ARKADAŞININ GÖSTERDİĞİ YOL

Anılarımı anlatmaya kaldığım yerden devam ediyorum. Bir önceki anıda dokuz yaşındaki çocuğun dördüncü sınıfa geçtiği yaz aklındaki deniz hayalleri ile evdeki tatil programının neden örtüşmediğinden bahsetmiştim. Yine sandığın başında çocuk. Bakalım tatilde yaşadıklarından hangi anıyı serbest bırakacak, hep birlikte okuyacağız? Çocuk anahtarı eline alıp açtı sandığı ve ilk gördüğü de tatilde arkadaşının onun üzerinde bıraktığı iz oldu.

Sabırsızlıkla beklediğimiz yaz tatilinin ilk günleri geçmişti bile. Ağabeyimin ve kardeşimin sünnet düğünü için hazırlıklara başlanmış, evde tatlı bir telaş yaşanıyordu. Sıra sünnet düğünü için giyeceklerimizi almaya gelmişti. Alışveriş için ailece vapurla Avrupa yakasına geçtik. Vapur yolculuğunu çok seviyordum. Adaya her gidişimizde kenarda oturup denize bakmak çok hoşuma gidiyordu. Vapur tutkum hiç değişmedi, hâlâ vapurla yaptığım yolculuklar mutlu eder beni. Alışverişe çıktığımızda da babam araba ile karşıya geçmenin zaman alacağını, rahatça dolaşabilmemiz için en güzelinin vapurla gitmek olduğunu söylediğinde çok sevinmiş, mutlu olmuştum. Çünkü araba yolculukları kısa mesafe bile olsa beni tutuyordu. Üstelik denizi seviyordum, vapurda yine kenara oturacak ve denizi seyredecektim. Vapura bindiğimiz zaman babam bize pamuk şekeri alırdı, bir yandan onu yer bir yandan denizi seyrederdim ve bütün bunlar beni çok mutlu ederdi. Öyle ki yolculuk hiç bitmesin, vapur iskeleye yanaşmasın isterdim. Alışveriş için karşıya geçtiğimiz o gün de öyle oldu; pamuk şekerim ve yolculuk hiç bitmesin istedim.

Sıra alışverişe geldiğinde bana alacakları elbise konusunda tabii ki babam ve annem ile aramızda görüş farklılığı ortaya çıktı. Hiç unutmuyorum; babam, kırmızı, pembe renginde üstelik kenarları fırfırlı gösterişli bir elbise almak istedi. Oysa ben öyle bir elbise istemiyordum. Fırfırları olmayan, sade, sarı bir elbise istediğimi söyledim. Oldum olası sarı rengi çok severim. Babama göreyse sarı soluk bir renkti, canlı renklerde bir elbise giymemi istiyordu. Ben tabii ki babamın istediğini değil kendi beğendiğimi aldım. Ama hemen söyleyeyim, beyaz bir elbiseydi aldığımız çünkü çok istememe rağmen sarısını bulamamıştık. Sonuçta kendi beğendiğim elbiseyi almıştık ve “O elbiseyi ben giyeceğim, babam giymeyecek,” demiştim anneme… Bu her zaman böyle oldu, kıyafet seçimi veya bir yere gitmek konusunda kendi isteğimle karar vermeyi seçtim hep. Çünkü kendi isteğimle bir giysi alırsam veya bir yere gidersem mutlu oluyordum. O kırmızı fırfırlı elbiseyi de babam mutlu olacak diye alsaydım ben mutsuz olacaktım.

Alışverişimizi bitirip keyifle eve döndük. Kapıyı anneannem açtı. Sevinçle boynuna atladım, neredeyse iki senedir görmemiş, özlemiştim. Anneannem, dayım, onun eşi ve teyzemle birlikte Malatya’dan gelmişti. Ev bir anda kalabalıklaşmıştı ve bu bizi çok mutlu etmişti. Çünkü dayım bizleri çok severdi, bizimle şakalaşır, özellikle ablama çok takılırdı. Dayımın yanında kendimi çok rahat hissederdim. O, amcalarım gibi değildi. Dayımın hiç öyle sert konuşmalarına tanık olmadım. Onun için gelmelerine çok sevinmiştim. Bir de anneannem ve teyzem, anneme hep yardım ederlerdi. Özellikle anneannemin yöresel yemekler ve tatlılar yapması başka bir güzellikti. Benim yemekle fazla aram olmadığı hâlde çok severdim anneannenim yemeklerini; onun yöresel yemeklerinin farklı bir lezzeti oluyordu.

Bu arada deniz gitme planlarımız hâlâ vardı, her gün içimden ne zaman denize gideceğimizi sorup duruyordum ama sünnet düğününün bitmesini beklemem gerekecekti. Bu bekleyiş günlerini, arkadaşlarımla apartmanın bahçesinde oynayarak geçiriyordum. Apartmanda benden iki üç yaş büyük bir erkek arkadaşım vardı. Sakin, uysal bir çocuktu. Hiçbir zaman sorun yaşamadık, onunla hep iyi anlaşır, oynardık. Ben onlara giderdim, o bize gelirdi. Gene bahçede oynadığımız bir gün onun kız kuzeni geldi. Aynı yaştaydılar ama kuzeninin huzursuzluk çıkaran, aksi bir yapısı vardı. Aralarında bir kavga çıktı. Arkadaşıma, “Deli Rahmi, deli Rahmi,” diye bağırdı. Arkadaşım da onun saçını çekti. Ben arkadaşıma “Yapma,” dedim. Kuzeni hemen arkadaşımın annesine gidip “Rahmi saçımı çekti,” diye şikâyet etti, kendi yaptığını anlatmadan. Annesi arkadaşıma neden böyle davrandığını sordu. O da “Sana da deli Şeniz, deli Şeniz, derseler ne yaparsın? Sesini çıkarmaz mısın?” diyerek davranışına neden olan olayı tam olarak anlattı. Annesi olayı dinledikten sonra, “Gene de yapmaman gerekirdi. Onun sana deli demesi ile deli olmuyorsun, boş ver,” dedi. Ben, sadece sessizce olan biteni gözlemledim.

Eve dönünce anneme anlattım olayı. Sonra kendi kendime düşündüm ve “Evet, arkadaşım haklıydı” dedim. Ama bence saçını çekme yerine o kişiye “Seninle arkadaşlık yapmayacağım” demesi yeterli olurdu. O anda oyun alanını terk etmeyi veya onu oyuna almamayı seçebilirdi. Böyle durumlarda tabii ki insan kendini koruyacak ama şiddete başvurmadan. Karşı taraf size sözlü olarak kötü davranışta bulunmuş ise sizin ona, “Bu davranışından dolayı seninle görüşmeyeceğim,” demeniz yerinde olacaktır.

Eğer arkadaşımın annesinin söylediği gibi sesini çıkarmayıp olayı olduğu gibi kabul etseydi ne olurdu? Kuzeni ona karşı aynı davranışı tekrar tekrar yapar ve arkadaşım her defasında üzülürdü. Bilinçaltı, yaşanan her üzücü olayı kaydeder. Yetişkinlik döneminde bir başkasından aynı davranışları gördüğünde gene ses çıkaramaz ve onu kabul eder, içine atar. Çünkü çocukluğunda ailesi ya boş ver uyma ona ya ayıp olur ya da karşı taraf küsmesin demiştir. Bu şekilde büyüyen insan, içine atarak kendini üzer ve zamanla üzüntü fiziksel sağlığı tehdit eder.

Bir insan çocukluğunda kendini korumazsa sonra hep böyle üzücü davranışlarla karşılaşıyor ve hayatı kısır döngü gibi gidiyor. Yetişkinlik döneminde de kendi hakkını koruyamıyor. Arkadaşımın annesinin söylediği gibi büyükler, “Ayıp olur” ya da “Boş ver,” dediği için büyüyünce de hep boş verirsiniz, size sözle ya da davranışla yapılan haksızlıklara karşı sessiz kalır, içinize atarsınız. Bunlar bilinçaltına yerleşerek günün birinde su yüzüne çıkar. Bu defa tepkileriniz daha büyük olur. Aslında insanın kendisine olan özsaygısı çocuklukta başlıyor. Ama çocuk bunu bilemez, öğretecek olan yine ailedir. Sözle veya davranışla haksızlığa uğrayan çocuğun kendini ifade etmesi için aile teşvik etmelidir. Aksi hâlde ileride çocuğun zarar göreceğini bilmelidir. Fakat çoğu aile bunu üstünde durmaz bile maalesef.

Ayrıca çocuğun belli yaşa geldikten sonra artık kendi kararlarını vermesi gerekiyor. Dokuz yaşındaki çocuk ne giyeceğine ne yiyeceğine kendisi karar vermelidir. Aileler her zaman kendi isteklerinin yapılmasını ister ya da kendilerini mutlu edecek davranışlar bekler çocuktan. Aslında baktığınızda tabii ki aile çocuğun kötü olmasını istemez ama çocuğun da içinde arzuladıkları vardır. Ailesi mutlu olacak diye kendisinin mutlu olmayacağı bir şeyi niye yapsın çocuk? Tamam, aile çocuğa gerçekten zarar verecek bir durum olduğunda müdahale eder ve bunun nedenini de çocuğa açıkça söyler. Ama bir kıyafet seçimini kendisine bırakmak çocuğa zarar vermez. Kıyafet seçiminde bile aile fikrini ısrar etmeden söylemelidir.

Kararlı olarak yetiştirilen çocuk ileri yaşlarda ne istediğini bilir. Çelişkiler içinde yaşamaz. Dik bir duruşu olur.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BAŞKASINDA FARKINDALIK YARATMAK

Bu ayki bilgelik hikâyemiz farkındalık yaratmak üzerine. Hikâyeye geçmeden önce kendimize soralım, “Biz etrafımızdaki insanlarda ve sevdiklerimizde farkındalık yaratmak için ne yapıyoruz?” Bunun en güzel yolu, yaşadığımız süreçte bir kişide bile olsa farkındalık yaratıp onun, hayata başka bir gözle bakmasına ya da yoluna ışık tutarak yaşamını daha iyi hâle getirmesine katkı sağlamaktır.

Bazen size, “Bu kadar insan var, nasıl değiştireceksin?” diye sorarlar ya da yardım ederken “Bu kadar insana nasıl yardım edeceksin?” diye sizi sorgularlar. Bunların hiçbirini duymayın. Yalnızca bir canlıya bir faydanızın olması bile çok önemli. Çünkü o zincirleme olarak devam edecektir. Bugün bir kişide farkındalık yaratırsınız, yarın iki kişi olur; bu daha da çoğalır, yeter ki negatif düşünen insanların size söylediği olumsuz sözleri duymayın. Şimdi hikâyemize geçelim. Sizler için de bir farkındalık yaratmasını dilerim.

DENİZYILDIZI HİKÂYESİ

Adamın biri, güneşin doğuşunun keyfini çıkarmak için sabaha karşı okyanus sahiline iner. Uzakta birini görür. Biraz yaklaştığında sahile vuran denizyıldızlarını okyanusa atan bir çocuk olduğunu fark eder. Çocuğa yaklaşarak sorar:

–­­­ Denizyıldızlarını neden okyanusa atıyorsun?

Çocuk der ki:

– Güneş yükseldi mi sular çekiliyor. Onları suya atmazsam susuzluktan ölecekler.

Adam devam eder:

– Sahil kilometrelerce uzanıyor ve binlerce denizyıldızı var, hangi birini atacaksın? Ne fark edecek ki?

Çocuk, adamı dinledikten sonra bir denizyıldızını daha okyanusa atar ve cevap verir:

– Bu denizyıldızı için fark etti.

Adam, çocuğun yalnızca okyanus manzarasının keyfini çıkarmaya gelmeyip bir fark yaratmak istediğini anlar ve ona katılarak bütün sabahı okyanusa denizyıldızı atarak geçirir.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

ÇÜRÜK MEYVELER

“İyiliğin Gizliliği Ne Kadar?” başlığıyla 18 Ocak 2022 tarihinde yazdığım yazıda yaptığımız iyiliklerin beklentisiz ve gizli olması gerektiğinden bahsetmiştim. Yine o yazımda, “Şimdi bazılarınız şunu diyecek: Karşılık beklemeden o kadar çok iyilik yapıyorum ama çok suiistimal ediliyor, acaba yanlış kişilere mi iyilik yaptım ya da yapıyorum?” demiş ve bu konuya zamanı gelince değineceğimi yazmıştım. Bugünkü yazımda işte bu sorulara yanıt bulmaya çalışacağız.

Yaptığınız her iyiliğin ve iyi niyetinizin sıkça suiistimal edilmesi hatta bunu beklentisiz yapmış olmanıza rağmen kötü davranış ve sözlere maruz kalmanız size “Yanlış kişilere mi iyilik yapıyorum?” sorusunu sordurabilir. Ama endişelenmeyin, siz yanlış değilsiniz, sizi kullananlar yanlış kişiler; yanlış da demek istemiyorum; ruhunu geliştirmek istemeyen insanlar. Ben artık insanları iyi ve kötü kavramlarıyla değil de ruhunu geliştirmek isteyen ve istemeyen olarak tanımlıyorum. Yazılarımda da onlardan bu şekilde bahsedeceğim.

Her insan iyilik yaptığında ister maddi ister manevi olsun, kendin gücüne, imkânlarına göre yapar. İyilik yapmak vicdan ve merhamete dayanır. Peki, vicdan ve merhametin altında ne var? Sevgi var. Bu sevgi, bütün canlılara var. O zaman iyiliği hiçbir canlıyı ayrıt etmeden yapıyoruz. Bazı insanlar bu iyilikleri kaldıramıyor, size değersizlik duygusu yaşatıyor, bazıları ise suiistimal ediyor iyi niyeti kullanıyor. Bir şey istiyor, yapıyorsunuz. Tekrar istiyor gene yapıyorsunuz, tekrar istiyor gene yapıyorsunuz. Bu artık bir görev hâline gelmiş oluyor.  Kendi menfaatleri için sizden bir şey isterken kendilerini çok uyanık, kurnaz sanıyorlar. Hâlbuki sadece günü kurtarıyorlar. Diyeceksiniz ki “Peki nasıl ayırt edeceğiz böyle insanları?” Hepimizin bildiği bir söz vardır halk arasında, “İyilik yap denize at,” derler. Evet, bu söze çok inanırım burada çok ince bir çizgi var; iyilik yapılır ama kendinizi kullandırmayın.

Bazen öyle bir durum olur ki iyilik yaptığınız insanlardan nankörlük görürsünüz. (Nankörlük ile ilgili yazım zamanı gelince yazacağım.) Bu sizi üzer ve bir başka yakın arkadaşınız veya dostunuz ile paylaşırsınız. Size şu cevabı hemen yapıştırırlar: “Yapmasaydın.” Çoğumuz bunu yaşamıştır. İşte bu durumda siz artık kimseye iyilik yapmak istemiyorsunuz. Çünkü güven bitiyor, “Bu kişiye iyilik yapıyorum ama acaba gerçekten ihtiyacı var mı? Yoksa amacı benim iyi niyetimi kullanmak mı?” soruları zihninizi kurcalayıp duruyor. O zaman ne oluyor? “İnsanlık öldü mü?” dedirten durumları sıkça yaşıyoruz. Zaten paylaşmanın gitgide azaldığı bir dünyada yaşıyoruz, yardımlaşmanın her geçen gün azaldığını görüyoruz.

Yaşadığımız süreçte hayatımıza iyi ve çürük meyveler hep girecek. Tıpkı pazardan ya da marketten aldığımız meyvelerin içinden bir ya da birkaç tane çürük çıkması gibi. Eve gelince fark ettiğimiz o çürük meyveler için söylenip satıcıya kızarız, “Dürüst değilmiş,” diye. Hazmetmemiz zorlaşır. İşte yaşamımızda yaptığımız iyiliklerde de böyle bir ya da birkaç kişi çıkacaktır karşımıza. İyilikleriniz suiistimal edilir, iyi niyetiniz kullanılıp üstüne bir de olumsuz sözler ve davranışlarla karşılaşırsınız. O anda kendinizi suçlamaya başlarsınız, “Keşke yapmasaydım iyiliği, değmeyecek insanmış,” dersiniz. İçinizde bu kızgınlığı yaşar durusunuz.

İşte burada kendinize şu soruyu sorun: İyiliği niçin yaptınız? Bir menfaat beklemeden o kişinin ihtiyacı görülsün diye mi, sorunu çözülsün diye mi, yoksa size iyi bir insan desinler diye mi? Yoksa gerçekten her kim olursa olsun iyilik yapmak taraftarı mısınız? Kendinize ne kadar dürüst olursanız ve kendinizi tanırsanız kesinlikle o kadar az üzüntü yaşar ve sınırlarını çizmiş olursunuz.

Şimdi gelelim suiistimal edenleri ayrıt etmeye. Konuyu gene örnekle açıklayacağım. Pazar veya marketten aldığınız meyveler çürük çıktı ya da pastaneden aldığınız bir ürün bayat çıktı. İkinci kez gene aynı yerde alıyorsunuz gene aynı sorunu yaşıyorsunuz. Üçüncü kez aynı pazar esnafı, aynı market veya aynı pastaneden alır mısınız? Tabii ki almasınız. İşte birisine merhametiniz ve vicdanınızla koşulsuz iyilik yaptığınızda da böyledir. Bakıyorsunuz ki sürekli sizin iyiliğinizi suiistimal ediyorlar. Tabiidir ki bir daha o kişiye iyilik yapmazsınız. Örneğin iş yerinden evinize servis ile geliyorsunuz. İş arkadaşlarınızdan biri servis şoförüne, “Şu yoldan gidersen orada 5 dakika dur, bir şey alacağım,” diyor. Adam duruyor. Bu, bir oluyor, iki oluyor, sonra üç ve dört oluyor. Artık bu, kullanma ve yapılan iyiliği suiistimal etmek oluyor. Çünkü servis şoförü yolu uzatıyor, evine geç gidiyor, zaman kaybediyor. Bu davranışı sergileyen insana sorduğunuzda, ”Ne var ki? Benzin ondan mı gidiyor, sanki taş atıp kolu mu yoruluyor? 20 dakika geç gitsin, 15 dakika beklesin, ne var bunda?” diyor. Bir de bunu söylüyor! Kendinizi o servis şoförünün yerine koyun; ne hissedersiniz? İnsan kendini değersiz hissetmeye başlar, yaptığı iyilik görevi hâline gelmiş olur. Ya da bir insan sizi hiç aramıyor sormuyor, hep bir şey istediğinde arıyor, sonra tekrar ortandan kayboluyor, bu böyle kısır döngü gibi gidiyor.

İşte böylece iyiliklerinizi görevin hâline getiren, kullanıldığınız ve suiistimale uğradığınız insanlardan uzak durmaya başlıyorsunuz. Tabii ki iyilik yapılacak. Üstelik sadece tanıdığınız değil hiç tanımadığınız insanlara nerede olursa olsun iyilik yaparsınız, sivil kuruluşlara yardım edersiniz. Zaten sizin kalbinizde yardım etmek, iyilik yapmak varsa Allah karşınıza mutlaka gerçekten ihtiyaç sahibi olan insanları çıkarıyor, bundan hiç şüpheniz olmasın. 

Derler ya bir kere yanılırsın, iki kere yanılırsın ama üçüncünde artık dersini almış olursun. 

Benzer şekilde iş yerinde bir arkadaşınıza işini bitirmesi ve onun da bir an önce evine gitmesi için yardım ediyorsunuz ya da iyilik yapıp iş yükünü hafifletmek için destek oluyorsunuz. Sonra bir bakıyorsunuz o iyilik ya da yardım etmek sizin göreviniz hâline gelmiş, bir ya da iki kere yaptınız diye sürekli sizden istemeye başlamış, iyi niyetiniz suiistimal edilmiş. Burada da sözüm o yardımı isteyenlere. İyilik ve yardım eden insanları kullanmadan ve suiistimal etmeden yardım istenecek. Burada iyiliğin şartlı olduğundan bahsetmiyorum. Sadece altını çizerek söylüyorum, kimseyi kullanmadan yardım isteyin. Buradaki ince çizgiyi çok iyi ayırt etmek gerekiyor. “Nasıl olsa o vicdanlı, o merhametli, o yapar,” dediğinizde işte o sürekli kullanmaya girer.

Zaten gerçekten kalbinde hiçbir beklenti olmadan bütün canlılara iyilik ve yardım yapmak isteyen, o anda o işin ya da sorunun çözülmesi niyetini taşıyan kişiler kendilerini çok iyi belli ederler. Kimseye bir şey kanıtlamak zorunda değilsiniz.

Unutmayın ki hayatımıza çürük meyveler girer ama sizler derslerinizi alırsanız bu çürük meyveler azalır ve yerine olgunlaşmış meyveler girer. Önemli olan sizin değişmeniz ve derslerinizi almanız, farkındalığınızın ve ışığınızın artmasıdır.

Yaptığınız iyiliklerin karşısında nankörlük mü gördünüz? Hiç üzülmeyin. Çünkü her zaman söylerim kaybeden siz olmazsınız, aksine kazanan yine siz olursunuz. İyi niyetle yapılan her şeyin ödülü vardır. En önemli ödül ise vicdan rahatlığıdır.

Yazımı, çok beğendiğim bir akrep hikâyesi ile noktalamak istiyorum.

Hintli bir adam suda bata çıka ilerlemeye çalışırken bir akrep görür ve onu kurtarmaya karar verir. Parmağını uzatır ama akrep onu sokar. Hintli tekrar akrebi sudan kurtarmaya çalışır ama akrep onu tekrar sokar. Yakınlarındaki başka biri adama, sürekli onu sokmaya çalışan akrebi kurtarmaya çalışmaktan vazgeçmesini söyler. Ama Hintli adam şöyle der:

“Sokmak akrebin doğasında vardır. Benim doğamda ise sevmek var. Neden sokmak akrebin doğasında var diye kendi doğamda olan sevmekten vazgeçeyim?”

Siz de birkaç çürük meyve var diye iyilikten vazgeçmeyin. Hiçbir beklenti olmadan iyiliklerin çoğalmasını dilerim.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

TÜM HASTALIKLARIN ZİHİNSEL NEDENLERİ

Louise L. Hay’in birkaç kitabını daha önce paylaşmıştım. Bu ay paylaşacağım kitap ise Hay’in, düşünce ve duygularımızın yol açtığı fizyolojik sorunları anlatan “Tüm Hastalıkların Zihinsel Nedenleri” adlı kitabı.

Pek çoğumuz hastalıkların nedenlerini araştırırız ve bulduğumuz nedenler genellikle bilinçaltımızda yatan olumsuzluklar olur. Bu durumda yapmamız gereken bilinçaltındaki o olumsuzlukları dönüştürmektir. İçimizde biriktiğimiz olumsuz duygular ve düşünceler bedensel birtakım işaretlerle dışa vururlar. Örneğin yüzümüzde çıkan bir sivilce bile bazen içimizde biriktirdiğimiz kızgınlık duygusundan olabilir. Bağışıklık sistemimiz zayıflarsa hasta oluruz. Bağışıklık sistemimizi zayıflatan nedenlerden biri ise zihinsel ve ruhsal sorunlardır.

Bilim adamları her bir hastalığın insan üzerinde nasıl bir psikolojik etki yaptığını araştırıp bilgi olarak paylaşırlar. Louise L. Hay’in bu kitabında da hastalıkların olası nedenlerini ve onları ortadan kaldırmak için gereken yeni düşünce modellerini bulabilirsiniz.

Aşağıda “Tüm Hastalıkların Zihinsel Nedenleri” kitabından kısa bir bölümü bulacaksınız. Şifa olsun.

“…

Bir rahatsızlığı kalıcı bir biçimde ortadan kaldırabilmek için önce onu yaratan zihinsel nedeni çözüp halletmemiz gerekir. Ama çoğunlukla nedeni bilmediğimiz için nereden başlayacağımızı da bilemeyiz. Eğer siz, çektiğim bu ağrıların nedenini bir bilsem, diyorsanız, sanırım bu kitap hem nedenleri bulmanız için bir anahtar hem de zihinsel ve bedensel sağlığı yaratacak yeni düşünce kalıplarını oluşturmanız için yararlı bir rehber olabilir.

Şunu öğrendim: Hayatımızdaki her rahatsızlık için (bu rahatsızlıkların ortaya çıkması için) bir ihtiyaç vardır. Yoksa o rahatsızlığı yaşamazdık. Belirti (araz) sadece dışsal bir sonuçtur. Zihinsel nedeni çözüp ortadan kaldırmak için içimize yönelmeliyiz. İrade gücü ve disiplinin işe yaramamasının nedeni de budur. Onlar sadece dışsal sonuçla savaşırlar. Bu, zararlı bir otu kökünden söküp atmak yerine yapraklarını budamaya benzer.

Bedende en çok rahatsızlığa neden olan düşünce kalıpları; eleştirme, kızgınlık, içerleme (gücenme) ve suçluluktur. Örneğin, eleştirme eğer alışkanlık hâlini alırsa artrit (eklem iltihabı) gibi hastalıklara yol açabilir. Kızgınlık, bedende, kabaran ve yanan bir iltihaplanmaya dönüşebilir. Uzun süren bir içerleme insanı zehirler, yavaş yavaş yiyip bitirir ve en sonunda urlara ve kansere yol açabilir. Suçluluk duygusu, daima cezalandırma peşindedir ve acıya yol açar. Sağlıklıyken zihinlerimizi bu negatif düşünme kalıplarından arındırmak, daha sonra panik hâlindeyken ya da bıçak altına yatma tehdidiyle karşı karşıyayken bunları söküp atmaya çalışmaktan çok daha kolaydır.

Bunu izleyen sayfalarda sunduğum, zihinsel karşılıklar listesi, uzmanların yıllardır sürdürdükleri çalışmaların, benim hastalarımla yaptığım çalışmalarımın ve seminerlerimin sonuçlarından derlenmiştir.

…”

(Louise L.Hay)

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

TATİL BAŞLANGICI

Evet, anılarımı yazmaya kaldığım yerden devam ediyorum. En son, piknikte yaşananların bende nasıl bir iz bıraktığından bahsetmiştim. O, dokuz yaşındaki çocuk şimdi elindeki anahtarla sandığı açıyor ve bir anıyı daha serbest bırakıyor.

Yaz gelmiş, okullar tatil olmuştu. Kardeşimle ikimiz sevinç içindeydik; önümüzde gezip eğleneceğimiz koskoca üç ay vardı. Her yaz olduğu gibi o yıl da yazı nasıl geçireceğimizi, neler yapacağımızı sordum anneme. Esas merak ettiğim Büyükada’ya, yazlığa tekrar gidip gitmeyeceğimizdi çünkü adayı çok seviyordum. Orada çok güzel vakit geçiyordum hem denizde hem de arkadaşlarımla. Annem, “Maalesef bu yaz adaya gitmeyeceğiz,” dedi. Bu yanıtı beklemiyordum, şaşkınlıkla nedenini sordum, “Çünkü ağabeyin ve kardeşin sünnet olacaklar, onun hazırlıkları var” dedi. Sünnet düğünü olacağı için Malatya’da oturan anneannem, teyzem ve dayımın geleceğini söyledi. Bizde kalacaklardı. Üstelik uzun süreliğine geleceklerdi ama evimiz büyük olduğu için sorun olmuyordu. “Peki, denize gitmeyecek miyiz?” diye sordum. Annem, “Tabii ki gideceğiz ama üç ay boyunca tatil yapmayacağız,” dedi.

Denizi çok seviyorum. Çocukken denize girdiğimde çıkmayı bilmezdim. Özellikle dalıp denizin dibini görmekten çok mutlu oluyordum. Bazı çocuklar denize girmek istemezler, direnirler, ağlarlar. Ben hiçbir zaman hatta okul öncesinde bile öyle bir çocuk olmadım. Aksine denize girmek için can atardım. Annem beni çıkarmak için uğraşırdı. Hatta bir keresinde denizde o kadar uzun süre kalmıştım ki dudaklarım morarmıştı ve annem artık denizin içine girip beni çıkarmak zorunda kalmıştı. İlk defa annemi böyle durumda bırakmıştım. İşte denize olan bu sevgim yüzünden o yaz başında annemin, “Denize kısa süreliğine gideceğiz,” demesi hoşuma gitmemişti.

Tabii ki bu arada karneleri almıştık. Karnelerimizi en çok merak eden ortaca amcamdı, başarılı olup olmadığımızı görmek istiyordu. Babam, o kadar üstünde durmazdı karnelerimizin. Çünkü amcam velimizdi ve babam, “Amcanız ilgileniyor,” diyordu. Fakat babam amcam gibi sert değildi. Öyle başarısız da olsak kızmazdı. Ağabeyim ortaokul ikinci sınıfa geçmişti. Karnesi gayet iyiydi, zaten derslerinde çok başarılıydı. Özellikle matematiği ve yabancı dili çok severdi. Amcam ağabeyime, “Sen ortaokulda İngilizce öğrenmeye başladın ablanla evde sürekli İngilizce konuşun,” derdi. İngilizceyi ilerletmek için ağabeyim yazın babamın yanında çalışacaktı. Kardeşim ve benim de karnemiz çok iyiydi. Amcam, o karnelere bakıp söyleyecek söz bulamadı. Kocaman “Aferin” aldık. Tabii ki bunun mutluluğu bir başkaydı. Çocuğuz ya notlar iyi olunca karne harçlığı aldık. Kardeşim hemen kumbarasına koydu ben ise bu para ile kendime bir şeyler almak istiyordum. Çünkü param varsa babamdan ve annemden harçlık istemezdim. Kendime bir şey alacaksam önce kendi paramı harcadım. Bu ne olursa olsun; ister bir yiyecek ister bir giyecek. O zaman kendimi daha özgür hissediyordum. Kimseye sormadan kendi parama göre istediğimi almak beni çok mutlu ediyordu. Bayramlarda ve karne zamanında aldığım harçlıkları biriktirmek yerine önce kendi ihtiyaçlarımı görüyordum. Kardeşim kumbaraya atıp biriktirmekten mutlu oluyordu, ben harcamayı seviyordum.

Sürekli isteyen bir çocuk olmadığım için çok istediğim ve harçlığımın yetmeyeceği bir şey olursa bunu aileme rahatlıkla söyleyebiliyordum. Onun dışında kimseden bir şey istemeden harçlığımı kullanırdım. Oturduğumuz apartmanın altındaki bakkala gider en çok sevdiğim şey olan Çokoprens ve Çokomel alırdım. Düşünün kimseye hesap vermek zorunda değilsiniz. Eğer annemden para istesem “Ne alacaksın? Ne yapacaksın?” diye sorardı ama kendime ait para olunca kimseye bir şey söylememe gerek kalmazdı. Bakkaldan o anda parama göre istediğimi alıp bahçede kendi başıma yerdim çok mutlu olurdum. Bir keresinde annem, “Sana verilen paraları (milli ve dini bayramlarda, karne aldığında) bana ver, istediğinde ben sana veririm,” dedi. Ben, “Hayır,” dedim “Bende kalacak çünkü sen soruyorsun ne yapacaksın ve ne alacaksın diye,” dedim. Masamın çekmesine koyardım o harçlıkları.

İşte karne paralarımızı almış adaya gitmenin hayalini kurarken annem yaz programını söyledi ve “Tabii ki babanın işi durumuna göre,” dedi. Bir gün de babam anneme yazlıktan söz etti.  Amcalarımın da yazlığı istediklerini, “Hep beraber olalım,” dediklerini söyledi. Annem, “Yok,” dedi, “Ben bu sene yazlık istemiyorum. Ya herkes birer ay dönüşümlü kalmalı ya da hiç gitmem.” Annem istememekte haklıydı çünkü yazlıkta bütün işleri kendisi yapıyordu ve gelip kalanların hiçbiri yardım etmiyordu. Annem üç ay boyunca yorulmakla kalmıyor yazlığın, tatilin keyfini çıkarmadan eve dönüyordu. Tabii annemle babamın konuşmasını duyunca hemen “Anne gidelim, ben sana yardım ederim. Ablam da var, o da yardım eder,” dedim. Annem güldü, “Tabii ki yardım edersiniz ama ablanın projeleri var onları bitirmesi gerekiyor. Bir de ağabeyinle kardeşinin sünnet düğünü var. O yüzden gidemeyiz,” dedi. Aslında annemi, bütün işleri kendisinin yapması rahatsız ediyordu. Yengelerim, tıpkı piknikte olduğu gibi yazlıkta da hiçbir şey yapmıyorlardı. Önceki yıllarda bunu yaşamıştı annem, o yüzden yazlığa gitmek istemiyordu. Zaten onun yazlıkta dönüşümlü kalma fikrini de kabul etmediler. Böylece yazlık olayı kapanmış oldu.

Bazen insan en yakınıyla bile anlaşamıyor. Kardeşler arasında bile anlaşma olmuyor. Çünkü hep söylediğimiz gibi insanlar kendilerini düşündükleri için hep kendi istekleri olsun istiyorlar. Empati kurmuyorlar. Çünkü kendilerini karşıdakinin yerine koymak istemiyorlar. Düşünmüyorlar hâlbuki ortak bir yerde buluşma sağlansa o zaman herkes yazın üç ay boyunca rahat bir şekilde tatilini yapacak, denize girilecek. Annem kendince tabii ki haklıydı çünkü kendisi tatil yapamıyordu üstelikte gelenler de hiç yardımcı olmuyor, bütün işleri anneme yüklüyorlardı.

İnsanların ortak noktada buluşamamaları bencil olmalarından kaynaklanıyor. Bazen deriz ya kardeş anlayışlı olur, yakın akraba anlayışlı olur. Hâlbuki bununla ilgisi yok, insanın ruhu bencil ise ister kardeş olsun ister akraba olsun anlamazlar, hep kendi istekleri yerine gelsin diye uğraşırlar. Karşı tarafla empati yapmaktan yoksun olurlar. 

İnsanın en büyük özgürlüklerinden bir tanesi de kendisine ait maddi kaynaklarının olmasıdır. Kendi ürettiği, çalıştığı süreçte para kazanıp özgürce harcamasıdır. Kimseye bağımlı olmadan. Diğer taraftan insan, ailesinden bile gelse kendi kazanmadığını kendininmiş gibi rahat bir şekilde harcayamıyor. Sürekli istediğinizi düşünün, size sorulur, “Ne yapacaksın?” ya da “Daha iki gün önce vermiştim,” diye. Bunlar sorumluluk yükler insana. Oysa insanın kendi üretip kendi kazandığı zaman onu harcaması çok başkadır. Kendini özgür hisseder. Ben bunu daha okul yıllarında deneyimledim. Bana verilen harçlıklarla özgürce istediğimi almanın mutluğunu yaşadım çünkü o zaman kimseye hesap vermem gerekmiyordu. Düşünün, emek verip bir başarı elde ediyorsunuz, onun karşılığını alıyorsunuz ve aldığınız o maddi karşılığı da istediğiniz şekilde kullanıyorsunuz. Büyük özgürlük.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

İNSAN YETER Kİ DEĞİŞİM İSTESİN-2

Değerli okuyucularım, 26 Nisan 2022 tarihli yazımda, hayatta tekrarlanan sorunların temelinde insanın değişime direnmesinin yattığını anlatmıştım. O yazımın sonunda insanları, ruhu gelişmiş, ruhunu geliştirmek isteyen ve ruhunu hiç geliştirmek istemeyen olarak üç sınıfa ayırdığımı yazmış, “İşte bu, ruhunu geliştirmek istemeyen insanlara istediğiniz kadar rehberlik verin, yol gösterin; hazır değilse hiçbir şey yapamazsınız” demiştim. Yazımda ayrıca, değişimi istemenin veya değişime direnmenin eğitimle ilgisi olmadığını da örneklerle detaylandıracağımı belirtmiştim. Şimdi kaldığım yerden devam etmek istiyorum.

Aslında ruhunu geliştirmek istemeyen insanın yaptığı, olumsuzluktan kurtulmayıp kendi ışığını yakmayıp kendisine kötülük etmekten başka bir şey değil.

İnsanların düştüğü en büyük yanlış kendi konfor alanından çıkmayıp hayatında her şeyin yolunda gitmesini istemesidir.

Bunun da bir önceki yazımda bahsettiğim gibi gelen danışanlarda görüyorum. Bundan altı ay önce iki kişi bana gelip “Kendimi beğenmiyorum, olumsuz o kadar çok tarafım var ki. Kendi üzerimde çalışıp bu olumsuzlukları değiştirmek ve şu anda iş konusunda yaşadığım sorunların çözülmesi için bana yardımcı olur musun? Şifalanmak istiyorum fakat önce kendimi şifalandırmak istiyorum,” dediler. Bu insanlar kendi özüne gitmek, karanlık ve gölge yanlarından kurtulmak istiyorlar. Bilinçaltında ne varsa onu dönüştürmek istiyorlar. Yaşadıkları olumsuzlukların kendilerinden kaynaklandığının farkındalar. Bu değişimin eğitim ile ilgisi yok sadece farkındalık uyanış ile ilgilidir.

Bir örnek daha vereyim. Yıl 2013. Temmuz ayında arkadaşımla birlikte caddede yürürken mendil satan bir adam dikkatimi çekti. Hayli ürkek oturuyordu. Konuşmaya başladık.

Ben: Niye ürkek bir şekilde oturuyorsunuz?

O: Abla burada zabıtalar var onun için.

Konuşma esnasında 32 yaşında olduğunu, kalacak yeri olmadığı için parklarda yattığını, kalacak yeri olan bir işe başvurduğunu ve o işten haber beklediğini söyledi. Sigara içtiğini gördüm.

Ben: Sigara içiyorsun.

O: Can sıkıntısından abla.

Ben: Peki, o zaman sana kitap getirsem okur musun?

O: Tabii ki okurum.

Ben: O zaman canın sıkılıp sigara içmek yerine kitap okursun.

O: Tabii ki.

Onun değişmesi için nasıl bir kitap vereceğim konusunda gelen rehberliğe göre hareket ettim ve birkaç gün sonra kitabı götürdüm. Yine sohbet ettik.

Ben: Başvurduğun işe girmen için şifa çalışması yapacağım ama sen mutlaka bu kitabı oku.

O: Tamam okurum. Eğer beni burada göremezseniz bilin ki işe girmişimdir.

Bir hafta sonra iş girmiş olmalıydı ki artık orada yoktu. Tam bir sene sonra bana tekrar rehberlik geldi; o kişi yine aynı yerde, diye. Tekrar aynı yere gittim ve evet, orada oturuyordu. Hemen nedenini sordum.

Ben: Ne oldu?

O: Motosikletle su dağıtırken patronum aradı. Cep telefonundan patronumla konuştuğum esnada kaza yaptım ve motor yandı ama bana bir şey olmadı. Sonrada beni işten çıkardılar.

Ben: Peki, kitap?

O: Kitap sırt çantamın içinde ve arkamda asılıydı. O kitap beni korurdu ve sigarayı bıraktım.

Ben: Şimdi ne yapacaksın?

O: Bir çiftlik var, hayvanlara bakıcı arıyorlarmış. Oraya başvurdum, sahibinde haber bekliyorum. Onun için bana tekrar şifa gönderir misiniz?

Ben: Tamam.

Ona başka bir çalışma daha verdim. Yapacağını söyledi.

O: Eğer yine burada göremezseniz bilin ki o işe girmişimdir.

O konuşmadan sonra tekrar görmedim. O öğrenci aramadı, sadece değişime hazır olduğu için gelmesi gerekeni evren ona bir şekilde vermişti. Ama eğer bir insan değişime hazır değilse istediğiniz şekilde ayağına götürün, hiçbir şey olmuyor. Ben çok yaşadım; yapması gerekenleri söylersiniz, verirsiniz ama yine boş verir, umurunda olmaz. Bu insan o kitabı bir kenara atmamış, yanında taşımış ve o kitaptaki bilgileri sürekli açıp okuyormuş.

Diğer bir örnek ise çok iyi bir eğitim almış kişiyle ilgili. Olumsuzluklar bir türlü kendisini bırakmıyor. Biri bitmeden biri başlıyor hem sağlık konusunda hem de özel hayatında. Bu kişi kendini değiştirmek yerine yaşadığı sorunlar için başkalarını suçlu görüyor ve söylüyor. Sadece o anda yaşadığı sorunların çözülmesini istiyor. Kendindeki olumsuzluklar üzerinde çalışmak veya bilinçaltındaki yaşanmış olumsuzlukları şifalandırmak değil niyeti; o anda işinin düzelmesini istiyor, o anda sağlığına kavuşmak istiyor. Yaşadıklarının bilinçaltından kaynaklandığını söyleyince bu sefer, “Benim bilinçaltım temiz, öyle bir şey yok,” diye cevap veriyor. Burada anlıyorsunuz ki öğrenci hazır olmadığı zaman öğretmenin yapacağı hiçbir şey yok.

Değişmek istemeyen insanlara işleri çözülsün diye rehberlik yapıp yol gösteriyordum fakat baktım ki bu kişiler hem kendilerini değiştirmiyorlar hem de hayatlarında her şeyin yolunda gitmesini istiyorlar. Ben de böyle kişilere açık olarak söylüyorum, “Kendiniz değişmedikçe olumsuzlukları hep beraber yaşarsınız.” Tabii ki hoşlarına gitmiyor. Böyle değişmek istemeyen insanlara artık hazır olmadıkları için daha fazla bir şey söylemiyorum.

Değişime hazır olan öğrencilerle yol alıyorum. En büyük tecrübem bu oldu.

Herkesin bildiği söz, “Sen değiş, dünya değişsin.” Ben de diyorum ki yolların açılması için insanın kendi karanlığı ve gölgesinden kurtulması gerekiyor.

Her bir olumlu değişim, insanın yıllarca yaşadığı, kendine yük ettiği olumsuz yüklerden kurtulmasına sebep oluyor.

Güzel değişimler…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

İNSAN YETER Kİ DEĞİŞİM İSTESİN-1

Çoğumuzun bildiği bir söz vardır, “Öğrenci hazır ise öğretmen ayağına gelir.” Bu söz o kadar doğru ki yaşadığım süreçte ettiğim tecrübeye göre gerçekten eğer insan kendini değiştirmek istiyorsa o zaman öğretmen ayağına geliyor. Aramasına hiç gerek kalmıyor çünkü kalbinde o niyeti yapmıştır.

Değişim kelimesini duyduğumuzda en çok neyi anlarız, bize ne ifade eder? Değişim ile dönüşüm. İnsan için hiçbir değişim kolay olmuyor. Düşünün yıllarca o kendi özünüzde yaşamayıp başka bir kimlik ile hayata devam etmişsiniz. Bunları bir anda atmak kolay değil tabii ki. Ancak zamanla oluyor. Fakat bu zaman içinde başlarken neredeydiniz ve geldiğiniz nokta neresi, ona kendiniz bakmalısınız. İnsan en çok kendinden kaçar çünkü kendi ile hiç yüzleşmeden hayatında her şeyin yolunda gitmesini ister. Kendi değişimini yapmadan daha doğrusu kendini çok mükemmel görüp değişime gerek duymadan yaşadığı olumsuz olaylar için başkalarını suçlayan o kadar çok insan gördüm ki. Hepsinin de ortak inancı kendisinde değişmesi gereken bir şey olmadığıydı.

Yaşadığı olumsuz olayların kaynağını kendisinde bulup olumsuz düşünce ve duygularını, egosunu dönüştürmesi ve kendisinde değişmesi gerekenleri söylediğimde  “Benim egom yok ki,” yanıtını aldığım kişiler oluyor. Üstelik bazıları sert bir ifade ile karşılık veriyor. O zaman anlıyorum ki bu insan henüz hazır değil kendindeki olumsuzluklarla yüzleşmeye ve değiştirmeye. Çünkü sadece o anda yaşadığı sorunun çözülmesini istiyor. O anda o sorun çözüldüğü zaman sanıyor ki daha başka bir şey yaşamayacak ya da karşısındaki insandan kaynaklanıyor. Hâlbuki hayatımızda olumsuz bir olay yaşadığımızda ilk iş kendi üzerimizde değişiklik yapmaktır. Ben bunu insanlara rehberlik, şifa yaptığımda ve enerji gönderdiğimde yaşıyorum. Bazısı hazır gerçekten. Değişmek için çaba sarf etmeyen bazıları ise sadece o anda kendi işinin yoluna koyulmasından yana ve hiçbir şekilde kendinde olumsuzluk görmüyor. İçindeki o karanlığı ve gölge yanlarını görmüyor maalesef. Bu sefer ruh sağlığı ile birlikte fiziksel sağlık sorunu da yaşamaya başlıyor.

İnsan ne kadar çok farkındalığa açık ise ya da farkındalığı yüksek ise o ölçüde kendi değişimini yapar. İnsan her yaşadığı olayda, “Bu bana ne öğretiyor? Kendimde neyi değiştirmem gerekiyor? Ne ile yüzleşmem gerekiyor? Egolarım nedir? Korkularım nelerdir?” sorularını kendine sormalıdır. Değişim için önce uyanış gerekiyor. Uyanışa geçtiğinde zaten aydınlanmaya gidiyorsun, aydınlanma da ışığı beraberinde getiriyor.

Bundan iki sene önce bir arkadaşım hayatında bazı olumsuzluklar yaşadı.

Bana, “O kişiler hayatımdan giderse çok rahat edeceğim,” dedi.

“Peki, sen kendini değiştirmek için bir çaba sarf ediyor musun?” diye sordum.

“Yok,” dedi, “Benim egom yok ki.” Düşünün, kendini çok mükemmel görüyor.

“Peki,” dedim, “Hiç korkun da mı yok?”

“Var tabii ki” dedi ve saymaya başladı korkularını.

“İşte,” dedim, “Yaşadığın olumsuzluk senin şu anda saydığın korkularınla yüzleşmen için bir vesile.”

Bu sefer cevabı “Değişim öyle kolay değil, bu yaştan sonra değişim yapmak kolay mı?” oldu.

İşte kendinde değişim yapmadan her şeyin yolunda gitmesini isteyen insanlardan biri. Herkes ister tabii ki hiçbir şey yapmadan her şeyin yolunda gitmesini. Ruh nasıl gelişecek, nasıl evrimleşecek, o özündeki sevgi nasıl çıkacak bu değişim olmadan? Nasıl ki vücudumuzu yıkamazsak kirlenir ve yıkandıkça o kirlerden arınırız ya da elimiz kirlendiğinde hemen yıkarız, aynı şekilde ruhumuzu kirleten o egolardan arınmadığımız sürece özümüze dönemeyiz. Bu ruhsal arınma insanın değişimine neden olur. Bir insan kendisinde öfke, kibir, bencillik, hırs, kıskançlık veya buna benzer olumsuz duyguları fark edip bunları değişmek için çaba sarf ediyorsa o zaman bu insan ruhunu geliştirmek, kendisine zarar veren duygulardan kurtulmak istiyor demektir. Bu farkındalıkla yol almaya başlıyor. İnsanın önce kendisinde olan olumsuzlukları kabullenmesi gerekiyor. Ondan sonra değişim başlar. Ama kendinde olanı kabullenmediği sürece ne anlatırsanız anlatın işe yaramaz, kendini hep haklı olarak görür.

Ben, insanları ruhu gelişmiş, ruhunu geliştirmek isteyen ve ruhunu hiç geliştirmek istemeyen olarak üç sınıfa ayırıyorum.

Birinci gruptaki ruhunu geliştirmiş insanlar hiçbir zaman egolarının esiri olmamışlardır. Ruhunu geliştirmek isteyen ikinci gruptaki insanlar ise kendi karanlık ve gölgelerinin farkına varıp ışığı seçenlerdir. Üçüncü gruptaki ruhunu hiç geliştirmek istemeyenler ise hayatlarındaki her şeyin yolunda gitmesini isteyen ama kendilerini değiştirmek istemeyen insanlardır.

İşte bu, ruhunu geliştirmek istemeyen insanlara istediğiniz kadar rehberlik verin, yol gösterin; hazır değilse hiçbir şey yapamazsınız.

Sevgili okuyucularım, değişim ve ruhunu geliştirmek konusu kısaca anlatılabilecek bir konu değil. Bu yüzden 29 Nisan 2022 Cuma günü yine bu konuyu anlatmaya devam edeceğim. Değişimi istemenin veya değişime direnmenin eğitimle ilgisi olmadığını da örneklerle detaylandıracağım.

(Devam edecek…)

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BARIŞ BENİMLE BAŞLAR-1

Sevgili okuyucularım, geçen ay bilinçli ve bilinçdışı anıların, olumsuzlukların temizlenmesi için yapılan ve “ho’oponopono” adı verilen bir arınma çalışmasını paylaşmıştım. Bu ay da farklı konular için aynı şekilde yapmanız gereken bu arınma çalışmasını üç madde hâlinde paylaşıyorum. Düzenli olarak yaptığınızda gerçekten kendinizde inanılmaz bir olumlu değişiklik göreceksiniz. Özellikle zihniniz, ne kadar berraklaşırsa o kadar huzurlu olur. En önemlisi berrak bir zihin her zaman doğru karar almanızı sağlar. Çünkü zihin olumsuzluklarla dolu olduğu zaman doğru karar bile alamıyorsunuz. Disiplin ve azimle yapılan çalışmalardan her zaman olumlu karşılık alınır. Çalışmaya geçmeden önce bununla ilgili kısa bir bilgi vermek istiyorum. Geçen ay bu bilgiyi paylaşmıştım fakat belki ilk defa okuyacak olanlar vardır. Onlar için yinelemekte fayda görüyorum.

Ho’oponopono yöntemi; karşımızdaki insanın yaşadığı bir sorunu duyduğumuz, öğrendiğimiz anda bizim sorunumuz olarak algılayıp kendi içimizde bundan arınarak karşımızdakini de arındırma yolunu öğretiyor. Sadece insanları değil her şeyi arındırıp temizlemenin yoludur bu. Olumsuz durumlardan kurtulmanın bir yöntemidir.

Ho’oponopono, Havai halkının kullandığı bir kendini arındırma yöntemidir. Bu yöntemi Joe Vitale’in kitabı “Zero Limit” aracılığı ile batı dünyasına tanıtan ve meşhur eden kişi Dr. Ihaleakala Hew Len oldu. Doktorasını Iowa Üniversitesi’nde yapmış olan Dr. Ihaleakala Hew Len, uzun yıllar Havai Devlet Hastanesi’nin suç işleyen akıl hastaları ile ilgilenen adli biriminde uzman psikolog olarak çalışmış. Hastalarıyla elde ettiği mucizevi sonuçlar çok ilgi çekmiş. Kullandığı yöntemler öyle etkiliymiş ki zamanla yatan hastaların tümü taburcu edilmiş, sonunda dört yıl içinde birim kapatılmış. Dr. Len’in kullandığı bu yöntem, 1982 Kasım’ından beri güncelleştirilmiş Ho’oponopono uygulaması yapan Hawaiili şaman Morrnah Nalamaku Simeona sayesinde ortaya çıkmış. Tüm dünyada bu yönteme ün kazandıran, öğrencisi Dr. Ihaleakala Hew Len ve Joe Vitale oldu.

Şimdi çalışmaya geçelim:

1) “Bedenimin sağlıklı, canlı ve güçlü olmasını engelleyen içimde bana, aileme, atalarıma ait her ne varsa, her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip, arınıp, şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono” dedikten sonra;

“Seni seviyorum”

“Özür dilerim”

“Lütfen beni affet”

“Teşekkür ederim.”

Niyeti bir kere, sonraki dört cümleyi istediğiniz kadar, kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

2) “Bugün beni üzen, yoran, sıkan, zorlayan, yolumu tıkayan ve bana acı veren her şeyi yaratan içimde her ne varsa, her ne oluyorsa tüm zamanlarda, tüm boyutlarda, tüm evrenlerde temizlenip, arınıp, sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono” dedikten sonra;

“Seni seviyorum”

“Özür dilerim”

“Lütfen beni affet”

“Teşekkür ederim.”

Niyeti bir kere, sonraki dört cümleyi istediğiniz kadar, kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

3) “Negatif düşünmeme, karamsar düşüncelerime ve olumsuz iç sesime yol açan içimde bana, aileme, atalarıma ait her ne varsa, her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip, arınıp, sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono” dedikten sonra;

“Seni seviyorum”

“Özür dilerim”

“Lütfen beni affet”

“Teşekkür ederim.”

Niyeti bir kere, sonraki dört cümleyi istediğiniz kadar, kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

Kaynak: Dr.Ihaleakala Hew Len ve Berna Özcan

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

PİKNİKTEN İZ BIRAKANLAR

Anılarımı paylaştığım on beş gün önceki yazımda ailece yaptığımız piknikleri ve bu pikniklerde yaşadığım mutluluğu anlatmıştım. O yazımda, piknik anılarımı anlatmaya devam edeceğimi de belirtmiştim. Tahmin edeceğiniz gibi dokuz yaşındaki çocuk bugün yine sandığın başında. Bakalım bu sefer pikniğe ait nasıl bir anı çıkaracak sandıktan? O pikniklerden nasıl bir iz kalmış büyümekte olan o çocuğun ruhunda?

Tabii ki gezmek güzel bir duygu bırakır bende. Gezilerin o anda bıraktığı duygu benim için çok önemlidir. Etrafımı gözlemler, nasıl davranışlarda bulunuyorlar, diye bakardım. Sadece gezmek değil mesele. Çocuk o bulunduğu ortamdan zevk alıyor muydu, eğlenebiliyor muydu, kendini nasıl hissediyordu? Her anı yazımda, hatırladıklarımı şeffaf olarak yazıyorum. Çünkü o anılar bende nasıl bir iz bırakmış ve bu izler yetişkinlik zamanımda benden yani özümden uzaklaşıp kendime ve etrafa karşı nasıl bir davranış içinde olmama yol açmış görmek istiyorum. O çocuk büyüdüğü zaman istekleri değişmiş mi, çocukken istediğini ne ise gene aynı şeyleri mi istiyor? İstediğim, üzerimde oluşan baskılar, kalıplar, korkular ve şekillerden uzaklaşıp kendi özümü yaşamaktı.

Kiraz bahçemize piknik için gittiğimizde iki şey beni rahatsız ederdi: Her hafta gelen ortaca yengemin ablasının çocuklarının çok yaramaz olması ve ablalarının yiyecek bir şey getirmemeleri. Her gelişlerinde, “Biz piknik hazırlığı nasıl yapılır bilmiyoruz, alışık değiliz,” diyorlardı. Gelen diğer kişilerin evlerinde hazırladıkları ve dışarıdan hazır aldıkları yiyecekleri, annemin ve küçük yengemin evde yaptığı yiyecekleri görüyorlardı. Bunları gördükleri hâlde diğer hafta geldiklerinde gene aynı sözü söylüyorlardı, “Biz bir şey getirmedik çünkü piknik nasıl yapılır bilmiyoruz.” Bu sözleri dikkatimi çekiyordu, yalan söyledikleri anlaşılıyordu. Çünkü insan bilmeyebilir ama birkaç hafta geldiğinde orada gördüklerinden, piknik için ne yapılması gerektiğini öğrenir. Üstelik maddi durumları iyiydi, dışarıdan hazır bir şeyler alıp gelebilirlerdi fakat almak istemedikleri için bunu söylemek zorunda kalıyorlardı. “Biz mahcup oluyoruz,” diyorlardı. Mahcup olan insan etrafına bakıp nasıl olduğunu öğrenir, bir dahaki gelişinde davranışını değiştirmiş olurdu. Şimdi anlıyorum açık ve net konuşmadıklarını. Oysa doğrusu ne ise onu söyleyebilirlerdi. Onlar sadece kendilerini kandırmış oluyorlardı. Kimsenin sesi çıkmıyordu.

Babam için bütün ailenin orada olması büyük mutluluktu. Herkesin gelmesini istiyordu. Fakat bu durum annemi çok yoruyordu. Çünkü o kadar kalabalığa yiyecek yetiştirebilmek için bir gün önceden başlıyordu hazırlıklara. Piknikte en fazla iş yapan annem oluyordu, gelen insanların maalesef çoğu oturup sohbet ediyor, bahçede dolaşıyor veya kiraz topluyordu. İş paylaşımı yapmıyorlardı. Şimdi anlıyorum ki herkes orada kendini düşünüyor, bencilce davranıyormuş. Tabii annem de sessiz olduğu için kimseye, şunu yapar mısın, demiyordu, kendi yapmaya çalışıyordu. Babam zaten huzursuzluk çıkmasın diye hiçbir şey söylemezdi. Her şeyi kabul ederdi. Yeter ki herkes mutlu olsun. Annem de öyledir. Tabii onların bu tutumu diğer kişilerin işine geliyordu.

Beni rahatsız eden diğer bir konu ki bu yalnızca beni değil ablamı, annemi ve yengelerimi de rahatsız ederdi; babam ve amcalarımın piknikte iş konuşmasıydı. Bu iş konuşmaları genellikle tartışmaya dönüşüyordu. Herkes kendi fikrini söylüyordu ama özellikle küçük amcam hep kendini haklı göstermeye çalışıyordu, iş konusunda iyi bir şey olduğunda kendisinin yaptığını söylüyordu. Babam, onun yaptığı işin hatalı olduğunu söylediğinde ise tartışma başlıyordu. Annem ve yengelerim, “Artık iş konuşmalarınızı burada yapmayın, işte yapın. Buraya eğlenmek için geldik,” diye tepki gösteriyorlardı. Ben o tartışma anlarında ve öfkeli konuşmalarda hemen uzaklaşıyordum. Kardeşimle ya kiraz toplamaya gidiyorduk ya da top ile oynuyorduk. Özellikle ortaca amcamın sesini yükseltmesi, öfkelenmesi ablamı ve beni çok rahatsız ediyordu. Diğer hafta tekrar pikniğe gideceğimiz zaman ablam, “Ben gelmiyorum, zaten bitirmem gereken projelerim var,” diyordu. Bu sefer ben de “Gelmek istemiyorum,” diyordum. Babam, “Hayır,” diyordu, “Gelmelisin, orada beraber olacağız.” Tabii ben babama amcamın öfkesinden ve onların tartışmasından rahatsız olduğumu söyleyemiyordum, sadece “Sesli ortamları sevmiyorum,” diyordum ve bu beni pikniğe gitmekten kurtarmıyordu. Çocukluğumda da rahatsız olduğum ortamları hemen terk ederdim. Yüksek ses, öfke ve kızarak konuşmak hep rahatsız etmiştir beni. Böyle davranan insanlarla aynı ortamı paylaşmak, konuşmak istemezdim. Bir de suçsuz olduğu hâlde babamın suçlanması benim alınmama sebep oluyordu. Tabii bu alınganlığı içimde yaşıyordum.

Babam da bir şeye kızdığı ya da küstüğü zaman sessiz bir yere çekilirdi. Kendi ile baş başa kalırdı. Fakat amcalarım hep kendilerini haklı göstermeye çalışırdı. Şimdi anlıyorum ki egoları konuşuyormuş, onlar bağırarak içlerini boşaltıyorlarmış. Babam onlar üzülmesin diye hep alttan alıyordu. Babamın ve annemin sessiz kalmalarının nedeni sadece huzursuzluk çıkmaması içindi. Küçük amcam istediği yapılmadığı zaman küser, bizimle pikniğe gelmezdi. Tabii yaşım ilerledikçe amcalarımın, babamın ve annemin iyi niyetini, sessizliğini kullandıklarını tam olarak anladım.

Aile içinde birileri sessiz olunca tabii ki o kişiye yükleniliyordu. Babam ve annem hiç kimse kırılmasın diye sessiz kalarak kendi haklarını çiğnemiş oluyorlardı. Aslında kendi haklarını savunup dile getirselerdi bir daha haksızlığa uğramayacaklar, üzülmeyeceklerdi. Annemin pikniğe gelenlere, “Bana yardım eder misiniz?” veya “Burada işleri hep beraber yapmalıyız,” demesi gerekiyordu. Aynı şekilde babam da küslük olmasın diye kendi isteklerini söyleyememekten, sürekli kendinden fedakârlık yapmaktan vazgeçmeliydi. Çünkü zaten kardeşleri onu seviyorsa haklı olduğunu anlayacaklardı. Ama bir insan bencil ise ne kadar isteğini yerine getirseniz de sürekli almaya bakar. Bazı insanlar siz verdikçe hep alırlar ne olursa olsun çünkü almaya meraklı insanlardır. Karşı tarafı düşünmezler bencil insanlar. Bu aile içinde olsun, akrabalıkta olsun, arkadaşlıkta olsun hep böyledir.

Sevgi ve saygı çerçevesinde olmak koşuluyla tabii ki hakkımızı her zaman korumalıyız. Eğer ortada yanlış bir davranış varsa söylemek gerekiyor. Çünkü insan kendinden fazla fedakârlık yaptığı zaman bu sefer kendi hakkına girmiş oluyor. Başkasının hakkını korumak konusunda çoğu insan biraz cimrilik yapıyor. Aynı zamanda iyi niyet de suiistimal edilmiş oluyor. “Nasıl olsa o sessiz, sesini çıkarmaz, her şeyi yapar,” deyip sürekli alma peşinde olanlar, kullanmak isteyen insanlar hep var. Böyle insanlara karşı kendimizi korumalıyız. Birlik ve bütünlüğün içinde konu ne olursa olsun her zaman paylaşmak vardır. O pikniğe gelenler kim olursa olsun kimse söylemeden iş paylaşımı yapmak zorundaydı ve ayrıca her gelen kendi bütçesine göre bir şeyler getirebilmeli ya da getirmese bile dürüstçe nedenini söylemeliydi.

Egolar olunca en yakınına bile haksızlık yapılıyor maalesef.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

NELERLE ÖVÜNÜRSEN ELİNDEN GİDER

Hayatımızda ne kadar çok bilge hikâye okumuş veya dinlemişizdir. Her biri ayrı bir ders niteliğindedir. Fakat en önemlisi ise bu bilge hikâyelerin öğrettiklerinden hayatımıza bir şeyler katmaktır. Bazen okuyup geçeriz, bazen üzerinde durup düşünürüz. Eğer her seferinde farklı bir açıdan bakmamızı sağlıyorsa o okuduğumuz bilge hikâyenin gerçekten üstünde durmuşuz demektir.

Bugün sizlerle paylaşacağım hikâyeye geçmeden önce birkaç cümle ile kendi düşüncelerimi ve duygularımı yazmak istedim. Bazen elimizdeki imkânlarla fazlaca övünürüz; maddi gücümüz, mevkiimiz, aklımız, zekâmız, güzelliğimiz, kariyerimiz vb. İşte bunlarla sanki hiç elimizde gitmeyecekmiş gibi övünüp dururuz. “Benim aklım var, ben aklımla her şeyi yaparım”, “Ben çok zenginim, bu zenginlik bitmez” veya “Ben iyi eğitimler aldım, her zaman iş bulurum, iyi para kazanırım, her zaman önüm açıktır,” diyen bazı insanlara şahit oldum. Aslında bu övündüklerinin bir gün ellerinden gidebileceğini veya bunlarla her kapının açılmayacağını bilmezler. Övünmek kendini üstün görmenin bir sonucudur ve bir anlamda kibre girer. Sizleri aşağıdaki bilge hikâye ile baş başa bırakıyorum.

HÜKÜMDARIN SERVETİ…

Zamanın birinde bir hükümdar varmış, zenginliği tüm dünyaca bilinirmiş. Hükümdar her gittiği yere hazinesinin bir bölümünü götürür ve bunları sergilemekten büyük onur duyarmış.

Hükümdarın hayatında en çok güvendiği, tek akıl hocası bir bilge kişiymiş. Günlerden bir gün bu bilge kişiyle otururken hükümdar şöyle bir soru sormuş:

–Sen ki göğün gizemine ermiş, bilime yön vermiş bir adamsın. İnsanlar, ister hükümdar denli güçlü, ister savaşçılar denli onurlu olsun ayağına kapanır ağzından çıkacak bir sözü beklerler. Şimdi senin gibi bilge bir adamın fikrini merak etmekteyim, benim hükümdarlığım ve servetim hakkında ne düşünüyorsun?

Bilge bu soru karşısında hükümdarın gözlerine bakarak şu sözleri söylemiş:

–Diyelim ki hükümdarım, kızgın ve uçsuz bir çöldesiniz. Ölmemek için, size uzatacağım bir bardak suya servetinizin yarısını verir miydiniz?

–Verirdim tabii.

–Zaman geçti diyelim susuzluğunuz arttı, size uzatacağım bir sonraki bardağa servetinizin öteki yarısını da verir miydiniz?

Hükümdar biraz düşünür ve ardından “Ölmemek için evet,” der. Bunun üzerine bilge kişi gülerek şu sözleri söylemiş:

–Madem öyle, o zaman övünmeyin fazlaca. Çünkü haşmetlim sizin servetiniz yalnızca iki bardak sudur.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com