Nihayet yeni bir anı demeti daha gün yüzüne çıkıyor. Bugünkü anı bu defa canımı farklı acıtıyor. Neden mi? Çok sevdiğim, canım kardeşimin başrolü üstleneceği bu anımda onunla ilgili beni çok üzen bir olayı anlatacağım. Başlasın seremoni; ‘Çıksın anahtar ortaya, gidilsin sandığın huzuruna, açılsın o muhteşem sandığın kapağı ve sırası gelen yerleşsin avuçlarımın arasına. Yeniden anılara yolculuk vakti…
- “Okullar açılalı iki ay olmuştu, ikinci sınıf öğrencisi olmak okulun sahibiymişim gibi hissettiriyordu bana. Çünkü, okulda artık benden daha küçükler ve tecrübesizler vardı şimdi ben onlara kıyasla deneyim sahibiydim. Okulun her yerini biliyor, hiçbir şeyde yabancılık çekmiyordum. Ne de olsa ben bir ablaydım! Her şeyin çok güzel gittiğini düşündüğüm bu dönemde beni ve ailemi derinden etkileyen kardeşim hastalığıyla karşı karşıya kaldık. Birden ateşi çıktı, beraberinde terleme ve öksürük. Hemen doktora götürüldü ve teşhis zatürre idi. Doktorlar kardeşimin okula gitmesine müsaade etmedikleri gibi bir de hastaneye yatması gerektiğini söylediler. Hasta olması kabul edilebilir bir şeydi ama hastaneye yatması ne demek oluyordu? Biz hasta olduğumuzda hemen doktora giderdik verilen ilaçların yardımıyla evde de bir iki gün dinlenmeyle iyileşirdik. Ama hastaneye yatmak çok büyük bir şeydi! Bu kötü haber beni çok üzmüş ve sarsmıştı. Dedem de hastaneye yatmıştı ama bir daha hiç iyileşememişti ve sonunda da onu kaybetmiştim. Bu endişemi annem ve babamla paylaşmıştım. Onlarda bu hastaneye yatışın tedavinin daha kolay ve hızlı gerçekleşmesi için ve en çok da kontrol amaçlı olduğunu söyleyip, beni rahatlatmışlardı. Kardeşim de okula gidemeyeceği için üzülüyordu çünkü oda benim gibi okulu çok seviyordu. Onunla okula birlikte gidemeyeceğimi düşünmek içimi acıtıyordu ve o kısacık bir hafta benim için asırlar kadar uzun sürmüştü. Hastanede geçen bu bir hafta boyunca annem kardeşimin yanında kaldı ve biz çocuklar da evdeydik. Bizi okula babam ve amcam bırakıyordu, dönüşte de ağabeyimle el ele tutuşup o iki büyük caddeyi aşarak evimize geliyorduk. Hastane sürecinin uzun sürme ihtimaline karşılık da anneannem Malatya’ dan bizim yanımıza gelmişti hem bize göz kulak oluyor hem de evin işlerini yapıyordu. Özellikle yemek konusu evimizde çok dikkat edilen bir detaydı. Babam öğle yemeği için eve gelirdi ve öğle yemeğinde yediğini akşam yemeğinde yemek istemezdi. Bunun için de yemekler günlük hatta öğünlük yapılırdı. Yemeklerde bu çeşitlilik arayışı bir yana babam yemek de seçerdi yani her şeyi yemezdi. Hatta annem bu durumdan şikayetçiydi. Anneannemde annem gibi çok güzel yemek yapardı, onun yemeklerini de tıpkı anneminkiler gibi keyifle yerdik. Kardeşimin hastanede olduğu bu bir haftalık sürenin içinde sadece bir gününde ortanca amcamlarda kalmıştım. Biliyordum ki, yengemde benim yerim her zaman başkaydı. Kardeşlerimi de çok severdi ama beni kendi kızıymışım gördüğünden beni farklı severdi. Onlarda kaldığım o gün, okula gitmek için hazırlanıyor ve koltuğun üzerine oturmuş temiz çoraplarımı giyiyordum. Yengem bunu görür görmez bana kızarak koltuğun üzerinde çorap giyilemeyeceğini yere oturup bu şekilde giymem gerektiğini söylemişti. Çoraplarımın tertemiz olduğunu söylesem de bunu ona dinletememiş yere oturarak çoraplarımı giymek zorunda kalmıştım. Bu isteğini bağırarak söylemesi, sesindeki o kızgınlık kaldırabileceğim bir şey değildi. Ben zaten kardeşimin hastalığından ötürü çok üzgündüm. Neden çocuk beni daha çok üzüyorlardı? Tamam, amcamda yengemde çok titizdiler ama benim çoraplarım çok temizdi! Sanki bir suçluymuşum gibi azar işitmiştim ve bu durum hiç hoşuma gitmemişti. Şayet evimde olsaydım, özgürce koltukta oturarak çoraplarımı giyebilirdim. O ortamdan rahatsız olmuştum, hemen oradan ayrılmalıydım, rahatsızlık verici, özgürlüğümü kısıtlayan yerlerde kalamazdım. (Halen aynı düşüncedeyim ne zaman bir ortamdan rahatsız olsam, özgürlüğüme zincirler vurulacağını hissetsem oradan hemen ayrılırım.) Oysa ailem bana hiç böyle davranmazdı, her şeyi sakince izah ederler, kırıcı, kötü sözler kullanmazlardı. Okula gitmek üzere arabaya bindiğimde babama eve dönmek istediğimi amcamlarda kalmayacağımı söyledim. Babam bu isteğimin sebebini sorsa da ben sessiz kalmayı tercih ettim. Ancak, daha makul bir zamanda bu durumu anneme ve babama anlattım. Okula gitmek hiç bu kadar keyifsiz ve sıkıcı olmamıştı. Zaman hızlıca geçmeli, kardeşim sağlıkla evimize gelmeliydi artık. Asırlık bir hafta nihayet bitmişti ve kardeşim eve dönüyordu, fakat doktorlar okula başlamasına müsaade etmemişlerdi, evde tedavisinin devam etmesi gerekiyormuş. Okulda koşup, terlemesi, soğuk içecekler içmesi riskine karşılık böyle bir önlem alınmıştı. Zaten onun bu hastalığa yakalanma sebebi de koşmak, terlemek ve soğuk içecekler değil miydi? Okula gidemeyeceği gibi sokakta da oynayamayacaktı. Bu durum onu çok üzüyordu. Annem bizi okula almaya geldiğinde kardeşimin öğretmenine uğruyor, ondan derslerini ve ödevleri alıyor evde de kardeşimi çalıştırıyordu. Bende elimden geldiğince ona destek oluyordum. Biz birbirine bağlı kardeşler olarak yetiştirildik. Babamın kardeşlerine bağlılığı bize de sirayet etmişti. Her ne kadar zaman zaman fikir ayrılıkları yaşasak da bağlılığımız hiçbir koşulda zarar görmedi.
Tüm bu sıkıntılar yaşanırken bir taraftan ablamda üniversiteye başlamıştı. Her gün okula gidiyor fırsat buldukça da evde bizlerle ilgileniyordu. Ablamın üzerimizdeki emeğini unutmak, yok saymak mümkün değil.
Ağabeyim kalbinde bir rahatsızlıkla dünyaya gelmiş ve bebekliğinde bir süre hastanede yatmak zorunda kalmış. Bunun için de her zaman biraz daha özel ve hassas bakıma ihtiyacı olmuştu. Ama bu özenli davranışlar onu asla şımarık bir çocuk haline getirmemişti, çünkü her davranış, her ilgi biz de kararınca olurdu. Ne ağabeyim ne de bizler asla şımarık çocuklar olarak yetiştirilmemiştik.
Hem benim doğumum hem ağabeyimin rahatsızlığı hem de bereketli misafirlerimizin yoğunluğunda ablama çok iş düşmüştü. Yürümeye başladıktan sonra beni belimden bir iple koltuğun kenarına bağlamışlar, yaklaşık bir metrelik hareket alanım varmış. Annem sürekli yanımda olamadığından ve halının üzerinden ayrılıp soğuk zemine basmamam için böyle bir yöntem bulmuşlar. O bir metrelik alanda gezinirmişim, yorulunca da koltuğa çıkar oturur bir süre sonra da koltuğun üzerinde uyuyakalırmışım. Bu durumdan hiç şikayetçi olmamış, anneme hiç sorun çıkarmamışım. Bu bele ip bağlama durumu yaklaşık dokuz, on ay kadar devam etmiş. Koltuğa bağlıyken, ablamın okuldan gelip kapıdan içeri girmesiyle kollarımı kaldırır, beni kucağına almasını istermişim. Ablamda her zaman beni ipten kurtarır, kucağına alır, benimle ilgilenirmiş. Bu beni çok mutlu eder, hemen gülümsermişim. Aynı yöntemi (bele ip bağlama) erkek kardeşimde de denemişler. Ama ne mümkün! Ortalığı birbirine katmış, ağlamalar, bağırmalar… Annemin koşuşturmacası hiç bitmezdi. Benim bebekliğim, ağabeyimin rahatsızlığı, misafirler, öğlen yemeklerine gelen babam, evin türlü işleri… Ablamda sanki evin ikinci annesi gibi özveriyle bizimle ilgilenir, annemin üzerindeki yükleri hafifletmeye çalışırdı. Bunda da oldukça başarılıydı. Diyorum ya ablamın emeği çoktur bizim üzerimizde, hakkını ödeyemeyiz. O, ‘evimizin küçük annesiydi.’
Ben güzel bir ailede yetiştim. Babamın kardeşlerine bağlılığı bizim de birbirine bağlı kardeşler olarak yetişmemizde büyük bir yol gösterici oldu. Bizi birbirine sıkı sıkıya bağlı, sevgi dolu bir kenetlenmeyle yetiştirdiler. Bu bütünlüğü oluştururken bir taraftan da bize, birbirine bağlılığın birbirine bağımlılık olmadığını öğrettiler ve bunu her an hissettirdiler. Kardeşler arasında kıskançlık, öfke, kin yaşamadık. Özgür çocuklar olarak yetiştik. Düşünün o dönemde sokakta erkek çocuklarda top koşturan bir kız çocuğu… (Tam da Erkek Fatma!) Ailem, diğer ailelerin göstermesi muhtemel tepkiler gibi; ‘bana senin onlarla ne işin var, sen bir kız çocuğusun’ demedi, bana kontrol edici, yargılayıcı müdahalelerde bulunmadılar. Biz arzularımın yön verdiği oyunları oynayan mutlu çocuklardık. Ama asla istekleri kontrolsüzce yerine getiren şımarık çocuklar da olmadık. Rahatsızlığı olan ağabeyim bile, bundan ötürü pervasızca her dediği yapılan bir çocuk olmadı. Her şey kararıyla yapılırdı benim ailemde. Ne bir eksik ne de bir fazla.
İçinde farklı üzüntüler taşıyan (bende ki kardeşinin hastalık üzüntüsü gibi) bir çocuğun bir de sevdiği kişi tarafından yok yere, haksız yere azarlanması… Sakın bu hataya düşmeyin. Çocuklara dikkatli yaklaşın, sizin dünyanızla onlarınki aynı değil. Onlar yanlış bir dokunuşla beyaz yapraklarını solduran, karartan bir manolya misali hassas ve kırılgandırlar. Acıları daha derin, üzüntüleri daha çaresizdir. Davranışları büyüklerinkinden farklıdır, gözleri bir başka bakar, yürekleri bir başka görür. Çocuklara usulca yaklaşın, üzüntülerine sebep olmak yerine, üzüntülerine deva olun. Çocuk yetiştirmek sanattır, çocuk sevmek, onu mutlu etmekse kocaman bir yürek ister.
Bu yazıyı tümü olmak şartıyla, değiştirilmeden, bedava olarak ve bu telif hakkı uyarısı ve internet bağlantısı (https://sevginin-isigi-sifa.com/) ile birlikte kopyalamaya ve dağıtmaya izin verilmiştir.