Sevgili okuyucularım, bu ayki kitap paylaşımım ismi “Aydınlanma Nedir”
Bu kitabın yazarları olan; Kant,Erhard,Hamann,Herder,Lessing,Mendelssohn,Riem,Schiller,Wieland
Bu kitap,Kant’ın “Aydınlanma Nedir?” makalesi başta olmak üzere, bu soruya çeşitli şekillerde temas etmiş yahut cevap vermiş Erhard, Hamann, Herder, Lessing, Mendelssohn, Riem, Schiller, Wieland gibi önemli Alman düşünürlerin görüşlerinin bir derlemesini sunmaktadır. Kitap, Kant veya aydınlanma felsefesinin yanı sıra siyasete ve tarih gibi disiplinlerde araştırma yapana her okur için tembel bir kaynaktır.
Şimdi kitaptan bir bölümü sizlerle paylaşıyorum.
“… Bunu, bir çift gözle bakıp açık ile koyu, aydınlık ile karanlık arasındaki farkı ayırt etmeyi öğrenmiş herkes bilir. Karanlıkta insan ya hiç görmez ya da en azından nesneleri doğru bir şekilde tanıyabilecek ve birbirinden ayırt edebilecek kadar net göremez. Işık gelir gelmez her şey aydınlanır, görünür hale gelir ve birbirinden ayırt edebilir. Ancak bunun için iki şey daha gereklidir:Yeterli ışığın olması ve bununla görmesi gerekenlerin kör, önyargılı ya da başka bir nedenden dolayı görebilmelerinin ya da görmek istemelerinin engellenmemiş olması.
Karanlıkta insan nerede olduğunu, nereye gittiğini, ne yaptığını, belirli bir mesafede çevremizde neler olup bittiğini görmez; her adımda burnunu çarpma tehlikesi, bir şeyi devirme, dokunmaması gereken bir şeye zarar verme veya dokunma, kısacası, her an hata yapma ve yanlış adım atma tehlikesi içindedir;bu bakımdan her zamanki işlerini karanlıkta yürütmek isteyen, onları çok kötü bir şekilde yürütecektir. Bunun uygulaması çocuk oyuncağıdır. Burada sözü edilen zihnin ışığı, doğru ve yanlışın, iyinin ve kötünün bilgisidir. Nasıl maddi ışık olmadan maddi meseleleri düzgün bir şekilde yürütmek imkansızsa umarım herkes bu bilgi olmadan da zihinsel meseleleri doğru bir şekilde yürütmenin imkansız olduğunu kabul eder. Aydınlanma, yani her zaman ve her yerde doğru ile yanlışı ayırt edebilmek için gereken bilgi, bu nedenle genişleyip içine alabileceği tüm nesnelere, yani dış ve iç gözün görebildiği her şeye istisnasız olarak genişlemek zorundadır. Ama ışık gelir gelmez, işlerinde rahatsız olacak insanlar vardır;işlerini yalnızca karanlıkta ya da en azından alacakaranlıkta yapabilecek olma insanlar vardır. ”
Sevgili okuyucularım, iki hafta aradan sonra yine anılarla birlikteyiz. Genç kız olma yolunda ilerleyen ve artık ortaokul ikinci sınıfa giden öğrenci sandıktan bir anıyı daha serbest bırakıyor.
Okulların açıldığını, bazı arkadaşlarımın başka okullara gitmek üzere ayrıldığını anlatmıştım. Aynı şekilde sınıfa başka okullardan yeni arkadaşlar da geldi. Gelen arkadaşların arasından benim karakterime uygun olanları yine kalbimin sesini dinleyerek seçiyordum.
Bu arkadaş seçme konusunu evde anneme anlatınca “Sen çocukluğundan beri yemek de seçiyorsun,” dedi. Çünkü annemin benden tek şikâyeti her yemeği yemeyişimdi. Bu konuda babama benzediğimi söylüyordu. Evet, babam her yemeği yemez ve sevdiği yemeğin pişirilmesini isterdi fakat ben öyle değildim. O anda istediğim yemek yoksa ya da damak zevkime uygun değilse bana özel yemek pişirilmesini istemek yerine alternatif olarak ne yiyebileceğime bakıyordum. Bir de az yiyordum.
Özellikle okulda kantine gittiğimizde arkadaşlarım birçok şey alırken ben almazdım. Sadece çok sevdiğim bir şey olursa alırdım. Çünkü evde kahvaltı yapıyordum. Ayrıca öğleden sonra eve gidiyorduk ve evde yemek yiyordum. O yüzden gereksiz para harcamak istemezdim veya yemiş olmak için yemezdim.
Ablam, ağabeyim ve erkek kardeşim hiç yemek seçmezlerdi. Annem ne pişirse o yemeği yerlerdi. Özellikle erkek kardeşim yemeyi seviyordu.
Sınıfa yeni gelen arkadaşlarımdan biri sıra arkadaşım oldu. Tanışınca karakterlerimizin birbirine uygun olduğunu gördüm. Çok sevinmiştim. Çünkü sıra arkadaşlığı benim için çok önemliydi. Ders boyunca yanımdaki arkadaşım ile zaman geçireceğim üstelik sonrasında görüşmek isterim. Herhangi birinden olumsuz bir şey hissedersem huzursuz olduğum gibi konuşmak istemiyordum. Bu nedenle sıra arkadaşım da anlaşamayacağım, huzursuz olacağım biri olsaydı öğretmene söyleyip yerimi değiştirmek isteyecektim. Çünkü bir yılı onunla geçiremezdim. Neyse ki korktuğum gibi olmadı. Bazen derler ya “İkizi olsa bu kadar anlaşamaz.” İşte yeni sıra arkadaşım Şebnem’le öyle iyi anlaştık. Tıpkı ilkokulda olduğu gibi; iki arkadaşımla nasıl ise Şebnem ile de aynı şekilde her şeyimizi paylaştık. Okula beraber gidip geldiğim üç yol arkadaşıma -ki içlerinden biri zaten ilkokuldan beri arkadaşımdı- Şebnem de katıldı. Üstelik Erenköy’de anneannemlere çok yakın oturuyordu.
Şebnem’in ailesinde hem müzik hem de resim konusunda çok iyi yeteneklere sahip tanınmış isimler vardı. Sergilerde tabloları sergileniyordu. Bir gün okul çıkışında evine davet ettiğinde dedesinin yaptığı tablolardan çok etkilendim. Çok güzel tablolardı; özelikle doğa ve manzara resimleri. Ben manzara resimlerini çok severdim, hâlâ severim.
Ailesi gibi Şebnem’in de resim konusunda çok yeteneği vardı. Resim derslerinde çok güzel resimler ve yağlı boya tablolar yapardı. Onun bu yeteneğini çok takdir ediyordum. “İleride sen de sergi açacaksın. Şimdi bile okullar arası resim yarışmalarına katılmalısın,” diye teşvik ettim. Hatta resim öğretmenime Şebnem’in çok yetenekli olduğunu ve yarışmalara katılması gerektiğini söyledim fakat öğretmenim, “Kendisinin istemesi ve bu konuda kendine güvenmesi gerekiyor,” dedi. Gerçekten de öyleydi. Şebnem bu konuda biraz çekimserdi çünkü yeteneğini pek etrafa göstermek istemiyor sadece kendisi için resim yapıyordu. Bense böyle yeteneği varken bunu kullanmasını istiyordum ve başarılı olacağını biliyordum. Çünkü ben yetenekli olduğum ve sevdiğim bir şeyin üstüne gitmeyi isterim. Tarih, coğrafya ve sporu hem seviyorum hem de özellikle spora karşı çocukluğumdan beri yeteneğim vardır. Her yaşımda mutlaka bir spor dalını yaptım. Yalnız, yeteneğimi kendim keşfettim. Hiçbir arkadaşım bana bu konuda yardımcı olmadı.
Bazı arkadaşlıklarda kıskançlık olur, biri diğerinin başarısını, yükselmesini istemez. Hâlbuki insan övünür arkadaşının başarısıyla. Sınıf içinde bir derste problem çözerken diğerine nasıl çözüleceğini göstermeyen arkadaşlar vardı. Bu, benim çok dikkatimi çekiyordu; onların bir şey paylaşmayacağını biliyordum. Onlarla görüşmüyordum çünkü hep kendilerini göstermeye çalışıyorlar, hep kendileri başarılı olsun istiyorlardı. Yaptığınız bir ödevi, yazdığınız bir kompozisyonu alay eder gibi küçümsüyorlardı. Aslında o arkadaşlarda tek olma istediği vardı.
Ben paylaşımcıydım. Yazılı sınavlarda bile. Arkamdaki ve yanımdaki insanlara her zaman kâğıdımı açık tutardım, belki takıldığı soruyu görür, diye. Bazıları o yazılı kâğıdına öyle kapanırdı ki göstermemek için. Bazı hocalar kâğıdımı kapalı tutmam konusunda uyarsa da ben yine açık tutuyordum. Çünkü niyetim yanımdaki veya arkamdaki arkadaşıma yardım etmek, faydalanmasını sağlamaktı. Bazen de onlar benden açık tutmamı isterdi. Tabii ki hocalar haklıydı; herkes kendi çalışıp kendi notunu bilgisi kadar almalıydı. Ders çalışırken arkadaşına yardım etmek başka yazılı sınavda yardım etmek başka bir şeydi. Bu kopya vermekti ve kopyayı alan öğrenci yazılıda ne kadar başarılı olursa olsun, sözlü sınavı geçebilmesi için ders çalışmak zorundaydı.
İleri yaşlarda kıskançlığı arkadaşlar arasında daha çok görmeye başladım. Aslında bunu aile arasında da görüyordum. Özellikle küçük amcam babamın yaptığı işleri küçümseyip hep kendi yaptığını söylerdi. Babam bu konuda hiç sesini çıkarmazdı. Babam eve herhangi bir eşya aldığında hemen amcalarımla paylaşır, onları çağırıp gösterirdi. Annem de yöresel yemek yaptığında ya da komşular geldiğinde yengelerimi çağırır gelmezlerse benim ile ya da erkek kardeşim ile yapılan pastalar, börekler, kurabiyelerden onlara da gönderirdi. Fakat onlar bir şey aldıklarında veya misafir geldiğinde aynı şekilde davranmazlardı. Küçük yengem öyle değildi. O paylaşımcıydı. Fakat ortanca yengem maalesef paylaşmaz üstelik annemin yaptıklarını eleştirirdi. Babam, anneme bir şey almış ise kıskanıp hemen amcamdan aynısını isterdi. Anneme “Güle güle giyin, iyi yapmış,” demezdi.
Küçük amcam da öyleydi. Hep en iyisi kendilerinde olsun isterdi ve sizin yaptıklarınızı küçümserdi. Bizim derslerde aldığımız notları ortanca amcam takdir eder, başarılı olmamız için elinden geleni yapardı fakat küçük amcam küçümseyip “Bu okullarda okumakta ne var!” gibi sözler ederdi. Kendi çocuklarını üstün tutardı.
Biz ailemizde; babamda ve annemde hiç kıskançlık görmedik. Bir başkasını kıskanmak ya da paylaşmamak gibi huyları, davranışları yoktu. Babam, amcalarımın iyi olmasını isterken onların babamı kıskandığını fark ettim. Onların oturduğu evden bizim evin salonu görünüyordu ve ortanca yengem takip edip “Işıklarınızın hepsi yanıyor, size ne kadar çok misafir geliyor,” diyordu. Tabii ki ortanca amcam da misafirler çok geldiğinde bizim için “Ders çalışamazlar,” diyordu. Özellikle dayım ve anneannemin gelmesine kıskançlık gösteriyorlardı.
Annem, evde özel yöresel yemekler yapılınca hemen komşuları ile paylaşırdı. Biz kardeşler arasında da kıskançlık yoktu. Ablam ve ağabeyim, matematik, fizik, kimya gibi fen derslerinde oldukça başarılıydı fakat ben onlar kadar başarılı değildim. Daha çok sosyal ve spor alanında başarılıydım ve birbirimizi bu konuda kıskanmazdık. Ablam üniversiteye gittiği için annem ona çeşit çeşit kıyafet diker ve alırdı, biz hiç kıskanmazdık. Çünkü insan kardeşinin başarısı ile ve güzel giyinmesi ile onun iyi olması ile mutlu olur, iftihar eder. Fakat maalesef babamın kardeşlerinde bu yoktu.
Aslında sevginin olmadığını görüyorsunuz. Çünkü aile bireylerinden biri diğerinin mutlu olmasını istemiyorsa takdir etmiyorsa onun altında yatan duygu sevgisizliktir.
Sevgili okuyucularım bugün sizlere İngiliz yazar Rudyard Kipling 1910 yılında, 12 yaşındaki oğlu John için yazmış olan şiiri sizlere paylaşıyorum.
İngiliz Yazar Rudyard Kipling (30 Aralık 1865 -18 Ocak 1936), İngiliz şair, roman ve hikaye yazarı. Altı yaşına geldiği zaman, Hindistan’ın ikliminin İngiliz çocuklarının sağlığına iyi gelmeyeceğini düşünen anne ve babası onu İngiltere’de yaşayan bir ailenin yanına gönderdi.
Küçük Kipling’in bu ailenin yanında geçirdiği altı yıl, bedensel ve zihinsel baskılarla doluydu. Sonunda gerçek anne ve babası onu bu eziyetli yaşamdan kurtarıp, Devon’daki bir yatılı okula gönderdi.
İlk tahsilini İngiltere’de yaptıktan sonra Hindistan’a döndü. Lahor’da gazeteciliğe başlayıp, genç yaşta yazıları ile kendini kabul ettirdi. 1889’da İngiltere’ye dönüp Londra’ya yerleşti. İngiliz dilini ustalıkla kullanması, Hindistan’daki hayatı yazılarında konu alması, romantizmle, realizmi birleştirmeyi başarması ona 1907 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandırdı. İki kez şövalyelik ödülüne layık görüldüğü halde kabul etmedi.
Kipling çocuklar için birçok kitap yazdı. Tüm yazılarında hayata ve insanlara duyduğu bağlılık ve hayranlığı hissettirmeyi bildi. Yarattığı karakterler ve öyküleri sayesinde, insan yaşamının en derin öğelerini bir portre gibi betimlemeyi başardı.
“Cengel Kitabı” ilk kez 1894 yılında yayımlandı. Bir yıl sonra da öykünün devamı geldi. Bu kitaplar “Maugli” karakterini ve maceralarını günümüze değin en güzel şekilde taşıyan örnekler olarak kabul edilir.
Şiir ile sizlerle…
Çevrende herkes şaşırsa, bunu da senden bilse sen aklı başında kalabilirsen eğer herkes senden kuşku duyarken hem kuşkuya yer bırakır hem kendine güvenebilirsen eğer bekleyebilirsen usanmadan yalanla karşılık vermezsen yalana kendini evliya sanmadan kin tutmayabilirsen kin tutana
düşlere kapılmadan düş kurabilir yolunu saptırmadan düşünebilirsen eğer ne kazandım diye sevinir ne yıkıldım diye yerinir ikisine de önem verebilirsen eğer söylediğin doğruyu ve gerçeği büken düzenbaz kandırabilir diye safları dert edinmezsen ömür verdiğin işler bozulsa da yılmaz ve yeniden koyulabilirsen işe döküp ortaya varını yoğunu bir yazı tura yitirsen bile yitirdiklerini dolamaksızın diline baştan tutabilirsen yolunu
Yüreğine, sinirine ‘dayan’ diyecek direncinden başka bir şeyin kalmasa da herkesin bırakıp gittiği noktaya sen dayanabilirsen tek başına herkesle düşüp kalkıp yine de erdemli kalabilirsen unutmayabilirsen halkı krallarla gezsen de dost da düşman da incitemezse seni ne küçümser ne de büyültürsen çevreni
her saatin her dakikasına emeğini katarsan alın terine hakçasına bölüşürsen vicdanındaki adaleti her şeyiyle dünya önüne serilir korktuğun yerde el öpmez, hükümran olduğun yerde ezmezsen oğlum adam oldun demektir üstelik adam gibi adam.
Her şey gönlünüzce olsun! Sevgi ve ışıkla..! Nurgül AYABAKAN
Sevgili okuyucularım, bu yazımda günlük hayatta sıkça kullanılan “koşulsuz sevgi” kavramından söz edeceğim. Hemen herkesin yerli yersiz kullandığı bu kavram hakkında siz ne düşünüyorsunuz? Sizce koşulsuz sevgi nedir, sizin için ne ifade ediyor?
“Koşulsuz sevgi” kavramını, her insanı biricik ve doğuştan iyi olarak kabul eden Hümanistik Psikoloji Anlayışı’nın içinde sıkça duyarız. Bu kuramın kurucularından Carl Rogers, karşımızdakini sahip olduğu her şeyle, tüm yaptıkları ile sevmek ve ona saygı duymak anlamında “koşulsuz kabul” kavramını kullanmıştır.
İnsanların birçoğu maalesef koşulsuz sevgiyi karıştırıyor, yanlış yorumluyor. Ya başkalarını koşulsuz sevdiğini söyleyip pratikte bunu uygulamıyor ya da karşısındaki ne yaparsa yapsın yine de olduğu gibi sevmek ve her şeyini kabul etmek olarak algılıyor. Oysa koşulsuz sevgi başkalarının sizi üzmesine izin vermek demek değil. Kişisel görüşüm, koşulsuz sevginin yalnızca başkalarına karşı değil insanın kendisine karşı da olması gerektiğidir. Bu kavramı sürekli dile getirenler acaba gerçekten kendilerini de tam ve koşulsuz seviyorlar mı? Kendileriyle tamamen barışık hâlde yaşıyorlar mı?
Üstelik sevgi tek taraflı olmaz; iki tarafın da birbirini olduğu gibi kabul ettiği durumda koşulsuz sevgiden söz edilebilir. Ayrıca insanın içinde kum tanesi kadar kızgınlık varsa koşulsuz olarak sevgide kalamaz.
Bu yüzden insanların birbirleriyle ve diğer canlılarla ilişkilerinde koşulsuz sevgiden ziyade evrensel sevgi, gerçek sevgi ve ihtiyaç sevgisinden söz etmenin doğru olacağı görüşündeyim. Evrensel sevgi daha anlamlıdır. Evrensel sevgi, ayırt etmeden yeryüzündeki bütün canlılara duyulan sevgidir. Çünkü evrensel sevgide, “Yok bunu sevmiyorum, yok şunu sevmiyorum,” demezsiniz. Sadece yanlışları ya da hataları gördüğünüzde eleştirir ama o kişinin de iyiliğini istersiniz ve ruhu size uymuyorsa sosyal hayatınıza almazsınız, olur biter.
Gerçek sevgi ise insanların birbirlerine tam anlamda hiçbir ihtiyacı olmadan sevmesidir. Hatır sormak, iyi ve kötü gününde paylaşmak, destek çıkmak, yardımseverlik, fedarkârlık, değer vermek, güven vermek; ruhu sevmektir. Hz.Mevlanın çok güzel bir sözü vardır:
“Ben dostlarımı ne kalbimle ne de aklımla severim. Olur ya… Kalp durur… Akıl unutur… Ben dostlarımı ruhumla severim. O ne durur ne de unutur…”
İşte bu, ihtiyaç olmadığı hâlde sadece o kişinin ruhu sevmektir.
Gelelim ihtiyaç sevgisine. Bana göre, insanların birbirlerine yalnızca ihtiyaç duydukları zaman gösterdikleri sevgidir. İhtiyaçlarını karşıladığınız sürece sizi sevdiklerini söyler üstelik bunun gerçek sevgi olduğuna hem kendilerini hem de sizi inandırmaya çalışırlar. İhtiyaçlarını vermeyin bakalım yine aynı sevgiden bahsedecekler mi?
Şimdi bunları örneklerle açıklayayım. Sizi koşulsuz sevdiğini söyleyen birine, bir hatasını nazikçe söylediğinizde veya olumsuz bir duygusuyla ilgili eleştiri yaptığınızda bir bakıyorsunuz hayatınızdan çıkmış. Bu sefer sorarsınız, “Hani koşulsuz seviyordun. Seni eleştirdiğimde, hatanı söylediğimde neden beni terk ettin? Neden kızdın? Nerede koşulsuz sevgin?” Bu insan, bırakın koşulsuz sevgiyi normal sevgi bile duymuyor çünkü eleştiriye gelemiyor. Söylediği söz ile davranış aynı olmayınca da ister istemez sorgularsınız. Kelimeler ağızdan kolay çıkar ama önemli olan uygulamaktır.
İnsan kendi olumsuzlukları ve zayıf yönleri ile tam olarak yüzleşip barışmadığı; kendini sevmediği sürece başkasını sevemez.
“Koşulsuz seviyorum,” diyen insanlar, kendi hakları yendiği, aldatmalar yaşadığı zaman karşısındaki kişiyi yine koşulsuz olarak sevebilir mi?
Kendim yaşadıklarımdan bir örnek vereyim. Bir arkadaş, sürekli koşulsuz sevgiden bahsediyor üstelik kişisel gelişim eğitimleri almış sosyal medyada insanların yapması gerekenleri yazıyor. Benim dikkatimi çeken şu olmuştur tam ihtiyacı olduğunda “Ablacığım, ablacığım,” diyerek bana geliyor. “Nasılsın?” dedikten sonra hemen ihtiyacını söylüyor. Her defasında aynı durum tekrarlanınca kendisi ile yüzleşerek yalnızca ihtiyacı olduğu zaman ortaya çıktığını söyledim.
Verdiği yanıt, “Ama ablacığım, koşulsuz sevgide olman gerekiyor,” oldu.
“Peki,” dedim, “Seni öyle kabul ediyorum. Zaten sana karşı herhangi bir olumsuz düşüncem ve duygum yok sadece sana evrensel sevgiyle bakıyorum. Çünkü ihtiyacın olduğunda ortaya çıkıyorsun.”
Bencil olduğunu söyledim ve kendisine şunu sordum:
“Sen evlisin, eşini koşulsuz olarak seviyorsun. (Hataları ile) İş yerinde herkesi koşulsuz olarak sevdiğini, hiçbir beklentin olmadığını söylüyorsun. Peki, eşin sana yanlış davranışta bulunsa; aldatsa, değersizlik hissi yaşatsa, seni hiç önemsemese, hakaret etse veya iş yerinde bunları yaşamış olsan ya da arkadaşın bunu yapmış olsa; ne yapacaksın? İlişkine devam mı edeceksin? ‘Seni olduğun gibi kabul ediyorum, sen bana ne yaparsan yap ben seni koşulsuz seviyorum’ mu diyeceksin?”
Cevap vermedi. Birçok insan söylediklerini ve yazdıklarını kendilerine önce uygulamış olsa zaten sorun olmayacak. Kendilerine uygulamadan başkalarına bunları yap demek kolaydır.
İlişkide olduğumuz kişi kim olursa olsun, onu koşulsuz sevmemiz, maddi ve manevi olarak bize zarar verecek şekilde davrandığında kabulleneceğimiz ve ilişkide kalmaya devam edeceğimiz anlamına gelmez. Tabii ki yanlış yaptığını söyleyip ihtiyaçlarımızı dile getireceğiz. Burada önemli olan böyle zarar veren insanlara evrensel sevgi duymanız, hakkında hiçbir olumsuzluk istemeyip yollarınızı ayırmanız ve böylece kendinizle barışmanızdır. Eğer hayatınızdan gönderip hâlâ öfke, intikam, nefret duyguları besliyorsanız o zaman evrensel sevgi duymuyorsunuz demektir.
Anne bile evladından kötü davranış gördüğü zaman, “Seni koşulsuz seviyorum,” deyip o kötü davranışa maruz kalmıyor. Ne yapıyor? Sonunda sesini çıkarıyor. Yanlış yaptığını söylüyor, kötü davranış görüyorsa artık görüşmek istemiyor ama çocuğunu sevmeye devam ediyor. Zaten koşulsuz sevgi dediğimiz kavram da beklenti olmadan sevgiyi ifade ediyor. Ben bir insanı gerçek anlamda seviyorsam o kişi ile paylaşmak, görüşmek isterim. Bana duygusal olarak zarar verdiği için görüşmüyorsam yine severim. Çünkü önceden duygusal olarak sevdiğim için zarar gördüm ama uzaklaştım ve içimde herhangi bir olumsuzluk yok. Ya da beni maddi ve manevi olarak zarara uğratmış bir insana evrensel sevgi veririm.
Diyelim ki tatile bir arkadaşınızla gitmişsiniz ve size maddi zarara uğratmış. Tekrar gidiyorsunuz yine aynısını yapıyor. Sırf onu koşulsuz seviyorsunuz diye bu maddi zarara katlanmayı göze alıp tekrar birlikte tatile gider misiniz? İşte bu yüzden koşulsuz sevgi, ihtiyaçlarınızı dile getirmeyeceğiniz anlamına gelmiyor.
İnsanlar genellikle ilişkilerde ‘acaba gerçekten mi yoksa ona ihtiyacım olduğu için mi seviyorum?’ diye kendilerine sormadan hemen koşulsuz sevdiklerini veya gerçekten sevdiklerini söylüyorlar. Oysa çoğu zaman sevginin belirleyicisi maddi imkânlar, konum ya da menfaat oluyor.
Geçen hafta yaşadığım bir olaydan örnek vereyim. Dört seneden beri tanıdığım fakat yalnızca ihtiyaçları olduğu zaman mesaj yazan bir kişi, geçtiğimiz hafta bana şunu yazdı:
“Nurgül Hanımcığım bir hatırınızı sormak istedim, nasılsınız diye?”
Ben gayet doğal karşılayıp teşekkür ettim. Beş dakika geçmeden ihtiyacını yazdı. “Siz hatır sormak için mi yoksa ihtiyacınız için mi mesaj gönderdiniz?” dedim.
Bu sefer, “Siz hep kalbimdesiniz, sizin değerinizi biliyorum, sizi seviyorum,” diye yazdı.
Tamam, içinde gerçekten bunu yaşıyor olabilir ama benim buradaki farkındalığım bu insanın kendi ihtiyacı olduğu zaman iletişimde bulunduğu yönünde. Çünkü benim sevgi anlayışım, bağlantı kurmaktır. Değer vermek, o kişinin özel günlerini kutlamak ve arada bir de olsa hatır sormaktır. Değer nasıl gösterilir? O insan ile bir şeyleri paylaşarak. O zaman herkes birbirine “Seni seviyorum, kalbimdesin,” desin ama hiç arayıp sormasın, sadece ihtiyaçları olduğu zaman iletişimde bulunsun. Bu sevgi değil. Ancak evrensel sevgi olur. Onun için insanın her konuda olduğu gibi kendiyle yüzleşmesi, bunu yaparken de kendisine son derece dürüst olması gerekiyor. Bana gelip açıkça ihtiyacı söylese yine yardım ederim. Ama yalan olduğunu bildiğimden hemen yüzleştirme yapıyorum. Tabii yüzleşmek hoşuna gitmediği için de gerek telefondan gerek sosyal medyadan hemen engelliyor kıymetimi bilen, beni seven bu kişi.
Bazen de insanlar karşıdaki insanın kötü davranışlarına rağmen kendi korkularından dolayı; yalnız kalmamak, imkânlarından vazgeçememek için o ilişkiyi sürdürmeye devam eder. Hâlbuki yaptığı şey koşulsuz sevginin arkasına sığınmaktır.
1) Koşulsuz sevgi, beklentisiz sevgidir. Karşılığında kötü davranış görürseniz kişiyi hayatınıza almadan evrensel sevgi duyarsınız.
2) Size koşulsuz sevdiğini söyleyen kişiler eleştirdiğiniz zaman size kızıyor, küsüp gidiyor ve aramıyorsa o koşulsuz sevgi değil sadece o anda size ihtiyacı olduğu içindir.
3) Size kötü davranan bir insanı koşulsuz sevgi, beklentisiz sevgi diyerek hayatınızda tutuyorsanız o zaman ya korkularınızdan ve bunun altında yatan bir travmadan ya da bağımlılık dolayısıyla bırakmıyorsunuz.
İnsan ilişkilerinde karşılıklı olarak gerçek sevgi varsa taraflar birbirine yanlış davranışta bulunmaz. Siz bir insanı gerçek sevdiğiniz hâlde o kişi dürüst davranmıyorsa zaten yapacak bir şey olmadığı için hayatınıza almaz ama sevmeye devam edersiniz.
Sevgide insanlar birbirlerine huzur ve mutluluk verir. Kimin tarafından gerçekten sevildiğinizi hissedersiniz. Sevgi menfaat üzerine kurulmamıştır.
Sevgide kimsenin kötülüğünü istemesiniz.
Sevgide kızgınlık olmaz. Koşulsuz sevgi, söylemekle olmuyor maalesef.
İnsanın önce kendisine öz saygısı ve öz sevgisi olması gerekiyor.
Her şey gönlünüzce olsun! Sevgi ve ışıkla kalın!.. Nurgül AYABAKAN
Sevgili okuyucularım, yaklaşık bir ay sonra tekrar kaldığım yerden anılarıma devam ediyorum. Bu sefer ortaokul ikinci sınıfa geçen öğrenci olarak sandıktan bir anıyı daha serbest bırakıyorum.
Çok sevdiğim deniz tatillerini yalnızca belli günlere ve adada geçirdiğimiz bir haftalık kısıtlı süreye sığdırarak yaz aylarının sonuna gelmiştik.
İnsan çocukken kimi zaman büyüklerin bazı davranışlarına anlam veremiyor ve bundan etkileniyor. Bunlardan biri de aile içindeki anlaşmazlıklar. Hele bir de aile başkalarının etkisinde kalıyor ya da başkalarının isteklerini önde tutuyorsa o zaman çocuk üzerinde yarattığı etki daha farklı oluyor.
Babam, ailesi ve kardeşleri için her şeyi düşünen insandı. Bu arada özellikle kardeşleri konusunda zaman zaman annemle ters düştüğü de oluyordu. Çünkü sürekli kardeşlerinin isteklerini yerine getirmesi onların daha çok istemelerine neden oluyordu ve bu da annemi üzüyordu.
İlkokulda iken babam adada yazlık ev tutmuştur. Bu yazlık, gayet güzeldi. Bahçe içinde, önünde denize girilen kendine ait müstakil plajı olan büyük bir evdi. Orada bütün bir yaz çok güzel geçerdi. Her yaz gündeme bu kiralık yazlık geliyordu. Özellikle yengelerim ve amcamlarım istediği için babam evi tutmak istiyordu ama annem her defasında karşı çıkıyordu.
Annem kendince çok haklıydı çünkü tatil için gidip temizlikten yemeğe her işe tek başına koşuyordu Bir de yengemin kardeşleri geliyordu ve annem onlara da hizmet ediyordu. Tabii çok yorulduğu için yazlık konusu gündeme gelince hemen karşı çıkıyordu. Bu sefer anneme farklı bakıyorlardı. Annem, “Kendileri tutsunlar, gitsinler,” diyordu ama onu da yapmıyorlardı. Onların bu davranışının yalnızca bencillikle açıklanabileceğini ileri yaşlarda fark ediyorsunuz. Ama o yıllarda annemin bu karşı çıkışlarının ne kadar haklı olduğunu bilsem de sonuç olarak bizi de etkilemesine içerliyordum. Çünkü üç ay boyunca denize girmekten, adada arkadaşlarımla çok güzel vakit geçirmekten ve yeni arkadaşlar tanımaktan mahrum kalacağımı düşünüp üzülüyordum.
Baktığımda, ailemin maddi imkânları olduğu hâlde babam sırf kardeşlerine olan bağımlılığından ailesine ayrı yazlık tutmadı, onlara karşısına alıp “Siz ayrı, ben ayrı yazlık tutalım,” demedi.
Çocukken aileden gördükleriniz ileri yaşlarda sizi etkiliyor. Sınır çizmek konusu da bunlardan biridir. Aslında size ters gelen ilk davranışta sınırınızı çizerseniz insanlar aynı davranışı ikinci kez tekrarlayamıyorlar. Bu sadece aile için değil herkes için geçerlidir. İnsanın üzüldüğü nokta, şartlar uygun olduğu hâlde sırf diğer insanların istekleri olacak diye kendi isteklerinizden vazgeçmeniz ve bu şekilde kendinizi üzmüş olmanızdır. Yapmanız gereken şeyleri yapmıyorsunuz. O yaşlarda belki farkına varmasam bile ileride gördüm ki babamın yaptığı fedakârlıkları ne akrabalar ne kardeşleri yapmamış. Tabii ki zamanı gelince bunu daha net olarak anlatacağım.
Denize doyamadan mevsim yüzünü güze dönmüştü. Tekrar okul açılma telaşına başlamıştık. Bu sefer benim için en önemlisi tanıdığım ve sevdiğim öğretmenlerimin yine derslere gelip gelmeyeceğiydi. Ablam bu konuda tecrübeli olduğu için “Değişebilir, onun için üzülme,” diyerek önceden uyardı beni.
Okul açılmadan önce annemle okul alışverişine çıktık. Kıyafetleri alırken bu sefer özellikle lacivert ve siyah ayakkabıya özen gösterdik. Okulun istediği kitaplar konusunda hiç sorun yaşamıyorduk. Ablam ve ağabeyimden kalan kitapları hep sakladığımız için o yıl da yeni kitap almadık. Sadece diğer kırtasiye gereçlerini aldık. Kırtasiye alışverişinde en çok hoşuma giden, çeşit çeşit desenleri olan defter ve kitap kaplama kâğıtlarıydı. Bazı arkadaşlarım defterlerin ve kitapların üstüne artistlerin ve şarkıcıların fotoğraflarını yapıştırırdı. Fakat öğretmenler buna izin vermezdi.
Okul açıldığında en çok dikkatimi çeken olaylardan biri bazı arkadaşların okuldan ayrılması ve uzakta; Avrupa Yakası’nda oturanların gidip gelmek yerine yatılı okumayı seçmeleri oldu. Okulun yatılı kısmı, parasız ve paralı olarak ayrılmıştı. Parasız yatılı olanlar, diğer şehirlerden merkezi sınav sistemiyle geliyordu. Paralı yatılı olanlar ise genellikle İstanbul içindendi ve hafta sonları evci çıkabiliyorlardı. Her odada dört beş kişinin kaldığı ranzalı odaları vardı. Yatakhane okulun tam karşısındaydı. Yatılı öğrenciler okuldan çıkıp oraya gidiyordu. Yatakhanedeki çalışma salonunda birlikte ders çalışıyorlardı. Aynı odayı paylaştıkları, bir aile gibi günü birlikte geçirdikleri için yatılı arkadaşlar arasındaki yakınlık da hâliyle daha fazlaydı.
Bazı arkadaşlar İstanbul dışından geldiği için hafta sonlarını da yatakhanede geçiriyordu. Tabii ki en zoru hasta olduklarında yanlarında ailelerinin olmaması, revirdeki doktorun bakmasıydı. Bir de eğer yanlış bir davranışta bulunurlarsa direkt disipline giderek yatılı olmaktan çıkmalarıydı.
Aslında arkadaşlarla sürekli bir arada olmak açısından yatılı okumak bir an için cazip gelse de insan ailesi ile birlikte vakit geçirmek istiyor. O zamanlar bana hiç cazip gelmiyordu yatılı okumak çünkü özgürlüğü kısıtlıyordu. Okulda zaten yeteri kadar disiplin vardı. Disiplin iyidir fakat her şeye çok karışılması özgürlüğü kısıtlar. Belli saatlerde yatmak, belli saatlerde ihtiyaçlarını karşılamak üstelik dışarıda gezmenizden bile öğretmenlerin sorumlu olması zor bir durum. Yatılı okumanın ders çalışmak açısından daha disiplinli olduğunu söylüyordu arkadaşlar ama eğer öğrencinin içinde ders çalışma isteği varsa nerede olursa olsun çalışabilir. Yeter ki içinde olsun.
İnsanın kendi evi kadar güzel bir şey olmadığını yatılı arkadaşları görünce anlamıştım. Evinde özgür olmak, istediğin yemeği annenden istemek, en önemlisi de bir rahatsızlığın olsa ailenin yanında olması gibisi yok. Bunları düşününce insan ailesinin değerini çok daha iyi anlıyor.
Her şey gönlünüzce olsun! Sevgi ve ışıkla kalın!.. Nurgül AYABAKAN nurgul.ayabakan@gmail.com
Sevgili okuyucularım, bu ayki kitap paylaşımım ismi “Gerçekliğin Bütününe Ancak Sezgi Yoluyla Ulaşırız”
Bu kitabın yazarı olan; Henri Bergson, 1859 yılında Polonyalı Yahudi bir baba ile İngiliz-İrlanda kökenli Yahudi bir annenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Özellikle 20. yüzyılın ilk yarısında etkili olmuştur. Yaşadığı zamanın aksine kendine özgü bir yaklaşımla, felsefe ile bilimi yakınlaştırmayı denemiş ve büyük ölçüde başarılı olmuştur. Bergson’a göre, bilime metafizik, metafiziğe bilim katmak gerekir. Bilime metafizik katmakla, bilimin bilgi bakımından bizi tamamen sınırlayan tutumunu genişletme, metafiziğe bilimi katmakla da metafiziği boş kuruntulardan, soyut kavramlardan kurtarma umudunu taşır. Birçok düşünürü, gerçekliği kavramak için sezgi süreçlerinin soyut rasyonalizm ve bilimden daha anlamlı olduğuna ikna etmiştir. Statik imge ve kavramların ötesinde, dinamik ve bütünsel kavrayışı sezgi sağlar.
1927 yılında “zengin ve hayat verici fikirleri ve bu fikirlerin sunulmasında kullandığı parlak yeteneği sebebiyle” Nobel Edebiyat Ödülü layık görülmüştür. 1930 yılında Fransa tarafından Legion d’honneur ile ödüllendirilmiştir.
Şimdi kitaptan bir bölümü sizlerle paylaşıyorum.
“… Her zaman tüm kararlarımızın içerisinde bulunan karakterimiz, aslında tüm geçmiş durumlarımızın edimsel bir sentezidir. Nesneleri algıladığımızda, duyularımızın verdiği bilgileri zihnimizde sakladığımızı düşünürüz. Beynimizde sandıklar, dolaplar, çekmeceler olduğunu ve istediğimiz zaman, istediğimiz bilgiyi buradan çıkartabileceğimizi sanırız. Bu sandıkların içerisinde eskidikçe silikleşerek bulanıklaşan ve zamanı dolunca da silinen anılar olduğunu hayal ederiz. Böylece belleği açıklamış olduğumuzu düşünürüz. Bergson’a göre nasıl süreyi pratik hayatta mekâna yansıtarak, zaman dediğimiz doğrusal ve ölçülebilir kavram ile yer değiştiriyorsak, belleği de bu şekilde açıklayarak anlaşılır hale getiririz. Her ikisi de toplum hayatı için işe yarayan yanılsamalardan başka bir şey değildir. Bellek, ne beyin tarafından saklanan sandıklardan, ne de ihtiyaç olduğunda bir arama motoru gibi içerisinden seçilerek çıkartılan imgelerden oluşur. Anı algının daha az yoğun hali değildir. Algı ile arasında derece farkı değil, temel yapı farklılığı bulunur. Beynin herhangi bir fonksiyonundan belleği çıkartabilme umudu tam olarak yanılsamadır. Bergson için şimdiki zaman her an devam eden oluşun kendisidir ve fiziksel harekete göre şekillenir. Belleğin görevi ise geçmiş zamanı şimdiye taşımaktır. Böylelikle geçmiş şimdinin içerisinde yeniden canlanır ve yaşamaya devam eder. Bizler sadece geçmişi algılarız. Şimdiki zaman ise geleceği adeta kemirmekte olan geçmişin canlanmasıdır. Bergson’un süre anlayışındaki bütünsellik; geçmiş, şimdi ve geleceği birleştirir. Bellek geçmişi bütünsel bir sezgi içerisinde toplar. Geçmiş zaman bitmeyen bir yaratıcı atılım içerisinde şimdiki zamana karışarak yeniden canlanır. Bilinç sayesinde geleceğe taşınmakta olan yakın geçmiş aydınlanır. Bilinç ışığının çoğunun yakın geçmiş için kullanır, birazını da şimdiki durumumuzla bağdaşabilecek daha uzak geçmişi aydınlatmak için kullanabilir. Kalan tüm geçmişimiz karanlık olarak kalır, çünkü pratikte şimdiki zaman için hiçbir faydası yoktur. ”
Sevgili okuyucularım, bu ayki bilge hikâyemiz ile beraberiz.
İnsanoğlu bazen mutluluğu o kadar zorlaştırıyor ki; iç dünyasında beslediği intikam, nefret ve öfke duyguları yüzünden ne kendisini ne de başkalarını affetmiyor ve aşağıdaki hikâyede bahsedilen gibi çürük patateslerle yaşıyorlar. Bunların nasıl bir yük ve ağırlık yaptığının farkında olmadan dönüp geçmişine bir bakıyorlar ki bu yükler sırtında kambur oluşturmuş. Bu çürükler insana olumlu düşünce ve duygular besleyemeyeceği gibi kendisi de hayatta zevk almıyor. Neden diyeceksiniz? Çünkü özgürleşmemiş bir ruh nasıl mutlu ve huzurlu olabilir ki? İçinizde beslenmiş olduğunuz bu olumsuzluklar karşısında kendiniz için hiçbir zaman doğru kararlar alma şansınız yoktur.
Affetme olayını yapmış olduğunuzda zihninizi sarmaşık gibi saran egodan da kurtulmuş olacak.
Bu konuda kendinize son derece ne kadar dürüst olursanız, takmış olduğunuz maskeleri tek tek bırakmış olacaksınız.
Bilgelik hikayemiz sizlerle…
Ne kadar zor yaşıyoruz kolay olan mutluluğu.
Siz çürük patates hikâyesini bilir misiniz?
Öğretmen sınıfa girer ve çocuklara:
– Yarın, herkes 2 kg patates ve bir çuvalla okula gelecek, bir çalışma yapacağız.
Çocuklar, anlamını çözemeseler de, ertesi günü patatesler ve çuvallarıyla okula gelirler.
Aslında merak içindedirler.
Öğretmen çocuklara döner, hayatınızda küs, kırgın, öfkeli kişilerin listesini çıkarın. Sonra, o isimleri, her bir patatesin üstüne yazın.
Çocuklar, sonucun nereye gideceğini anlamasalar da, denileni yapar. Kimilerinin patatesleri daha az, diğerlerinin daha çoktur.
Ve öğretmen, devam eder:
– Bu çuvalları, nereye gidersiniz gidin sırtınızda taşıyacaksınız. Hatta yatakta bile, yanınızdan ayırmayacaksınız.
Birkaç gün sonra, çocuklar bu yükten sıkılmaya başlamıştır.
Çünkü patatesler filizlenmeye, kötü kokular yaymaya başlamıştır. Bir de o küçücük bedenlerine çuval ağır gelmiştir.
Öğretmenlerine “Bu yükten ne zaman kurtulacağız?”
Öğretmen amacına ulaşmış olmanın mutluluğuyla şöyle cevaplar:
– Ne zaman ki, siz o insanları bağışlayacaksınız. O çuvaldan özgür olacaksınız.
Sevgili okuyucularım, insan hayatta bazen kendi başına aşamayacağı durumlarla karşılaşır ve başkalarının yardımına ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaç maddi de olabilir manevi de. Bazen borç para olur, bazen ödünç bir eşya bazen de sadece sırtınızı sıvazlayan bir el, derdinize ortak olan bir yürek… Bu çok normaldir ve insan olmanın bir gereği olarak herkes elinden geldiğince gücü ve olanakları ölçüsünde birbirine yardım eder, etmelidir de. Fakat bunun, yardımı yapanı sömürüye dönüşmemesi de önemlidir.
Yardım istemekle kullanmak arasında ince bir çizgi vardır ve onu belirleyen de yardım talebinin alışkanlık hâline gelip gelmediğidir. Birçoğunuz hayatınızın belli bölümlerinde başka insanlar tarafından kullandığınızı fark etmiş olabilirsiniz. Kim bilir, belki kullandığınızı da. Şimdi kendi içinize dönüp bakın. Başkaları sizden nasıl yardım istemiş, bunu alışkanlık hâline mi getirmiş veya siz kimden ne yardım istemişsiniz ve bunu hangi sıklıkta yapmışsınız? Bu sorulara vereceğiniz yanıtlar kimlerin sizi kullandığını veya sizin de başkalarını kullanıp kullanmadığınızı gösterecektir.
İnsan kendini kullanılmış hissettiğinde artık yardım taleplerine daha farklı bakıyor. Bir de gerçekten yardım isteyen insanlarla sizi kullanmak isteyenleri ayırt ediyorsunuz. Bazı insanlar, karşı tarafın vicdanlı ve merhametli olduğunu, özellikle hiç kimseye hiçbir şey için “hayır” diyemediğini fark ettiklerinde bundan faydalanmak ve kendi menfaatleri için kullanmak ister. Her yazımda olduğu gibi yine örneklerle açıklamaya çalışacağım.
Mutfakta kullanacağı yumurta, patates, domates vb. bir ürüne acil ihtiyacı olan bir komşunuz gelip sizden istediğinde, elinizde varsa beklentisiz olarak verirsiniz. Ama bunu sürekli hâle getiriyorsa “Nasıl olsa hep veriyor, hiç yok demiyor,” düşüncesiyle haftanın dört günü kapınızı çalıp bir şeyler istiyorsa menfaati için sizi kullanmış oluyor. Benzer şekilde yalnızca ihtiyacı olduğu zaman gelip, konuşup muhabbet ediyor ve sonra size herhangi bir şekilde uğramıyor, hâl hatır sormuyorsa yine sizi kullanmış oluyor.
Diyelim ki sivil kuruluşlara maddi yardımlar yapıyorsunuz ya da gönüllü olup çalışarak manevi yardım yapıyorsunuz. İmkânlarınızı görüp sizden talep ettiklerinde de yapabileceğiniz yardımı yaparsanız. Ama “Bu kişi ne istersek veriyor” diyerek arayıp sürekli yardım talebinde bulunduklarında artık o yardım, yardımlıktan çıkar. Kendinizi kullanılmış hissedersiniz.
Bazen de bazı insanlara yardım edersiniz fakat ihtiyacı görüldükten sonra sizi bir daha aramaz, sormaz. Bunu en çok birebir ilişkilerde yaşarız. Kendi yaşadığım bir örnekten bahsedeyim. Ama hemen söyleyeyim, benden yardım isteyen ve beni kullanan insanları tabii ki fark ediyorum. Uzun süredir görüşmediğim ve bir konuda yardıma ihtiyacı olan biri, benden yardım istediği o süreçte “Seni çok seviyorum, sen arkadaşımsın,” dediğinde, ‘gerçekten benim tercih ettiğim arkadaş davranışlarını sergiliyor mu?’ diye aramızdaki bağı yeniden gözden geçirdim. Hayır, sergilemiyordu. Çünkü yalnızca kendi ihtiyacı olduğu zaman telefonla arayıp ya da mesaj yazıp usulen bir “Nasılsın?” dedikten sonra kendi sorunlarını anlatıyor ve ardından yardım istiyor, benden yardım aldıktan sonra da yine ortadan kayboluyordu. Üstelik kendisine bu durumu söylediğimde “Haksızlık yapıyorsun, ben soruyorum,” diyordu.
Sonra ben bu konuda kendimle yüzleştim, önce ‘kendi hatam var mı?’ diye sorguladım. Aramızdaki mesajlaşmalara yeniden baktım. Bir gün olsun sadece hâlimi hatırımı sormak için yazmamış. Oysa arkadaşlıklarda hâl hatır sormak vardır. İnsan birine “arkadaşım” diyorsa ihtiyacı olduğunda ya da bir şey istemek için değil yalnızca sesini duymak için bile arar. Maalesef bunları o kişide göremedim. Bu sefer kendisini kendi davranışıyla yüzleştirdim.
Bir ay boyunca beni arayıp sormuyor, bir ayın sonunda işi düştüğü için arıyor ve bu davranış biçimini tekrarlıyorsa bu arkadaşlık değil kullanmak olur. Aslında dürüst olup “Evet, seni sadece yardım için arıyorum ya da mesaj yazıyorum,” dese yine sorun olmaz çünkü o benim tercihim olur. Kendimi kullanılmış gibi hissedersem; o duyguyu yaşarsam zaten sınırımı çizerim. Ama yardım yapmak istiyorsam yine yaparım. Dürüstçe en baştan açık açık söylese her zaman başımın üstünde yeri olur. Yeter ki dürüst olsun.
Yukarıda yazdığım gibi eğer gerçekten çok vicdanlı, merhametliyseniz, karşı tarafa “önce sen” diyorsanız, “ben” diyemiyorsanız, her zaman kullanılmaya açık olursunuz.
Örneklere devam edelim. İş yerinde çalışıyorsunuz, bir arkadaşınız her izne çıktığında yerine bakıyorsunuz ya da ne zaman iş konusunda yardım istese hemen koşuyorsunuz, “hayır” demiyorsunuz. Bir ki seferden sonra “Nasılsa bu iyi niyetli, ne zaman istesem yerime bakar ya da yardım eder,” diyerek suistimale başlıyor, işten erken çıkıyor ya da bir şey bahane edip işe gelmiyor. Tam tersi bunu yapan siz de olabilirsiniz. İşte bu durum arkadaşından destek almak değil onu kullanmak oluyor. Patronunuz size kolaylıkla izin veriyor diye bunu kullanıp sürekli bir şey bahane ederek işe gitmemeyi alışkanlık hâline getirdiğinizde bu kez patronun iyi niyetini kullanmış oluyorsunuz.
Bazen de zor koşulda olan bir insana yardım ediyorsunuz, o insanı bir iki yemeğe götürüyorsunuz fakat sonra o insan “Nasıl olsa beni götürüyor,” diyerek sürekli sizden yemeğe götürmenizi istiyorsa bu da kullanmak oluyor. Aynı şekilde birine giyecek veriyorsunuz, bir hafta geçmeden tekrar istiyor; veriyorsunuz yine 1 hafta geçmeden istiyor. Bu artık ihtiyaç değil kullanmak oluyor. Borç para istiyorlar, o anda siz yardım olarak veriyorsunuz fakat sonra arkası kesilmiyor.
İşte birini kullanmakla ondan yardım almak arasındaki fark da bu. Kullanmak, sürekli istemek ve fazlasını karşılamaktır. Yardım ise o anlık ihtiyacını karşılamaktır. Fazlasını değil.
Bir iki arkadaş ile yaşadığım olayı da anlatayım. Başka arkadaşları için benden şifa, enerji, rehberlik istediklerinde veriyorum. Ama sonra arkası kesilmiyor, “Şuna da gönder, buna da gönder,” demeye başlıyorlar. Üstelik yalnızca ihtiyaçları olduğunda ortaya çıkıyorlar.
Bir de şifa, enerji, rehberlik çalışmasını benden isteyip “Şu kişi de iyi, bu da yapıyor,” diye başkalarını övüyorlar. Bu durumda ben de tabii ki “Neden onlardan istemiyorsunuz bu yardımı da ihtiyacınız olduğunda sürekli benden istiyorsunuz?” diye sorarım çünkü aslında bu kullanmak oluyor. Size bir kere değer verip hatırınızı sormadan sadece kendi ihtiyaçları için yardım isteyen ve bu ihtiyaçları hiçbir şekilde bitmeyen insanlar her daim kullanırlar.
Bazı insanlar sizi çözdüğü zaman elinin altında tutarlar o anda neye ihtiyaçları varsa sizden isterler. Fakat bunu size şirin görünerek yaparlar.
Bir arkadaşınız seyahate gittiğinde bir, iki ve üç kereliğine o yere ait çok özel bir şeyini isteyebilirsiniz fakat her gittiği yerden istemeniz o kişiyi iyi niyetini kullanmak oluyor.
Yurtdışında yaşayan bir arkadaşınız size güvendiği için Türkiye’deki evinin anahtarını teslim ederek yardım talep eder. Evine bakmanızı, bir şey olduğunda haber vermenizi tamir işlerinde evine gitmenizi ister. Zor durumda kalmasın diye iyi niyetli olarak yardımcı olmayı kabul edersiniz. O dönemde sizinle irtibatı sürdürür, arkadaşlık yapar. Fakat artık o ev ile ilgisi kalmadığında sizi aramaz, sormaz, sizinle irtibatı keser. Bu durumda kendinizi kullanılmış hissedersiniz.
Arkadaşınız olduğu için sizden ücret almadan muayene eden doktora para almıyor diye sürekli gidip hiçbir ücret ödemeseniz bu onu kendi menfaatleriniz doğrultusunda kullanmak olur.
Aynı şekilde bir arkadaşınız, tanıdığınız, yazlığı var ve sizi çağırdı. Bir kez gidersiniz. Maddi imkânlarınız olduğu hâlde otele para vermemek için sürekli o yazlığa giderseniz o arkadaşınızı sadece yazlık gitmek için aradığınızda işte menfaatiniz için kullanmış olursunuz.
Tersi bir durum da olabilir. Siz birinin yaptığı bir işten belirli özelliklerinden faydalanmak için onu sürekli evinize çağırıyorsanız bu da kullanmak olur. Örneğin misafir geldiğinde komşunuzu yardıma çağırıyorsunuz. Komşunuz, istediğiniz zaman yardıma gelebileceğini söyledikten sonra her misafirde iş için çağırırsanız, onu kullanmış olursunuz.
Tabii ki yaşadığımız sürece birbirimize ve yardımlaşmaya ihtiyacımız var. Ama yardım isterken en baştan dürüst olmak, yardımın ne niyetle istendiğini açıkça belirtmek çok önemlidir. Bazen dürüst olmayana da insanlık gereği yardım ediyor insan. Ama şu farkındalık oluyor: Kullanan ile kullanmayanı ayırt ediyorsunuz. Sınırınızı çiziyorsunuz.
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
Sevgili okuyucularım, doğal taşlarla ilgili bu ayki yazımda yine ilginizi çekecek bilgiler bulacaksınız.
“Hangi doğal taşı almalıyım ve bu doğal taşlar niçin kullanılır?” diyenler için Hasan Kocabaş’ın 2006’da Mozaik Yayınları’ndan çıkan “Şifalı Taşlarla Sağlıklı Yaşam” adlı kitabı ile www.sertmineral.com sitesinden derlediğim bilgileri paylaşıyorum.
Belki birçoğumuz taşların faydasına inanmayabilir, sırf renkleri ve şekilleri hoş göründüğü için kullanır. Oysa önemli olan her bir taşın nasıl bir özelliğe sahip olduğu bilgisidir. Bu bilgiye sahip değilsek kullandığımız taştan fayda göremeyiz. İçlerinde hiç duymadığımız o kadar taş var ki rengini ve şeklini beğenmediğimiz için kullanmadığımız ama çok faydasını göreceğimiz taşlardır çoğu. O yüzden renkler ve şekiller sizi aldatmasın.
İşlenmemiş, toprağın altında olduğu hâliyle kalmış taşlara doğal taş denir. İşlenmemiş taşlar kendi titreşimleri ile enerji yayar. Doğal taşlar enerjilerini kaybetmez yani bir nevi ölümsüzdür. Çok eski zamanlardan günümüze kadar birçok medeniyet, taşların enerjilerinin şifa kaynağı olduğuna inanmıştır.
Onlarca çeşit doğal taşın farklı özellikleri ve etkileri olduğu söylenir. Bu taşlardan bazıları değerli, bazıları da yarı değerlidir. Binlerce yıllık geçmişe sahip doğal taşlar, eski çağlarda iyileştirici özellikleri sayesinde tedavi amaçlı sıkça kullanılıyordu.
“Doğal taşlar ne işe yarar?” sorusunun yanıtı ise aslında çok kapsamlı. Her doğal taşın farklı bir özelliği ve iyi geldiği konu var. Doğal taşların faydalarına genel olarak değinmek gerekirse, taşıyan kişiye pozitif enerji verdiği, iyileştirici, zihin rahatlatan ve huzur veren bir etkisi olduğu biliniyor. Doğal taşların enerjilerinin direkt olarak bedenimize etki ettiği düşünülür.
Doğal taşları sürekli üstte taşımak ve enerjisinden faydalanmak için takılarda kullanmak sık tercih ediliyor. Bunun dışında avuca sığacak büyüklükteki doğal taş parçalarını da meditasyon yaparken kullanabilirsiniz. Özellikle çakraları açmada çok faydalıdır ve gerçek faydayı elde etmek için de düzenli kullanılması gerekir. Bir kez meditasyonda kullandıktan sonra bir ya da iki ay ara verdiğinizde beklediğiniz sonucu alamazsınız. Bir de kullanılan doğal taşlar taklit değil gerçek olmalı. Küçük bile olsa hakiki olması gerekiyor. Sadece ev dekoru olarak kullanmak da mümkündür fakat en güzeli enerjilerinin bedenimize direkt etki etmesidir. Özellikle meditasyon yaparken mutlaka kullanılmasını tavsiye ederim.
Doğal taşların temizliği ya akan suda ya 12 saat toprağın üstünde bekletilerek ya da dolunay zamanlarında ay ışığına bırakılarak yapılır. Bazı doğal taşlar suda çözündüğü için suya değdirmemeye dikkat etmek gerekiyor. Bazı doğal taşlarda ise kendi kendini temizleme özelliği vardır.
Kalsit’in birçok çeşidi bulunmaktadır. Tedavi amacıyla kalsit kullanacak kişinin kullanacağı Kalsit’in özelliklerini iyi bilmesi gereklidir. Çünkü kalsit tedavi edeceği noktayı/alanı özenle seçer ve bir sorun var ise orayı iyileştirmeye yardımcı olur. Değişik renkleri bulunan kalsit bulunduğu ortama farklı titreşimler yayar. Temizleyici, tazeleyici ve canlandırıcı etkisi vardır. Engelleri kaldırır, enerji sistemlerini aktif hale getirir. Dünyaya yeni bir bakış açısı ile bakmanızı sağlar, hayattan zevk almanızı ve hayatın eğlenceli yönlerini görmenizi kolaylaştırır. Ateş elementinin harekete geçmesiyle enerjinizin çakralar arasında harekete geçmesini ve aktif hale gelmesini sağlar.
Beyaz (şeffaf) kalsit: Enerjinizi engelleyen sebepleri ortadan kaldırır, 3. Gözü (alın çakrasını) uyarır ve geçmişinizin olumsuz etkilerinden kurtulmanızı sağlar. Doğru yolda gerçeklere doğru yönelmenizi ve bu durumda doğru adımlar atmanıza yardımcı olur. Kişilerin birbirlerine hoşgörülü ve yardımsever davranmalarını sağlar. Metabolizmayı hızlandırır, kilo verme sürecin de destek olur ve sinirli dönemlerde yemek yeme alışkanlığı olan kişilere yememeleri yönünde yardımcı olur.
Mavi kalsit: Fiziksel yetenek, astral seyahat, duygusal zekâyı yatıştırmak amacıyla kullanılır. Boğaz ve alın (3. Göz) çakrasında etkilidir. Ciğerlerin oksijenden faydalanma oranını maksimuma çıkartır. Baş ağrılarında kullanılır. Özellikle katarakt tedavilerinde, iltihapsız göz rahatsızlıklarında tedaviye destek olur.
Yeşil kalsit: Rahatlama, duygusal denge, stresin azalması, kalp ile bağlantı. Kalp çakrasında etkilidir. Kişinin canlanmasına ve hayatında pozitif değişiklikler yapmasına yardımcı olur. Sosyal fobileri olan kişilerin rahatlamasına, kişinin dünyadaki güzelliklerden cömertçe faydalanabilmesi için kişinin dış dünyaya açılmasını sağlar. Damar tıkanıklıklarının açılmasına yardımcı olur. Yaşlanma belirtilerini geciktirmeye faydalıdır.
Turuncu (orange) kalsit: Yaratıcılık, yenilik, güven. Solar Pleksus çakrasında etkilidir. Turuncu kalsit, güneşten aldığı enerjiyi kişinin vücuduna taşır. Depresyonu engeller, uyuşukluk ve ümitsizliği ortadan kaldırır. Korkaklık ve sosyal fobilerin hafiflemesine yardımcı olur. Endokrin sistemini dolayısıyla hormonal dengeyi düzenler. Sindirim sistemi, metabolizma ve cinsel organlara faydalıdır
Pembe kalsit: İyilik, bütünlük, sağlık, kalbinizin sesi ile bağlantı ve duygudaşlık. Kalp çakrasında etkilidir. Duygusal davranışlarınızı düzenler, kendinizi güzel bir şekilde ifade etmenizi sağlar. Duygusal travmalardan kurtulmanızı destekler. Aldığımız besinlerin vücutta gerekli olan yerlere ulaşmasını sağlar.
Sarı (honey) kalsit: Kavrama, güven, kavradıklarını eyleme dönüştürme, direnme, entellektüel güç. Kök, solar pleksus ve (3. Göz) alın çakrasında etkilidir. Öğrenme sürecini kolaylaştırır. Çevrenizdeki insanları tanımak, maneviyatınızı birçok yönden geliştirmenize yardım eder. Kendinize olan güveninizi ve cesaretinizi geliştirir. Endokrin sisteminizin dengelenmesi için çalışır. Hormon seviyenizi dengeler. Pankreasınızı güçlendirir, kandaki şeker seviyesini düzenler.
KAPLAN GÖZÜ
Anahtar Kelimeler: Uçdeğerler arasında denge, anlayış, canlılık, güç, pratiklik, doğruluk
Element: Ateş ve Toprak
Çakra: Solar Pleksus, Kök çakra
Kaplan gözü, zihinsel açıklığın yani yoğunlaşma taşıdır. Gücünüzü doğru şekilde kullanmanızı sağlar. Özgürlüğüne düşkün kişilerin taşıdır. Kendi ihtiyaçlarınızı ve çevrenizde kişilerin gereksinimlerini fark etmenize yardımcı olur. Ne istediğiniz ve neye ihtiyacınız olduğunun arasındaki farkı anlamanızı sağlar. Yin-Yang dengesini sağlar, ruhunuzu canlandırır. Depresif ve olumsuz ruh halinden kurtulmanızı sağlar. Ruh hastalıkları ve kişilik bozuklukları tedavisinde faydalıdır. Gözlere özellikle gece görme bozukluğu yaşayan kişilere faydalıdır. Boğaz ve üreme organlarını tedavi eder. Kırık kemiklerin tedavisini kolaylaştırır. Konsantrasyonu güçlendirmek en belirgin özelliğidir. Bununla beraber iş hayatında başarı sağlamanıza, ilerleme isteği duymanıza yardımcı olur. Evlilik, aile ve iş ortamındaki olumsuz etkilerin azalması için sabırla kullanmaya devam edilmelidir. Sağ kolda taşınmalı veya kısa periyotlarla kolye ucu olarak taşınmalıdır.
KEHRİBAR
Anahtar Kelimeler: Işık, ılımlılık, güneş enerjisi, iyileştirme, aydınlatma
Elementler: Toprak
Çakra: Solar pleksus
Fosilleşmiş reçineden meydana gelmektedir, reçinenin taşlaşmış halidir. Piyasada çokça bulunan kehribarların birçoğu sahtedir. Gerçek kehribar sürtünme sonucunda elektriklenir, etrafta bulunan hafif kâğıtçıkları veya saçınızı toplar, aynı zamanda kehribarı iki parmağınızla ovarsanız elinize çam reçinesi kokusu gelmelidir. Boyun kısmınızda kullanıldığında boğaz ve tiroit bezi enfeksiyonlarına, guatrın oluşmasını engellemeye veya yavaş yavaş tedavi etmeye başlar. Bebeklerin diş çıkartma sırasında ağrısını ve ateşini almak için kolye olarak kullanılır. Ağrıları ve negatif enerjileri emer. Stresi yatıştırır. Karın, dalak, ciğer, akciğer, mesane ve safra kesesine faydalıdır. Eklem ağrılarında ve romatizmasal ağrılarda etkilidir. Mukoza zarını güçlendirir.
Her şey gönlünüzce olsun! Sevgi ve ışıkla kalın!.. Nurgül AYABAKAN
Ortaokul birinci sınıfa giden ve günden güne yetişkinliğe doğru ilerleyen çocuk, yine sandıktan bir anısını özgür bırakıyor.
Okulun kapanma zamanı gelmişti. İki heyecanım vardı; biri karne alacağım, diğeri de önümde üç aylık kocaman bir tatil olduğu içindi. Tatili nasıl değerlendireceğim, neler yapacağım önemliydi benim için. En çok denize nereye gideceğimizi merak ediyordum çünkü denizi çok seviyordum. Babam genellikle çalıştığı ve amcalarım da ona güvenerek rahatlıkla istedikleri yere gidip tatil yaptıkları için bizim tatil planımız belirsizliğe giriyordu. Gerçi bunda annemle babamın tercihlerinin de payı vardı.
Annem yazlığa gitme fikrine hiç sıcak bakmıyordu, geçmişte yaşadığı deneyimleri onu yazlıktan neredeyse soğutmuştu. Üç ay boyunca akraba, tanıdık kim varsa gelir, annem bütün bir yaz onları ağırlamak için çalışır, kışlık eve hiç dinlenmeden dönerdi. Bu yüzden o yıl babam yazlığa gitmeye sıcak baktığı hâlde annem karşı çıktı. Oysa annem hiç “Hayır” diyemez, genelde babamın istedikleri olurdu ama bu kez öyle kararlıydı ki yazlığa gitme konusunda onun dediği oldu ve gidilmedi.
Aslına bakarsanız herkesin kendini düşündüğünü, olayları kendisi açısından değerlendirdiğini ileri yaşlarda anlıyorsunuz. Bu olayda annem kendince haklıydı. Sözde tatile gidiyordu ama sürekli gelen misafirlere hizmet etmekten başka bir şey yapamıyordu. O nedenle gitmek istemiyordu. Babam da herkesin bir arada olmasını istediği, kendinden çok kardeşlerini düşündüğü için böyle bir karar alıyordu. O da kendi açısından haklıydı.
Tabii insan, yaşı ilerledikçe anne ve babası, kendilerine ne zaman değer vermişler, ne zaman “ben” demişler ya da karşı tarafa hep “sen” demişler, bunu fark ediyor. Babam hayatı boyunca hiç kendini düşünmedi. Hep başkalarını düşünür, ister akraba ister tanıdık; kimin ihtiyacı olsa ona koşar, onlardan olumsuz bir davranış görse bile yine umursamaz ve aynı fedakârlıkları yapardı. Annem de öyleydi. Sadece ortanca amcamın bize karışmasından pek hoşlanmıyordu. Yine de olumlu yaklaşıp amcamın çocuğu olmadığı için böyle davranmasına babamın izin verdiğini söylüyordu. Yoksa babam bize değer veriyordu ve bunu biliyorduk. Fakat maalesef duygular ön planda ve vicdan, merhamet fazla olunca insanın kendi hakkını kendi tercihi ile yediğini, “ben” demek yerine “sen” demeye başladığını ileri yaşlarda fark ediyorsunuz. Ailemde bunu gördüm; öncelik verdikleri hep başkaları oldu.
Zaman içinde farkındalığım arttıkça anneme akrabalarda gördüğüm yanlış davranışları söylemeye başladım. Annem, anlattıklarımı dinliyor ama uygulamaya gelince yapmıyordu. Bu da onun tercihiydi.
Nihayet karnemi aldım, notlarım iyiydi. Geçtim fakat öyle teşekkür veya takdir belgesi getirmedim. Oysa amcamın en çok beklediği belge buydu. Artık orta ikinci sınıfa geçmiştim. Kardeşim ilkokul beşinci sınıfa, ağabeyim lise ikiye, ablam da üniversite üçüncü sınıfa geçti. Ablamın finalleri ve proje teslimi yaz döneminde olduğu için deniz tatilimiz onunla uyuşamayabiliyordu. Zaten erkek kardeşim ve ağabeyim yaz tatilinde babamın yanında çalışmaya gidiyorlardı. Bu yüzden o yaz, tatil programımı kendime göre belirledim ve anneme de söyledim. Yazlığa gidemesek de üç ay boyunca çok güzel günler geçirdim.
Okuldan belirli arkadaşlarımla görüşüyordum. İlkokulda beri arkadaşım olan Derya ile çok güzel vakit geçiyorduk. Hatta ilkokuldan görüşemediğim diğer arkadaşlarımla da buluştuk. Anneannemlere gidip kalıyordum ve çok mutlu oluyordum. Anneme daha çok yardım ediyordum çünkü hem vaktim vardı hem de yemek pişirirken veya diğer işlerde ona yardım etmek çok hoşuma gidiyordu. Annem, yaz boyunca bana dantel örmeyi öğretti fakat pek sevdiğimi söyleyemem; kanaviçe işlemeyi daha çok seviyordum. O yaz bir de merserize bluz ördüm. Tatilde vazgeçmediğim tek ders yabancı dil oldu. İngilizce’mi geliştirmek için bol bol çalışıyor, kasetleri teybe koyup dinliyordum. Yan bahçemizde voleybol ağı vardı, arkadaşlarla voleybol maçı yapıyorduk. Ve denize gideceğimiz zamanı bekliyordum. Gerçi uzun süreli olmasa da denize girmek için hafta içi annem ve ablamla Ada’ya gittiğimiz de oluyordu. Tabii ki bunlar bana yetiyordu.
Yaklaşık iki ayı böyle geçirdim. O yıl dini bayram tatili temmuz ayının sonuna denk geldi. Bayram tatili demek babamın işten vakit bulması demekti. Gerçekten öyle oldu ve ailece Erdek’te babamın arkadaşının oteline gittik. Küçük amcam ve ailesi de bizimle geldi. Bir haftalık Erdek tatilimiz çok güzel geçti.
Ağustos’ta halamlar geldi. Halam ve çocukları, her yıl ağustos ayında Almanya’dan Türkiye’ye gelir, bir ay kalırlardı. Bu bir ayın çoğunda bizde kaldıkları için ağustos çok hareketli geçerdi. Sadece ortanca amcamla birlikte bir haftalığına Antalya’ya denize gidip gelirler, sonra yine bizde kalırlardı. Birlikte İstanbul’u gezerdik; eğlenceli olurdu.
Bazı çocuklar ailelerinden çok şeyler beklerler ve isterler. Olmayınca da mutsuz olurlar. Bu çocuklar, ileri yaşlarda da aynı şekilde beklentileri gerçekleşmediğinde kendilerini mutsuz hissederler. Fakat çocuk elindekilerle yetinip kendini mutlu etmek için bir şeyler yapıyorsa ileri yaşlarda içinde bulunduğu koşullarla yetinmeyi ve kendi kendine mutlu olmayı bilir. Bu iki farklı durumdan hangisini yaşayacağı, insanın çocukluk döneminde nasıl bir hayat geçirdiğine bağlı, tabii bir de çocuğun ruhuna. Ben hiçbir zaman bir şey isteyip tutturan bir çocuk olmadım. İsteğimi söylerdim ama gerçekleşmezse de üzülmezdim. Çünkü mutlu edecek çok şey vardı. Yazlığa gitmedik, diye veya babam işte çalıştığı için bize vakit ayırıp tatile götürmedi, diye mutsuz olmazdım. Beni mutsuz eden şey insanların öfkesi ve sert konuşmalarıydı. Bunu ailede ortanca amcamda görüyordum. Bir de alaycı konuşmalardan hoşlanmıyordum ve bunu da bazı okul arkadaşlarımda gördüğüm için onlarla görüşmüyordum.
Aileler küçük bir çocuktan nasıl bir yetişkin yaratmaları gerektiği üzerine düşünmeli. Elbette çocuğun ruhu da önemlidir ama aile davranışlarıyla “isteklerine olumsuz yanıt versek de seni seviyoruz” mesajını verebilmişse çocuk, istekleri yapılmasa bile mutlu olmayı öğrenir.
Her şey gönlünüzce olsun! Sevgi ve ışıkla kalın!.. Nurgül AYABAKAN