Anın kıymetini biliyor, tek başına keyifli zamanın nasıl geçirileceğini biliyordum. Varsın gitmemeyim onlarla, ne olmuş yani? Ben kendimi her zaman mutlu etmenin yolunu bulurum. Ne de olsa namı diğer ‘Erkek Fatma’ değil miyim ben? Çocuk sandığın başına henüz ulaşmadan, oradan hangi anıyı çıkartacağını çok iyi biliyordu. Tabii ki zamanda sekme yapmayacak, sırası geleni çıkartacaktı o sandıktan ama yine de dönem aynı olduğu için bazı günlerin yeri değiştirilebilirdi. Buna rağmen çocuk öyle yapmadı, anlatacaklarının hem zamanı gelmişti hem de gerçekten günlerdir aklında olan bu anı kümesini dile getirecekti. Seremoni başlasın. Sandıkla yeniden buluştu çocuk, bu sefer hemen kapağını açmak için anahtarına uzanmadı. Sandığın her bir noktasına parmak uçlarıyla dokundu, severcesine. Bir taraftan da sandığa daha sert bir dokunuş yaparsam hem ona hem de içindekilere zarar veririm diye düşünüyordu. Çok nazik davranmalıydı emanetlerle yüklü sandığa. Elbette ya, sandığın içindekiler, çocuğun sandığa verdiği emanetler değildi de neydi? Sandık bir emanetçi, sandığın kapağı emanetleri koruyan muhafızlar, anahtarsa muhafızları harekete geçiren tılsımdı ve tabii ki çocukta sandığın içindeki emanetlerin yegâne sahibiydi. Sandığın her bir noktasına dokunduğundan yani hiçbir noktayı atlamadan sandığı parmak uçlarıyla sevdikten sonra tılsımı sandığın o küçük deliğine yerleştirdi, tılsım görevini yaptı, muhafızlık görevini yapan kapak açılıverdi. Dile gelmesini çok istediği o anıları dışarı çıkarttı. Sıra geldi kelimelere…
- “Keyifli geçen günlerimiz bizi yazın ortasına kadar getirmişti. Babaannemi kaybedeli neredeyse bir yıla yaklaşıyordu. Tamı tamına on bir ay olmuştu. Bu süre içinde dedemle ilgili bazı gelişmeler olmuştu. Babaannemi kaybettikten sonra dedemin Malatya’ da tek başına kalmasına kimsenin gönlü razı gelmediğinden onu İstanbul’ a getirdiğimizden bahsetmiştim. Babaannemin kaybı dedemde derin yaralar açmıştı, sanki bir yanı kendisinden uzaklaşmış tıpkı babaannem gibi toprağa gömülüp kalmıştı, bir türlü toparlayamadı kendini. Ne de olsa yaşlıydı ve eşi olmadan tek başına, yapayalnız hissediyordu kendisini. Hiç birimizin evine sığamıyordu ve Malatya’ ya dönmek istiyordu, diğer taraftan yalnızlık çektiği için evlenmek de istiyordu. Kim bilir belki evlenmek istemesindeki asıl sebep, bir eşi olursa babamların onun Malatya’ da kalmasına izin vermelerini sağlamaktı. Bunu hiç soramadım ona, soramazdım ki… Amcamlar ve babam dedemin ne Malatya’ ya dönmesine ne de evlenmek istemesine sıcak bakıyorlardı. Ama dedemin babaannemin gidişinin ardından bir süre sonra hastalanması onların fikirlerini biraz yumuşattı ve ‘iyileştikten sonra dediklerini yapacağız’ sözünü söyleyecek noktaya getirdi. Dedem hastalığı süresince bir dönem ortanca amcam da bir dönem de halam da kaldı. İyileşince ya da iyileşir gibi olunca babamlar dedemin ısrarlarına dayamayıp onu Malatya’ ya götürdüler. Maalesef bir süre sonra tekrar hastalandı ve o hiç istemese de babam onu İstanbul’ a geri getirdi. Tedaviye başlandı, ancak bu sefer hastalığı evde bakılamayacak kadar kötüydü ve doktorlar hastaneye yatmasını söylemişlerdi. Dedemin hastanede kaldığı süre boyunca her Pazar babam onu ziyaret etti, bizlerde gittik ama tabii ki her Pazar değil. Babamın ailesine, büyüklerine bağlılığı her daim başka türlü olmuştur. Babaannemi yani annesini kaybetmişti, şimdi de babası çok hastaydı… Babam, dedemi yeniden hastalanacak korkusuyla Malatya’ ya geri götürmeyi hiç istememişti, ancak dedemin ısrarlarına engel de olamamıştı. İşte şimdi, babamın dediği gibi olmuş dedem Malatya’ ya döndükten sonra çok hastalanmış ve böylesine kötü bir hastalıkla İstanbul’ a geri getirilmişti. Babamın hastaneden döndükten sonraki bir gün annemle konuşmasına kulak misafiri olmuştum. Doktorlar babama dedem için hiçbir umudun olmadığını, hastalığının çok ağır olduğunu, iyileşmesinin mümkün olmadığını söylemişler. Babam doktordan dinlediklerini büyük bir acı ve keder içinde anneme anlatıyordu. Duyduklarım karşısında öylesine üzülmüştüm ki ağlamaya başlamıştım. Babaannem gitmişti ve sıra dedeme mi gelmişti? Yine sevdiğim birini mi kaybedecektim? Babam ve annem ağladığımı duyunca anladılar ki onlara kulak misafiri olmuştum. Beni avutmayı, sakinleştirmeyi denediler. ‘Deden hasta ama iyileşecek, tamam, eskisi kadar güçlü olmayacak ama yine de iyileşecek. Sen duyduklarını yanlış anlamışsın.’ dediler. Biliyordum üzülmemi istemedikleri için böyle söylüyorlardı. Ama bildiğim diğer şeyse, dedemin de gidecek olmasıydı. Bunu artık biliyor olmak içime tarifsiz bir acıyı yerleştirmişti.
Adadan bahsediyordum. Ne garip bir şey insan olmak! İçinde hem acıları taşıyabiliyorsun hem de mutluluklara kucak açıyorsun. Tatil çok eğlenceliydi, hafta içi değişlik olsun diye annem, ağabeyimi, ablamı ve kardeşimle beni diğer adalara gezmeye götürürdü. Gezilerimizin olmazsa olmaz annemin piknik çantasını anmadan edemeyeceğim. Nasıl bir çantaydı o? Türlü yiyecekler, içecekler, meyveler… Farklı yerleri görmek, tanımak, gezmek bana her zaman yeni bir maceranın içine doğru çekiliyormuşum hissi verir. Her bir gezi yeni bir maceraydı benim için ve yeni bir keşif… (Halende öyle değil mi?) Adada sadece çocuklara özel bir parti düzenlenecekti. Partiyi bir arkadaşımızın ailesi düzenliyordu. Parti biletli olduğundan belirli bir miktar para ödeyip öyle gidilebiliyordu. Annem ağabeyim ve kardeşim için bilet almıştı, benim için alınmamıştı. Yani ben gidemeyecektim. Oysa ben de gitmeyi istemiş hatta gidemeyişime oldukça da üzülmüştüm. Adadaki hemen her çocuk orada olacaktı ve onlar partideyken benim oyunlarıma eşlik edecek bir arkadaş dahi kalmamıştı ortalıkta. Üzülmüş ama yine de sesimi çıkartmamıştım, işte her zamanki ben! Tamam, yalnız kalmıştım ama bu mutsuz olmayı, oflayıp puflamayı gerektirmezdi ki. Önce denize girmiştim sonra bahçede tek başıma oyun oynamak için bahçeye çıkmıştım. O sıra yan bahçede duran bisiklet gözüme ilişmişti. Tam benim boyuma uygundu. Ağabeyim ve ablamın bisikletleri vardı ama onlarınki çok büyük olduğundan ayaklarım pedallarına yetişmiyordu. Oysa yan bahçedeki tam benim içindi! Bisikletin sahibi olan, yan bahçenin sakini teyzeden usulünce izin aldım, dolaşmak istediğimi, sonrasında da onu geri getireceğimi söyledim. Teyze bana izin vermiş ve bende keyifle bisiklet turuma başlamıştım. Kendime yetiyordum, bisikletim ve ben harika bir ikili, mutluydum, hem de çok… Aklımda partiye gidememenin üzüntüsünden eser kalmamıştı. Ben bisikletle gezedurayım o esnada çarşıda alışverişte olan annem beni görmesin mi? Annemin ne ödünç bisiklet aldığımdan ne de dağ bayır, dere tepe geziye çıktığımdan haberi vardı. Ben de annemin beni gördüğünden habersizdim. Macera dolu keyifli gezim bittikten sonra eve dönmüş ve emanet bisikleti yerine teslim etmiştim. Tabii ki annem eve gelir gelmez bir sürü soru sordu. ‘Nereden aldın bisikleti? Nerelere gittin? Haberde vermedin? …’ Her bir soruyu yanıtladım. Konuşmaya şahit olan yengemler: ‘Biz hep diyoruz bu kız erkek olacakmış tam Erkek Fatma’ dediler. Evet, bu yakıştırmayı çok duymuşumdur hem onlardan hem annemlerden. Annem hep anlatır. Beni erkek olarak bekliyorlarmış. Doktor anneme doğacağım tarihi vermiş ama acelecilik bu ya ben doğmam gereken tarihten on beş gün evvel dünyaya gelmişim. İşte bunun için her şeyin hemen olmasını istediğimde annem bana hep takılırdı, ‘dünyaya gelirken bile acele ettin’ derdi. (Halende der.) Canım annemin ben doğmadan iki gün evvel gördüğü bir rüya vardı. Rüyasında yeşil renkte türbeye girmiş ve orada dua ediyormuş. Türbeden sonra tertemiz, berrak bir denize girmiş, gökyüzünde de kocaman bir ay, dolunay varmış, ayın ışığı denizi aydınlatıyormuş. Kimilerine göre bu rüyanın manası erkek çocuk doğacağı şeklindedir ve annem de rüyasını anlattığında ona erkek çocuğu olacağını söylemişler. Ama ben beklenildiği gibi erkek olmasam da aldığım lakapla erkeğe benzetiliyordum. Erkek Fatma! Rüya çok da boşa çıkmamış…
Parti bitmiş bizimkiler eve dönmüştü ve bende kendi partimi bitirmiş evdeydim. Çok eğlenmişler, yemişler, içmişler, her bir detayı mutlulukla anlatıyorlardı. Sonradan anneme beni neden partiye göndermediğini sordum. Annem; ‘partinin böyle güzel geçeceğini düşünmemiştim, sanki boşa verilecek paraymış gibi gördüm, onlar çok isteyince onları gönderdim, bunun içinde seni göndermedim.’ dedi. Bu konuda böylece kapandı.”
Bazen çocuklar büyüklerin verdiği çeşitli kararlar sonucunda küçük mutsuzluklar yaşayabilirler. Ama diğer taraftan onlara en ufak şeyden dahi mutlu olabilecekleri öğretilmişse, o çocuk mutlaka mutluluğu kendi yöntemleriyle keşfeder. Tıpkı, bu anıdaki ben gibi.
Çocuk yetiştirmek bir sanattır. Ama mutlu çocuk yetiştirmekse bir başyapıta imza atmak gibidir. Çocuklar ailelerinin davranışlarını bebeklikten itibaren hafızalarına kaydeder. Bu davranışlar onun yaşamındaki ileri gelen hal ve hareketler olacaktır. Bu nedenle önce kendimiz mutlu ve sağlıklı bir yetişkin olmalıyız. Sevgi dolu yaklaşımınız çocukta mutlu olma hissi yaratacaktır. Anne ve babasının onu sevdiğini ve ona değer verildiğini düşünmesi onu ruhen rahatlatacak ve aile ile inatlaşma evrelerini büyük ölçüde hafifletecektir. Çocukların olumlu davranışlarını destekleyin ve onlara övgü ile yaklaşın. İnsanların içinde onu aşağılamayın ve azarlamayın ona karşı sabırlı ve ilgili olun. Çocuklar öğrenmekten ve dünyayı keşfetmekten büyük keyif alır ve bunun sonucu olarak mutlu olurlar. Benim keşiflerim çocukluğumun bana en güzel armağanlarıdır. Keşfettikçe, öğrendikçe mutlu oldum ve mutlu ettim…
Bu yazıyı tümü olmak şartıyla, değiştirilmeden, bedava olarak ve bu telif hakkı uyarısı ve internet bağlantısı (https://sevginin-isigi-sifa.com/) ile birlikte kopyalamaya ve dağıtmaya izin verilmiştir.
Kalemine sağlık güzel bir yazı bizler herşeyden mutlu olabiliyorduk ama şimdiki çocuklar hep mutsuz.
Çünkü her istediklerini elde edebiliyorlar bu da üzücü bir durum.
Sağol Nurhayatcığım
Senin de yüreğine sağlık
Sevgiler ❤
Yine çok güzel anlatmışsınız yüreğinize sağlık Nurgül hanımcığım
Sağolun Birnur Hanımcığım
Sizin de yüreğinize sağlık
Sevgiler ❤
Çok keyifle okudum Nurgül cüm. Bizler şanslı cocukkardik, koşa oynaya güzel yaşadık çocukluğumüzu.
Sağol Didemciğim
Evet canım her şeyden mutlu olan çocuklarız.
Sevgiler❤