Sevgili okuyucularım, bu ayki kitap paylaşımımda Hint yazar, bilge, düşünür ve filozof Jiddu Krishnamurti’nin “İnsan Olmak” adlı kitabına yer vereceğim.
İnsan olmanın farkına ne zaman varıyoruz?
Ulaş Dilek’in çevrisiyle Omega Yayınlarından 2013 yılında çıkan “İnsan Olmak”ı okumanızı tavsiye ediyorum. Şimdi kitaptan bir bölümü sizlerle paylaşıyorum.
“…
Tümden ret, pozitif düşüncenin temelidir.
Neyin doğru neyin yanlış olduğun anlayabilmek için, size doğruyu ve yanlışı söyleyen ya da keyfi olarak birini iddia eden birine karşı, gerçekte neyin yanlış olduğunu görmeli ve onu bir kenara bırakmalısınız. Başka bir deyişle kişinin doğruyu bulabilmesinin yolu, doğal olarak sadece reddetmekten geçer. Diyelim ki hırs duygusuna sahip olamayacağınızı fark ettiniz. Kendinizi zihnin sükûnetine değil de hırs duygusuna odakladınız ve hırsın, tamahkârlığın ya da kıskançlığın bütünüyle ortadan kaldırılıp kaldırılmayacağını öğrenmek için araştırmaya başladınız. İşte bu noktada zihnin değişmeyen temizlenme yöntemi olarak daimi bir ret süreci karşımıza çıkar.
Eğer adına hayat denen ve tüm inançları içeren bu sıra dışı olayı anlamaya çalışır ve meseleyi hassas bir biçimde değerlendirmek istersem; milliyetçilik, taşracılık ya da bunlara benzer bir başka sınırlı tutumun anlama isteğime karşı yıkıcı olduğunu fark ettiğim takdirde ne olur? Elbette ki milliyetçiliği bir kenarda bırakmam ve Hindu, Müslüman ya da Hıristiyan olmaya da bir son vermem gerekir.
Başta karmaşık gelebilir ama sakince dinlerseniz öyle olmadığını görürsünüz. Gözlemci ve gözlenen vardır ve bunların arasında bir ayrım bulunur. Bu ayrım, aralarında beliren görüntü, sözcük, imge, hafıza ve tüm çatışmanın gerçekleştiği boşluk, egoyu yaratır. ‘Ben’ dediğimiz şey; sözcüklerin, imgelerin ve bin yılların hafızalarımızda biriktirdiklerinin ürünüdür. Dolayısıyla sonuçta şu anda olan ile hiçbir doğrudan temas söz konusu değildir. Şu olanı ister ayıplayın ister makulleştirip kabullenin ve doğrulamak için çaba gösterin, tüm bunlar gerçeği dillendirmekten öteye gitmez. ‘Şu an olan’ ile doğrudan temasımız olmadığından onu kavrayabilmemiz ve dolayısıyla onu çözümlememiz de mümkün olmaz.
Bakın mesela gıpta etmek diye bir şey var. Karşılaştırmalar üzerinden derecesi ölçülen bir gıpta etme hâli ve kişi bu durumu kabullenmek için şartlandırılmıştır. Bazıları parlak, zeki ve başarılıyken bazıları da değildir. Çocukluktan itibaren kişi ölçmek ve karşılaştırmak üzere yetiştirilmiştir. Böylece gıpta etmek doğmuş olur. Ancak kişi gıpta etmeyi kedi benliğinin dışında var olan bir şeymiş gibi gözlemler, oysa gözleyen kişi gıpta etmenin ta kendisidir. Gerçekte gözlemciyle gözlenen arasında hiçbir fark yoktur.
Sonunda gözlemci, gıpta etmek hakkında hiçbir şey yapamayacağını anlar. Bu meseleye ne kadar dikkatli yaklaşırsa yaklaşın, yaptığı yine gıpta etmekten ibarettir zira kendisi aynı zamanda hem sebep hem de sonuçtur. Bu nedenle gıpta etmek, kıskanmak, korku, yalnızlık, ümitsizlik dâhil tüm sorunlarıyla birlikte gündelik hayatımızı meydana getiren ‘şu an olan’, ‘tüm bunlar bende de var’ diyen gözlemciden farklı değildir. Gözlemci kıskançtır, gıpta eder, korkar, yalnızdır ve ümitsizlikle doludur. Bu yüzden ‘şu an olan’ hakkında gözlemcinin onu kabullendiği, onunla ya da onun getirdikleriyle yaşamayı seçtiği anlamına gelmese de -elinden hiçbir şey gelmez.
Gökyüzüne, şu ağaca, ışığın güzelliğine, bulutların ince ve narin kıvrımlarına bakın. Eğer onlara bir imge üretmeden bakabilirseniz, kendi hayatınızı da anlayabilirsiniz. Ancak siz kendinize bir gözlemci, hayatınıza da gözlenen herhangi bir şey olarak bakıyorsunuz fakat gözleyen ve gözlenen arasındaki ayrım burada da karşımıza çıkmaktadır. Bu ayrım, tüm çatışmaların, kavgaların, korkunun, acının ve ümitsizliğin özünü teşkil eder.
…”
Bu yazıyı tümü olmak şartıyla, değiştirilmeden, bedava olarak ve bu telif hakkı uyarısı ve internet bağlantısı (https://sevginin-isigi-sifa.com/) ile birlikte kopyalamaya ve dağıtmaya izin verilmiştir.