Sevgili okuyucularım, on beş günlük aralıklarla geçmişe yaptığım yolculuklarımın biriyle daha sizinleyim. Sandığın başındaki çocuğu artık siz de çok iyi tanıyorsunuz. Kimi gün gülüyor kimi gün hüzünleniyor sandığın içindekilere bakınca. Ama istisnasız hepsinden çıkardığı bir ders var. Artık ilkokul öğretimi bitiyor, mezun olma telaşında. Her konuda büyüyen çocuk bu kez üzüntüyle mutluluğun iç içe geçtiği okuldaki o son güne dair anısını sandıktan salıveriyor.
Evet, artık ilkokulun son günlerine gelmiştik. Arkadaşlarımla konuşmalarımızın en önemli konusu okulda yapılacak mezuniyet töreniydi. Diplomalarımızı alacağımız bu törene okul önlüğüyle değil serbest giysiyle katılacaktık. Anneme söylediğimde “Önce mağazalara bakarız yeni bir elbise için, eğer bulamazsak ben dikerim.” demişti. Mezuniyet töreni okul kapandıktan sonra yapılacaktı fakat yine de zaman darlığı vardı. O yüzden “Ya elbise yetişmezse?” diye biraz endişelenmiştim.
Programa göre mezuniyet gününde ikram edilecek yiyecekleri, aileler getirecekti. Böylece diplomalar alındıktan sonra biz öğrenciler, öğretmenlerimiz ve ailelerimizle birlikte mezuniyeti kutlayacaktık.
Mezuniyet benim için hem sevinç hem üzüntü demekti. Sevincim, yeni bir okula başlayacağım içindi. Üzüntüm ise arkadaşlarımdan ve aynı okulda okuduğum kardeşimden ayrı kalacağım için. Kardeşimle gidip gelmeye öylesine alışmıştım ki sanki birimiz olmasa diğeri okula gidemeyecekmiş gibi geliyordu. Fakat onun okulu bitirmesine daha iki sene vardı.
Son gün gelip çattı. Nedendir bilmem, o gün okul çantama bütün kitaplarımı koymuştum. Coğrafya atlasını bile. Okulda ders yapılmadı, yazın neler yapacağımızı ve hangi ortaokula gideceğimizi konuştuk sınıfça. Sonra da karnelerimizi aldık ve veda vakti geldi. Arkadaşlarımla vedalaştık, diploma törenine kadar görüşmeyecektik. Bu duruma çok üzülmüştüm, sanki onları bir daha asla göremeyecektim. Sevdiklerimden ayrılmak bende kaybetme korkusuna neden oluyordu. Bu korku ileri zamanlarda sevdiklerimi kaybettikçe bilinçaltıma iyice yerleşti. Farkına varıp şifalandırıncaya kadar bu korkuyu yaşadım. Zamanı geldiğinde tabii ki anlatacağım.
İçim burkularak arkadaşlarımdan ayrıldım. Kardeşimle birlikte servise binip eve dönecektik. Önce başka bir okulun öğrencilerini sonra bizi alan servise bindiğimiz nokta, okulumuzun önünde değil yan sokağın başındaydı. Üç dakika yürüme mesafesi vardı. Aracın bizi alacağı noktaya gittim, ne servis gelmişti ne de kardeşim. Merak ettim, okula dönüp ona bakmaya karar verdim. Çantam ağır olduğu için mi arkadaşlarımla vedalaşmanın üzüntüsüyle yaşadığım kafa karışıklığı mı kardeşim için duyduğum endişe mi yoksa hepsi birden mi neden oldu bilmiyorum ama çantamı kaldırımın kenarındaki duvarın üzerine koyup okula koştum. Kardeşimi buldum ve birlikte servise bineceğimiz noktaya gittik. Çantam bıraktığım yerde yoktu. Etrafa baktım, yok. “Kim alabilir acaba, bir arkadaşım geçerken almış olabilir, biri saklayıp şaka yapmıştır.” diye düşündüm. O sırada servis geldi ama ben binmedim, çantamı bulmalıydım. Bütün yıl boyunca okuduğum ders kitapları, atlas ve en önemlisi karnem içindeydi. Okula döndüm, müdüre çantamın kayıp olduğunu söyledim. Tabii okul dağılmış, öğlenciler gelmeye başlamıştı. Maalesef çantam okulda değildi. Servisi daha fazla bekletemeyecektim, çaresiz aramayı bıraktım, araca bindim.
Çok üzülmüştüm. Kitaplarımın, en çok da karnemin içinde olması beni etkiledi. O vaziyette eve girince annem telaşlandı, “Ne oldu?” dedi. Çantamı kaybettiğimi söyleyince nasıl olduğunu sordu, anlattım. Bu sefer de “Neden orada bırakıp gidiyorsun?” diye çıkıştı. Aslında annem kızgınlıktan çok şaşkındı çünkü benim dikkatli olduğumu, böyle bir hata yapmayacağımı, hiçbir şey kaybetmediğimi biliyordu. Ama yine de neden bırakıp gittiğimi ve üstelik bütün kitapları neden çantama koyduğumu sordu. O anda “Nasıl böyle bir şey yaptım?” diye kendimi suçlu hissettim. Üstelik kardeşim de alay etti. Çantaya bütün yılın kitaplarını hatta atlası bile koymama güldü. Onun bu davranışı gücüme gitti. Çünkü zaten yeterince üzülmüşüm, gösterecek karnem de yok. Kendimi kötü hissettim.
Bu arada babam pek sesini çıkarmadı. Fakat velimiz olan amcam karneyi göremeyince “Neden eşyana sahip çıkmıyorsun, bırakıp gidiyorsun?” diye suçlayıcı sözler söyledi. Amcama göre bu büyük bir hataydı ve o hatayı kabul etmezdi. Küçükken bahçede oynarken bile düştüğümü görse “Neden dikkat etmiyorsun?” diye suçlardı. Fakat bu defa başkaydı, o güne kadar böyle bir suçluluk duygusu yaşamamıştım.
Bu olay, benim bilinçaltımda yer etti. Ne zaman bir hata yapsam hemen kendimi suçluyordum. Her şeyin mükemmel olması gerektiği duygusu geldi yerleşti içime. Asla hata yapmamalıydım. Zamanla fark ettim ki mükemmeliyetçilik bir bakıma suçluluk duygusunun dışa yansıması. Başkalarının suçlamalarına maruz kalmamak ya da suçlu hissetmemek için insan her şeyi kusursuz yapmaya çalışıyor.
Annemin ve amcamın “Nasıl olur? Nasıl çantayı bırakıp okula kardeşine bakmaya gidersin? Kardeşin zaten biliyor servisin geleceğini, neden tekrar okula gidiyorsun? Acele ediyorsun.” sözleri, çantamı ve özellikle karnemi kaybetmekten daha çok üzdü. Annemin suçlaması o kadar zoruma gitmedi de amcamın suçlaması çok ağır geldi. En çok da “Yoksa karnen iyi değil de onun için mi çantayı kaybettin?” sözü beni hırpaladı. Bana güvenmediğini düşünmeme yol açtı.
İşte buradaki suçlamanın esas nedeni, yapılan hataya öfkelenmektir. Amcamın bu davranışı öfkesinin ortaya çıkmasından başka bir şey değildi. Yıllar sonra bunun farkına vardığımda kendimi şifalandırdım ve artık mükemmeliyetçilik benim için bitti. Ruhumu bir olumsuzluktan özgürleştirmiş oldum. Çünkü mükemmeliyetçilik insanı çok yoran bir özellik.
Çocuk hata da yapabilir, bu son derece doğaldır. En küçük hatasında suçlamak yerine daha farklı yollar denenmelidir. Üstelik ruhunuz hassas ise suçlamalardan daha çok etkileniyorsunuz. Haklı olsanız bile karşınızdaki insan yüzde yüz hatalı olduğunuzu iddia ettiğinde hakkınızı savunamıyorsunuz.
Aslında çocuk her şeyin farkında oluyor fakat büyüklere karşı saygısızlık olmasın diye cevap vermiyor. Zamanla olan biteni konuşmaya başlayıp o kadar da büyütülecek bir hata yapmadığını fark ettiğinde kendisine zarar veren duygulardan kurtuluyor. Suçlandığı zaman kendi hatası varsa hemen açıklamasını yapıyor. Şu bir gerçek ki çocukken bilinçaltına yerleşen suçluluk duygusu ileri zamanlarda insanı hata yapmamak için kendisiyle savaşır hâle getiriyor.
O gün o kadar suçlanmasaydım belki rahatça açıklayabilirdim davranışımı. Okula geri dönüp kardeşimi bulmaya çalışmamın nedeni babamın bize hep “Birbirinize sahip çıkın.” demesidir. Kardeşim ortada yoktu, oysa hep zamanında gelirdi servise. O hâlde gidip onu bulmalı ve sahip çıkmalıydım. Ayrıca servisi bekletmek istemiyordum. Tamamen sorumluluk duygusuyla hareket etmiştim. Aslında bir insanı merak etmek, onun için endişelenmek, onu sahiplenmek tamamen sevgiden kaynaklanır. Babam kardeşlerini çok sever, sahiplenirdi. Bize de hep bunu söyledi, bunu öğretti. Çocuk sahiplenmeyi öğreniyorsa ve ruhunda varsa büyünce bu devam ediyor. Çalıştığı iş yerini, arkadaşlarını, eşini, akrabalarını, kardeşlerini sahipleniyor.
Bu yazıyı tümü olmak şartıyla, değiştirilmeden, bedava olarak ve bu telif hakkı uyarısı ve internet bağlantısı (https://sevginin-isigi-sifa.com/) ile birlikte kopyalamaya ve dağıtmaya izin verilmiştir.