İnsan doğar, büyür ve ölür. Zaman geçer ve geride iyisiyle kötüsüyle nice anılar kalır. Ve “Ne çabuk geçti zaman!” denir.
Geçmişi bir sandığa benzetebiliriz. Acısıyla, sevinciyle sandıktan çıkacak her yaşanmışlık insanı alıp bir yerlere götürüyor. Yeter ki sandığı açacak anahtarınızı çeviriniz. Anahtarı çevirdim ve ilkokul 3’üncü sınıftaki anıma kaldığım yerden devam ediyorum.
Kış mevsimi, okulun ilk yarısı bitmek üzereydi. O yıl, kar o kadar yağmıştı ki, kardeşim ile okul dönüşü, kartopu oynuyor ve kar da yuvarlanıyorduk. Mutluluğumuza diyecek yoktu. Bizi okuldan alan annem, “Haydi, üşüyorum eve gidelim!” derdi. Biz ise, üşümenin ne olduğunu bilmeden karların içinde yuvarlanıp duruyorduk. Ama en sonunda annemi dinlemek zorunda kalıyorduk. Annem ayakkabısının altına çorap çekiyordu. Bunun nedenini ona sorduğumda “Yerlerde buz var, ayakkabılarım kaymasın diye yapıyorum,” demişti. Annemin bize sabırla katlandığını düşünmeden saatlerce onu o soğuk havalarda dışarlarda tutardık.
O yıllarda abim ortaokul da okuyordu. Ve öğlen okuldan gelir gelmez, hemen babamın yanın da çalışmaya giderdi. Abim, hem okul hem işten şikâyet etmeden mutlu bir şekilde çalışırdı. Ablam ise, o yıllarda mimarlık okuyordu. Ev de çizim yapmak için ona özel bir masa alınmıştı. Bu masa, onun rahat proje çizmesine vesile oluyordu. Masa da masa tabii, hiç abartmıyorum, iki masa gibiydi. Diğer masalara göre çok farklıydı. Çünkü bu masa özel olarak ayarlanıyordu. Kardeşim ile ben de bu masada derslerimize çalışmak istiyorduk. Ablamın, “hayır, olmaz,” diye şiddetle karşı çıkan o sesi hala kulaklarımda. Ablam için eşyaları her zaman çok kıymetliydi. Başkası tarafından eşyaları izinsiz alınıp kullanıldığı zaman, tepkisini hemen gösterirdi. Masanın büyük ayakları ayrı olduğu için, onun kurulma işi ise her zaman ki gibi dayıma düşüyordu. Dayımın elinden böyle işler gelirdi. Ablam zevkle masasına çizim aletlerini yerleştirirdi. Günlerden bir gün, masasında kendisine verilen bir projeyi çiziyordu. Biz de iki kardeş onu izliyorduk. “Mimarlık okumak zor mu, kolay mı?” diye bir birimize sorular soruyorduk.
Bu arada bizi çok seven ortanca amcamız, bize geldiğinde “derslerimize çalışıyor muyuz, kitap okuyor muyuz?” diye bizi sürekli kontrol ediyordu. Ve bize şöyle derdi: “Karneniz geldiğinde çalışıp çalışmadığınızı göreceğim.” Amcamız, dışarıda oyun oynağımızı gördüğünde, “dersler nasıl?” diye sorardı. Babam onu okul velimiz olarak görevlendirmişti. Bu görev tabii ki amcamı çok memnun etmişti. Öğretmenlerimizle sürekli o görüşüyordu. Amcamın sürekli bizi kontrol etmesi hiç hoşumuza gitmiyordu. Ve sürekli bize karışmasında rahatsız oluyorduk.
Okulda bize verilen tüm ödevleri zamanında yapıyorduk. Annem bizi okuldan almaya geldiğinde olumsuz bir şey olduğunda zaten öğretmenlerimiz ona söylüyorlardı. Babam, amcamın çocuğu olmadığı için ve kendisi sürekli işte olduğu için bu görevi ona vermişti. Veli toplantılarına da amcamı gönderiyordu.
Ben, bana karışılmasından çok rahatsız olan bir çocuktum. Ve bana çok sorular sorulmasını istemiyordum. Sorumluğumu bildiğim için “Derslerini yaptın mı, yapmadın mı?” gibi soruların sorulması beni çok üzüyordu. Tabii ki tepki olarak hiçbir şey söylemiyordum. Bu durum sonraki yıllar da benim kendimi rahatça ifade etmemin önünde bir engel olmuştu. Suskun bir insana dönüşmeme neden olmuştu. Çünkü kendimi olduğu gibi ifade edersem bu amcama karşı gelmiş gibi algılanırdı. Yani ona saygısızlık olarak kabul edilecekti. Dolayısıyla sorunları dışarıya atmak yerine genellikle içimde onları halletmeye çalışırdım. Amcam oyun oynadığımı görünce hemen “Ödevler bitti mi?” diye soruyordu. Onun bu sorularından bıkmıştım. Ve bu durum öyle bir hal aldı ki, artık amcamın bize gelmesini istemiyordum. Tabii ki bunu babama söyleyemiyordum. Çünkü babam, “Amcanız sizin iyiliğinizi istiyor,” diyordu. Oysa babam, amcamın bize iyilik yapmadığını, bize baskı kurduğunu düşünemiyordu.
Sürekli birisinin sizi kontrol etmesi çok can sıkıcı bir durum. Sonra sınıfta arkadaşlarım amcamı görünce, “Senin baban mı?” diye soruyorlardı. Ben de “yok amcam” diye onlara cevap veriyordum. “Peki, babam yok mu? denilince buna çok üzülüyordum. Bende, “Babam çok çalıştığı için bizimle amcam ilgileniyor,” diyordum. Gel zaman git zaman derken, artık bize baskı kuran amcamı, olduğu gibi kabullenmiştim.
Yıllar geçti ve yetişkin bir insan oldum. Şimdi öyle ruhuma iyi gelmeyenlerden hemen uzaklaşıyorum.
Büyüklerin çocuklarını baskı kurarak yönetmek istemesi, onların sorumluk duygusunun gelişmesini engellemesi ve sürekli onları baskı altında tutarak kontrol etmeleri, çocukların özgüvenin gelişmesini engellemektedir. İşte büyüklerin çocuk ruhundan anlamamalarının en büyük göstergesi de budur.
Burada aslında çocuk için ders çalışması, sınıfı geçmesi, iyilik olarak algılanıyor fakat iyilikten öte çocuklar baskı altında kalmaktadır. Bu sefer çocuklar, bilinçaltında o kişiyi karşı olumsuz duygular beslemektedir. Çünkü bu durum korku enerjisi vermektedir. Korku, sevmediği dersi zoraki çalışmasına neden olmaktadır, ya da oyun oynamadan ders çalıştırmak çocukları dersten soğutmaktadır. İleriki yaşlarda bu korku travmalara neden olmaktadır. Nereden geldiğini bulup şifalandırdığımız o travmaların olumsuz etkilerinin insanları ne kadar derinden etkilediğini ne yazık ki sonraki yıllar fark ediyoruz.
Çocukları korkutarak değil, onlara sevgi enerjisiyle yaklaşmak gerekir. İşte o zaman her şey daha başka oluyor. Çocuklar sevmediği dersi bile çalışıyor, oyun zamanlarını daha kısa tutarak ders çalışmaya gidiyorlar. Çünkü çocuklar hayata büyüklerden daha farklı pencerelerden bakıyorlar. Anne, baba harici diğer aile büyüklerinin baskıcı tutumları, çocukların daha büyük tepkilerine neden olmaktadır. Her yetişkinin sağlıklı bir ruhsal yapıya sahip olması için, ruhsal anlamda sağlıklı bir çocukluk döneminin geçirilmesi gerektiği asla unutulmamalıdır!
Bu yazıyı tümü olmak şartıyla, değiştirilmeden, bedava olarak ve bu telif hakkı uyarısı ve internet bağlantısı (https://sevginin-isigi-sifa.com/) ile birlikte kopyalamaya ve dağıtmaya izin verilmiştir.