HERKESİ AYNI TERAZİYE KOYARSANIZ ADALET OLMAZ.

Değer görme, günümüz dünyasında çocukluk yaşlarında başlayıp yaşam boyunca devam eden bir durumdur. Öncelikle aile çocuğa değer gösterir, çocuk da değeri ilk olarak aileden görecektir. Tabii ki değer görme ve göstermede sevginin olması en önemli etkendir. Bazı aileler, çocuklarına maddi imkânlar sağlayarak bu değeri gösterirler. Aslında değer kavramı, bundan ziyade ailenin çocukla sevgi ile iletişim halinde olması ve onun bütün fikirlerine değer verip onu saygı ile dinlemesinden geçer. Değer, ailenin çocuğuna şefkatini tam olarak akıtmasıdır. Eğer çocuk aileden değer görmemişse kendine nasıl değer vereceğini bilmediği için başkalarına nasıl değer vereceğini bilmekte de gelecekte sorun yaşıyor. Çünkü değer kavramının ne olduğunu bilmediği için sanıyor ki iki güzel söz söylediği zaman karşısındakine değer vermiş olacak. Tabii ki değer kavramı herkese göre değişir fakat bu yazımda her zamanki gibi kendi düşüncelerimi dile getiriyorum. “Değer verme ve görme, ailede başlar.” demiştim. Bazı aileler çocuklarına maddi yönden imkânlar sunup değer verdiklerini sanırlar fakat aslında bir gün dahi o çocukla iletişim kurmamışlardır. Onunla bir arkadaş olarak zaman geçirmemiş, üstelik diğer çocuklarla arasında ayrım yapmış ya da çocuğu diğerlerine karşı ezik hissettirmiş ve bütün sorumluluğu ona vermişse bu durum gelecekte kardeşler arasında sorunlara neden oluyor. Çünkü kardeşlerden biri diğerlerinin sorumluluğunu üstleniyor. Sürekli sorumlu hisseden insan da kendini değerli hissedemez. Yine aile tarafından gelen sürekli bir eleştiri, yargılama ve olumsuz kelime kullanımları, çocuğun kendi değerini bilmeden büyümesine neden oluyor. Durum böyle olunca da kendisine ne zaman bir başkası tarafından değer verilse o zaman da o kişiye farklı davranmaya başlıyor. Hayatında hiç değer görmediği için değer veren insana kendince şüphelerle yaklaşıyor ya da artık kendi değerinin farkına varıp başkalarının da kendisine değer vereceğini zannediyor. Değer görüyor ama karşı tarafa o değeri vermiyor, veremiyor. Çünkü kendi o “değer” kavramını bilmiyor. Karşısındakine iki üç güzel söz söyleyerek değer verdiğini sanıyor. Bir başka ihtimal de değer görmeye aç olduğu için, karşısındakinden değer görüyorsa bu sefer de maalesef onu ihtiyacı olduğu zaman kullanıyor. Susamış bir insanı düşünün; nasıl ki suyu bulunca hemen ağzına diker, işte değere, daha doğrusu sevgiye aç insanlar da değer gördüklerinde bunu aynı şekilde kullanırlar. Fakat bakıyoruz ki değer verdiğiniz kişi size değer vermiyor, bu sefer ne yapıyorsunuz; kendinizi çekiyorsunuz. Çünkü insanın kendine ait bir öz değer farkındalığı varsa bütün canlılara da değer verir.

Şimdi bunu birkaç bölümde anlatmak istiyorum. Ailesinden değer görmeyen kişilere kısa bir şekilde değindik. Bugün bahsedeceğim asıl konu ise size değer veren kişilerle değer vermeyen kişileri aynı teraziye koymamanız. Bunu yaparsanız hem terazinin dengesi bozulur hem de adil olmaz. Bunu yine yaşanmış örneklerle anlatacağım. Yukarıda bir şeyden bahsettim: Bütün canlılara değer vermek. Günümüzde herkes yaşadığı ülkede değer görmek ister. Kimden bekliyor bu değeri? Tabii ki o ülkeyi yöneten yöneticilerden, ailesinden, çalıştığı iş ortamından, arkadaşlarından, komşusundan diye liste uzar gider. İnsan bunca değeri bekliyor ama kendisine sormalı. Önce kendisine sonra etrafındaki insanlara ne kadar değer veriyor? Yoksa sadece ihtiyacı karşılandığı zaman mı değer veriyor? Çünkü çoğu insan ihtiyaçları olduğu zaman ortaya çıkıyor ve sadece istekleri karşıladığı zaman o kişiye değer vermiş oluyor. Bu, değer değil bence; ihtiyacına göre değer vermek.

Ayrıca değer vermek ile beklenti arasında çok ince bir çizgi vardır. Bunu lütfen karıştırmayın. İnsanlar genellikle, “Ama sen de beklenti içindesin!” derler.

“Yaşanmış örneklerle anlatacağım.” demişken kendimden bir örnekle yola çıkayım. Bir seyahate gideceğim zaman bir arkadaşım bana “iyi yolculuklar” diliyor. Döndükten sonra da yolculuğumun nasıl geçtiğini soruyor. Kısacası; yaşadıklarımı paylaşıyor. İşte bu değer vermektir. Burada bir beklenti yok. Çünkü o size değer veriyor, zamanını veriyor ve iyi dileklerde bulunuyor. Bir emek veriyor. Değer verdiğin için de emek vermiş oluyor. Diğer bir arkadaşınız ise hiçbir şekilde sormuyor fakat yine de size değer verdiğini söylüyor. İnsanlar neye bakarlar? Davranışlara. Sevgiyi de ve değeri de davranışlar gösterir.  Sadece kelimelerin içinde işte seni seviyorum ya da değer veriyorum demekle ile olmaz. Aynı şekilde, zor zamanınızda yanında olan kişi ile olmayan kişiyi aynı teraziye koyarsanız o zaman adalet kavramını tekrar gözden geçirmenizde yarar var demektir.

Değer vermek, aslında bir emektir. Düşünün; emek verilen her şey sevgiden kaynaklanıyor. O kişiye değer verdiğiniz için onun doğum gününe özel bir pasta yapıyorsunuz ve gönderiyorsunuz. Pasta o kişiye gidiyor. Kişi pastayı yiyor ama size “Pasta geldi!” demek için bir telefon bile açmıyor. Sonra yine siz arıyorsunuz onu. Aslında şimdi bazılarımız şunu söyleyecek: “Zaten içinden gelerek yapmışsın, beklentin olmayacak.” Tabii ki içimizden geldiği için yapıyoruz fakat o kişi değer bilmiş olsa karşı tarafa bir teşekkür telefonu açar. Beni düşünüp emek verip gönderdiğin için burada bir zaman harcıyorsunuz. Zamanı geri getirme şansınız var mı? Bazı insanlar sende alıngansın diyorlar. Burada ince çizgiyi ayırt etmek gerekir. Bu alınganlık diye o zaman kimse kimseye teşekkür etmesin. Bazı insanlar kendi işlerine gelmediği zaman “Sende alınganlık yapıyorsun”  söylemeleri o kadar kolay ki. İleri zamanda alınganlık konusunuda yazacam. Burada ‘Elma ile armutu karıştırmamak lazım’  Bu sefer o kişiye yine de değer gösteriyorsunuz. Fakat onu teraziye koyduğunuz yer başka oluyor. Çünkü size telefon açıp teşekkür eden ile size güzel sözler söyleyeni ve hiç umursamayıp o pastayı yiyen kişiyi aynı teraziye koymak adaletsizlik olur. Aynı şekilde siz maddi ve manevi imkanlarınızı kullanıp hediye almışsınız. Fakat bir teşekkür yok veya alıp sizin önünüzde bir kenara atıyor. Açmıyor bile paketi o anda önemsemiyor. O kişiyi terazinin neresini koyarsanız?

Hastaneye yatıyorsunuz. Sizin yanınıza gelmeyip üstelik çok yakın olmasına rağmen aramayan arkadaşınız ile aynı şekilde uzakta olmasına rağmen imkânlarını zorlayarak yanınıza gelen ya da arayan bir arkadaşınızı düşünün. Şimdi yine ikisini aynı teraziye mi koyacaksınız? Arayıp sormayan kişiye sorduğunuzda sizi çok sevdiğini söyler ama değer sevgiden gelir. İnsanların değeri, sevgi ile birliktedir. Çünkü değer vermek, aslında önemsemektir. Önemsediği için sizi merak eder, hâlinizi hatırınızı sorar. Bir gün bile arayıp sormayan ya da bir mesaj bile yazmaya üşenen o arkadaşınız ile sizi önemseyip merak eden arkadaşınızı aynı teraziye koyabilir misiniz?

Özel günleriniz hatırlayan ve kutlayan kişiler değerlidir. Onlar bunları hatırlamıyor aksine siz hatırlayıp kutluyorsanız, bu da sizin ona verdiğiniz değerden dolayıdır. Seyahate giderken “Oradan istediğiniz bir şey var mı?” diye sormak da o kişiye verilen değeri gösterir. Hiçbir şey olmasa bile güne başlarken o kişiye “Günaydın!” demeniz, güzel bir söz yazmanız da o kişiye verilen değerdir. Tabii bunları söylerken burada altını çizerek söylemek istediğim bir nokta var: İhtiyacı olduğu zaman karşı tarafa verilen değerden bahsetmiyorum. Çünkü genelde kişi bir ihtiyacı olduğunda “Bir hatırını sormak istedim.” der ve arkasından isteyeceği şeyi söyler.

Bu durumu genelde komşuluk ve akrabalık ilişkilerimizde yaşarız. Sizin zor zamanında yanınızda olan komşunuz, tanışlarınız ve akrabalarınız ile sizi hiç arayıp sormayan, üstelik duysa bile gelmeyen o kişiler aynı teraziye konulmaz. O kişilere aynı değer verilmez. Aksi durumda diğerlerinin hakkını yemiş olursunuz.

Aslında “terazi” dediğim, bir anlamda insanın kalbidir çünkü insanın kalbine alacağı kişiler çok farklı oluyor. Her canlıya evrensel olarak sevgiyi veririz, onların iyiliğini isteriz. Ama kalbimize aldığımız kişilerin değerleri farklı olur. Hiçbir koşul olmadan size yazılmış güzel bir yazı ile koşullara göre yazılmış güzel bir yazı arasında çok fark var. İşte burada vereceğimiz değerle birlikte kalbimizde farklı yerlere koyuyoruz onları. Mesela, uzun bir yolculuktan geldiğinizi düşünelim. Emek verip hazırladığı yemeği evinize getiren bir arkadaşınız veya tanıdığınız ile bir “Hoş geldin!” bile demeyen insana aynı değer verilmez. İkisi aynı kalbe konulmaz. Çünkü insanlar ne ile anılırlar? Yaptıkları davranışlarla. Bu davranışlar da değeri belirler.

Bu, iş yerinde de geçerlidir. Düşünün ki yıllarca emek veren, çalışan, işini son derece düzgün yapan biri ile işini aksatan ve boş veren birinin patron tarafından aynı değeri görmesi diğer kişinin de motivasyonunu düşürür. Bu sefer kendi değerini bildiği için o da çalışmak istemez ve işten ayrılır. İşte, insanların ilişkileri de aynı böyledir. Eğer değer görmüyorsa o kişiyi terk eder ya da araya mesafe koyar. Çünkü ihtiyaçları olduğu zaman ortaya çıkan insanlar her daim karşınıza ihtiyaç anlarında çıkacaklar ve ancak öyle değer vereceklerdir.

Tüm canlılara değer vermek, demiştim. Burada tabii ki esas olarak doğayı ve hayvanları kastediyorum. Çünkü insan yediği yiyeceklere değer verdiği takdirde aslında doğaya da değer vermiş oluyor. Çünkü yiyeceklerin kaynağı doğadır. Kendimize değer verirsek aynı şekilde doğaya da değer vermiş oluyoruz. Çünkü aldığımız nefes de doğadan kaynaklanıyor. Kesilen ağaçları düşünelim. Ağaçların yok olması bizim nefes almamızı zorlaştırır. Aynı durum hayvanlar için de geçerli. Onlara yapılan herhangi bir olumsuzluk, kendi değerimizi belirler. Bu sebeple değer, bütün olarak canlıları kapsar.

Değer, sevgiyi gösterir. Her insan verdiğiniz değeri taşıyamaz. Her insan verdiği değer kadar kalpte ayrı bir iz bırakır.

Her şey gönlünüzce olsun..
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BARIŞ BENİM İLE BAŞLAR- 8

Sevgili okuyucularım, önceki aylarda bilinçli ve bilinçdışı anıların, olumsuzlukların temizlenmesi için yapılan ve “ho’oponopono” adı verilen bir arınma çalışmasını paylaşmıştım. Bu ay da farklı konular için aynı şekilde yapmanız gereken bu arınma çalışmasını altı madde hâlinde paylaşıyorum. Düzenli olarak yaptığınızda gerçekten kendinizde inanılmaz bir olumlu değişiklik göreceksiniz. Özellikle zihniniz, ne kadar berraklaşırsa o kadar huzurlu olur. En önemlisi berrak bir zihin her zaman doğru karar almanızı sağlar. Çünkü zihin olumsuzluklarla dolu olduğu zaman doğru karar bile alamıyorsunuz. Disiplin ve azimle yapılan çalışmalardan her zaman olumlu karşılık alınır. Çalışmaya geçmeden önce bununla ilgili kısa bir bilgi vermek istiyorum. Geçen ay bu bilgiyi paylaşmıştım fakat belki ilk defa okuyacak olanlar vardır. Onlar için yinelemekte fayda görüyorum.

Ho’oponopono yöntemi; karşımızdaki insanın yaşadığı bir sorunu duyduğumuz, öğrendiğimiz anda bizim sorunumuz olarak algılayıp kendi içimizde bundan arınarak karşımızdakini de arındırma yolunu öğretiyor. Sadece insanları değil her şeyi arındırıp temizlemenin yoludur bu. Olumsuz durumlardan kurtulmanın bir yöntemidir.

Ho’oponopono, Havai halkının kullandığı bir kendini arındırma yöntemidir. Bu yöntemi Joe Vitale’in kitabı “Zero Limit” aracılığı ile batı dünyasına tanıtan ve meşhur eden kişi Dr. Ihaleakala Hew Len oldu. Doktorasını Iowa Üniversitesi’nde yapmış olan Dr. Ihaleakala Hew Len, uzun yıllar Havai Devlet Hastanesi’nin suç işleyen akıl hastaları ile ilgilenen adli biriminde uzman psikolog olarak çalışmış. Hastalarıyla elde ettiği mucizevi sonuçlar çok ilgi çekmiş. Kullandığı yöntemler öyle etkiliymiş ki zamanla yatan hastaların tümü taburcu edilmiş, sonunda dört yıl içinde birim kapatılmış. Dr. Len’in kullandığı bu yöntem, 1982 Kasım’ından beri güncelleştirilmiş Ho’oponopono uygulaması yapan Hawaiili şaman Morrnah Nalamaku Simeona sayesinde ortaya çıkmış. Tüm dünyada bu yönteme ün kazandıran, öğrencisi Dr. Ihaleakala Hew Len ve Joe Vitale oldu.

Şimdi çalışmaya geçelim:

1) “İnsanlar içinizde ne varsa ona aynalık ederler. İnsanların size davranışı sizin kendinize ne yaptığınızı gösterir. Siz kendinize nasıl davranıyorsanız insanlardan da aynı davranışları görürsünüz. Eğer birisi sizi reddediyorsa siz bir yanınızı reddediyorsunuzdur veya bir parçanız diğer parçanızı reddediyordur. Birisi size öfkeliyse aynı şekilde bir parçanız diğer parçanıza öfkelidir. İnsanlarla ilişkilerinizde sorunlar yaşadığınız zaman bu kişinin davranışı benim kendime hangi davranışa aynalık ediyor diye kendinize sormanızı ve sonra içinizde bu durumu dönüştürecek çalışmalar yapmanızı öneririm. Size bu konuda işinize yarayacak bir arınma kalıbı vereceğim bunu genel olarak bir çok çalışmanıza uyarlayabilirsiniz.

 

Falancanın bana ……… yapmasına/davranmasına benim içimde olan bir veri, bir enerji veya kodlama yol açıyor. Bu durumu ve bu sorundaki sorumluluğumu sevgiyle kabul ediyorum. Bu durumu oluşturan, buna onay veren, katkı sunan veya bundan bir fayda elde eden içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono”

Seni Seviyorum

Özür Dilerim

Lütfen Beni Affet

Teşekkür Ederim

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

2) “Yeterince iyi olamadığımı hissetmeme yol açan içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono”

Seni Seviyorum

Özür Dilerim

Lütfen Beni Affet

Teşekkür Ederim.

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

3) “Özgürleşmemi, akışa ve geleceğe güvenmemi engelleyen içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono”

Seni Seviyorum

Özür Dilerim

Lütfen Beni Affet

Teşekkür Ederim

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

 4) “Başka insanların onaylarını almaya ihtiyaç duymama yol açan içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono ”

Seni seviyorum

Özür dilerim

Lütfen beni affet

Teşekkür ederim.

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

5) “Hayatın bana sunduğu tüm harika hediyeleri sevgiyle kabul etmemi engelleyen, buna direnen içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono “

Seni seviyorum

Özür dilerim

Lütfen beni affet

Teşekkür ederim.

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

6) “ Desteklediğimi, sevildiğimi ve güvende olduğumu hissetmemi engelleyen içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono”

Seni Seviyorum

Özür Dilerim

Lütfen Beni Affet

Teşekkür Ederim

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

Kaynak: Dr.Ihaleakala Hew Len ve Berna Özcan

Her şey gönlünüzce olsun!..
Sevgi ve ışıkla kalın..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

RUHSAL UYANIŞIN 10 ADIMI

Sevgili okuyucularım geçenlerde bir kitap bakarken, karşıma uyanışın 10 adımı ile bilgi karşıma çıktı. Bunu sizlerle paylaşmak istedim. 

Farkındalık: İlk adım, mevcut durumunuzun ve yaşamınızın farkına varmaktır. Bu süreçte, daha önce dikkate almadığınız şeyleri fark etmeye başlarsınız.

Sorgulama: Yaşamınızdaki şüpheler ve belirsizliklerle yüzleşir ve daha derin anlam ve amaç peşinde koşmaya başlarsınız.

Arayış: Yaşamın anlamını, amacını ve gerçeği keşfetme sürecine girişirsiniz. Bu süreçte, manevi kitaplar okumaya, derin düşüncelere dalmaya ve bilgi arayışında bulunmaya başlarsınız.

Değişim ve dönüşüm: Farkındalığınız ve bilgeliğiniz arttıkça, yaşamınızdaki değişiklikleri ve dönüşümleri gerçekleştirmeye başlarsınız. Bu, düşünce ve davranış kalıplarınızı değiştirme ve yaşamınızı manevi hedeflerinize uyumlu hale getirme sürecidir. 

Öz-disiplin ve alışkanlık geliştirme: Ruhsal uyanışın önemli bir adımı da, meditasyon, yoga, dua gibi manevi uygulamaları yaşamınıza entegre etmektir. Bu, öz-disiplin ve alışkanlık geliştirme sürecidir.

Daha derin bağlantılar kurma: Yaşamınızdaki insanlarla daha derin anlamlı ilişkiler kurmaya başlarsınız. Ayrıca, evren ve doğayla daha güçlü bir bağ hissedersiniz.

Şifa ve affetme: Geçmişte yaşanan olaylar ve duygularla yüzleşmeye başlarsınız. Bu, hem kendinize hem de başkalarına şifa ve affetme sunma sürecidir.

Sevgi ve şükran: Hayatınızdaki güzelliklere ve nimetlere daha fazla sevgi ve şükran duymaya başlarsınız.

Hizmet etme: Başkalarına yardım etme ve onların yaşamlarını iyileştirme arzusu duyarsınız.

Manevi özünüzle bütünleşme: Tüm bu adımların ardından, ruhsal uyanış sürecinde manevi özünüzle bütünleşir ve daha özgün, uyumlu ve amaçlı bir yaşam sürmeye başlarsınız.

Unutmayın ki; ruhsal uyanışın adımları kişiden kişiye farklılık gösterebilir ve süreç zaman alabilir.

Kaynak: Bilgi Erdemdir

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

NEREYE GİDERSENİZ GİDİN AMA TÜM KALBİNİZLE GİDİN

Sevgili okuyucularım, bu ayki kitap paylaşımımda eski bir Çinli öğretmen, politikacı ve filozof olan Konfüçyüs’un ”Nereye Giderseniz Gidin Ama Tüm Kalbinizle Gidin” kitabına yer verecem. Konfüçyüs engin bilgisi, özlü sözleri ve ahlak felsefesi yüzünden peygamber gibi görülse de yaşadığı dönemde dinle ilgili hiçbir atıfta bulunmamış ve peygamber olmadığını açıkça belirtmiştir. Felsefenin esası insandır. İyi bir eğitmen olduğunu da kabul etmemiştir. Kendi tanımına göre; sadece öğrenmeye aç birisi. Oluşturduğu eğitim sistemi günümüz dünyasında kabul görürken, özlü sözleri ve yaşam biçimiyle binlerce yıl sonra bile insanlığa ışık tutmaya devam etmektedir.

Kitabından bir bölüm paylaşıyorum.

Konfüçyüs ve Mutluluk

“Konfüçyüs’ün asıl felsefesi ahlak ve siyaset üzerine olsa da, genel öğretilerinin ortak noktasında insan ve insanın amacı vardır. Evreni örnek alıp ona benzemeye çalışmaktan söz eder. Mükemmel kavramının yanıtı, evredeki mükemmel dengedir. Evet, doğa kendi içinde sarsılmaz bir dengeye sahiptir. Güneşin yaydığı sıcaklık yüzünden buharlaşan su, buluta dönüşüp yeniden toprağa kavuşur. Bitkileri tüketen bir hayvanın dışkısı, böcekler tarafından işlenir ve topraktaki minerallerle   bütünleşen dışkıdan yeni bitkiler oluşur. Kayıp diye bir şey yoktur. Bir şey hep başka bir şeye dönüşe kendi döngünü tamamlar. Mükemmellik de bu denge halinde gizlidir. Sorumsuzca tüm kaynaklarını kullanarak yok ettiğimiz dünyada biriken insan yapımı atıkların doğaya ger dönüştürülme çabalarının hayati önem taşıdığı birer yüzyılda yaşıyoruz.  Doğanın döngüsüne aykıı olan her hareket canlılık kavramıyla ters düşer. 

İnsan , kendi içdünyasına indiğinde de örnek alması gereken, parçası olduğu doğadan başka bir şey değildir. Açgözlülük, hırs ve ahlaka aykırı pek çok kavram da bu noktada ortaya çıkar Dengenin yol olduğu yerde kendi içinde mutluluğu yakalayamayan insan doğayı katletmeye başlar. Besin zincirlerine müdahale edip kendine faydalı olanın yaşamasına diğerlerinin ölmesine hükmeder. Oysa var olan her şey bir amaca hizmet etmektir.”

Konfüçyüs yaşamak ve değişim hakkında şöyle söylüyor;

“Yaşamak kendi güvenli alanında sayılı günlerini geçirmek değil, akışa dahil olarak hayatın döngüsüyle birlikte hareket edebilme yetisidir.

Değişim konusunda sınırsız olduğunuz tek yer, kendinizle olan münasebetlerinizdir. Yüksek bir dağın eteğinde yıllarını geçiren insana dair bilgelik tanımı yoktur.

Bilgelik insanlarla temasta iken kendini tanıma erdemidir.

Yalnızlığını sevme, ilişkilerini yönetme ve mutluluğa dokunan tarafını keşfetme halidir”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

GÖZ ÇUKURU

Sevgili okuyucularım, bu ayki bilge hikâyemiz ile beraberiz.

Genç Padişahın gözleri dışarıda esen buz gibi poyraza rağmen iri dalgaların arasında balık tutmaya çalışan genç balıkçıya takıldı. Aşağı yukarı aynı yaşlardaydılar. Genç padişah yıllar boyu sıcak odasında otururken, dışarıda balıkçının tabiatın çetin şartlarına rağmen azimle mücadele ederek oltası ile denizden ekmeğini çıkarışını seyrederdi. Balıkçıya için için gizli bir hürmet besliyordu.
Yıllar silinmez izler bırakarak hızla geçmişti. Artık ne kendisi ne de balıkçı genç değillerdi. Şimdi geriye çekilme, gölgede oturma vaktiydi. Padişah tahtını oğluna devretmeye karar verdi.

O esnada gözü dışarıya, eski sandalında halâ olta sallayan ihtiyar balıkçıya takıldı. Gözünden geçmiş yıllar bir film şeridi gibi geçti.

Duygulanmıştı. Vezirini çağırtarak, İlk tahta çıktığında görüp tanıdığı İhtiyar balıkçının da artık köşesine çekilip dinlenmesi gerektiğini, bunun için yarın bütün gün tuttuğu balıkların tartılarak kaç kilo geldiyse o kadar altının kendisine verilmesini emretti. Veziri balıkçıya durumu anlattı. Balıkçı çok sevinmişti. Ne de olsa yılların tecrübesi ile sanatını konuşturup, orta halli bir servetin sahibi olabilir, kalan günlerini de zahmetsizce sıcak odasında, geleceği düşünmeden geçirebilirdi.

O gece bütün takımlarını yeniledi ve itina ile hazırladı. En avcı oltaları hazırlayıp parlattı. Sabah gün doğmadan eski sandalına binip, açıldı. En bereketli bildiği yerine gelince dua edip oltasını yemleyip indirdi.

Beklemeye başladı. Ne de olsa balıkçılık sabır işiydi. Zaman geçiyor, güneş neredeyse tepeye çıkıyordu fakat tek bir balık bile vurmuyordu. Artık hava kararmaya başlamıştı. İhtiyar balıkçı dokunsalar hüngür hüngür ağlayacak durumdaydı. Bomboş livara bakarak kaderine lanet okuyordu. Hava artık iyice kararmış, gün bitiyor martılar çığlık çığlığa yuvalarına dönüyorlardı. Az sonra son kuşlar da süzülerek gittiler. İhtiyar balıkçı yavaş yavaş oltasını mantara sarmaya başladı. Bir iki kulaç kadar sardıktan sonra birden heyecanla irkildi. O an oltanın boş olmadığını anlamıştı. Heyecanla oltasını topladı. Oltanın ucunda ortası delik bir kemik vardı. Sadece ortası delik bir kemik. Balıkçı düşündü, bir de kemiğe baktı. Etse etse iki, bilemedin üç altın ederdi. Gözleri buğulandı. Sandalı bağlayıp rıhtıma çıktığında padişah ve saray erkânından bazı kişiler kendisini bekliyordu.

Gözlerini padişahın gözlerinden kaçırarak mahcup bir eda ile kemiği kantarcıya uzattı. Kantarcı bıyık altından gülerek küçümser bir ifade ile kemiği kantarın kefesine bırakırken, öbür kefeye de iki altın koydu. Kemiğin bulunduğu kefe yerinden bile oynamadı. İki altın daha koydu, kefede gene bir hareket yok. On altın, yirmi altın ,yüz altın ,bin altın, bir çuval altın, kefede halâ bir hareket yok. Padişah ve saray erkânı hayret içinde duruma bir izah, tatmin edici bir cevap bekliyorlardı. Fizik alimleri başta olmak üzere günlerce çok kişi geldi, kendilerince birtakım açıklamalarda bulundular ama padişahı tatmin edemiyorlardı.

Bir gün kalabalık arasından pejmürde kılıklı bir kişi çıktı. Durumu izah edeceğini söyleyerek kantara yaklaştı. Kantarcı bu densiz adamı tam kovacakken, durumu ilginç bulan padişah kantarcıya mâni oldu. Adamdan durumu açıklamasını istedi.

Adam yanda duran hamallara altın çuvalını indirmelerini söyleyerek yerden bir avuç toprak aldı ve boşalan kefeye koydu. Bir çuval altınla yerinden kıpırdamayan kemik, birdenbire havalandı. Pejmürde kılıklı adam padişaha dönerek bu kemik, haris ve aç gözlü birisinin elmacık kemiğidir. Görülen boşluk da göz boşluğudur.
Terazinin diğer kefesine bütün dünyayı koysanız bile bu göz doymaz, bunu ancak bir avuç toprak doyurur dedikten sonra uzaklaşıp gitti…

Gerçekten öyle aç gözlü insanın gözünü, bir avuç topraktan başka, hiç bir şey doyurmaz.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

ORTAÖĞRETİME HAZIRLIK GÜNLERİ

Sevgili okuyucularım sizlerle anılarımı paylaşmaya kaldığım yerden devam ediyorum. Ortaöğretime başlamak üzere olan ve yavaş yavaş gençliğe adım atan çocuk, bakalım sandıktaki anılardan hangisini serbest bırakıyor?

İlkokul mezuniyetinin ardından üç aylık yaz dönemi arkadaşlarla vakit geçirmek, evde kitap okumak, anneme yardım etmekle geçip gitmiş, ortaöğretime başlama vakti gelmişti. Okuyacağım okula ailem tarafından karar verilmişti. Ablamın öğretim gördüğü okula gidecektim. Ablam bana ortaokuldaki eğitim biçimini anlatmıştı. Her derse başka öğretmenin girdiğini söylediğinde çok heyecanlanmıştım. Ben matematik dersini seviyordum, bir de beden eğitimini. Acaba en çok hangi dersin öğretmenini sevecektim? Çünkü ilkokulda bunun sıkıntısını yaşamıştım, sınıf öğretmenime bir türlü ısınamamıştım.

O yıl ablam üniversite son sınıfa devam edecekti. Ağabeyim, liseye başlayacaktı. Okuyacağı liseye kendisi karar vermek istediğini söyledi. Evimize on beş dakikalık yürüme mesafesindeki ticaret lisesini seçti. Matematik ve ticaret alanında öğretim görmek istiyordu. Bunda biraz hafta sonları babamın yanında çalışmasının da etkisi vardı. Kardeşim ise o yıl dördüncü sınıfa başlayacaktı.

Okuyacağım ortaokulun istediği formayı almak için annemle Kadıköy’deki Türkmen Mağazasına gittik. Orası bütün okulların kıyafetini satan bir mağazaydı. Tabii gideceğim okulun istediği kıyafet daha farklı olduğu için çok hoşuma gitmişti: Lacivert etek, beyaz gömlek, kışın beyaz boğazlı kazak, lacivert hırka, süveter ve V yakalı kazak. Çoraplar ve ayakkabı ise siyah veya lacivert olmak zorundaydı.

Annemle bunları alıp eve dönerken o kadar mutlu ve sevinçliydim ki. Yeni bir okula başlayıp yeni arkadaşlarımla tanışacaktım. Bu arada ablamın okuluna gideceğim için de. Hazırlıklar sürerken ablam okuldaki öğretmenleri anlatmaya başlamıştı. Hangi dersin öğretmeninin nasıl bir kişiliği olduğunu, derste nasıl davrandıklarını ve nasıl not verdiklerini anlatıyordu. Böylece bu öğretmenler gelirse diye önden bir bilgi sahibi olmuş oluyordum. Heyecanım giderek artıyordu. Derslere daha çok vakit ayırmam gerekecekti. Boş zamanımda okuyacağım kitapların türü de değişmeye başlayacaktı.

İlkokulda aynı sınıfta okuduğum Derya adında bir arkadaşım vardı. Onun da aynı okula başlayacağını öğrenince çok sevindim. Derya, bize çok yakın oturuyordu. Aynı zamanda çok sessiz, sakindi ve iyi anlaşıyorduk. Beraber gidip gelecektik, yol arkadaşım olacaktı. Artık servis de olmayacaktı okula trenle gidip gelecektik. Annemden, kayıt yaptırırken Derya ile aynı sınıfa olmamız için okul müdürü ile konuşmasını istedim. Çünkü hem birkaç sınıf vardı hem de sabahçı ve öğlenci olarak ayrılıyordu. Kayıt yaptıracağımız gününü öğrenip Derya’ya söyledim. Kayıt günü biz iki arkadaş ve annelerimiz, okula birlikte gittik fakat aynı sınıfa düşmedik. O başka sınıfa verildi. Tabii çok üzüldüm. Çünkü hem sevdiğim arkadaşımdı hem de sınıfta yeni olacağım için tanıdık bir arkadaşım olsun istiyordum. Neyse ki ikimiz de sabahçı olmuştuk, birlikte gidip gelebilecektik.

O gün okulun her yerini gezdik. Bahçesi çok büyüktü. Bahçede iki bina vardı. Ortaokula başlayanlar daha sonra yapılan yeni bina da öğretim görüyordu. Orta son sınıf ile lise öğrencilerinin öğretim gördüğü eski bina ise daha güzeldi bana göre, tarihi bir havası vardı. Üç katlı bu eski binanın içi de çok farklıydı. Üstteki iki katında derslikler vardı. Ayrıca okulun bütün öğretmenlerinin toplandığı toplantı odası vardı, çok ilgimi çekmişti. İlk katta beden derslerinin görüldüğü spor salonu vardı. Sınıfları büyüktü ve eski bina olduğu için tavanları yüksekti. Bu arada iki tane katin olması, özellikle okulun voleybol ve basketbol takımı olması çok hoşuma gitmişti. Çünkü bunlar benim için önemliydi, bir spor dalında okul takımına katılmak istiyordum. Benim arzum basket takımda oynamaktı.

Okulun benim için en şaşırtıcı yanı burada sadece kızların okumasıydı. Buna alışık değildim, ilkokulda benim çok iyi anlaştığım erkek arkadaşlarım vardır. Burada erkek öğrenci olmaması içimi burktu. Çünkü çocukluğumdan beri erkeklerle daha iyi anlaştığımı gördüm. Mahallede onlarla futbol maçı yapmak ve konuşmak farklıydı.

Okulun diğer bir özelliği yatılı olmasıydı. Yatakhane binasını gezdiğimde beni en fazla bahçesi etkiledi, çok büyüktü. Okul yatılı öğrenciler için ücretli ve ücretsiz olarak iki kısma ayrılıyordu. İstanbul dışından gelenler ve karşı tarafta evleri uzak olanlar yatılı kalıyormuş. Aslına bakarsanız yatılı okumak önce çok ilgimi çekti. Fakat sonra insanın kendi evinde kalmasının daha rahat olduğunu düşündüm. Özellikle ders çalışmak açısından. Ayrıca eve arkadaşların gelmesi, aile ile birlikte olmak çok değerliydi. İsteyen yatılı öğrenciler hafta sonu evlerine çıkıyorlarmış. Yatılı öğrenciler bazı prensiplere uymak zorundaymış. Ben disiplini severim ama özgürlüğüme karışacak disiplinden hoşlanmıyorum.

Bu okula yazılmamı en çok isteyen tabii ki velim olan amcamdı. Ama ablamın burada iyi bir öğretim görmesi, okulun köklü olması, öğretmenlerin gerçekten iyi öğretim vermesi, iyi yetiştirmesi de çok etkili oldu.

Bana sormuş olsalardı, kız lisesinde okumayı tercih etmezdim. İlkokuldaki gibi karma bir okula devam ederdim. İlkokulda kızlardan çok erkeklerle daha iyi anlaşıyordum. Çünkü sezgilerim bana kızların hep bilmişlik yaptığını söylüyordu. Bir de bazı kızlar, arkadaş ayrımı yapıyordu. İnsanların ayırt edilmesinden hoşlanmıyordum. Kullandığınız kalem kutusuna bakıp ona göre konuşanlar bile vardı. Durumu iyi olan ve durumu iyi olmayan arkadaşlara göre gruplaşma olduğunu ilkokulda görmüştüm. Bunlar benim hoşuma gitmiyordu. Çünkü ben aileden bunu görmemiştim. Ailemin bize öğrettiği, ne olursa olsun hiçbir zaman ayırt etmeden arkadaşlık yapmaktı. Maddi imkân veya annesinin babasının mesleğine göre arkadaş seçilmeyeceğini öğretmişlerdi. Bu konuda babam bize hep şunu söylüyordu: “Bazılarının maddi durumu iyi olmayabilir, alamayabilir. Siz elinizdekileri onlarla paylaşın.” İşte bu öğretiden gelen bir çocuk olarak bu ayrımcılığı kızlarda gördüğüm için kız lisesine gitmeye ilk anda çekindim.

Bu üzücü duruma ilkokuldan mezun olurken diploma töreninde de rastlamıştım. Bazı ailelerin maddi durumu elverişli olmadığı için çocuklarına ona göre kıyafet almışlardı. Tabii ki bu fark ediliyordu. Ama kimse üzerinde durmazken bazı arkadaşlar onlarla ilgili alaycı konuşmalar bile yapmışlardı. Babam, bize hiçbir zaman kimseyi rencide etmemeyi ve mütevazı olmayı öğretiyordu. En çok da paylaşmayı. Başkaları alamıyorsa onlar için de alıp paylaşmamızı öğütlüyordu her zaman.

Amcalarım babam gibi değildi. Özellikle küçük amcam. İster iş olsun ister diğer konular, sürekli kendini ön plana çıkarırdı. Babam içinse bunlar önemli değildi. Çünkü babam ne yaptığını bildiği için kimseye bir şey kanıtlamaya çaba sarf etmezdi. O işini yapardı. Küçük amcam ise iş yerine gelen bütün müşterilerin kendisinin sayesinde geldiğini söylerdi. Ayrıca çocuklarını özel okullarda okutacağını söylüyordu, “Devlet okullarına vermem.” diyordu. Babam bu durum karşısında sesini çıkarmazdı. Babam onlar gibi düşünmüyordu. Okulların öğretim kalitesinin iyi olmasına bakıyordu. Bu yüzden de bizim öğretimi iyi olan devlet okullarında okumamıza karar vermişti. Ağabeyim ise okulunu kendisi tercih etmişti. Çünkü ileride babamın işini yapıp ticaret yönünde kendini geliştirmek istiyordu.

Çocukken ailede öğretilenler gerçekten çok önemlidir. Çünkü önce oradan alıyor insan: Paylaşmayı, sevmeyi, değer vermeyi, saygı göstermeyi, hak yememeyi, adaletli olmayı.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

HAYATINIZA OLUMSUZ ETKİ EDEN KELİMELER -2

Sevgili okuyucularım, 17 Ekim 2023 Salı günü bu başlık altında ele aldığımız, kelimelerin gücü konusuna kaldığımız yerden devam edelim. Hatırlarsanız o yazıda kullandığımız kötü kelimelerin yarattığı negatiflikten söz etmiştik.

Negatif kelimeler kullanmanın hiçbir zaman faydası olmaz. O kelimeleri kullanarak belki bir an için kendinizi rahatlamış hissedersiniz ama maalesef dönüşü olumlu olmaz. Örneğin “Bunu daha iyi yapmak için daha çok emek vermen gerekiyor.” demekle, “Bunu yapman için kırk fırın ekmek yemen gerekiyor.” demek arasında çok fark var. İki cümleyi dikkatle düşünün. Hangisi size ne hissettiriyor?

Evinizde bir çiçek yetiştiriyorsunuz örneğin. Her gün o çiçeğe negatif konuşmalar yapın. Bakın bakalım o çiçek iki gün sonra ne olacak? Aynı şekilde diyelim evinizde hayvanınız var, ona da çiçeğe yaptığınız gibi kötü sözler söyleyin, hayvanın tavrı nasıl olumsuzlaşacak görün. İnsanız, tabii ki hata yaparız. Bazen bazı kelimeler bir anda ağzımızdan çıkar ama farkındalık olursa bir dahaki sefere söylemek istemeyiz. İşte bu da farkındalığın artmasıyla olabilir.

Salı günkü yazıda belirtmiştim. Size yanlış davranışta bulunan ya da kalbinizi kıranlar olabilir, o insanlara bile herhangi bir negatif kelime kullanmamak gerekiyor. Böyle bir durumda yapılması gereken o insana davranışının nedenini sorup öğrenmektir. Eğer olumsuz davranış ile karşılamış olduğunuzda karşı taraf direk suçlama ve olumsuz kelimeleri kullanmak yerine kendiniz ve o kişi ile yüzleşin. Örneğin birisi sizi bilerek üzmüşse o kişiye “Sen sevgiyi yeteri kadar bilmiyorsun”. “Çünkü sevgiyi bilmiş olsan beni üzmezsin.” ya da “Bana hakaret edemezsin, beni üzecek kelimeler kullanmazsın.” diyebilirsiniz. Ama bunun yerine “Zaten ailede de sevgi yokmuş sende mi olacak.” “Senin aileden çok görgüsüz” demek veya argo ya da onu küçük düşürecek kelimeler kullanmak negatif enerji yüklemek ve yüklenmektir.

Bir insana direkt “Karanlıktasın.” demek başka, “Bu konuda egonu devreye sokuyorsun.” demek başka. Düşünün, biri size karanlıkta olduğunuzu söylese ne anlarsınız? Ama egodan söz etse, aslında herkesin egosu olduğunu hatırlayıp “Bir nebze de olsa evet, doğru” dersiniz.

Benzer biçimde bir insana size direkt olarak “Sen kafayı yemişsin, bir psikoloğa git ya da psikiyatra görün, git bir yerlerde tedavi mi olacaksın ne yapacaksan yap, düzel öyle gel.” demesi başka, “Kendin bu sorunu çözemiyorsan bir yardım alabilirsin.” demesi başka hissettirir.

Aslında kullandığımız kelimeler bizi bilgeliğe doğru götürür. Çünkü farkına vararak değişim yaptığımız her gün biraz daha olgunlaşmış oluruz. O zaman da karşımızdaki insanlar ne kadar kırıcı veya negatif kelime kullanırsa kullansın sessiz kalır ya da onun gibi cevap vermeyiz. Böylece de negatif yüklerden uzaklaşırız.

Pazarda alışveriş yapan bir tanıdık bir gün şunu söyledi: “Ne salak adam, hiç dikkat etmeden ayağıma çarptı.” Ağzına bu kelimeler o kadar yer etmiş ki bir gün de apartman görevlisi hakkında “Söylüyorum, kafası hiç basmıyor, aptal. Yine aynı şeyi almış gelmiş.” gibi sözler sarf etti. Bu insanın kendi çocuğu da kendisine sevgi göstermiyor, çatışma hâlindeler. “Ben çocuğuma böyle davranmıyorum, sevgi ile yaklaşıyorum. O bana neden böyle davranıyor?” diyor. İşte, kendisi başkasına yaptığını çocuğunda yaşıyor. O insanlara yönlendirdiği negatif enerji çocuğunda kendini gösteriyor. Çünkü onların hakkında ister arkalarından konuşmuş ister yüzlerine söylemiş olsun, kullandığı kelimeler o negatifliğin kendisine dönmesine sebep oluyor. Eğer sevgi tam olmuş olsa kimseyi ayırt etmez, o kişiler hakkında güzel kelimeler kullanır. Pazardaki adama söylenmek yerine “Dikkatli olur musun ayağıma vurdun.” dese, apartman görevlisini “Sipariş ettiğim ürün bu değildi. Beni biraz daha dikkatli dinler misin? Hem sen yorulmamış olursun hem de ben sana bir daha anlatmamış olurum.” diye nazikçe uyarsa kendisine dönecek enerji de başka olur.

İş yerinde yanınızda çalıştırdığınız elemanınızdan memnun değilseniz sürekli “Senin kafan bir şey almıyor.” demek veya arkasında olumsuz konuşmak yerine işini düzgün yapması için güzel bir dille ne gerekiyorsa öğretirsiniz ya da işten çıkarırsınız. Hem yanında çalıştırıp hem de hakarete varan sözler söylemek hoş değil.

Eşler arasında da maalesef yaşandığını görüyoruz zaman zaman. Böyle bir durumda insanın önce kendisine saygısı sonra eşine saygısı kalmıyor. Bir de başkasının eşi veya sevgilisi hakkında düşünmeden kullanılan olumsuz kelimeler var. İşte, “Sen bu salağı nerede buldun?”, “Bu psikopatı çok mu aradın?”, “Bunun aptal aptal bakışları var.” “Bu insan ahlaksız” gibi alaycı ve kötü kelimeler kullananlar var. Kime göre aptal, kime göre salak? Böyle insanlar kendilerini çok mu akıllı, çok mu zeki sanıyorlar? Böyle bir ifade biçimi negatiflik yüklediği gibi kibre de giriyor ki o da negatif bir duygudur. Aynı zamanda hemen ahlaksız kelimesini yapıştırmak o kadar olumsuz ki bu ahlaksız kelimesine baktığımızda çok şeyleri kapsıyor. Onun için bilmeden ahlaksız demek çok yanlıştır. Ayrıca eşi için de başkasına ve kendi ailesine işte “Bunun hiç kafası basmıyor“. “Anlayışı çok kıt“  “Ailesi ve kendisinde çok boş insanlar“ Aslında burada kullandığı kelimeler kendine olan özsaygısı olmadığı için kullanıyor. Eğer kendine özsaygısı olmuş olsa eşinin ve ailesine böyle konuşmaz.

En başta başkasının tercih ettiği insan hakkında kimsenin yorum yapmaya hakkı yoktur. Ama diyelim ki kendisine fikri sorulmuş, illa ki bir şey söyleyecek o zaman “Ben bu kişiden pek iyi enerji alamadım. Tabii ki sen iyi enerji almış olabilirsin.” veya “Dikkatli olmanı isterim sonra üzülmeme için” ya da “Egoları biraz yüksek geldi” diyebilir. Çünkü bir kişi iyi enerji alamadı diye herkes de alamayacak değil ya da iyi enerji aldı diye herkes alacak değil. Sadece kullanacağımız kelimelerin olumlu olması gerekiyor.

Hayatımızda kullandığımız negatif kelimelere dair alışkanlıkları değiştirmek bizi bilgeliğe götürür. Bilgelikte pozitif olmak vardır, suçlamak, hakaret, kalp kıran kelimeler yoktur. Kullandığımız kelimeleri özenle seçmeye her geçen gün daha fazla dikkat ederek bu yolu yürümeliyiz ki sonra çevremizden hatta bizi yönetenlerden bu kelimeleri işittiğimizde suçlamayalım.

Birisine bir şey öğretmek isterseniz bunu olumlu kelimelerle yapabilirsiniz. Ama tek koşul olumlu kelimelerin aynı zamanda gerçek olmasıdır. Bir insan, hayatına neden girdiğinizi sorduğunda bunun açıklamasını yaparken bile onu rencide etmek yerine ne sebeple hayatına girdiğinizi söylemelisiniz. Örneğin eğer size insanlık olarak yanlış davranışta bulunmuş bir kişi ise bu soruyu soran, “Sana insanlığı öğretmek için.” demek yerine “Senin başkalarına veya bana yaptığın yanlış davranışı nasıl doğru davranışa dönüştüreceğini bulunman için girdim.” diyebilirsiniz.

Hepimiz insanız hatalarımız tabii ki olacak ama önemli olan farkına varıp bir daha yapmamak üzere değişimi başlatmaktır.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

HAYATINIZA OLUMSUZ ETKİ EDEN KELİMELER -1

İletişim olanaklarının her geçen gün arttığı bir dünyada yaşarken en çok bu iletişimi kurmak için kelimelere ihtiyacımız var. Genel hayatımızda sözlü ya da yazılı olarak nasıl bir iletişim tarzına sahibiz? Hangi kelimeleri kullanıyoruz? Seçtiğimiz kelimelerle nasıl bir enerji gönderiyoruz? Bu gönderdiğimiz enerji bize nasıl geri dönüyor? Kelimelerin gücünün ve hayatımıza etkisinin ne kadar farkındayız?

Bazen farkında olmadan ağzımızdan çıkan kelimeler için hemen kendimizi savunur “Alışkanlık oldu.” deriz. Tabii ki alışkanlık ama bu alışkanlık neden kullandığımız kelimeleri değiştirmek olmasın?

Daha doğar doğamaz ailemizden işittiğimiz kelimelerin bilinçaltına yerleşmesiyle başlıyor her şey. Büyüdükçe çevremiz ve arkadaşlarımızla devam ediyor. Bunların farkına varmadan kendimiz de kelimeleri etkiliyoruz. Sonra da yetişkinlik döneminde olumsuz kelimelerin sözlerimize yansımasına engel olamıyoruz. Oysa hiç düşünmeden kullandığımız bu olumsuz kelimelerin bize geri geleceğini bilmiş olsak, hayatımızı değiştirmenin bizden başladığının farkına varmış olsak işte önce bu olumsuz alışkanlığı değiştirmeye başlarız. Fakat değişmeyi denemek yerine söylediğimiz “Aman, ne olacak ki bu bir kelime ile mi değişecek?” veya “Bunda ne var Allah aşkına? Sen çok abartıyorsun, alt tarafı bir küfür ettim.” ya da “Ne var? Adam işini düzgün yapsın ben ona salak ya da geri zekâlı demem.” Bu açıdan bakan insanların iletişim tarzları ve yaydıkları enerji negatiftir ve negatiflikte sevgi olmaz.

Şimdi sizi aşağı çeken veya enerjinizi düşüren duygulara bir bakın? Karşınızda öfkeli bir insan varsa o size huzur verir mi ya da öfkeli bir insan enerjinizi yükseltebilir mi? Aynı şekilde kibirli, alay eden bir insan düşünün, enerjiniz negatife dönmez mi? İşte duyguların gösterdiği davranışlar gibi iletişimde kullandığımız kelimeler de aslında o anda içimizde olan duyguyu belirtiyor.

Sakin olduğunuzda ve öfkeliyken yaptığınız konuşmalara bir bakın. Aradaki farkı hemen göreceksiniz. Öfkeliyken ağızdan çıkan kelimeler küfre ve hakarete doğru gider. Ama sakinlikle söylenen sözlerin hiçbirinde karşınızdaki insanı kıracak kelimeler ve hakaret olmaz. Sadece o anda yapılan yanlış davranışı nezaketle söylersiniz.

Şimdi beraber örneklere bakalım. Trafiktesiniz, bir yaya veya bir başka sürücü hata yapıyor. Siz, karşı tarafa ister duysun ister duymasın, “Geri zekâlı, aptal, salak!” diyorsunuz veya küfrediyorsunuz. Şimdi bu kelimeler sizce nasıl bir enerji verecek? Ayrıca siz hiç hata yapmıyor musunuz? Az önce sarf ettiğiniz sözleri size söylemiş olsalar ne yapardınız? Sonra evinize veya işyerinize gidiyorsunuz. Bir hata yaptığınızda aileniz veya işyerindekiler trafikteki sözlerinizin aynısını size söylüyorlar. Bu sefer diyorsunuz ki “Ben iş yerimde böyle konuşmuyorum. Ailemin fertlerine iyi davranıyorum, böyle konuşmuyorum. Neden bu sözleri işitiyorum?” Aslında ister “ayna” olarak tanımlayın ister “ne ekersen onu biçersin” ister “evrene bıraktığın geri dönüyor” deyin. Olan biten tam da budur. İşte bunun farkına varmak önemli. Farkındalık ister istemez bu olumsuz alışkanlığınızı dönüştürmenizi sağlar. Çünkü bilinçaltımıza yerleşmiş olan ve hayatımızı olumsuz etkileyen kelimelerin etkisinden kurtulmamız o kadar da zor değil. Biraz çabayla olumsuz kelimelerin yerine olumlu kelimeleri yerleştirmeyi başarabilirsek hayatımızı güzelleştirebilir, bir anlamda kendi kendimizin psikoloğu olabiliriz.

Diyelim ki iş yerinde müdürünüzle bir iş yüzünden tartışırken küfrettiniz veya argo kelimeler kullandınız. Sonra bir başkası, ister aile olsun ister akraba ister arkadaş, gelip size aynısını söyledi, “Lütfen saygılı ol! Bu kelimeleri kullanma. Ben sana karşı böyle kelimeler kullanmıyorum ki.” dersiniz. Aslında ona kullanmıyorsunuz ama müdürünüze kullanmışsınız. İşte, farkında olmadan size dönen kelimeler. Bazı insanlar bunu “şekilcilik” olarak adlandırır “Ne var?” der, “Sen de amma şekilcisin.” Hâlbuki öyle şekilcilikle alakası yok. Burada ince çizgiyi ayırt etmek önemli. O kelimeyi kullanırken altında yatan duygu ve niyete bakmak gerekiyor. Tamamen kızgınlık ile ağzından çıkan bir kelime başkası tarafından da kızgınlıkla kendisine söylenmişse artık karşısındaki o kişiye kızmaya hakkı yoktur.

Düşünün, iş yerinde, toplumda herkes ya da ülkeyi yönetenler böyle kelimeleri kullansa nasıl bir enerji bırakırlar dünyaya? Bize karşı kullanılan kelimelere kızarız ama kendi kullandığımız kelimelere hiç bakmayız. Hâlbuki önce kendimize, ne yaptığımıza, nasıl konuştuğumuza bakmamız gerekiyor. Hep söylediğim gibi, insan karşısındakini değiştirmek yerine önce kendine bakıp değişmeli.

Tabii bazılarının davranışları size iyi gelmez ya da haklı iken haksız duruma düşersiniz. Böyle bir durumda karşı tarafa sorular sorup öğrenmeye çalışın ve düşünün “Neden bu kelimeyi bana kullandı ya da niye kullanmak zorunda kaldı? Bu kelimeyi neden hak ettim?”

Yemek yapmasını bilmeyen ve ilk defa yemek yapan bir insana, “Amma sakarsın, hiç eline yakışmıyor.” derseniz o insan bir daha yapmak istemez. Spora başlayan insana “Sen kabiliyetsizsin. Hiç aklın çalışmıyor mu şu topu buraya atman gerekiyor.” derseniz o kişi spor yapmaktan vazgeçer. Kendini beceriksiz görür. Hâlbuki ilk kez yemek yapana şunu söyleyebilirsiniz: “İlk kez yapan birine göre gerçekten başarılı. Bir dahaki sefere daha başarılı olacağına inanıyorum. Şunlara dikkat etmelisin.” İnsanları suçlayıcı kelimeler kullanırsanız negatif enerji verirsiniz. Evrene bunu yaymış olursunuz. Trafikte hata yapana, bir anda önünüze çıkana “Biraz daha dikkatli olur musunuz neredeyse kazaya sebep olacaktınız.” diyebilirsiniz. Bunu yapmak yerine direkt argo kelimeler kullandığınızda ya da küfrettiğinizde aslında o anda rahatladığınızı sanıyorsunuz. Hâlbuki gerçekte, farkında olmadan negatif enerjiyi kendinize vermiş oluyorsunuz. Üstelik başka birinden duyunca da hemen tepki gösteriyorsunuz.

Sevgili okuyucularım, bu konuya 20 Ekim 2023 Cuma günü devam edeceğim.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

ZENGİN İŞ ADAMI VE BALIKÇI HİKAYESİ

Sevgili okuyucularım, bu ayki bilge hikâyemiz ile beraberiz.

Şimdi sizi hikâyemizle baş başa bırakıyorum.

Amerikalı bir iş adamı, iş seyahati için Meksika’ya gitmiş. Boş zamanında şirin bir kıyı kasabasını ziyaret etmiş. Limanda gezinirken, balık dolu bir tekne ve içinde keyifli bir balıkçıyı görmüş. Balıkçıya seslenmiş:

– Merhaba balıkçı, teknen balık dolu, bu kadar balığı ne kadar zaman da tuttun? 

Balıkçı cevap vermiş: – Bir iki saatte tuttum.

İş adamı merak etmiş: – Neden biraz daha uğraşıp daha fazla tutmadın?

Balıkçı omuz silkerek, cevaplamış: – Bu kadar balık bizim için yeterli, daha fazlasına ihtiyacımız yok ki.

İş adamı balıkçının kanaat karca yaklaşımına şaşırmış, merak etmiş: – Günün kalan zamanında ne yapıyorsun peki, bütün günü nasıl geçiriyorsun?

Balıkçı, tüm güzelliklerini maneviyatı ile anlatmış bir gününü: Anlayacağınız gün nasıl geçiyor anlamıyorum.

İş adamı kendinden emin bir şekilde: – Bak demiş istersen ben sana yardım ederim. Balık tutma işine daha çok zaman ayırmalısın. Büyük bir tekne ile daha çok balık tutabilirsin. Elde edeceğin gelirle başka tekneler de alırsın. Kısa zamanda bir balıkçı filosuna sahip olursun. Çok balık yakaladığın için balığı aracılara değil, doğrudan işleme tesislerine satabilirsin. Hatta daha sonra kendi balık işleme tesisini bile kurabilirsin. Benim yardımlarımla balıkçılık sektöründe lider olursun.

Balıkçı merakla sordu: – Bu dediklerinizi yapmak kaç sene sürer?

İş adamı: – Tahminen 15-20 yıl sürer, ama sonrası daha güzel, şirketini halka açarsın, hisselerini iyi paraya satarsın, kısa zamanda zengin olup milyonlar kazanabilirsin.

Balıkçı heyecanlanmış:– Milyonlar kazanırım ha, peki sonra bu parayla ne yapacağım?

İşadamı hayalini anlatmış: – Sonra emekli olursun. Şirin bir balıkçı kasabasına yerleşirsin. Bundan sonra artık zevk için balık tutarsın. Çocuklarınla, torunlarınla oynarsın. Sence de mükemmel değil mi?

Balıkçı güler; “ zaten ben bu dediklerinizi şu anda da yapabiliyorum, yine bu huzura kavuşmak için neden 15-20 yıl daha sıkıntı çekeyim ki? “Balıkçı işadamını dinleyince ondan daha zenginim diye düşünür… 😊

Zengin olan çok parası olup hayatı boyunca durmak bilmeden çalışan mı, yoksa zengin gibi hayat süren midir…? Sokrates mutluluğun sırrını şu sözüyle dile getirmiştir. “Mutluluğun sırrı; daha çok olanı aramakta değil, daha az olanın tadını çıkarmakta saklıdır.”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

İLKOKULUN BİTTİĞİ GÜN

Sevgili okuyucularım, on beş günlük aralıklarla geçmişe yaptığım yolculuklarımın biriyle daha sizinleyim. Sandığın başındaki çocuğu artık siz de çok iyi tanıyorsunuz. Kimi gün gülüyor kimi gün hüzünleniyor sandığın içindekilere bakınca. Ama istisnasız hepsinden çıkardığı bir ders var. Artık ilkokul öğretimi bitiyor, mezun olma telaşında. Her konuda büyüyen çocuk bu kez üzüntüyle mutluluğun iç içe geçtiği okuldaki o son güne dair anısını sandıktan salıveriyor.

Evet, artık ilkokulun son günlerine gelmiştik. Arkadaşlarımla konuşmalarımızın en önemli konusu okulda yapılacak mezuniyet töreniydi. Diplomalarımızı alacağımız bu törene okul önlüğüyle değil serbest giysiyle katılacaktık. Anneme söylediğimde “Önce mağazalara bakarız yeni bir elbise için, eğer bulamazsak ben dikerim.” demişti. Mezuniyet töreni okul kapandıktan sonra yapılacaktı fakat yine de zaman darlığı vardı. O yüzden “Ya elbise yetişmezse?” diye biraz endişelenmiştim.

Programa göre mezuniyet gününde ikram edilecek yiyecekleri, aileler getirecekti. Böylece diplomalar alındıktan sonra biz öğrenciler, öğretmenlerimiz ve ailelerimizle birlikte mezuniyeti kutlayacaktık.

Mezuniyet benim için hem sevinç hem üzüntü demekti. Sevincim, yeni bir okula başlayacağım içindi. Üzüntüm ise arkadaşlarımdan ve aynı okulda okuduğum kardeşimden ayrı kalacağım için. Kardeşimle gidip gelmeye öylesine alışmıştım ki sanki birimiz olmasa diğeri okula gidemeyecekmiş gibi geliyordu. Fakat onun okulu bitirmesine daha iki sene vardı.

Son gün gelip çattı. Nedendir bilmem, o gün okul çantama bütün kitaplarımı koymuştum. Coğrafya atlasını bile. Okulda ders yapılmadı, yazın neler yapacağımızı ve hangi ortaokula gideceğimizi konuştuk sınıfça. Sonra da karnelerimizi aldık ve veda vakti geldi. Arkadaşlarımla vedalaştık, diploma törenine kadar görüşmeyecektik. Bu duruma çok üzülmüştüm, sanki onları bir daha asla göremeyecektim. Sevdiklerimden ayrılmak bende kaybetme korkusuna neden oluyordu. Bu korku ileri zamanlarda sevdiklerimi kaybettikçe bilinçaltıma iyice yerleşti. Farkına varıp şifalandırıncaya kadar bu korkuyu yaşadım. Zamanı geldiğinde tabii ki anlatacağım.

İçim burkularak arkadaşlarımdan ayrıldım. Kardeşimle birlikte servise binip eve dönecektik. Önce başka bir okulun öğrencilerini sonra bizi alan servise bindiğimiz nokta, okulumuzun önünde değil yan sokağın başındaydı. Üç dakika yürüme mesafesi vardı. Aracın bizi alacağı noktaya gittim, ne servis gelmişti ne de kardeşim. Merak ettim, okula dönüp ona bakmaya karar verdim. Çantam ağır olduğu için mi arkadaşlarımla vedalaşmanın üzüntüsüyle yaşadığım kafa karışıklığı mı kardeşim için duyduğum endişe mi yoksa hepsi birden mi neden oldu bilmiyorum ama çantamı kaldırımın kenarındaki duvarın üzerine koyup okula koştum. Kardeşimi buldum ve birlikte servise bineceğimiz noktaya gittik. Çantam bıraktığım yerde yoktu. Etrafa baktım, yok. “Kim alabilir acaba, bir arkadaşım geçerken almış olabilir, biri saklayıp şaka yapmıştır.” diye düşündüm. O sırada servis geldi ama ben binmedim, çantamı bulmalıydım. Bütün yıl boyunca okuduğum ders kitapları, atlas ve en önemlisi karnem içindeydi. Okula döndüm, müdüre çantamın kayıp olduğunu söyledim. Tabii okul dağılmış, öğlenciler gelmeye başlamıştı. Maalesef çantam okulda değildi. Servisi daha fazla bekletemeyecektim, çaresiz aramayı bıraktım, araca bindim.

Çok üzülmüştüm. Kitaplarımın, en çok da karnemin içinde olması beni etkiledi. O vaziyette eve girince annem telaşlandı, “Ne oldu?” dedi. Çantamı kaybettiğimi söyleyince nasıl olduğunu sordu, anlattım. Bu sefer de “Neden orada bırakıp gidiyorsun?” diye çıkıştı. Aslında annem kızgınlıktan çok şaşkındı çünkü benim dikkatli olduğumu, böyle bir hata yapmayacağımı, hiçbir şey kaybetmediğimi biliyordu. Ama yine de neden bırakıp gittiğimi ve üstelik bütün kitapları neden çantama koyduğumu sordu. O anda “Nasıl böyle bir şey yaptım?” diye kendimi suçlu hissettim. Üstelik kardeşim de alay etti. Çantaya bütün yılın kitaplarını hatta atlası bile koymama güldü. Onun bu davranışı gücüme gitti. Çünkü zaten yeterince üzülmüşüm, gösterecek karnem de yok. Kendimi kötü hissettim.

Bu arada babam pek sesini çıkarmadı. Fakat velimiz olan amcam karneyi göremeyince “Neden eşyana sahip çıkmıyorsun, bırakıp gidiyorsun?” diye suçlayıcı sözler söyledi. Amcama göre bu büyük bir hataydı ve o hatayı kabul etmezdi. Küçükken bahçede oynarken bile düştüğümü görse “Neden dikkat etmiyorsun?” diye suçlardı. Fakat bu defa başkaydı, o güne kadar böyle bir suçluluk duygusu yaşamamıştım.

Bu olay, benim bilinçaltımda yer etti. Ne zaman bir hata yapsam hemen kendimi suçluyordum. Her şeyin mükemmel olması gerektiği duygusu geldi yerleşti içime. Asla hata yapmamalıydım. Zamanla fark ettim ki mükemmeliyetçilik bir bakıma suçluluk duygusunun dışa yansıması. Başkalarının suçlamalarına maruz kalmamak ya da suçlu hissetmemek için insan her şeyi kusursuz yapmaya çalışıyor.

Annemin ve amcamın “Nasıl olur? Nasıl çantayı bırakıp okula kardeşine bakmaya gidersin? Kardeşin zaten biliyor servisin geleceğini, neden tekrar okula gidiyorsun? Acele ediyorsun.” sözleri, çantamı ve özellikle karnemi kaybetmekten daha çok üzdü. Annemin suçlaması o kadar zoruma gitmedi de amcamın suçlaması çok ağır geldi. En çok da “Yoksa karnen iyi değil de onun için mi çantayı kaybettin?” sözü beni hırpaladı. Bana güvenmediğini düşünmeme yol açtı.

İşte buradaki suçlamanın esas nedeni, yapılan hataya öfkelenmektir. Amcamın bu davranışı öfkesinin ortaya çıkmasından başka bir şey değildi. Yıllar sonra bunun farkına vardığımda kendimi şifalandırdım ve artık mükemmeliyetçilik benim için bitti. Ruhumu bir olumsuzluktan özgürleştirmiş oldum. Çünkü mükemmeliyetçilik insanı çok yoran bir özellik.

Çocuk hata da yapabilir, bu son derece doğaldır. En küçük hatasında suçlamak yerine daha farklı yollar denenmelidir. Üstelik ruhunuz hassas ise suçlamalardan daha çok etkileniyorsunuz. Haklı olsanız bile karşınızdaki insan yüzde yüz hatalı olduğunuzu iddia ettiğinde hakkınızı savunamıyorsunuz.

Aslında çocuk her şeyin farkında oluyor fakat büyüklere karşı saygısızlık olmasın diye cevap vermiyor. Zamanla olan biteni konuşmaya başlayıp o kadar da büyütülecek bir hata yapmadığını fark ettiğinde kendisine zarar veren duygulardan kurtuluyor. Suçlandığı zaman kendi hatası varsa hemen açıklamasını yapıyor. Şu bir gerçek ki çocukken bilinçaltına yerleşen suçluluk duygusu ileri zamanlarda insanı hata yapmamak için kendisiyle savaşır hâle getiriyor.

O gün o kadar suçlanmasaydım belki rahatça açıklayabilirdim davranışımı. Okula geri dönüp kardeşimi bulmaya çalışmamın nedeni babamın bize hep “Birbirinize sahip çıkın.” demesidir. Kardeşim ortada yoktu, oysa hep zamanında gelirdi servise. O hâlde gidip onu bulmalı ve sahip çıkmalıydım. Ayrıca servisi bekletmek istemiyordum. Tamamen sorumluluk duygusuyla hareket etmiştim. Aslında bir insanı merak etmek, onun için endişelenmek, onu sahiplenmek tamamen sevgiden kaynaklanır. Babam kardeşlerini çok sever, sahiplenirdi. Bize de hep bunu söyledi, bunu öğretti. Çocuk sahiplenmeyi öğreniyorsa ve ruhunda varsa büyünce bu devam ediyor. Çalıştığı iş yerini, arkadaşlarını, eşini, akrabalarını, kardeşlerini sahipleniyor.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com