekilde kullanılırsa, yanlış giden durumları düzeltmemize yardımcı olabilir. Ama eğer, bu duyguya çok fazla bağlanır ve bunu bir takıntı haline getirirsek, hayatımıza zarar verebilecek ve geçmişimiz ile barışmamızı engelleyecek zararlı bir duygu haline gelebilir.

 Zihnimizin geçmişe doğru çıktığı her bir seyahat, aslında kendimizi yeniden günümüzde konumlandırmak için yapılmış iyi bir egzersizdir. Ancak bu geçmişte takılı kalmadığımız zaman mümkün hale gelebilir.  Diğer taraftan, zihnimiz geleceğe seyahat ettiğinde, elimize geçen tek şey, henüz yaşanmamış olana dair kaygıdır. Gerçekte var olan tek şey, burada ve şu anın içerisindedir. Geçmiş ve gelecek sadece kafalarımızda var olan kavramlardır.

Yaşanmışlıkların sadece güzel olanları hatırlansa, işte o zaman geçmişe yapılan zihin yolculuklarında hiçbir sıkıntı olmayacak. Sorun; geçmişe yapılan çoğu yolculuğun kötü anlara dair olması ve o anlara takılıp kalmaktır. Ne yazık ki hayatımız sanki geçmişte yaşanmış ve bitmiş gibi içinde bulunduğumuz anı devamlı kaçırıyoruz. Bununla birlikte de kaçırmakta olduğumuz bu an yokmuşçasına gözümü geleceğe dikip, henüz gerçekleşmemiş anlar için de endişe duyuyoruz.

Tekrarlanan olumsuz öz-derin düşünce kişinin kendi düşünce ve hislerini incelemesi olarak bilinir. Bütünlüklü bir yorumlamayı içeren bu olumsuz unsurların tekrarlayıcı döngülerle yaşandığı bir düşünce şekli meydana gelir. Tekrarlanan olumsuz öz-derin düşünce, olumsuz bireysel anıların daha sıklıkla hatırlanmasına, çaresizlik hissi oluşturarak olumsuz düşünce biçiminin devam etmesine, bireyin sorunlara etkili çözümler üretmesini engellemesine yol açan psikolojik sorunlara yatkınlık oluşturmaktadır. Olumsuzluklara yoğunlaşma mutluluğa yakınlaşmayı engeller, sağlıklı zihinlerin varlığına izin vermez.

Biri ya da birileri sizi üzdü, psikolojik olarak zarar verdi. On sene önce, beş sene önce ya da iki hafta önce. O insanın sizi nasıl üzdüğünü, size ne kadar haksızlık yaptığını her hatırladığınızda, her anlattığınızda o zamanlar hissettiğiniz tüm o kötü duyguları tekrar tekrar yaşadığınızın farkında mısınız? Dahası sizi üzen o insandan bahsettikçe, o insanın geçmişte sizde uyandırdığı olumsuz hisleri bedeninizde taşımaya devam ettiğinizin farkında mısınız? Üzüldüğümüz bir olayla karşılaştığımızda üzüntümüzü paylaşmak ilk başlarda iyi geliyor. Zaten bu paylaşım son derece doğal bir süreçtir. Üzüntünüzü paylaştığınız kişiden akıl alırsınız, size durumla ilgili fikirler, farklı bakış açıları sunar. Eğer iş bu boyutta kalır ve işe yarar bir sonuca varırsanız bunda hiçbir sorun yoktur. Ancak aynı olumsuz olayı sürekli dile getirir, tekrar tekrar olayı ruhunuzda yaşarsanız işte o zaman yaşanmış olan size zarar vermeye başlar ve anı yaşamamızı engeller.

Sizi üzen, size zarar veren insanların size hissettirdiklerini düşünün. Onların yol açtığı bu negatif hisleri üzerinizde taşımak istediğinizden emin misiniz? Geçmişte sizi incitmiş insanı, ya da insanları sık sık düşünerek, onlardan bahsederek ne elde etmeye çalıştığınızı da düşünün. Kendinizi sabote mi ediyorsunuz? Bu an mutlu olmanızı engellemek için mi geçmişin hayalet öfkeleriyle savaşıp duruyorsunuz? Geçmişte yaşanmış olumsuz olayları sık sık gündeme getirme isteğinizin ardında, hep öfkeli kalmak isteyen yanınız mı var? Sizce kendini gerçekten seven biri artık çoktan bitmiş gitmiş olayları bugüne taşıyıp kendini üzer mi? Kendine bu şekilde zarar verir mi?

Yeri gelmişken kısaca, ‘kendini sevme, kendine merhamet etme(öz-merhamet)’ konusuna da bir gönderme yapalım. Kendini sevme; kişinin eksiğiyle fazlasıyla kendinde olanlarla barışık olmasıdır. Kendine merhamet etmekle kendine acıma kavramları birçok yerde içe geçirilerek ifade edilir ki bu çok büyük bir yanılsamadır. Kendine acımak pasif, kişiyi hep kurban pozisyonunda tutan bir duyguyken, kendine merhamet göstermek aktif ve pozitif bir duygudur. Kendimize acıdığımızda sürekli olarak aynı plağı çalıp dururuz. Oysa kendimize merhamet gösterdiğimizde yüreğimizin acıyan taraflarına şefkatle yaklaşıp, bir yandan yaralarımızı iyileştirirken bir yandan da hayatımıza devam edebiliriz. Kendine acımak geçmişe takılıp kalmakken, kendine merhamet göstermek geçmişin yaralarını tamir edip bugünü yaşamaktır. Kendimize acımayı seçtiğimiz müddetçe yaralı çocuk modunda takılıp kalır ve bir türlü sağlıklı yetişkin moduna geçemeyiz. Öz-merhamet (öz-şefkat olarak da kullanılıyor) adından da anlaşılacağı gibi kişinin kendine merhamet göstermesini ifade eder. Öz-merhamet “bireyin kendi acısına karşı açık olması ve ondan duygusal olarak etkilenmesi, ondan kaçınmaması ve onunla olan bağlantısını koparmaması, kendi acısını yatıştırma isteği üretmesi ve kendisini şefkatle iyileştirmesidir. Öz-merhamete sahip bir birey acı çekmenin evrensel bir insani özellik olduğunu bilir. Bir soruna sahip olduğunda dünyada tek acı çeken kişi kendisiymiş gibi davranıp, başına gelenleri dramatize etmez. Sorunlarına serinkanlılıkla ve çözüm odaklı bir şekilde yaklaşır. Yapılan birçok araştırmada, öz-merhametin kendini kabul etme, yaşamdan alınan doyum, sosyal ilgi, farkındalık, özerklik, kişisel gelişim, mutluluk ve iyimserlik ile pozitif yönde ilişkili olduğu, anksiyete, depresyon, öz-eleştiri, nörotizm ve nörotik mükemmeliyetçilik ile negatif ilişkili olduğunu bulmuştur.

Yazımın devamında konuyu yaşanmışlık örnekleriyle açmaya devam edeceğim, şimdilik birkaç günlük ara veriyorum. Zihinlerinizi rahatlatın, geçmiş omuzlarınızda yük değil, iyisiyle kötüsüyle sadece yaşanmışlıktır. Gelecek endişeye mahal verilecek bir alan değil, yeniliklerin habercisidir. İçinde bulunduğumuz an ise elinizde olan eşsiz bir değerdir. Anınızın kıymetini bilin, kendinizi kabullenin, sevin…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com