ÇOCUK PLAN PROGRAM BİLMEZ

Anı sandığını açıp geçmişe yolculuk yapmak ve o yolculuğa sizleri de ortak etmek, ilkokul dördüncü sınıfa devam eden çocuğa çok iyi gelmişti. Diğer anılarını da gözler önüne sermek için sabırsızlanmaya başladı ve büyük bir özgüvenle yeniden geçmişe doğru yola çıktı.

Bir önceki anı yazımda yılbaşına nasıl girildiğini ve annemi anlatmıştım. O kalabalık yılbaşını geride bırakmış yarıyıl tatilinin heyecanına kapılmıştım. Birinci dönemin karnesini alma zamanı gelmişti. Okulda öğretmenimiz on beş günlük tatil boyunca ne yapmamız gerektiğini anlattı; bir kitap okuyup bitirmemizi ve vereceği ödevleri tatil sonuna kadar tamamlamamızı istedi. Ben bunları tabii dikkate aldım. Ama arkadaşlarım bana tatilde başka neler yapacağımı sorduğunda “Bilmem? O anda ne yapmam gerekiyorsa onu yaparım.” dedim. Çünkü çocukluğumdan beri bana fazla soru sorulmasından ya da şunu yap, bunu yap gibi emir kipleriyle konuşulmasından hoşlanmam. Bunun nedenini ileri yaşlarda fark ettim, hoşlanmadığım şey aslında ruhumun kafese alınmasıydı.

Okulun ilk döneminin son günü karnelerimizi alınca kardeşimle birlikte servise binip doğruca eve gittik. İkimizin de karnesi başarılıydı ve onu bir an önce ailemize gösterme hevesindeydik. Çünkü her karnemizin iyi olması ortaca amcamın gözünde bizi daha farklı bir yere koyuyordu. Onun bizi başarılı bulduğunu ilerleyen yıllarda çok daha açık hissettim. Başarıyı karnedeki notlara göre değerlendiriyor, getirdiğimiz teşekkür ve takdir belgeleri ile ölçüyordu. Ancak bana göre başarı karnedeki nottan ibaret değildi.

Dedim ya, ruhumun kafese alınması beni rahatsız ediyordu, ruhum özgür olmalıydı, bir şeyi ancak ben istiyorsam yapmalıydım. Mesela amcam okumamız için kitaplar önerirdi ama ben o anda canımın istediği kitabı okurdum. Annem ve babam, “Yarın şuraya gezmeye gideceğiz.” dediklerinde “Yarın sizinle geleceğim.” demezdim, önceden planlar yapılmasından hoşlanmazdım. Çünkü ne yapacağıma özgürce karar vermeyi seviyordum. Ertesi gün arkadaşlarımla bahçede ya da evde oynamak veya evde yalnız kalmak istiyorsam, misafirliğe gitmek istemiyorsam gitmezdim. Bu yüzden onların plan programı bana uymazdı.

Annem ve komşuları gün yaparlardı. Ayın bir gününü belirler ve her ayın o gününde sırasıyla birinin evine giderlerdi. Bir gün anneme, “Tamam, her ay aynı gün toplanıyorsunuz. Ama o gün geldiğinde gidemezsen ya da bir şey olursa ve sen gün yapamazsan o zaman ne olacak?” diye sordum. Annem, “Mümkün olduğu kadarıyla, önemli bir şey olmadıkça toplanılır.” dedi. Annemin bu yanıtı benim için yeterli olmadı. Çocuk aklım bunu pek kabullenemedi. Gerçi bugün de aynı düşünce içindeyim. İnsanların bir araya gelmeyi bir mecburiyete dönüştürmesini bir türlü kabullenemedim.

Ağabeyim ortaokula başladığında İngilizce öğreniyordu ve yabancı dil kursuna gidiyordu. Ablam da ortaokul ve liseyi okurken İngilizceyi öğrenmişti. Pratik yapmak için sürekli İngilizce kitapları okur ve İngilizce kasetleri dinlerdi. Ortanca amcam bana ve kardeşime, “Ağabeyiniz ve ablanız boş zamanlarında size İngilizce öğretsin.” diyordu. Her gelişinde bunu hatırlatıyor, “Yarın başlayın.” ya da “Tatilde başlarsınız öğrenmeye.” diye ısrar ediyordu. Tabii ki o söylerken ben hiç cevap vermiyordum, öğrenirim, diye söz de vermiyordum. Çünkü o anda öğrenmek istemiyordum, boş zamanımı spor yapmak, arkadaşlarımla vakit geçirmek, anneme yardım etmek gibi başka şeylerle değerlendiriyordum. O yıl sömestri tatilinde ağabeyime dedim ki “Bana İngilizce öğretir misin? Ama kendim istediğim için, amcam istediği için değil. Amcama kalmış olsa geçen seneden beri söylüyor.” Ağabeyim, “Tabii ki.” dedi. Kardeşim öğrenmek istemedi.

Ağabeyimle çalışmaya başladık ve çok hoşuma gitti çünkü yeni bir şey öğreniyordum üstelik konuştuğum dilden başka bir dil. Halam ve kuzenlerim Almanya’dan gelince kendi aralarında Almanca konuşurlardı. Merak eder sorardım, “Siz ne konuşuyorsunuz? Bana da anlayacağım dilde söyler misiniz?” Bu yüzden İngilizce öğrenmeye başladığımda “Halam ve kuzenlerim konuştuğunda anlayacağım artık.” demiştim. Ağabeyim ve ablam bana, “Onların dili farklı, Almanca konuşuyorlar. Biz ise İngilizce konuşuyoruz. Onları anlaman için Almanca da öğrenmen gerekiyor. Ancak İngilizce konuşurlarsa anlarsın.” dediler. Demek Almanca farklıydı. “Tamam,” dedim, “Ben de önce İngilizceyi öğrenirim sonra da Almancayı.”

Dil öğrenmek öyle hoşuma gitmişti ki ağabeyimin öğrettikleriyle ilgili boş zamanlarımda tekrar yapıyordum. Küçük bir teybimiz vardı, İngilizce kasetlerini ona koyup dinliyordum ama hiçbir şey anlamıyordum. Sadece dinliyordum. Fakat acele de etmiyordum. Arkadaşlarımla buluştuğumda onlara “Ben artık İngilizce öğreniyorum.” diyordum. Aslında o anda kendimi farklı görüp büyüdüğümü hissediyordum.

İleride bana bu dilin gerekli olacağını ailem söylemişti. Fakat insan bir dil öğrendiğinde başkası için değil kendi içindir. Halamlar Almanca konuşurken onları anlamadığımda bende iz bırakmış, bunun önemini kavramıştım. Ortanca amcam yabancı dilin ne kadar önemli olduğunu Almanya’ya gittiklerinde yaşadıkları bir olayı örnek vererek anlatmış ve bizde farkındalık sağlamıştı. Onun için bize hep bu konuyu aşılamıştı, “Kendiniz için dil öğrenin.” demişti. O anda yaptığı baskı bana iyi gelmiyordu ama ileri yaşlarda amcama çok hak verdim, “Bir lisan bir insan” sözünün de boşuna söylenmediğini gördüm. O, geleceği düşündüğü için bize çocukken farkındalık vermişti. Aslında büyükler çocuklara farkındalık verdiği zaman bunu baskı olarak değil daha farklı yollarla yapmalı, zorlamamalıdır. Çünkü baskı yapılınca çocuğun özgür ruhuna ters geliyor. Yapmak istese bile yapmıyor. Maalesef ortanca amcam bizim iyiliğimizi isterken üzerimizde baskı kuruyordu ve biz bundan sıkılıyorduk.

İnsanın çocukken özgür bir ruha sahip olduğunu yaşım ilerledikçe ve yaşadıkça daha belirgin olarak gördüm. Büyüklerin hep plan program yaptıklarının ve anı yaşamadıklarının farkına vardım. Çünkü kafaları sürekli “Şu gün geldiğinde şunu yapacağız.” türünden meşguliyetlerle dolu. Plan program yapan bir zihnin ne kadar yorulduğunun farkına varmıyorlar. Üstelik plan ve programları bir şekilde bozulursa sinirlenip daha çok strese giriyorlar ya da sürekli plan bozulursa endişesini yaşıyorlar. Aslında çocukluklarındaki gibi hiçbir plan program yapmadan içinde bulundukları anda istedikleri şekilde davransalar zamanı gelince planladıkları şey zaten gerçekleşecek.  

İnsan çocukken yarın okulda öğretmenin ne öğreteceğini ya da kiminle oynayacağını düşünmez, ne yaşayacağını bilmez ve bunun planını yapmaz. O anda anı yaşar, akışta kalır. O yaşlarda plan ve programın ne olduğunu bilmeden ruhu özgürce yaşar. Yetişkinlik döneminde ise altı ay öncesinden, bir yıl öncesinden programlar yapılıyor. Bu sefer zihin sürekli meşgul, saatlerle, dakikalarla yarışılıyor. Hep bir yerlere bir şeylere yetişme telaşı içinde hissediyor insan kendini. Bile bile ruhunu sıkışmışlığa teslim ediyor, kendini plan ve programının esiri hâline getiriyor. Oysa akışta kalan insanın yaptığı program gene bir şekilde kendisini buluyor. Üstelik daha güzeli ve daha iyisi geliyor.

Yetişkinlikte çocukluk günlerine duyulan özlemin bir nedeni de çocuk ruhunun özgürlüğüdür. Mutlu yetişkinliğin sırlarından biridir de bu aynı zamanda: Çocukluğun özgür ruhunu koruyarak akışta kalmak ve anın keyfini çıkarmak.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com
Telif Hakkı©2021 Sevginin Işığı “Şifa”. Tüm Hakları Saklıdır.
Bu yazıyı tümü olmak şartıyla, değiştirilmeden, bedava olarak ve bu telif hakkı uyarısı ve internet bağlantısı (https://sevginin-isigi-sifa.com/) ile birlikte kopyalamaya ve dağıtmaya izin verilmiştir.
 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir